- Kaderiyyenin Zemmedilmesi

Adsense kodları


Kaderiyyenin Zemmedilmesi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Thu 7 July 2011, 08:41 am GMT +0200
Mes'ele (Kaderiyyenin Zemedilmesi Hakkında)

 
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kelâm ehli kaderiyye isminin zemmedilnıesi, yerilmesi hakkında ittifak etmişlerdir. Onlardan her biri Kaderiyye isminden berî kalmışlardır. Resûl-i Ekrem'den (s.a.v.) bu is­min hakikatinin kimde bulunduğunu Öğrenme yolunu gösterecek husus rivayet edilmiştir. Peygamber aleyhisselâm kaderiyye hakkında «Kade­riyye bu ümmetin mecûsîsidir.»[126] buyurmuştur. Bilinen bir gerçektir ki, Peygamber aleyhisselâm, bu mübarek sözü ile kaderiyye'yi zemetmek murad etmiştir. Hadis-i Şerif, onların fikir ve ifade bakımından mecusi-lerin dinler ehline muhalefet ettikleri hususlarda, kaderiyyeler mecusi-lere katıldılar manâsını ifade etmektedir. Bu ismin sahiplerinin hakika­tinin açığa çıkması için bu hususu çok iyi düşünmek elbetteki lâzımdır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Mecusilerin ehl-i edyana muhalefet etmelerinin zemmedilmesinin aslı bir kaç yönden ifade edilir :

Birincisi : Onlar diyorlar ki; Allah-u Teâlâ bir idi. Şeriki yoktu. Son­ra kendisinde bir akıcı ve reddedici düşünce meydana geldi. Bu ya kendi­sini güya isabet ettiği için oldu. Yahut, kendisine karşı gelip, sataşacak bir düşmanı olacağını sandığı için oldu. Böylece akıcı ve reddedici dü­şünceden ibils meydana geldi. Bunun üzerine iblis, âlemde vukubulan şerri yarattı. Allah da hayrı yarattı. Allah'ın ger, fesad ve benzerleri onlardan hiç bir şeyin yaratılmasında kudreti yoktur. İblisin hayır, doğru ve yararlı olanların yaratılmasında bir kudreti yoktur. Böylece âlem her ikisi ile var olup ayakta durmaktadır, işte bunun hepsi ile dinler ehline muhalefet etmektedirler. Bilinir ki, gerçekten bunların hepsi zem vasıflan ve kötü, yaramaz sıfatlardır. Sonra mu'tezilenin bu sıfatlardan her bir sıfatta na­sibi vardır. Bunun içindir ki onlara kaderiyye ismi verilmiştir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bu husus şöyle izah edilmektedir : Hakikaten Mu'tezile iddia eder ki[127]; gerçekten Allah-u Teâlâ vardır. Kendisinden başkası yok idi. Sonra Allah-u Teâlâ, iradenin olmasından başka, onun meydana gelmesi için irade veya ihtiyarı bulunmaksızın irade meydana gelip var oldu. Binâe naleyh, âlemin hepsi bu irade ile var olmuştur. Çünkü o fiilde şu ifadeler, onların sözîerindendir : Gerçekten âlem Allah'ın fiiüdir. O fiil, Allah'ıc ihtiyarı ile vaki olmuştur. İhtiyar ise, hakikatte iradeden ibarettir. Nite­kim Cenab-ı Hak «... Çünkü Rabb'in dilediğini, hemen noksansız yapar.» [128]buyurmuştur. Mu'tezile o hadiseye irade ismini vermiştir. Mecûsiler ise, ona düşünce adını vermişlerdir.. Her ikisinin arasındaki ihtilâf, hakikat­te değil[129], bilakis isimdedir. Sonra mecûsiler onunla âlemi vasfetmekte-dirler. Mu'tezile ise âlemin hepsini onunla vasfediyor. Her ikisi de elde edilen husus hakkında zemmeden, kötüleyenin sözünün altında bulunmu-lardir. Mu'tezilede ise bu husus daha ziyade olarak görülmektedir. Sonra mu'tezile, toplanmak, ayrılmak, hareket etmek, sükûnet bulmak, yarat­maktan ayrı veyahut uzak olarak doğanların hepsinden âlemin Allah'tan olmaksızın, cisimlerle ve Allah'la meydana geldiğini ifade ederler. Me-cusilerin nezdinde de hayır ve serden âlemin hepsi böyledir. Hattâ mecû­siler, cevherlerden çoğunu iblise isnad ederler. Mu'tezile, hakikatte on­lardan bir şeyi Allah'a isnad etmeğe kadir olmaz. Mecûsiler, Allah'la şerri yaratmak üzere iblise kudreti isnad ederler. Fakat Allah'tan kud­reti nefyederler. Mu'tezilenin mahlûkatin fiilleri hakkındaki sözü ve gö­rüşü de böyledir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Mecûsiler, âlem hakkında Allah'a isnad ettikleri kudretin, iblisde bu­lunmadığını; mahlûkat üzerindeki[130], iblisin kuvvetinden bir şeyin AUah'da bulunmadığını söylerler. Mu'tezilenin tutumu da böyledir. Ancak mu'te-zileler bu hususu bütün diri olanlar da olduğunu Öne sürdüler. Mecûsiler ise, bunun iblise mahsus olduğunu ifade ederler. Mecûsiler kendisi hak­kında emir olmayan şey de Allah'ın bir hükmü ve iradesinin bulunmadığı­nı ileri sürerler. Mu'tezüelerin ileri sürdükleri de böyledir. Mecûsilerin, şer olanın yaratılmasını ve eşyanın fesada uğramasının Allah'a isnad ve izafe edilmesini çirkin görmelerinden dolayı iki ilâhın bulunduğunu iddia etmelerinin manâsının aynısını mu'tezilenin iddia ettiği hususlarda da bulunmaktadır. Eğer rubûbiyeti hakkı ile bilmiş, onun her şeyi yerli ye­rine koyduğunu ve onun fiilinin kendisine yarar sağlamış olmasından ve­yahut kendisi için bir hayır kazanmasından gani, yüce ve berî olduğunu bilmiş olsalardı; muhakkak ki bütün mahlûkatm bulunduğu hal üzere ya­ratılması ile vasfedilmesi, kudret ve celâl'in vasfı olduğunu ve bunu ifade etmenin mülk ve kibriya sıfatlarım tam manâsı ile ifade etmek olduğunu bilirlerdi. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Mu'tezilenin ehlinden isimle[131], yükselen kimseden daha lâyık olduğum* açıklayan hususlardan diğer biri de; Allah-u Teâlâ'mn insanların dilleri­ni, bu ismi onlara isnad etmeleri için konuşturması hususudur. İnsanla­rın büyük ve küçüğü bu ismin altında bulunanı bilen olsun bilmiyen ol­sun, bunun onların ismi olduğunu ispat etmişlerdir. Fakat bu insanların işi ve icadı olarak vukubulmamıştır. Bu ancak Allah-u Teâlâ'mn fazlu ihsanı olarak vukubulmuştur ki, bununla dinde zimmet ehli olan bilinsin. Bunun üzerine onlara karışıp beraber bulunmaktan kaçınılsın. Bu husus­ta onların açık-seçik iki alâmetleri vardır :

