saniyenur
Thu 21 June 2012, 04:35 pm GMT +0200
Kamuyu Himaye Ve Çağdaş Devletler
İslam devleti ile çağdaş devletler arasında kamuyu himaye konusunda amaç ve faaliyet sahası itibarı ile büyük farklılıklar vardır. Çağdaş devletler genellikle umumi hizmet işlerini ve bir dereceye kadar sosyal hizmetleri yüklenirler. Fakat bu alandaki faaliyetleri sınırlıdır. Çağdaş refah devletlerinden bazıları vatandaşlarına sınırlı bir sosyal güvenlik sağlamaktadır; bundan,projeye aktif iştirakçi olan insanlar faydalanmaktadır. Bu proje gündeme geldiğinde katılma imkanı bulamayan şu veya bu sebepte katılamayanlar bu projenin faydalarından uzak kalmışlardır. Yani, sosyal refah devletlerindeki bu sınırlı sosyal güvenlik sistemi bile karşılıklı bir hizmettir ve sadece ona katkıda bulunanlara sunulur.
Diğer yandan İslam, üyelerinin temel ihtiyaçlarının karşılanması konusunda hukuken ve manen sorumludur. Çağdaş devletlerden ayrı olarak, İslam bütün insanların ihtiyaçlarından sorumlu tutulmuştur. Bu sistemin ayırıcı özelliği, sosyal hizmet servisleriyle beraber kamunun sorumluluklarım da üstleniyor olmasıdır. Her vatandaşın temel ihtiyaçları garanti edilmiştir. Ve bu kamuyu himaye sorumluluğu sebebiyle zekat ve sadaka şeklinde halktan toplanan bütün kaynaklar beytü'l mal'e gider.
Kamuyu himaye İlkesi Müslüman toplumun bütün yapısını sarmıştır. Fert kendisinden, ailesinden, yakın akrabalarından, içinde yaşadığı toplumdan ve son olarak bütün insanlardan sorumludur.
a- Fert Olarak Geçimin Sağlanması: Her fert kendi geçimini temin etmek ve şahsını maddi hayatın gerektirdikleri ile teçhiz etmek zorundadır. "Allah'ın sana verdiği şeylerde, ahîret yurdunu gözet, dünyadaki payını da unutma." (28:77). A'raf suresinde de şu ifadeler yer alır: "Ey Adameoğullan! Her mescide güzel elbiselerinizi giyerek gidiniz; yiyin, için fakat israf etmeyin, çünkü Alalh müsrifleri sevmez." (7:31).
Peygamber Kur'an'ın bu ilkesini, kişinin bedeninin kendisi üzerinde hakkı olduğu ve bunun unutulmaması gerektiğini söyleyerek açıklamıştır. Bu ferdf sorumluluk bizzat tek başına tam ve öylesine mükemmeldir ki, gerçek İslamî toplumda hiç kimse aylak kalmaz; herkes kendisinin ve toplumun menfaati için kendi payım kazanmaya elinden geldiğince gayret göstererek çalışır.
b- Ailenin Geçimini Temin: İslâm, kişilere sadece kendi nzıklannı aramakla kalmayıp aile fertlerine de yardım etmelerini öngören manevi talim ve terbiye vermektedir. Kur'an-i Kerim müminlere ana-babalarına ve yakınlarına karşı yardımsever ve cömert olmayı şu ayetlerle emretmektedir: "Biz insana ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Annesi onu güçsüzlükten güçsüzlüğe uğrayarak karnında taşımıştı... (Ona) Bana ve ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur..." (31:14). Ahzab suresinde de şu ayet yer alır: "Akraba olanlar, miras hususunda, Allah'ın Kitabında birbirlerine müminler ve muhacirlerden daha yakındırlar." (33: 6).
