- Kardeş Mektuplar

Adsense kodları


Kardeş Mektuplar

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Fri 14 October 2011, 07:30 pm GMT +0200
Kardeş Mektuplar


Eylül 2006 - 93.sayı

Ahmet BİRLER kaleme aldı, DİĞER YAZILAR bölümünde yayınlandı.

Değerli kardeşim,
Değerli ve aziz dostum,

Sana daha önce birkaç vesileyle bahsettiğim bir dostumuz vardı, bir İngiliz müslüman. Yıllar önce İslâm’la şereflenmiş, önemli bir bilim insanı, düşünür. Önümüzdeki yıllarda yazıları ve kitaplarıyla müslüman kamuoyunda daha iyi tanınır olacağını düşünüyorum. Bir süredir İstanbul’da yaşıyordu; bazı akademik gerekleri yerine getirme çabası yanında, ailesine Üsküdar’ın, Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’nin türbe-i şerifleri yakınlarında bir müslüman hanesi kurmuştu. Şöyle kabaca hesap ediyorum, demek ki bir sene oluyor buralarda yaşamaya başlayalı.

İşte bu kardeşimizdeydim bir iki gün önce; İngiltere’ye, çalıştığı üniversiteye dönme zamanı gelmişti. Bizim bilim adamlarımızın çoğunun yolunu bilmediği kütüphaneleri mesken tutarak geçirdiği bir yılı bitirmiş, bu arada şöyle böyle bildiği Türkçeyi hayli ilerletmişti ve artık dönmesi gerekiyordu. Çocukları da buralarda okullara gitmişler, arkadaş edinmişler, kısmen Türkleşmişlerdi. “Çocuklar İngiltere’ye dönmek istemiyor.” diyerek başladı söze. Sonra da sordu öbür odadaki çocuklara yanımızdan seslenerek; gerçekten de çocuklar kalmak istiyorlardı. Sonra şöyle dedi arkadaşımız: “Ne garip, birçok Türk çocuğu da sanırım İngiltere’ye gitmek istiyordur.” Doğruydu, çocuklarımız İngiltere’ye, Amerika’ya gitmek istiyordu, çocuklarımız İngilizceyi Türkçeyi unutmak pahasına bile olsa öğrenmek istiyordu, çocuklarımız soğuk Londra sokaklarında, muhtelif kuzey illerinin banliyölerinde ya da mesela Central Park’da, yüz elli yıldan beri kaybolmak istiyordu. Çocuklarımıza, bu ülkenin bu ülke oluşunu temin eden cevheri görünür kılacak rehberliği yapamamıştık; bu ülkeyi sevebilmenin bin türlü yollarından bir iki tanesini olsun onlara gösterememiştik. “Türkiye’de kalabilirsin.” dedik biz de arkadaşımıza. Türkiye’de değerlendirebileceği, paraya tahvil edebileceği özellikleri vardı. Bunu söylemiştik ama, işte biraz da misafirperverlik gayretiyle sarfedilmiş, ‘öylesine’ bir söz bile sayılabilirdi bu. Fakat o “Zaten yarı Türkiyeli oluyoruz, buradan bir ev almayı düşünüyorum.” dedi. Süleymaniye civarından ev almak istiyordu, yani İstanbul’un, imar, asayiş, kültürel arka plan vb. açılarından en sorunlu bölgelerinden birinden. Vefa semti sınırları içinde kalarak, bazı İstanbulsever kültür adamlarının zaman zaman vurguladıkları, dindar zenginlerimiz, bilim adamlarımız, sanatçılarımız Süleymaniye civarından ev almalı, burayı ‘soylulaştırmalı’ önerisine İngiltere’den ses veriyordu. Doğrusu, sadece dinini değil aynı zamanda bu ülkeyi, bu şehri ve Osmanlı tecrübesini dikkate alan bu insanı dinlerken, aslında bu ülkeyi, bu şehri ve Osmanlı tecrübesini dikkate almanın, dini dikkate almak demek olduğunu tekrar kavrıyorduk.