Birincisi : Onlardan her birinin renginde, yaratılışları bakımından güzel olsun veya çirkin olsun her birinin yüzünde insanlar baktıkları za­man pek çirkin gördükleri sevimsiz ve soğuk bir sararma zahir olup be­lirir. Bu hal, Mecûsilerin yüzlerindeki hal ile karşılaştırıldığı zaman her ikisinin eş değerde olduğunu görürler.

İkincisi : Onların, mecûsi topluluğundan uzak kalmaları[132] ve onla­rın hepsinin islâm ülkesinin kendi ülkeleri olmasını kabul etmemeleri. Kuv­vet ancak Allah'tandır.

Bu ismi onlarda gerçekleştirmek için de yine iki vecih vardır : Haki­katen her din ve mezhep sahibi kendisinin inanıp benimsediğini iddia et­tiği manâya nisbet edilmiştir. îslâon, yahudilik, hristiyanlık ve benzeri gibi. İşte mu'tezile de böylece kendileri için, fiilleri kadarım görüyorlar. Onlardan gayri ise bunu kendinden görürler. Başkası için gördüğü şeyle meşhur olması mümkün değildir. Kendisi için hakikatim[133] iddia ettiği kimseden ifade edilir. Onun gibisi, Resûl-i Ekrem Sallallahualeyhivesel-lemden hayır ve şerrin Allah'ın takdiri ile olduğuna inanmanın imanın şartından olduğu rivayet edilmiştir. Başka bir vecih de şudur : Bilinen bir husustur ki; mu'tezile mezhebinden olanın kendisinden iman ismini giderecek şeyden salim olduğu görülmez. Şehevi arzulara râm olarak günahı kebair irtikâb etmek suretiyle islâm kisvesine bürünmekten sa­lim olduğu dahi görülmez ki; bu, onların Allah'ın dinini küçümsediklerini ve nefislerine sundukları şehevi arzunun en azı ile dinden çıkmağı ihtiyar ettiklerini beyan eder. Allah'ın dininin gayrine   nisbet edilmeleri, onlara daha fazla lâyıktır. Çünkü onların dinleri hakkındaki hal ve durumları odur ki, onların nezdinde Allah'm dini de o dinin kendisidir. Kuvvet an­cak Allah'tandır.