İslamın hususiyetle savunduğu ve ifade ettiği ailenin geçiminin temini, aile bütünlüğünün ve dolayısıyla toplumun bütünlüğünün temelidir. Ölenin malını ailenin çok sayıda mensubu arasında dağıtan Miras Kanunu (Feraiz) da aile birliğini daha da kuvvetlendirir. Ailesinin maişetini temin etme ilkesi Musa ile Allah'ın bir kulu arasında geçen hadiseyi konu alan kıssada, bir örnekle şöyle açıklamıştır: "Duvar ise şehirde iki yetim çocuğun idi. Altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki onlar (büyüyüp) güçlü çağlarına ersinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar..." (18: 82). Böylelikle bu iki çocuk babalarının dürüst ve meşru olarak çalışması sonucu elde ettiği servetten miras olarak faydalandılar.
c- Ferdin Toplumsal Sorumluluğu: Kamuyu himaye ilkesi fert ve toplum arasında iki yönlü olarak işler. Hem fert hem de toplum belirli haklardan faydalanırlar. Bunların birbirlerine karşı sorumlulukları vardır, refahları birbirleri ile yakın alakalıdır. Fertten, toplumun faydası için kendisine emanet ve tevdi edilen her işi tam ve verimli olarak yapması beklenmektedir: "Deki: 'Yapın (yapacağınızı); yaptığınız işleri Allah da görecek, Rasulü de, müminler de..." (9: 105).
Kur'an'm bu ayetine göre her fert toplumun iyiliğinin sorumlusu ve koruyucusu sadece kendisi imiş gibi gayret etmelidir. Peygamber sosyal refahı korumada ferdin sorumluluğunu şu hadisiyle açıklamıştır: "Allahu Teala'nın çizdiği hududa riayet etmeyen kimse, gemideki şu topluluğa benzer ki, bunlar gemideki yerlerini kur'a ile paylaştılar. Bir kısmı geminin üst katına, diğer kısmı da alt katına yerleştiler. Kur'ane-ticesi olarak aşağıya yerleşenler su almak için yukarıya çıktıkları vakit üst kattakilerin yanından geçerlerdi. Bunun üzerine "hissemize düşen yerden bir delik açsak da yukarıdakileri rahatsız etmesek" dediler. Şimdi üst kattakiler bunları istediklerini yapmaya bıraksa hepsi helak olurlar. Eğer onları bu tehlikeli işten men ederlerse, kendileri de kurtulur, onları da kurtarmış olurlar." (Buhari ve Tirmizi).
Bu sözleriyle Peygamber ferdi refah ile toplum menfaati arasındaki münasebeti çarpıcı bir şekilde tanımlamıştır. Bazen bir kaç ferdin hareketi bütün bir toplumu mahvedebilir. Eğer toplumun servetini sadece bir kaç kişinin elinde bulundurmasına ve bu serveti müsrifane kullanmalarına veya istiflemelerine, böylelikle de insanların büyük çoğunluğunun haklarından mahrum bırakılmasına meydan verilecek olursa bütün ekonomi er veya geç çökmeye mahkum olur.
Gerçekte hiçbir fert İslamî bir toplumda sorumluluklarından muaf tutulamaz. Her fert aynı şekilde ve aynı zamanda toplumun koruyucusu ve sorumlusudur. Peygamber bu çifte sorumluluğu şu hadisi ile açıklamıştır: "Hepiniz çobansınız; maiyetinizde bulunanların hukukundan mes'ulsünüz."
Her Müslümanm meşru ölçüler içerisinde başkalarıyla toplumun yararı için işbirliği yapması farzdır: "... iyilikte ve fenalıktan sakınmakta yardımlasın. Günah işlemek ve aşırı gitmekte yardımlaşmayın." (5: 3).