Yer sofrasında yiyeceğimiz yemeğe geçmeden önce kıldık akşam namazlarımızı. Namazdan sonra, başında takkeleriyle, altı ve sekiz yaşlarında olduklarını tahmin ettiğim iki oğlu iki yanında olmak üzere ilahiler okudu bizlere. Süleymaniye’de yaşamak isteyen bu Cambridge’li Hakim, bize benim ve diğer arkadaşlarımızın ilk kez duydukları bir Türkçe ilahi okudu. Ardından, bir İngilizce ve üç dört Arapça ilahi dinledik kendisinden: teklifsiz, bize danışma gereği duymayacak kadar bizim dindarlığımıza güvenen bir yakınlıkla, arya havasına bürünen Türkçe, Arapça sözcükler, kelime-i tevhidler, salavatlar aktı durdu içimize. Sonra, çok anlamlı, çok zengin, bütün bir İslâm metafiziğinin detaylarına göndermeler içeren, benim ölçülerime göre uzun bir dua etti.

Din, somutlaşmış, hayatla ve insanla ezeli bağını yeniden kurmuştu sanki. Biz de buna şahit oluyorduk.

“Kimindi bu ilahi?”

“Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’nin.”

“Bestesi kimindi, hiç duymadık da daha önce?”

“Bestecisi Ali Ufki Bey.”

Ali Ufki Bey… Polonya asıllı, birçok önemli şiiri bestelemiş Ali Ufki Bey. Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’yle Ali Ufki Bey’i buluşturan bu ilahinin Hakim’in nezdindeki anlamı ise bambaşkaydı. Kendisi aslında iki belgesel rüyasıyla kıvranıp duruyordu yıllardır: Aziz Mahmud Hüdayi ve Ali Ufki Bey belgeselleri. Yeterli bütçeyi oluşturduğu durumda bu belgeselleri gerçekleştirmek istiyordu. Bu isteklerin benim isteklerim olmasını istedim bir an, hem de şiddetle istedim. Tarihimizin ve kültür mirasımızın çeşitli önemli veçhelerini topluca ve bir arada temsil edebilme özelliği olan, böylece simgesel değerler taşıyan iki ismi seçmek bana da nasip olmalıydı.

Sonrasında, birlikte pilav ve etli patatesten oluşan yemeğimizi yedik, Avrupa Müslümanlığı meselesini konuştuk, Ortadoğu’yu sorduk kendisine. Gecenin sonunda birbirimize dua ederek ayrıldık. Muhtemelen sen bu mektubu okurken o ülkesine dönmüş olacak. Ülkesine diye ağız alışkanlığı ile söyledim, yoksa, ‘bu ülke’nin çoktan onun da ülkesi olduğunu sanırım anladın.

Değerli kardeşim,

Bunları sana niye anlatıyorum biliyor musun? Bu ziyaret, bu temas, konuştuğumuz kırık dökük Türkçe ve İngilizce karışımı ortak dile rağmen, bende bir tazelenme, bir hücre yenilenmesi hissi uyandırdı da ondan. Sanırım, dinimize, diyanetimize, imanımıza, kültürümüze, ülkemize, tarihimize bu taze bakışla, bu hayretten ve keşfetmekten faltaşı olup açılmış gözlerle bakmaya ihtiyacımız var. Bu bakışı edinmenin Batıya gidip tekrar dönmek olan ve defalarca denenmiş yollarından başka yolları olmalı.

Mesela, şu anda bu satırları yazarken akşam ezanı okunuyor. Her ezan sonrasında, nasıl kılınacağını bildiğimiz bir namaza davet ediliyoruz. Ama unutmayalım, bu namaz henüz kılınmamış, tecrübe edilmemiş, bize ne sunacağını bilmediğimiz bir namazdır.

Vesselam.

Arzularının tutsağı kardeşin...