saniyenur
Thu 21 June 2012, 04:57 pm GMT +0200
Kamu Mülkiyeti
Kamu mülkiyeti kavramı daha önceki devirlerde kullanılmayan, ancak İslâm'ın kullandığı bir kavramdır. Müslümanlar tarafından savaşılmaksızın elde edilen bütün topraklar halifenin mülkü olarak kabul ediliyordu. Bu toprakların bir kısmı dağıtılıyor ve alan kişiler mülkiyet hakkından faydalanabiliyor, malı alıp satabiliyor ve miras bırakabiliyordu. Ancak, genel olarak bu topraklar kamu mülkü biliniyor ve kamu menfaati ne zaman icab ettirirse o zaman sahiplerinin elinden alınabiliyordu.
Fakat, İslâm'da kullanılan "Kamu mülkiyeti" kavramının sosyalistlerinki ile kesinlikle bir benzerliği yoktur ve tamamen ayrı bir anlam yüklenir. Buna göre; bütün mülk ve servet vatandaşlarına mülkiyet hakkı tanıyan veya değişik şeylerden istifade etmelerini sağlayan topluma aittir. Bazı kamu kullanımı için lüzumlu şeyler toplumun koruması altında tutulurken, diğerleri fertlere verilir. Topluma ve ferde ait olan şeylerin belirlenmesi işleminde tamamen toplumun ortak menfaatleri esas alınır. Hakikatte yeryüzündeki her şey insanın kullanımı için yaratılmıştır. İnsan bunların uygun bir şekilde kullanımı ve topluma adaletli olarak dağıtımı ile sorumludur: "Yerde olanların hepsini sizin için yaratan O'dur. "(2:29). Rahman süresindeki ayette ise şu ifadeler yer alır: "Orada meyveler, salkımlı hurma ağaçları, kabuklu taneler, güzel kokulu otlar vardır. "(55:10-11).
Böylece, esasta bütün varlıklar insanın istifadesi için yaratılmıştır, fakat fıkıhçılar tarafından ferdin sahip olabileceği ve olamayacağı şeyler arasında bir sınır çizgisi oluşturulmuştur. Bazı belirli şeyler vardır ki, sadece kamu onlara sahip olabilir. Ferdin onlardan faydalanmaya diğerleri ile birlikte eşit hakkı bulunmasına rağmen onlara tek başına sahip olamaz. Devletin bu nesnelere sahip olma, onları idare etme ve kamu yararına uygun gördüğü her şekilde kullanma hakkı vardır. Tek başına veya diğerleriyle birlikte hiçbir fert onlara kendi şahsî menfaatleri doğrultusunda ve kamu menfaatine aykın olarak sahip olamaz, onları bu şekilde idare edemez ve tekeline alamaz.
İslâm ferde temel mülkiyet hakkını tanırken belirli faaliyet sahalarında ferdî mülkiyeti lüzumsuz kabul etmiştir. Toplumun aleyhine bir durum olmadığı sürece bu sahalarda devlet mülkiyeti esasını tercih etmiştir. Bu türden mülkler kamu mülkü olarak bildirilmiştir. Bu esas Peygamber'in şu hadislerine dayanır: Ebu Ubeyd şöyle naklediyor: "Ebyad b. Hammal el-Muzenî Rasulullah 'a başvurarak Ma'rib'deki tuz madeninin kendi tasarrufuna verilmesini talep eder. Bunun üzerine Rasulullah bu araziyi onun tasarrufuna verir. Adam oradan ayrılınca; "Ey Allah'ın Rasûlü! Ona ikta ettiğin arazinin mahiyetini biliyor musun? ona hazır ve kesilmeyen bir su (maden) bağışladın, denildi. Bunun üzerine Peygamber tuz madenini ondan geri aldı. (Ebu Ubeyd, Kitâbu'l-t,mvâl,s. 275. no: 682). Toplum yararına almayan temliğin geçerli bir işlem olmadığına dair bu Hadis Ebu Davud tarafından şu sözlerle nakledilmiştir: "Ebyad b. Hammal, Peygamber'e bir heyetle gidip kendisine bir tuz madeni bağışlamasını istediğini ve bunun kendisine bağışlandığını rivayet etmiştir. Tam dönmek Üzerelerken orada bulunanlardan birisi "Ey Allah'ın Rasulü, ona ne bağışladığım biliyor musun? Sen ona kesilmeyen bir su bağışladın, deyince Peygamber onu geri almıştır. "(Halife Abdul Hakim, a.g.e., sh. 221).