Her fert başkalarına iyiyi emir ve onlan kötülükten men etme-konusunda ihmalleri veya katkıları açısından Allah'a karşı mesuldür. Eğer vazifesini kasden ve tam olarak yapmamışsa, diğer insanları haklarından mahrum bıraktığı ve kendini lüks hayata kaptırdığı için Allah tarafından cezalandırılacaktır. Aynca, toplumda kötülüğü teşvik etmek kadar fena olan adaletsizliklere karşı aktif bir tavır almadan sessiz durmak da Allah tarafından cezalandırılacak olan bir davranıştır. İslam, bu hallerin hiç birini hoş karşılamaz. Fakirleri doyurmak gibi çok sıradan ve sade olaylar Kur'an'da övülmüş ve bu sade fedakarlık olaylarından uzak durmak verilmiştir: "Çünkü o, yüce Allah'a inanmıyordu. Yoksulu doyurmaya Önayak olmuyordu! Bugün onun için candan bir dost yoktur. (Günahkarların yiyeceği olan) kanlı irinden başka bir yiyeceği yoktur." (69: 33-37). Maun suresinde ise şu ayetler yer alır: "Dini yalanlayan (adam)ı gördün mü? İşte o, öksüzü iter, kakar: Yoksulu doyurmaya önayak olmaz. Şu namaz kılanların vay haline, ki onlar namazlarından yanılmaktadırlar. (Kıldıkları namazın değerini bilmez, ona önem vermezler)." (107: 1-5).
İslamın toplumsal refah ilkesini koruma konusunda ferdi sorumluluğa ne derece önem verdiğine bakınız. Eğer fertler toplumsal vazifelerinin farkına varmaz ve bunları yerine getirmezlerse servet ve iktidar düşkünü birkaç kapitalist, toplumun temelini zayıflatacak ve bu kişilerle birlikte bütün toplum bunun sonuçlarına katlanmak zorunda kalacaktır. Kur'an, toplumun bu durumuna işaret etmektedir.
Bir yanda milyonlar hayatın temel ihtiyaçlarından yoksunken, diğer yandan servet ve güçlerinin şımarttığı zenginler, fakirlerin, mallarındaki hakkını inkar eder ve kendilerini lüks ve israfa müptela kılarlar. Bu tarz eşitsizlik ve adaletsizlik insanlar arasında tatminsizlik ve nefret oluşturur, zenginler de dahil herkesi mahvolmaya sürükler. Bu şartlarda bu tarz eşitsizlikleri kınamak, bunlara son vermek için devletle işbirliği yapmak her ferdin önde gelen vazifesidir.
Devletin Sorumluluğu: Fert gibi toplum da aralarında yaşayan zayıf ve fakirlerden Allah'a karşı mesuldür. Ve hesap verecektir. Zayıflan güçlendirmek ve fakirlerin temel ihtiyaçlarını karşılamalarını temin edecek vasıtaları sağlamak toplumun sorumluluğudur. Zengin ve fakir arasındaki uçurumun tabii sınırların ötesine doğru genişlemesine izin vermemek ve eğer genişlemişse bu farklılıkları daraltarak tabii ve adil sınırlara getirmek için lüzumlu tedbirlere başvurmak da toplumun sorumluluğudur. Eğer fakirlerin ve zayıfların haklarını korumak ve gözetmek için toplum kuvvet kullanmak veya savaşmak zorunda kalırsa hak ilkesini ayakta tutmak için bu uç tedbirlere bile başvurulmalıdır: "Size ne oldu ki Allah yolunda ve zayıf erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?" (4: 75).
Toplum, zayıfların ve yetimlerin mallarını da saldırganlardan korumalıdır. "Nikâh çağma varıncaya kadar öksüzleri deneyin, eğer onlarda bir olgunluk görürseniz, hemen mallarını kendilerine verin. Büyüsünler diye alıkoyup İsraf ile tez elden onların mallarını yemeye kalkmayın. Zengin olan, çekinsin; yoksul olan da (malın muhafazası için gösterdiği çabaya ve ihtiyacına) uygun şekilde yesin. Onlara mallarım geri verdiğiniz zaman da yanlarında şahit bulundurun. Hesap gören olarak da Allah yeter." (4: 6)
Bu ayet yetimlere işaret etmektedir. Ancak zenginler reşid olmayan bir yetim gibi davranır ve servetlerini çar-çur ederlerse, yine toplumun menfaati için devletin, bu gibilerin mallarım koruma hakkı vardır. Bu hak doğrultusunda devlet, zenginlere ihtiyaçlarını karşılamak için mâkûl imkânlar tanıyarak mallarına el koyabilir.