Sonra Kâ'bî diyor ki, hakikaten arabın adeti; bir şeye haris olup üze­rine düşen kimseye o şeyle lâkap takar. Bunun üzerine yerinin gayrinde onu çok zikreder. Hatta fazla ileri gidip onda haddi tecavüz etmek sure­tiyle onu o şeye nispet eder. Onlar, bunu yaptılar; her fahiş, kötü ve maz-mum olan hakkında bu Allah'ın takdiridir dediler.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: O kimse davasında bu kadarı hakkında bir kaç yönden hata etmiştir.

Birincisi: Araptan hikâye ettiği husus; ikincisi de : Kendilerinden rivayet edilen şeydir. Onlar, bunu söylemiyorlar. Eğer onu söyliyen varsa onlardan dinlerin ve mensuplarının isimlerini bilenler söylemez. Ancak onu avamdan olan söyleyip zikreder. Havas tabakası ise, bunu anmaz­lar. Bilakis onlar kendileri için özür olmayan hususta Özür dilemekten korktuklarından dolayı onu yad etmeği istemezler. Arap eğer bu hususu ifade ettiği şeyi yapmış ise, onu ancak kendisine lâkap verme[134] zahir olan kimse hakkında yapmıştır. Yoksa tahkik için yapmamıştır. Biz tahkik edilmesi hakkı olan husus hakkında kelâm ediyoruz. Çünkü Resûlüllah'tan varid olmuştur. O da ehlinin kadim olmasıdır. Kuvvet ancak Allah'tan­dır.

Ve yine gerçekten zemmetme Resûlüllah'tan (s.a.v.) gelmiştir. O va­kitte bu fiille bilinen kimse yok idi. Arapların kendilerine isim verdikleri bu taifede yok idi. Bunun için dediği isme muhtemel olmaz. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra bize öyle soru sordu ki; o soru onun hayret içinde kaldığına delâlet etmektedir. Binaenaleyh o, «Siz kader yoktur sözünüzle ona nis­pet ettiniz» dedi. Buna, «Şey, nefyedene nispet edilmez» diye cevap verdi.

Şeyh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Onun dediği doğru ve gerçektir. O, iddia edene ve kendisi için ispat edene ancak nispet edilir. Onun söyle­diği gibi fiiller, Allah'ın ezelde takdir ettiği gibi meydana çıkar. Sonra der ki, eğer «Siz bunu, biz amellerimizi takdir ederiz sözünüzle ispat etti­niz.» denilirse cevaben bu husus iki yönden vacip olmaz denir.

Birincisi : îsim gerçekten ondan takdir olunmuştur.

İkincisi : Gerçekten kendisi için şöyle söylemekte bir engel bulun­maz; O, namazını, elbisesini, evini, yolculuk hakkındaki isini takdir eder. Bunun üzerine onların hepsini kaderiyye olması gerekir.

Ebu Mansur (r.h.) der ki: Birinci gakka gelince : O, takdir olunmuş­tur. Ve takdir eden de birdi.. Sonra gerçekten hristiyan ve yahudinin fiili, hristiyanlaşnıak ve yahudileşmektir. îsîm, görülen şey üzere vuku-bulnıuştur. Kader hakkındaki görüş de bunun gibidir.

İkincisi: Bazan Allah-u Teâlâ'ya onunla isim verilir. Sonra «Kaderi­dir» denmez. Binâenaleyh gerçekten onun özel bir emre ve kendisine ait olan manâya rücu' ettiği sabit olur. Eğer özel bir işe rücu' ederse o, din hakkındadır. Kim ki onu kendisine nispet ederse o, ona daha lâyıktır. Eğer kendisine rücu' eden manâ değilse, o, din hakkında değildir. Onlar bu söze göre çıkısın hakikatini Allah'm takdiri üzerine olduğunu görür­ler. Yoksa kulun takdiri ile değil. Mu'tezile ise fiilin kulların takdiri ile meydana geldiğini iddia ederler. Tevfik Allah'tandır.