Bu hadis ışığında fâkihler bütün maden çeşitlerinin devlet malı olarak kabul edilmesine ve hiçbir ferde, onları kendi şahsî menfaatlerine uygun kullanma veya sahip olma hakkı verilmemesine karar vermişlerdir. Madenler Allah'ın bir nimeti ve lütfudur. İslâm devletinin her ferdi onlardan faydalanma konusunda eşit hakka sahiptir. Her ferdin mülk edinme hakkı olmasına rağmen, toplumun ortak kullandığı topraklarda bu hak kendisine tanınmaz. Bunun yanında bazı durumlarda, maden cevherlerini elde etmek için yerin derinliklerine inmek gerekir. Bunun için büyük sermaye, teknisyenler, kalifiye işçilik ve en yüksek teknoloü gerekebilir. Bu türden maden yatakları en yeterli ve başanlı olarak fertler tarafından değil, devlet tarafından işletilebilir.
Bu gayeyle fâkihler madenleri iki kısımda ele almışlardır:
1- Görünen Madenler: Tuz, antimon gibi görünen ve açık olan madenlerdir. Bütün insanların bu madenlerden eşit olarak faydalanmaya haklan vardır. Bu sebeple bir kişinin mülkiyetine veya tasarrufuna verilemezler.
2- Görünmeyen Madenler: Ürünleri yer altında gizli olan, görünmeyen altın, gümüş, bakır, demir gibi madenlerdir. Bunlarla ilgili olarak fâkihler arasında görüş farklılığı vardır. Bazısı bunların da görünen madenler gibi kişilere verilmeyeceğini ve devlet malı olduğunu söylerler. Diğer bazıları ise, bu madenlerin fertler tarafından çok çalışmaksızın ve pek fazla sermaye harcamaksızın kullanılamayacağı, uygun bir şekilde işletilmeyeceği için fertlere verilebileceği görüşündedirler. (Maverdî, Ahkam-ül Sultaniye, 17.bölüm, sh. 187).
İmam Mâlik her iki çeşit madeni de kamu malı olarak kabul eder. Eğer bir kişinin toprağında altın, gümüş, bakır, kurşun, civa, antimon veya elmas türünden madenler bulunursa bunun devlet malı haline geleceğini söyler. İmam Mâlik'in bütün madenleri kamu malı kabul ederken bu görüşünü dayadığı temelin aslında bütün geniş çaplı teşebbüslerde devletçiliği savunduğu görülür.
Rivayet edilen bir başka hadis şöyledir: "Benî Sâlim'den bir adam Peygamber'e gelerek elindeki altın cevherini sundu ve 'bunu madenimizden çıkardık' dedi. Peygamber; "Kötü insanların madenleri işgal edeceği (ve fakir ve zayıflara zulmedeceği) bir zaman gelecek' buyurdu. "(Majma'-al Zawaid, c.IV).
Peygamber döneminde bu madenler kamu menfaatini etkileyecek miktarda üretilmiyordu. Bu sebeple Peygamber madeni adamın elinden almadı. Fakat yukarıdaki hadisten anlaşıldığı gibi madenlerin özel mülkiyeti tehlikelerden arınmış değildir. İmam Mâlik'in hükmettiği gibi bütün madenler devlet malı olarak kabul edilmelidir.