İslam'da devlet, toplum içindeki muhtaçların ve fakirlerin hayati ihtiyaçlarını temin etmekten de sorumludur. Eğer hazinede yeterli kaynak yoksa devlet fakirlerin ihtiyacını karşılamak için zenginlere zekat haricinde ek vergiler çıkarabilir. Çünkü, bir ferdin bîr gün bile aç, çıplak veya bannaksız kalması halinde, Ahiret Gününde Allah bundan bütün bir toplumu mesul tutacaktır. Bundan dolayıdır ki, sefaleti bütünüyle ortadan kaldırmak için toplumun üyeleri arasında kardeşlik, karşılıklı sevgi ve işbirliği ruhunu geliştirmeye gayret etmek kesinlikle şarttır: "Hayır, doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz. Yoksula yemek vermeye (birbirinizi) teşvik etmiyorsunuz." (89: 17-18).
Kur'an'ın bu ayetleri zayıfları ve fakirleri en temel haklarından mahrum edenleri yeren İslam Dininde toplumu gözetmenin ve kamuyu himayenin ne kadar önemli olduğunu göstermekter dir. Bu ayetler ayrıca İslamın fakirler ve zayıflar hakkındaki hassasiyetini de göstermektedir. İslam onlara yardım etmek için mümkün olan her adımı atar ve zenginleri, fakirlere ve zayıflara lakayt kalmaları ve onlara karşı adaletsiz olmaları durumunda Allah'ın gazabına uğrayacakları ve zenginlikleriyle birlikte helak olacakları konusunda uyarır. İslâm'da devlet zenginlerin fazla servetlerinden alınan kamu fonlarıyla fakir ve zayıflara yardım etmeye yükümlü kılınmıştır. Böylelikle toplumda hiç kimsenin aç, çıplak veya barınaksiz kalmaması sağlanır.
Peygamber, toplumu gözeten bu İlkeyi şöyle açıklamıştır: "Fazladan bir devesi (taşıma aracı) olan onu hiç devesi (taşıma aracı) olmayana vermelidir, fazla yiyeceği olan yiyeceği olmayana vermelidir; iki kişilik yiyeceği olan bir üçüncü kişiyi (misafir olarak) kabul etmelidir ve eğer dört kişilik yiyeceği varsa beşinci veya altıncı kişileri (misafir olarak) kabul etmelidir." İlk halifelik döneminde sefaletin olmayışı bu tebligat ve talimatın sonucudur. Bütün müslümanlar birbirlerine yardım ederlerdi ve hepsinin ötesinde ihtiyaçlarını karşılamak için yeterince kazanamayanların başvuracağı nihaî bir merci olan Halife vardı, islam ümmeti, hakikatte tek bir vücut gibidir. Aynı his ve duygu tamamını kuşatır. Eğer bir uzuv acı çekerse, bütün diğer uzuvlar da bu acıyı hisseder. Peygamber Müslümanların bu durumunu şu şekilde tanımlamıştır: "Bütün müminleri birbirlerine merhamette, muhabbette, lütuf ve atıfet hususlarında sanki bîr vücut misali görürsün. O vücudun bir uzvu hastalanınca, vücudun öbür azaları birbirlerine hasta azanın elemine-uykusuzlukla, hararetle iştirake çağırırlar. Hasta uzvun elemini paylaşırlar." (Buharı ve Müslim).
Daha sonra Peygamber Müslümanlar arasında karşılıklı yardımlaşma ve işbirliğini şu şekilde anlatmıştır: "(İslam camiasında) müminin mümine bağlılığı, taşlan birbirine kenetli (yal-Çin) duvar gibi (metin)dir." (Buharı ve Müslim).