Arabın dediği şeye gelince : Buna göre mu'tezilenin dilinde cebir is­mi çokça dolaştığından mu'tezilelerin bir ismi de cebriye olması vacip olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bununla beraber mecûsilere nispet olunan şey, mecûsilerin onu çok söylemelerinden değildir. Fakat mezheplerinin hakikati bu olduğundan­dır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra Haşviyye'lere, Kaderiyye isminin verilmesinin sebebini sorup bunun din islerinin çoğunda kaderiyyelerin düştükleri hatalara kapıldık­larından dolayı verildiğini iddia etti. Bununla beraber onlar Mervanoğul-larma inzimam etmişlerdir. Onların mezhepleri de bu idi. Çünkü onlar kötü ve çirkin olan fiillerini Allah'ın kaza ve kaderine izafe etmeleriyle sevinirlerdi. Binâenaleyh bu hususta onlara yardım ettiler ve Allah-u Te-âlâ'ya hamletmeği elde ettikleri'[135] hususlardan zemmedilmekten onları berî kıldılar. Ve bu husus onların arasında Muaviye'nin fiili olarak şüyu bul­muştur. Çünkü Muaviye Hazret-i Ali'nin şehit edilmesi haberi kendine ulaştığında onu uygun görmüştür. Ve Hazreti Ali'nin büyük günah işle­diğini ileri sürdüler. Mutezilenin onlar hakkında sözü daha mühim ve büyüktür. Çünkü onları imamlık şartlarının dışına çıkarıp onlardan bu is­mi kabul ettiler. Bu hususta sözü uzatmıştır ki, onun ekserisi yalandır.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) der ki : Haşviyyelere nispet edilmelerinin sorulmasına gelince : O, ancak onların bununla isim verdikleri kimse­lerin onların olduğunu görmeleri için süsleyip kötüyü iyi göstermelerin­den ibarettir. Bu isim verme ise milletin tümü arasında yekdiğerine nak-ledilegeîmiştir. Nebiyy-i Zîşân aleyhisselâmdan şu haber varid olmuştur : «Ümmetimden iki sınıf vardır ki, onlara benim şefaatim ulaşmaz (birin­cisi) Kaderiyye, (ikincisi de) Murcie'dir. Kaderiyye'ye, kaderi Allah'dan nefyetmelerinden ötürü bu isim verildi. Bu mevzuda asıl olan şudur ki; gerçekten Murcie, mahlûkatın fiillerinin hakikatinin Allah'tan olduğunu ifade edenlerin kendileridir. Kaderiyye ise, Allah'tan fullerin tedbirini nefyeden ve iğinde âlemin manâsına varıncaya kadar fullerin tedbirinin hepsinin mahlûkata isnad edenlerdir. Mahlûkatın tedbiri ile olduğu için onlar fani kıldılar, baki kıldılar ve onunla Cennet ve Cehennem ehli tek­rar dirilmek hususundaki Allah'ın tedbiri kaim oldu. Bu hususta Allah için ihtiyar etmekten başka bir şey yoktur. Yine Allah için âlem hakkın­da yok iken sonradan var olmadan başka fiiller tahakkuk etmez. Adalet ise onların arasında orta bir yoldur. Bu husus Allah-u Teâlâ'nm «Ey müslümanîar, böylece sizi vasat (orta) bir ümmet yapmışızdır»[136] kavl~i celîlinin Resûl-i Ekrem Sallaliahualeyhivesellemin «İşlerin hayırlısı, orta­larıdır.»[137] sözünün anlamını ifade etmektedir. Haşeviyye'lere bu hususu nispet etmek hatadır. Ondan salim olan hiç bir kimse yoktur. Onu söylîyen kimse ancak onlardan bir kavmin sözünü söylemiştir. Mu'tezileye gelin­ce; onlar âlemin var edilmesi ve yoktan varlığa çıkarılması ve sebepden zikrolunan hususlar hakkında mulhid ve dinsizlere katılmışlardır. Mu'-tezile, Mervanoğullanndan rivayet edilen ve günahları paklayıp temize çıkaranlardan[138] anlatılan hususlara da iştirak ettiler. Bunu kaderi, kulla­ra gerektirmekle zikrolunan hususlara hamlettiler. Hepsi de yalan söy­lediler. Müslümanlara iftira etmeğe ve onlara kötü söz atfetmeğe vesile ve sebep olacak dindeki şaşkınlıktan Allah'a sığınırız. Sonra kaderiyyeler, kudreti fiil üzerine takdim ettiler. Allah-u Teâlâ'nm kitabı, Kur'ân-ı Ke-rînı'in âyetleri ile ihticac ettiler : «... Sonra : Bunları kuvvetle benimse­yip...»[139] tefsir ve te'vil ehli, bu âyet-i kerîme hakkında göyle diyor : Onunla ciddi olarak ve güç harcamak suretiyle amel et. Sanki onlar burada kuvveti sebepler olarak görmüşlerdir. Fakat bu hususta daha açık olarak görünen şu «Onu kuvvetle al, yani alma vaktinde kuvvetle al» sözümüz-dür. Çünkü alma anında kuvvet olmadığı zaman alma işi kuvvetsiz ola­rak vukubulmuş olur. Binaenaleyh onun tutum ve gidişatı sabit olur. Tıp­kı başkasına «O'nu elinle al; ona gözünle bak.» dendiği gibi ki, O, karşı­lıklı olarak bulunuyordu. Cenab-ı Hakk'm, Mûsâ aleyhisselâma : «... Son­ra; bunları kuvvetle benimseyip al, kavmine de o hükümlerin en sevaplı-sım tutmalarını emret...»[140] buyurduğu gibi. Ve yine cinniîerden birinin ifade ettiği ve âyet-i celîlede beyan edilen şu sözü ile ihticac ettiler: Ce­nab-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'inde bu hususta şöyle buyurmuştur : «Cinler­den bir ifrit (kuvvetli ve becerikli olan biri şöyle) dedi : Sen yerinden kalkmadan önce, ben o tahtı sana getiririm. Muhakkak onu taşımağa gü­cü yetip (onu) zayi etmeyen güvenilir bir kimseyim.»[141] (Mûsâ aleyhisse-lâmın kıssasını beyan eden âyetlerden birinde) Kadının, «... Babacığım, onu, (Musa'yı davarları otlatmak için) ücretle tut. Çünkü tuttuğun ücret­lilerin hayırlısı o, güvenilir, güçlü adamdır.»[142] sözü ile de ihticac ettiler.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu iki şık onlar için kendisi ile ilgilenip delil olarak Öne sürecekleri hususlar değillerdir. Çünkü kadının bildiği Mûsâ aleyhisselâmın kuvveti, ancak davarları sularken görüp bil­diği kuvvettir. Bu kuvvet ise, o zamana kadar kalmaz. Cin taifesinden olan îfrit'in kuvveti de böyledir. O, geçen husus hakkında kendini imtihan ettiği şey üzere vukubulmuştur. Tevfik Allah'tandır.

