saniyenur
Tue 29 November 2011, 08:01 pm GMT +0200
5- Îlâ, Kadınlardan Uzaklaşma Ve Onları Serbest Bırakma
1347- Abdullah İbn Abbâs (r.a)'tan rivayet edilmiştir:
“Bir âyetin mânâsını Ömer b. Hattab'a sormak niyetiyle bir sene bekledi Heybetinden dolayı bunu ona bir türlü soramıyordum. Nihayet hacc için yol çıktı. Onunla beraber ben de yola çıktım. Dönüşte biraz yol alınca Mekke yakın, rında bulunan Merru'z-Zahrân'da bir haceti için Erak-Misvak ağaçlarına doğru saptı. Büyük abdestini bitirinceye kadar onu bekledim. Sonra onunla birlikte yola bulyuldum. Ona:
“Ey müminlerin emiri! Resulullah (s.a.v.) aleyhine hanımlarından anlaşan diğer iki kadmkimlerdir?” diye sordum. Ömer (r.a):
“Onlar, Hafsa ile Aişe'dir” diye cevap verdi. Bunun üzerine ben:
“Vallahi bu meseleyi bir seneden beri sana sormak istiyordum. Fakat he betinden dolayı (sana bu meseleyi soramıyordum” dedim. Ömer:
“Bunu yapma! Benim bildiğimi zannettiğin bir şeyi hemen bana sor, eğer bu onu bilirsem sana haber veririm” dedi. Sonra da sözüne şöyle devam etti:
“Vallahi cahiliyyet devrinde biz kadınları insan yerine saymazdık. Nihayet Yüce Allah onlar hakkında indirdiklerini indirdi ve kendilerine yaptığı taksimi yapü. Bir defa ben kendi kendime bir şeyi istişare ederken eşim bana:
“Şöyle şöyle yapsan olmaz mı?” deyiverdi. Ben de, ona:
“Sana ne oluyor da bu işe karışıyorsun, benim yapmak istediğim bir şeye neden burnunu sokuyorsun?” dedim. Kadın:
“Ey Hattâb oğlu! Şaşarım sana. Sen kendine kafa tutulmasını istemiyorsun. Halbuki kızın, Resulullah (s.a.v.)'e kafa tutupduruyor. O derecede ki, Resulullah (s.a.v.) bütün gün düşünceli duruyor” dedi. Bunun üzerine kaftanımı alıp evimden çıktım ve Hafsanın yanına girdim. Ona;
Kızcağızım! Sen, Resulullah (s.a.v.)'e kafa tutarmışsın, hattâ bundan dolayı Resulullah (s.a.v.) bütün gün düşünceli duruyormuş!” dedim. Hafsa:
“Vallahi, biz, ona çok müracaatta bulunuyoruz” dedi.
Bilirsin ki, ben, seni Allah'ın azabından ve Resulünün gazabındansakmdmnm kızcağızım! “Aişe'yi kastederek sakın arkadaşının güzelliği ve Resulullah (s.a.v.)'in ona olan sevgisi seni aldatmasın!” dedim.
Sonra oradan çıkarak akrabalığım olduğu için Ümmü Seleme'nin yanına girdim ve onunla konuştum. Ümmü Seleme, bana:
“Ey Hattâb'ın oğlu! Şaşarım sana! Her şeye karışırsın, hattâ Resulullah(s.a.v.) ile hanımlarının arasına bile girmek “stiyorsun!” dedi.