Bu, İslam tarafından öngörülen toplumsal işbirliği ve himayenin en yüksek ve şerefli idealidir; her fert kendisine ihtiyacı olan kardeşine yardım etmeyi kendine bir vazife olarak kabul etmektedir. Ferdî kaynaklar tükendiğinde veya fakir ve muhtaçların ihtiyacını karşılamada yetersiz kaldığında devlet bunlara yardım için kaynaklarını harekete geçirmektedir.
Fıkıhçiların çoğunluğu farz olan zekatı ödedikten sonra fazla serveti (kamu menfaatine harcamadan) elde tutmanın caiz olmasına rağmen takvaya aykırı olduğu görüşündedirler. Çünkü bu servette toplumsal haklar vardır ve servet toplumsal ihtiyaçları karşılamak için harcanmalıdır. Ancak, Ebu Zerri'I Gıfârî ve diğer bazı fıkıhçılar, bir kişinin, ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazla servet biriktirmesini gayri meşru kabul ederler. Bu servetin muhakkak toplumun daha az zengin kesimlerinin ihtiyaçlarına harcanmasını öngörürler. Hayatî ihtiyaçlannı kar-şılayamıyacak tek bir fakir kişi kaldıkça, onlara göre bu servet devlet tarafından alınıp fakirlere sarfedilebilir.
Kur'an-ı Kerim fakirlerin servet üzerinde bir hakkı olduğunu belirtmektedir. (4: 19) ve Peygamber bütün zenginlik ve lüksün fakirlerin emeğinin ürünü olduğunu söyleyerek fakirlerin bu hakkım açıklamıştır. Millî servet merkezi yedek sermayedir ve kendisine olan talep yönünde akan ve belirli bir merkezde toplanmayan fon olmalıdır. Tek bir yöne akarak toplumun diğer kesimlerini tam veya kısmî olarak açıkta bırakmamalıdır.
Yukarıda bahsedilen bütün gerçekler İslam'da devletin kendi ihtiyaçlarını temin edemeyen bütün üyelerinin temel ihtiyaçlarını karşılamakla sorumlu olduğunu göstermektedir. Ve yine İslam, toplumsal devamlılığı bütün formlarıyla devam ettirebilmek için çaba gösterir. Bunu sağlamak için ferdî ve toplumsal gayelerin aynı olmasını ve değişik faaliyet alanlarının bütünü mükemmelleştirmek için işbirliği yapıp çalışmasını temel alır.
Peygamber Zamanında: Peygamber beytü'l mal'den muhtaçlara ve fakirlere daima mali yardım sağlardı; çalışabilecek durumda olanlara iş verir, kendileri hasta, sakat ve çalışamaz durumda olanlara para yardımı yapardı. Kendileri borcunu ödeyemeyen insanların borçlarını dahi öder ve kendisine gelip yardım isteyen bütün muhtaç ve fakirlere yardım ederdi.
Peygamber zamanında kaynağı sadece zekat olan beytü'l mal'de fazla para yoktu, çünkü Muhacirler bütün mallarını terkedip Ensar'm mallarını paylaşmışlardı. Bundan dolayı da zekat geliri fazla değildi. Fakat toplanan miktar fakirlere harcanırdı. Daha sonra, cihad ganimetleri Beyt-ül Mal'i genişletti. Ganimetin 4/5'i mücahidler arasında paylaşılıyor ve 1/5'i fakirlere ayrılıyordu. Fakat herkesin payı iki esasa göre belirleniyordu. Birincisi, her mücahid göstermiş olduğu gayrete göre pay alıyordu; piyadeye bir hisse, süvariye biri atı diğeri kendisi için iki hisse veriliyordu. İkinci esasa göre ise herkese ihtiyacı kadar veriliyordu; bekara bir hisse, evliye iki hisse veriliyordu.
Beni Nadir göç edip Müslümanlar onların mallarını ele geçirdiğinde Peygamber bu malları hiçbir geçim vasıtaları olmayan Muhacirler arasında eşit olarak dağıttı. Fakir olan ve geçim vasıtaları bulunmayan iki ensariye de kendilerinin ve ailelerinin geçimini temin etmelerini sağlamak için bu maldan bir miktar pay verildi. Peygamber böylece toplumun muhtaç, sakat ve ailelerini geçindiremeyen bütün üyelerinin temel ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmıştır.