İkinci olarak denir ki, kuvvet, dilediğinin her vakitte meydana gel­mesi için cari olan âdete binaen kullanılması üzere vukubulan iradeye gö­re belirir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Onlar Kur'ân-ı Kerîm'de zikroiunan itaat ile de ihticac ettiler. Biz bu yönü geçen konularda açıkladık.- Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra bizce bilinen cebriyeler, kendilerine cebr île lâkap takılanlar­dır. Fiil hakkında kudretin mümkün olmadığını Öne sürdüler. Allah onları yalancı kıldı. Onlar, bütün fiilleri Allah'a atfettiler[143]. Gerçekten kulla­rın hiç bir fiile sahip olmadığını ifade ettiler.

Denilir ki; Allah-u Teâlâ, onlara «bunu niçin yaptınız? Bunu da niçin yapmadınız?» buyurur. Biz de; hakikatte bunu yapınız, bunu yapmayı­nız» deriz. Hatta emir verirse veyahut nehyederse o, hakikatte ancak kendi nefsine emri verir; kendi nefsini nehyeder. Sonra kendisi hakikatte nehyolunanı işler. O, hakikatte emreder, itaat eder. Sonra gayrini azap-landırmak ister. Ona azap çektirir, yahut onu mükâfaatlandırır. Bununla beraber kendisine rahmet ve hikmet sahibi diye isim verir. Rahmet ve hikmet sahibi diye isim verir. Rahmet ve hikmet sıfatları onun sıfatı ol­maktan beridir. Buna göre de onların hakikatte elem ve lezzet bulmaları vacip[144] olup hakikati Allah'a raci olur. Cenab-ı Hak, bunlardan yücedir, berî ve münezzehtir. Sonra[145], meydana gelen şey, emir, nehiy, vaad ve vaîdle Allah'a raci' olduğu için peygamberlerin gönderilmesinin ve ken­dilerine kitaplar verilmesinin manâsı batıl olur. Çünkü bunlar ondan gay­rine gelmez. Sonra mahlûkatin yaratılmasının hikmeti yok olup, eğer ilim onun marifetine ulaşır ise mahlûkatm var olması abes olur. Kim ki onun fiili küfür nimetlere nankörlük üzere yalan haber verme, fiiller hak­kında sefih olduğu halde meydana çıkarsa, onun Allah'ın rahmetinden kovulan şeytan olduğu sabit olur ki, o, şüphesiz öyle olarak şeytandır. O, «Allah-u Teâlâ âlim ve kadir değildir, sonradan âlim ve kadir oldu, belki de Allah'ın yaratmağa nispet edilen hususlardaki fulleri tehir etmesi dilemesi ve dilediği vakitte vukubulmuştur, diyenlere benzemektedir. Ce­nab-ı Hak, bunlardan berî ve münezzehtir.

