hafiza aise
Wed 27 June 2012, 06:58 pm GMT +0200
Kaybolan Boğaziçi sarayları
Sinan CECO • 64. Sayı / DOSYA YAZILARIOsmanlı İmparatorluğu’nun değişim yüzyılı olarak tanımlanan 19. yüzyıl, aynı zamanda dünyanın çeşitli noktalarında yaygınlaşan standartlaşma hareketlerinin de sistemli bir şekilde görülebildiği bir yüzyıl olarak dikkat çeker ki bu olgu bazı çevrelerce globalleşme veya küreselleşme olarak isimlendirildi. Ancak bu çalışmaların en önemli özelliklerinden birisi, etkilediği ülkelerin standart bir paydaya sahip olmasını sağlaması. Bu anlamda 19. yüzyıl içerisinde ortaya konulan en önemli olgu 1815 Viyana Kongresi’yle ortaya çıkan yeni devlet protokolüdür. Bu kongre ve beraberinde getirdiği kararlarla devletler hukuku ve protokolü baştan düzenlendi ve bu kararları benimseyen tüm devletlerde aynı protokollerin uygulanması konusunda bir mutabakat sağlandı.
Söz konusu kararlardan etkilenen devletler arasında Osmanlı İmparatorluğu da yer alıyor. Bu bağlamda 1808-1839 yılları arasında tahtta oturan Sultan II. Mahmud, tüm saltanatı süresince devleti revize etme çabası içine girmişti. Esasen Viyana Kongresi öncesinde, daha doğrusu tahta çıktığı ilk günden itibaren, devletin, çağın gerekliliklerine ayak uydurması gerektiğini düşünen sultan, bu değişime Baba Ocağı olarak adlandırılan Topkapı Sarayı’ndan başlamış ve yazlık olarak kullanılan sahil saraylarında yaşamayı uygun görmüştü. Bu sarayların en başında Beşiktaş Sahil Sarayı bulunuyordu.
Beşiktaş Sahil Sarayı
17. yüzyıldan itibaren önemi artan Beşiktaş bölgesi zamanla padişahların hasbahçelerine ve köşklerine ev sahipliği yapan bir bölge haline gelmişti. Bu anlamda farklı devirlerde çeşitli köşkler inşa edilmiş ve bahsi geçen eklentilerle ortaya bir sahil sarayı kompleksi çıkmıştı ki yapı malzemesi olarak ahşabın ağırlıklı olarak kullanıldığı bu saray kompleksine Beşiktaş Sahil Sarayı diyoruz.
Çeşitli köşklerden müteşekkil bu saray, hanedanlığın yaz aylarında kullandığı saraylardandı. Ekseriyetle mayıs ayı itibariyle Topkapı Sarayı’ndan Beşiktaş Sahil Sarayı’na geçilir ve Eylül ayında da Topkapı Sarayı’na geri dönülürdü. Havanın durumuna göre bu saray değişikliği bir ay erken veya geç olabilirdi.
1789’da tahta çıkan Sultan III. Selim devrinde bu sahil sarayında bazı değişikliklerin yapıldığı görülür. İstanbul’a gelen Fransız mimar ve ressam Antoine Ignace Melling, bir süre sonra yaptığı işlerle III. Selim’in kız kardeşi Hatice Sultan’ın dikkatini çeker ve Hatice Sultan, Melling’ten Defterdarburnu’nda bir sahil sarayı yapmasını ister. Sultan III. Selim bu sarayı çok beğenir ve Melling’ten Beşiktaş Sahil Sarayı’nı da elden geçirmesini ister. 1 numaralı gravürde ise Beşiktaş Sahil Sarayı’nın bu onarımdan önceki halini görebiliyoruz. D’Ohsson’un ilk cildi 1787 yılında Paris’te yayınlanan Tableau General de L’Empire Othoman isimli kitabında yer alan bu gravür, sarayın III. Selim devri öncesindeki halini göstermesi bakımından son derece önemli. Melling Beşiktaş Sahil Sarayı’nın onarımı gibi işleri yaptıktan sonra da 1805 yılında Paris’e geri dönmüştü. 2 numaralı gravürde de Melling’in kendi çizimi olan Beşiktaş Sahil Sarayı görülüyor. Bazı kaynaklar Melling’in, 1. ve 2. gravürlerde en sağda yer alan ve kubbesiyle dikkat çeken Çinili Köşk hariç diğer köşkleri yıkarak, yeni bir saray inşa ettiğini iddia ediyorlar. Ancak bu iki gravür dikkatle incelendiğinde 1. gravürdeki yapıların çoğunun 2. gravürde de görülebildiği dikkat çekiyor. Bu anlamda Melling’in Beşiktaş Sahil Sarayı’nda gerçekleştirdiği çalışmanın onarımdan ibaret olduğunu söyleyebiliriz.