İlk Halife: İlk Halife Hz. Ebu Bekir, Peygamber tarafından başlatılan kamuyu himaye politikasına sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. Hatta zekat ödemeyen insanlara karşı savaş açmıştır. Zekat fakirlerin ve muhtaçların toplumdaki zenginlerin serveti üzerindeki hakkı olduğu için Hz. Ebu Bekir onlann bu hakkını zorla almakta hiç tereddüt etmemiştir. Hz. Ebu Bekir şöyle buyurmuştur: "Vallahi eğer onlar Peygamber'e ödediklerinden devenin ayağına bağlanacak bir urgan parçasını ödemeyi bile reddetseler, bundan dolayı onlara savaş açarım." (Kitab-ü'l Haraç)
Zekat gelirlerini sarfetmek konusunda da Ebu Bekir, Peygamber'in yolunu izlemiştir. Ashaba bütün mükafat ve pay dağıtımım, ilk Müslüman ya da sonradan İslam'a giren ayrımı yapmaksızın, eşit olarak düzenlemiştir. Köle ve hür, kadın ve erkek ayırımı da yapmamıştır. Böylelikle halifeliği sırasında (ekonomik ihtiyaçlar konusunda) eşitlik ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalmış ve fazilet sahibi olmayı ya da topluma faydalı hizmetlerde bulunmuş olmayı pay dağıtımı konusunda gözönünde bulundurmamıştı. Ebu Bekir, ele geçirilen ülkelerden elde edilen bol miktardaki serveti insanlar arasında eşit olarak dağıtırken Hz. Ömer ve ashabdan bir kısım kişiler ilk Müslümanlara sonradan Müslüman olanlara nazaran öncelik ve daha fazla pay verilmesinde ısrar ettiler. Hz. Ebu Bekir: "İslam dinindeki kıdemleri, gazalarda geçen hakları ve fazilet yönündeki üstünlükleri malûmdur. Ancak zikrettiğimiz hususiyet ve meziyetlerinin sevabı ve mükafatı Cenab-ı HaK tarafından verilecektir. Taksim olunan mallar ise medar-ı maişet kabilinden olup bunda eşitlik, İmtiyazdan daha hayırlıdır" buyurmuştur. (Kitabül Haraç).
Hz. Ebu Bekr'in halifeliği zamanında devletin bütün vatandaşları Beyt-ül Mal'ın gelirinden eşit pay aldı. Gelir arttıkça bütün Müslümanlar bu durumdan istifade etti ve hiç fakir kimse kalmadı.
Hz. Ömer'in Halifeliği: Hz. Ömer'in zamanında fazla servetin eşit dağıtımı ilkesinin yerini, öncelikli dağıtım ilkesi aldı. Hz. Ömer, Peygamber'e karşı savaşmış bulunanlarla Peygamber'in yanında savaşmış bulunanlara eşit pay vermekten hoşlanmıyordu. İlk Müslümanlara sonrakilerin üzerinde bir öncelik vermeyi düşnüyordu, çünkü Hz. Ömer devletin fazla gelirinden alacağı payı belirlerken kişinin İslam için atıldığı imtihanların hesaba katılması gerektiği görüşünde idi. Ona göre adalet ilkesi bir kişinin İslama hizmet için harcadığı gayret ve emeğin uygun bir şekilde Ödüllendirilmesini öngörürdü. (Kitab-ül Haraç).
Hz. Ebu Bekir'in görüşü ise bir başka ilkeye dayanıyordu: İnsanlar İslam'a Allah rızası için girdiler ve onların mükafatı Ahiret Gününde Rab-leri tarafından tamamen verilecektir. Bu dünyada kişi temel ihtiyaçlarım karşılayacak kadarına sahip olmalıdır. (Kitab-ül Haraç).