Sonra kaderiyeler -ki kendilerine nıu'tezile ismi verilmiştir- haberi bize isnad ettiler. Halbuki biz o haberden söz ve inanç bakımından berîyiz. Fakat onların bu husustaki yalanı kaderiyyenin ismi hakkında bize isnad ettikleri yalanları gibidir. Sonra, kaderiyye hakkında olduğu gibi, Mu'tezi-lenin, Cür'eti ve aptallığının büyüklüğünü bilmeleri için biz her iki mez­hebin karşısında öne sürdüğümüz o fikir ve görüşlerimizde ne kadar haklı olduğumuzu zikrederiz. Bizim, fiilin meydana gelmesi için kudretin, fiilden önce olmasını kabul etmeyip inkâr ettiğimiz içindir ki, onlar bize «Cebriyye» ismini vermeğe kalkıştılar. Ve Cebir felsefe ve fikrini kabul ettiğimizi iddia ettiler. Sonra onlar fiili öyle bir kuvvette gerçekleştirdi­ler ki, o vakitte kudret bulunmaz. Fiilin vasfolunduğu vakitte kudretsiz olarak gerçekleşmesi, cebrî ve ihtiyarî anlayan kimse için onun fiille bir­likte gerçekleşmesinden cebir manâsına daha yakındır.

Bunu açıklayan hususlardan biri de acizlik halinde fiilin düşünülme­mesi ve aczin kalkması halinde fiilin varlığının düşünülmesidir. Onun ac­zin kalkması ile fiili düşünmesi, aczin bulunması ile olan düşünmesinden daha kuvvetlidir. Çünkü o, menetmenin sebebidir. Hakikatte fülin sebebi olan kudrette böyledir. Bunu, görme kuvvetinin gitmesi ile, görmekle id­rak etmenin mümkün olmaması hususu teyid etmektedir, işitme ve diğer duyu organlarının durumu da böyledir. Bunun içindir ki, acizlikle beraber ihtiyari olan fiilin var olması fasid olur. Aczin bulunması ile kendisinden kudretin yok olması daha açık seçik olarak görülür. Kuvvet ancak Al­lah'tandır.

Başka bir vecih : Gerçekten Mu'tezilenin şu sözleri, (Onların Kade-riyye ve cebriyye mezheplerinin fikir ve görüşlerine ne kadar yakın oldu­ğunu belirtmektedir.) : Hakikaten irade fiilin ihtiyar edilmesinden iba­rettir, irade ancak fiilden Önce olur. Finin vukuunda irâde mevcud değil­dir. Fül bulunduğu vakit kendisinde irade ve ihtiyar vukubulmaksızm vücud bulmuştur. İlk ihtiyar etme hakkı kendisinden zail olmuştur. Çünkü ikinci vakitte mecburiyetin gelmesi caiz olur. Öyle ise kendisinde ihtiyar bulunan vakitte varid olması mümkün değildir. Halbuki kendisinde ihtiyar mevcud idi. Binâenaleyh onun fiilinin meydana gelmesi ihtiyari değildir. Onun elde edilmesi icbarîdir. Cebir alâmeti de işte bu husustur. Binâena­leyh onlar, fiille, dostluğu, düşmanlığı, Cennet ve Cehennem'de ebedi kal­maya vacip kılmışlardır. Vaki olan fiil vukuu zamanında ihtiyarsiz, kud­retsiz, emir ve nehiysiz vukubulmuştur. işte (onlar böyle diyorlar, kim ki bunu düşünürse incelediği zaman cebriyyenin açık açığa ifade ettiği söz­lere muvafık bulur. Fakat onlar yalancı cebriye değildir. Bilakis doğru olan cebriyedir. Sonra onların sözlerinden bazısı da şunlardır : Greçekten kim ki kendisine en yakın olan vakitlerde fiil murad ederse, fiili isteme­yip onu men ve reddetse de o fiil vaki olur. O fiille kendisi için düşmanlık ve dostlukta vaki olur. Her ne kadar fiilin vukuundan önce veyahut vukuu İle beraber onu reddetmek imkânına sahip olmasa da. Sonra o vakit, o fiilin yok olması için mümkün olmayan bir vakit değildir. Çünkü onlarca, fiilin yok olması onu menetmekle hasıl olması caiz olur. Binâenaleyh zik­rettiğim hususlarla fiilin hakikatte cebren vukubulduğu sabit olur. Yine on3arm sözlerine göre denir ki, Kaderiyye'nin ismi yerinde olmayarak onların dilinde o kadar çok söylenir ki, kendilerine onunla isim verilme­sine sebeb olmuştur. Binaenaleyh o husus, kendilerince siz, cebri başkala­rına isnad ediyorsunuz demeleri ile beraber böyledir. Yardım ve her türlü fenalıktan korunma Allah'tandır.