Ümmü Selemenin bu sözü beni öyle etkiledi ki, içimde hissettiğim sıkıntıyı kısmen yatıştırdı. Sonra onun yanından çıktım. Ensâr'dan bir dostum vardı. Mecliste bulunamazsam bana haber getirir, o bulunamazsa ben ona haber getirirdim. O sırada biz Gassân hükümadarlarından bir hükümdardan korkuyorduk. Üzerimize hücum etmek istediğini haber almıştık. Ondandan gözümüz korkmuştu. Derken dostum Ensârî, gelip kapıyı çaldı ye:
“Aç, aç!” dedi. Ben de:
“Gassamlı hükümdar mı geldi?” diye sordum. O da:
“Ondan daha kötü! Resulullah (s.a.v.), hanımlarından ayrılıp uzlete çekilmiş” diye cevap verdi. Ben de:
“Hafsa ile Âişe'nin burnu sürtülsün!” dedim. Sonra elbisemi alıp çıktım, nihayete Resulullah'm bulunduğu yere vardım. Bir de baktım ki, Resulullah (s.a.v.) birkaç basamakla çıkılabilen bir meşrubde/şerbetlik denilen sekili bir yerde. Resulullah (s.a.v.)'in siyah bir kölesi de merdiven başında. Ona:
“Ben Ömer’im” dedim. Daha sonra Resulullah'ın yanına girme hususunda bana izin verildi. Ben de Resulullah (s.a.v.)'e bu olayı anlattım.
Ümmü Seleme kıssasına gelince; Resulullah (s.a.v.) gülümsedi. O sırada Resulullah (s.a.v.) kuru bir hasır üzerindeydi. Vücûdu ile hasır arasında hiç bir şey yoktu.
Başının altında içi lif dolu deriden bir yastık vardı. Ayaklarının yanında Arap samkı denilen bir karaz/selem ağaçlan yaprağı yığını; vardı. Baş ucunda da, asılı birkaç deri bulunuyordu. Resulullah (s.a.v.)'in yan tarafında hasırın izini görünce ağladım. Bana:
“Niçin ağlıyorsun?” diye sordu. Ben de:
“Ey Allah'ın resulü! Kisrâ ile Kayser, bulundukları müreffeh bir hal içinde yaşıyorlar. Halbuki sen, Allah'ın Resulüsün!” dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Dünya onların ve âhiret de senin olmasına razı değil misin?” buyurdu. [586]
Açıklama:
İlâ kelimesi sözlükte; “Yemin etmek” anlamına gelmektedir. Terim olarak ise kocanın yemin, adak veya bir şarta bağlamak suretiyle eşiyle cinsel ilişkide bulunmayı kendisine yasaklamasıdır. Kur'an'ı Kerimde Bakara: 2/226'da terim anlamında bir defa geçen iiâ, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in eşlerine ilâ yapmasına dair rivayet başta olmak üzere bazı hadislerde de yer almaktadır.
İsİam'dan önce cahiliye döneminde Araplar ilâyı zihâr gibi bir boşama yöntemi olarak uyguluyorlardı. Yalnız bu yöntem, geniş bir zamana yayıldığı için daha çok kadını baskı altına almak, ona zarar vermek için kulıyordu, İsiam dini, eşler arasında meydana gelen anlaşmazlıktan cinsel açıdan diğerini terk boyutuna varması halinde bu davranışın özellikle kadını mağdur etmemesi için belirli bir sınır getirmiştir. Eşlerin birlikte yaşayıp yaşamayacaklarına karar verebilmeleri amacıyla yeterli bir deneme süresi olan dört aylık bir zaman içinde dönüş olmaması aynhk konusunda bir kararlılığa işaret ettiğinden sürenin bitiminde evliliğe son verilerek eşin serbest bırakılması sağlanmıştır. Bu bakımdan ilânın, günümüzdeki beşeri hukukta boşanma sebebi sayılan terkle yakın benzerliği vardır.
İlâ üç çeşittir:
1- İlâyı muvakkat: Bu; dört ay, beş ay gibi bir müddetle kayıtlanan yemindir.
2- İlâyı mûebbed: Ebediyen kadına yaklaşmamak üzere yapılan yemindir.
3- İlâyı meçhul: Hanımına yaklaşmama hususunda belli bir müddet belirtilmeden yapılan yemindir.
Heybet: Saygıyla kanşık korku.
Gassan: Şam taraflarında bir suyun ismidir. Bu suyun civarında yaşayıp ondan içenlere Gassaniler denilmiştir.
[586] Buhârî, Nikâh 83, 105, Tefsiru Sure-i Tahrim 2, Libas 31, Ahbâru'1-Âhâd 1; Tirmizî, İsti'zan 3, 2691; İbn Mâce, Zühd 11, 4153; İbn Huzeyme, Sahih, 1921, 2178.