Bunlar fazla servetin insanlar arasındaki dağıtımı ile ilgili iki esas ilkedir. Hz. Ebu Bekr'in görüşü İslam'ın eşitlikçi ruhuna daha yakındır ve Müslümanlar arasında eşitliğin sağlanmasına daha uygundur. Bu politika, toplumu gayri tabii servet farklılıklarının oluşturduğu kötülüklerden korumada daha isabetli ve müesirdir.
Eğer toplumun bir kesimi geri kalanından daha fazla servet elde eder ve kâr yoluyla bunu yıldan yıla arttırırsa, bu durum nihai olarak, kendisine eşlik eden bütün kötülükleriyle birlikte gayri-adil ve gayri tabii servet farklılıklarım meydana getirecektir. Fakat Hz. Ömer ganimet ve hediye dağıtımında öncelik politikasını benimsemiş ve Peygamber 'in Bedir ve Uhud'da savaşmış ilk sahabelerine ve yakınlarına bu dağıtımda büyük miktarlar vermiştir. (Kitab-ül Haraç)
Hz. Ömer servet farklılıklarım tabii ve adil sınırlar içinde tutmayı başarabilecek kuvvetli ve ehliyetli bir yönetici idi. Herhangi bir kimseden valileri, veya diğer yüksek askeri ve sivil memurları hakkında bir şikâyet alınca, onların Ömer'in kararlarına karşı birşey yapabilecek cesaret yoktu. Herhangi bir vali veya komutanın sahip olduğu serveti nasıl kazandığım anlamak için soruşturma açabilirdi. Eğer bir kişi kamu kaynaklarından haksız yere faydalanmış veya servetini gayri- meşru bir şekilde kazanmışsa, malı hemen müsadere edilir ve suçluya suçuna uygun ceza verilirdi (Muhammed Kutub). Bütün rütbelerdeki valileri, askeri veya sivil memurları en ufak bir hatalarında görevden alabilen ve halifeliği zamanında hiç kimsenin haddi aşmaya cesaret edemediği Hz. Ömer çapında bir adam bile hayatının sonunda bu öncelik politikasının hatalı olduğunu ve ekonomik sahada intibaksızlık oluşturmasının muhtemel olduğunu gördü. Önceki hatasının farkına vardı ve görüşünü değiştirerek eğer ertesi yıla kadar yaşarsa bütün ganimetleri ve ücretleri eşitleyeceğine dair yemin etti. Onun meşhur ifadesi şöyledir: "Daha önce verdiğim kararı yeniden verme fırsatım olsa, fazla serveti zenginlerden alıp muhtaçlar arasında dağıtırdım." (Muhammed Kutub).
Hz. Ömer'in servetin eşit olmayan dağıtımın getireceği sonuçları önceden görmüş ve Hz. Ebu Bekr'in maişet dağıtımında muttaki İle kötü arasında ayrım gözetmeyen politikasına bu nedenle dönmüş olması muhtemel görünmektedir. Değişik fertlere geniş miktarlarda servet veren Hz. Osman zamanında servetin eşit olmayan dağıtımının kötü sonuçları bariz bir hale geldi.
Hz. Ali dağıtımda eşitlik ilkesini benimsedi ve müslümanlara ilk hitabesinde şöyle dedi: "Dinleyin! Muhacirden ve Ensardan, Peygamber'in sahabeleri arasında her kim (Peygamberle olan) dostluğu nedeniyle diğerleri üzerinde üstün olduğu görüşüne sahipse, bilmelidir ki bu Üstünlük ona yarın bundan dolayı mükafat verecek olan Allah önünde fayda sağlayacaktır. Şunu iyi anlayın; eğer bir kişi Allah'ın ve Rasulünün çağrısına cevap verir, milletimizi tasdik eder, dinimize girer, kıblemize dönerse İslam'ın hak ve sorumluluklarını kabul etmiştir. Hakikatte hepiniz Allah'ın kulusunuz ve bu mülk Allah'ındır. Aranızda eşit olarak dağıtılacaktır. Bu bakımdan kimsenin kimseye önceliği yoktur. Ancak Allah'tan korkanlara, Allah en iyi mükafatı verir.