Sonra Mu'tezile, Hüseynîlerin[146] kul için kendisinde bulunan fiile kud­reti vardır. Kurun o fiilin zıttma, fiilin işlendiği zaman ve o vakitten önce kudreti bulunmaz dedikleri için onlara cebriye ismini verdiler. Hüseynî­lerle Mu'tezile .arasındaki ihtilâf ancak ve özellikle isim hakkındadır. Çün­kü Hüseynîler fiil, ancak kulda bulunan husustur. Allah katında bulunan ise, lûtuftur ki, Allah, onu vermemiştir diyorlar. Mu'tezile ise şöyle diyor : Allah nezdinde fiili meydana getirmek için hiç bir kuvvet kalmamıştır. Kuvvetin hepsini kula vermiştir. Bunların her ikisi, Allah-u Teâlâ'nm verdiği şeyin miktarında ittifak etmişlerdir. Allah'ın Mu'tezile katında fiil vaktinde kuvvet yoktur. Hüseynîler nezdinde ise kulun fiilî hakkında kudreti olduğu kadar ihtiyari de vardır. Onunla beraber bulunan kudret ve ihtiyar, Mu'tezile nezdindekinden daha çoktur. Öyle ise utanmaları az olmasaydı Mu'tezile, kendilerine nasıl Cebriye mezhebindendir diyebilirdi. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Hüseyin'in nezdinde asıl olan şudur ki; Allah, iki kudretten birini zayi etmiştir. Zayi etmede, kendisi için bir özür bulunmaz. Mu'tezilenin nezdinde ise Allah-u Teâlâ'nm kulun fiili için hiç bir kudreti bulunmaz. Ne zayi etmek suretiyle ve ne de gayri ile. Eğer orada insaf bulunsa idi, bu iki vasfın hangisinde cebre benzerlik vardır? Sonra gerçek olarak be­liren şudur ki, hakikaten Mu'teziîe şu ifadeleriyle cebri benimsediklerini ortaya koyuyorlar, diyorlar ki, dilesin veyahut dilemeyip kaçınsın. Kulun fiili vardır. Fiildeki dilemesi zail olan kimse, yanılmıştır yahut acildir. Veyahutta cahildir. Bunlardan hâli kalmaz. Bununla beraber kul, Allah'ın hüküm ve saltanatında Allah'ın dilemediğini dileyebilir. Allah'ın mülkün­de onun dilemediğini kul dileyebilir. Kul, Allah'ın dilediğinin hilâfına diler, onun istediğinin gayrini istiyebilir. îşte bu cebr ve kahretmenin alâmet ve işaretidir. Cebriyye, Allah'ın mülkü ve Celâli bulunduğunu gördüklerindendir ki, kulun cebri hakkında ayıphyarak[147], âlemlerin Rabb'inin cebir sahibi olduğunu, ilimsiz ve aptallıkları neticesi ifade ettiler. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra biz, Mu'tezilenin ifade etme hakkında Hüseyin'i ayıpladıkları ve fakat meydana getirmedeki ona olan muvafakatlarından bazılarını be­yan edeceğiz : Hüseyin diyor ki : Kâfirin, küfrettiği zaman iman için kendisinde kuvvet bulunmaz. Hüseyin'in nezdinde iman için olan kudret, tevfik ve ismetden ibarettir. Mu'tezile de ona muvafakat edip, kulun ma­sum ve muvaffak olmadığını, bilakis kul hüsrana uğramış ve kendi reyine terkedilmiş olduğunu söyler. îşte Mu'tezilenin ifade ettiği bu husus Hüse­yin'in katında küfrün kudretinin manâsıdır. îsmi hakkında ihtilâf ettik­leri manâdaki ittifaklarıdır. Onların arasındaki meselenin hakikati ismet ve tevfiki imânın kuvveti yapma hakkındadır. Terk ve rüsvayhk, küfrün kuvvetidir. Yoksa sırf kudret hakkında kelâm edip onu vacip olan şeyin ha­kikati hakkında göz yummak değildir[148]. Tevfik Allah'tandır.

Hüseyin, Allah-u Teâlâ'nm irâdesinin manâsı, onun galebe çalması ve kahretmesidir, diyor. Buna göre irâde hakkındaki mesele iptal olur. Mesele ancak iradenin fiili hakkında bulunur. Başkasında bulunmaz. Bu­nunla beraber şu ifadede Hüseyin'in sözündendir : Gerçekten, kulların fiilleri mahlûktur. Binâenaleyh, Allah, onları yaratmasını murad etti de onları yarattığı halde oldurdu. Mu'tezile ise, kulların fiillerini Allah ya­ratmamıştır, diyor. Öyle ise her ikisinin arasındaki mesele irade hakkında değil, yaratma hakkında olur.