Madenler gibi, ortak kullanımla İlgli bütün nesneler devletin nezareti altındadır. (Allâme Aynî, Umdat-ul-Qari, c.VI, sh. 638). Fıkıhçıların bu görüşü şu hadise dayanmaktadır: "İnsanlar üç şeyi ortaklaşa kullanırlar; su, Çayır, ateş." Burada Peygamber sadece, insanlara faydası olan ve ferdî mülkiyetinin topluma zararlı olması kuvvetle muhtemel şeylere bir örnek vermiştir. Dolayısıyla, kamu mülkiyetini, kamu mülkiyeti esasına temel teşkil eden bu üç nesne ile sınırlamak yanlış olur. Allâme İbni Kudame bu hususta şunları söylemektedir:
Bir kişi lüzumlu bir nesneye sahip olur onu insanlardan sakınırsa, başkaları büyük zorluğa düşerler. Eğer onu satacak olursa yüksek bir fiyatla satar. Sonuç olarak bu nesne Allah tarafından yaratılış gayesine hizmet etmiyor demektir. Diğer bir ifadeyle, muhtaçların İhtiyaçlarını güçlük olmadan karşılanması prensibinin yerine getirilmesine hizmet edilmemiş olunacaktır. İbni Kudame, toplumun ihtiyacını tamamen anlamış ve ortak kullanılan şeylerin kamu mülkiyetine geçmesi esasını benimsemiştir. Bu esası daha ayrıntılı açıklamak için şunları ilave etmiştir: (Kamu kullanımında olan) bütün nesnelerde, bir kişinin devletin vermesiyle dahi o şeylerin sahibi olma hakkı yoktur; böyle nesnelerin faydasının bir kaç kişiyle sınırlı kalması gayri meşrudur. Çünkü bu Müslümanlara (kamuya) zarar verir ve hayatlarını güçlüğe sokar. (Menazir Ahsen Geylânî; İslami Muashiyat'ta nakletmiştir.)
Fâkihlerin çoğunluğu toplum için zaruri olan, temel ihtiyaçların meselâ; ormanlar, nehirler, tuz ocakları v.b. bir ferde bağışlanması konusunda devletin hiç bir hak sahibi olmadığı görüşünde ittifak etmişlerdir. Devlet böyle şeyleri bir ferde vermeye yetkili değildir. Fıkıhçılar toplumun rahatım sağlayan nesneler hakkında da aynı görüşü benimsemektedirler. Şehrin dışındaki, şehir sakinlerinin odununu ve diğer maddeleri (yakacak ve diğer amaçlar için) getirdiği ve elde ettiği yerler ölü arazi değildir. Bu arazi onu eken veya kullanan kişinin mülkü haline gelemez ve devletin bunları hiç kimseye bağışlama yetkisi yoktur.
İran, Suriye, Irak ve Mısır'ın zengin arazileri fethedildiğinde Bilâl,. Abdurrahman b. Avf ve Zübeyr'in de içlerinde bulunduğu bir grup sahabe bu arazileri nıücahidler arasında ganimet olarak paylaştırmak istediler. Bu malların Benî Nadîr ve Benî Kurayza'mn mal ve arazilerinin bölüşülmüş olduğu şekilde paylaştın imasında ısrar ettiler. Halife Hz. Ömer fethedilen toprakların ganimet olarak paylaştırılması isteğini reddetti. Bu konuda Ensar, Muhacirim ve Peygamber'in ashabının büyüklerine danıştı. Neticede bütün toprakların fertlere değil, Beytü'l mal-de kalmasına karar verdi. Halife'nin bu hükmü, bu toprakların bütün halka ait olduğu ve ferdî mülkiyet altına girmelerinin bu ihsanların ortak menfaatini tehlikeye atacağı gerçeğine dayanıyordu. Bütün arazi aslî sahiplerine verildi ve onlardan halkın refahı için harcanmak üzere vergi alındı. Böylelikle fethedilen bütün topraklar Halifelik tarafından halifeliğin mülkiyeti altında muhafaza edildi. Toplumun en iyi istifade edebileceği şekilde idare edildi. (Halife Abdul Hakim, a.g.e., aynı yer).