“Hem Doğu’nun hem Batı’nın lüksleri”
Sultan II. Mahmud devrine geldiğimizde de padişah, bu sarayı daimi saray olarak kullanmayı, sarayın devletin değişen yüzünü temsil etmesini hedeflemişti. Fakat Sultan II. Mahmud’un hedeflediği yenilikler karşısında Beşiktaş Sahil Sarayı’nın da yetersiz kalması muhtemeldi. Daha önce de bahsettiğimiz gibi özellikle 1815 Viyana Kongresi’nden sonra devlet protokolleri, özellikle Avrupa’nın belirlediği standartlarla sabitlenmişti. Ancak devletin değişimi noktasında Sultan II. Mahmud’un elini kolunu bağlayan bir unsur vardı: Yeniçeriler. Devletin ve milletin başına musallat bir bela haline gelen bu disiplinsiz topluluk ülke içinde hiçbir şekilde değişikliğin yapılmasına izin vermiyordu. II. Mahmud bu engeli 1826 yılında kaldırdıktan sonra değişim hareketlerine hız kazandırdı. Devletin her alanında değişime giden padişah, yetersizliğini önceden de fark ettiği Beşiktaş Sahil Sarayı’na destek olarak Boğaz’ın karşı kıyısına, Beylerbeyi’ne bir saray inşa ettirmeye karar verdi.
Bugünkü Beylerbeyi Sarayı’nın bulunduğu alanla birlikte, arka cephesindeki arazinin de bir bölümünü kapsayan bu geniş araziye inşa edilen Ahşap Beylerbeyi Sarayı’nın yapımına 1829 yılında başlandı. Ahşap ve mermer malzemenin kullanıldığı saray, Sultan II. Mahmud’un 1826 yılında başlattığı devrimin de simgesi konumundaydı. Ünlü İngiliz edebiyatçı Julia Pardoe da, 1835 yılındaki İstanbul ziyareti sırasında bu sarayı gezme fırsatını bulmuş ve ressamı William Henry Bartlett’e Beylerbeyi sırtlarından sarayın görünümünü içeren bir resim çizdirmişti. Pardoe saraydaki gezisini tamamladıktan sonra şu ifadeleri kaleme alır: “…Burası hem Doğu’nun hem Batı’nın bütün lüksleriyle donatılmıştır…”
Ahşap Çırağan Sarayı
Sultan II. Mahmud’un tasarladığı, devletin yeni teşekkülü için bu mekânlar de yeterli görüşmemiş ve padişah, 1834 yılında Ahşap Beylerbeyi Sarayı ile benzer nitelikte bir sarayın daha yapılmasına karar verdi. Bu yeni saray, Beylerbeyi’nin tam karşısında inşa edilecekti. Sarayın inşa edileceği bölge, 17. yüzyılda burada düzenlenen meşaleli eğlencelerden ötürü Çerağan olarak anılmaktaydı.
II. Mahmud’un tasarısını, önümüze bir Boğaziçi haritası alarak düşünürsek bu üç önemli sarayın ikisinin yan yana birinin de tam karşısında olduğunu ve bu konumlandırılmanın hem estetik hem de pratik avantajlar sağlayacağını görebiliyoruz. Böylece devlet, idari olarak hedeflediği Avrupa standardını hem ihtişamıyla hem de uygulamasıyla gerçekleştirecekti. Ancak Sultan II. Mahmud, Çırağan Sarayı’nın tam olarak bittiğini göremeden 1839 yılında vefat etti. Yerine oğlu Sultan Abdülmecid geçti ve bu saray tamamlandıktan sonra uzun yıllar burada yaşadı.
Ahşap Çırağan Sarayı, klasik Osmanlı köşk ve saray görünümünden epey uzaktı. Geleneksel anlamda bahsedebileceğimiz tek şey ise ahşabın ve mermerin uyumuyla ortaya konulmuş olmasıydı.
Devletin idaresine ev sahipliği yapan bu üç saray, maalesef zamanın yıkıcı gücüne karşı koyamadı ve bugün ancak gravürlerden neye benzediğini görebildiğimiz yapılar olarak hafızalarımızdaki yerini aldılar.
Beşiktaş Sahil Sarayı, Sultan Abdülmecid’in, babasının başlattığı yenilik hareketlerinin devamı kapsamında ortadan kaldırıldı. Sultan Abdülmecid, ahşap yerine kargir olarak inşa edilen bir sarayın daha uygun olacağı düşüncesiyle yeni bir saray yaptırma arayışına girdi ve Beşiktaş Sahil Sarayı’nın yerine başka bir saray yapılmasına karar verildi. 1842 yılında sarayın tahliyesine başlandı ve kimi kaynaklara göre 1844’te kimi kaynaklara göre de 1846 yılında yıktırıldı. Yerine bugünkü Dolmabahçe Sarayı inşa edilmeye başlandı.
Ahşap Beylerbeyi Sarayı da 1851 yılında çıkan bir yangında hasar gördü ve bir süre kullanılamadı. Sultan Abdülaziz devrinde ise bu saray yıktırılarak yerine, eskisine nazaran daha ufak bir saray olarak bugünkü Beylerbeyi Sarayı yapıldı.
Ahşap Çırağan Sarayı ise Sultan Abdülmecid devrinde uzun süre kullanıldı ancak, Beşiktaş Sarayı’nın yerine kargir olarak Dolmabahçe Sarayı’nı yaptıran Sultan Abdülmecid, Çırağan Sarayı’nı yıktırıp yerine yine kargir bir saray yaptırmayı düşündü. Böylece 1857 yılında Ahşap Çırağan Sarayı yıktırıldı. Ancak devletin ekonomik olarak darboğaza girmesi bu projenin askıya alınmasına neden oldu ve inşaat yarım kaldı. Sultan Abdülaziz devrinde ise yarım kalan inşaat bitirilerek, ortaya bugünkü Çırağan Sarayı çıktı.