Kâbi de §öyle diyor : İradenin manâsı,[149] Allah'ın mecbur olmayıp muhtar olması demektir. Herşeyde aynısını söylemesi gerekir. Sonra Mu'tezile, âlemin var olması babında Allah'a âlemin yok iken var ol­ması ve sonra onu bilmesinden başka bir şey isnad ve ispat etmiyor ki, bu manâ ile işte Allah, âlemin yaratıcısı ve zikrolunduğu vecih üzere murad etmiş olur. Hüseyin ise, kulların fiilleri hakkında şöyle diyor : Allah-u Teâlâ var idi fakat bu fiiller yoktu. Bu fiiller sonradan oldu. Allah'ın iradesinin te'vili, vasfettiği şey ve fiiller yok iken onları sonra­dan var olması ile onları var etmesi oldu. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Oysaki Hüseyin, mahlûkatı olduğu gibi evvelce murad etmiş kılıyor. Her mahlûkun Alah'm iradesi ile olduğu hal üzere olması da böyledir. Mu'tezile ise irâdenin manasım nefyediyor. Mu'tezile, mahlûkat yok iken sonradan var oldu. Bu hususun kendisinde gerçekleşmesi daha fazla ge­rekir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Mu'tezile, Vaid fiili kendisini imandan çıkaran hakkında varid olur, diyor. Hüseyin ve Murcie'nin hepsi de böyle derler ki, kim ki kendi fiili ile iman isminin zalil olmasına müstahik olursa, o kimse cehennemde ebedi olarak kalır. Kuvvet ancak Allah'tandır. Bunların arasındaki ih­tilâf vaid hakkında değildir. îmandan çıktığı şey hakkındadır. Bu mesele için vaid âyetlerini delil olarak ileri sürmek yanlış ve hatadır. [150]



[126] Biz bu hadisi şerifle istidlal edemeyiz.

[127] Kitabın aslında .zeamet, kelimesi metinden olduğuna işaret edilmiş olmakla beraber dip not olarak yazılmıştır.

[128] Kûd, âyet 107, El-Buruç, âyet 16.

[129] Kitabın aslında «el'hakîkatü» kelimesi .hakîkatü» olarak yazılmıştır.

[130] Kitabın aslında «ü'1-halki» kelimesi metnin aslından olduğuna işaret olunmakla be­raber dip not olarak varid

olmuştur.

[131] Kitabın aslında «bi'Hsmi» kelimesi «el'islâmu» olarak yazılmıştır. Ben onu dip notta «bil'isml» olarak tashih ettim.

[132] Kitabın aslında .tehaîlufuhum» kelimesi noktasızdır. Dip notta noktalı olarak tashih edilmiştir. Kitabın aslında -an* kelimesi «alâ» olarak yazılmıştır. Kitabın aslında  «cemâatin»  kelimesi  «hammâtâtin»  olarak yazılmıştır. Ben. onu dip notta tashih ettim.

[133] Kitabın aslanda «hakîkatühû» kelimesi «hakîkatün» olarak yazılmıştı

[134] Kitabın aslında «et'taklîbu» kelimesi «et'ta'lîbu» olarak yazılmıştır.

[135] Kitabın asbnda «İkterafû» kelimesi «ifterakû» olarak yazılmıştır.

[136] El-Bakara, âyet 143.

[137] Bu Hadis-i Şerifle istidlal etmemiz mümkün değildir.

[138] Kitabın aslında «beraev» kelimesinde hemze vavdan sonra gelmiştir.

[139] El-A'râf. âyet 145.

[140]    El-A'râf, âyet 145.

[141] En-Neml, âyet 39.

[142] El-Kasas, âyet 26.

[143] Kitabın aslında «ve ercaû» kelimesi «ve ercû. olarak yazılmıştır.

[144] Kitabın aslında «yecibu» kelimesi şekilsizdir.

[145] Kitabın aslında «sümme» kelimesi «külle, olarak yazılmıştır. Ben onu dip notta tas­hih ettim.

[146] Musannif, Hüseynîlerle Huseyn bin Muhammed En-Neccar'ın taraftarlarım kastedi­yor. Eş'arî, tMekâlat El-îslâmiyyîn» adındaki eserinde onlara r.eccariye ismini ver­miştir. Bak : s. 199- Bağdadî, bu hususta ona tabi olmuştur. /.I Fark, Beyne'l-Firâk s. 126.

[147] Kitabın aslında tfeâbet» kelimesinde 't' harfi noktasızdır.

[148] Kitabın aslında «ve'l iğdâu> kelimesi noktasızdır.

[149] Kitabın aslında «ma'nâhâ» kelimesi «ma'nâhu» olarak yanlmıgtır.

[150] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 480-492.