Burada, Halifeliğin ilk dönemlerinde "ihsan" (bağış) uygulamasının benimsendiği belirtilmelidir. Çünkü bunun toplum yararına olduğuna inanılıyordu. Fakat topluma fayda sağlamadığı görülünce bağışlar geri alınırdı. Hz. Ömer'in Bilâl'e Peygamber tarafından Akîk vadisinde verilen toprağı onbeş yıldır ekemediği için geri aldığı nakledilir. Hz. Ömer, Bİlâl'e ekebileceği kadar toprağı bırakmayı teklif ettiği halde o bunu kabul etmeyince, toprak bütün olarak alınmıştır. Hâdisenin bîr başka rivayetini Ebu Yusuf ve Yâkût şöyle kaydederler:
"Allah'ın Rasûlü, Bilâl b. Haris el-Muzanî'ye, el-Bahr'la (deniz) el-Sekr (kayalık) arasında uzanan bir ikta vermiştir. Halifeliği döneminde Hz. Ömer Bilâl'e buraları ekmeye gücü olmadığını bildirmiştir. Bunun üzerine Bilâl toprağı geri vermeyi kabul etmiş, ancak çıkan madenlerin kendisine bırakılmasını istemiştir. Toprak alınmış, madenler istisna kabul edilmiştir. "(İmam Ebu Yusuf, Kitab-ul Haraç, sh. 62).
Ebu Ubeyde'nin naklettiği bir hâdise de şöyledir: "Nafı Ebu Abdullah adında Basra ahalisinden Sakiflİ bir zat Hz. Ömer'e; 'Basra bölgesinde bizden taraf bulunan ve haraç arazisinden olmayan (bazı şahısların tasarrufunda bulunması halinde de) hiç bir müslümana zararı dokunmayacak bir arazi vardır. Uygun görürsen bu toprak parçasını bana ikta et, burada yonca yetişti-reyım' demiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer vali tbu Musa el-Eşarî'ye yazarak: 'Bu arazi adamın bahsettiği Özellikte ise, ona ikta et' diye tavsiyede bulunmuştur. "(Kitab-uI-Emwal, sh.277).
Böylece, bu misallerle sadece madenlerin ve ocakların değil, hatta bazı toprakların da eğer kamu menfaatine aykırı ise fertlere özel mülk olarak verilemeyeceği açıkça ortaya çıkmaktadır. Kısaca; su, ateş, otlak ve maden gibi ürünleri fazla işgücü, gayret ve sermaye harcamadan elde edilebilen nesneler normal ihtiyaçlardan sayılır. Otlaklar, ormanlar, yerleşim merkezi çevresindeki ekilmemiş topraklar, kaplıcalar ve sulama vasıtaları insanlara faydalı kabul edilir. Bunlar ne devlet tarafından fertlere özel mülk olarak bağışlanabilir ve ne de herhangi bir kimse kendiliğinden onları sahiplenebilir. Eğer bunlar bir kişi tarafından işgal edilirse mülkiyeti gayri kanunî ve gayri meşrudur. Çünkü bu şeyler daima kamu mülkü olarak kabul edilir.
Yukandakİ görüşler İslâm'da ferdî mülkiyetin kural, kamu mülkiyetinin istisna olduğunu göstermektedir. İslâm, prensip olarak ferde mülkiyet hakkı tanır. Fakat ortak çıkarlar için herhangi birşeyi kamu mülkü olarak ilan etme hakkını saklı tutar. İslâm bütün üretim vasıtalarının ve servet kaynaklarının devlet mülkiyetinde olması düşüncesiyle bağdaşamaz. Devlet mülkiyetini sadece arazi mülkiyeti hakkıyla sınırlayarak, toplumun huzurunu tehlikeye atacak boyuta vardınız. Bu bakımlardan, İslâm halk için gerekli olun bütün nesnelerin mülkiyetini üzerine alabilir. Özel mülkiyete gereksiz zorluklar getiren ve ülke savunması için zorunlu sayılan nesneler de devlet mülkiyetine girebilir.