- İttihat ve Terakki

Adsense kodları


İttihat ve Terakki

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Fri 25 May 2012, 01:24 pm GMT +0200
İTTİHAT VE TERAKKİ
Ali ERDEM • 43. Sayı / DOSYA YAZILARI


İttihat ve Terraki'nin bizzat halka yönelik bir planı ya da teklifi yoktur. Dahası, o tıpkı halefi Cumhuriyet'te olduğu gibi halka güvensizlik beslemiş, yalnızca seçkin bir askeri-bürokratik elite yaslanmıştır.

1

İkinci Meşrutiyet’in ilan edilişinin yüzüncü yılında Türkiye, özellikle Ergenekon soruşturması münasebetiyle İttihat ve Terakki’yi, başka bir söyleyişle İttihatçılığı yoğun bir biçimde konuşmaya başladı. Aslında siyasî literatürümüzün kilit kavramlarından biri olan İttihatçılık, yüz yıldır devletin bazı reflekslerini ya da devletle ilişkili kimi hâdiseleri tarif etmek için zaman zaman kullanılan anahtar bir sözcüktü. Yakın dönem siyasî tarihimiz hakkında bilgi sahibi olmayanların, her gün basında okudukları ya da televizyonda duydukları bu kavramla, günümüzde yaşanan hâdiseler arasında nasıl bir ilişki bulunduğunu tam anlamıyla kavramaları mümkün gözükmüyor. 19. yüzyıl siyasî tarihimizin bir ürünü olan ve 20. yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğunu felakete sürükleyen İttihat ve Terakki Partisi’ni ve bu partinin siyasî geleneğimizdeki yerini anlayabilmek için, tarihi, Fransız İhtilali’ne kadar geri götürmek gerekiyor.

2

1789 Fransız İhtilâli, ihtilâlden önce Avrupa’da tartışılan bazı kavramlara siyasî bir kudret kazandırdı. Hürriyet, adalet, eşitlik gibi kavramlar ihtilâl sonrasında Fransa dışındaki coğrafyalarda da örgütlü bir şekilde dillendirilmeye başlandı. İhtilâl, farklı milliyetlerin kendi istiklalleri için mücadele etmesi fikrini de kamçılamıştı. Osmanlı İmparatorluğu, doğası gereği geniş bir coğrafyada, birden fazla milleti egemenliği altında tutan siyasî–idarî bir bünyeye sahipti. İhtilâlin dillendirdiği fikirler, özellikle devletin Balkanlardaki Gayr-i Müslim tebaası üzerinde kısa sürede tesirini göstermeye başladı. Önce Sırplar ve Yunanlılar, ardından da Karadağlılar ve Bulgarların arasından, bağımsızlık için mücadele eden çeteler vücuda getirildi. Bu topluluklar başta Rusya olmak üzere, pragmatik Batı devletleri tarafından direkt ya da dolaylı olarak destekleniyordu. Osmanlı yönetimi, hem Batılı ülkelerin baskısını hafifletmek hem de Gayr–i Müslim tebaanın devletle bağlarını güçlendirmek maksadıyla bir dizi uygulamalara girişti. 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanları bu koşullarda ilan edildi. Her iki fermanda da Sultan, tebaasının haklarını kanunen teminat altına aldığını ilan ediyordu. Ancak bu fermanlar da Balkanlar’daki Hıristiyan toplulukların isyanlarını engelleyememiş, Yunanlılar ve Sırplar bağımsızlıklarını ilan etmiş, Osmanlı devleti bundan böyle hiç değilse Makedonya, Arnavutluk topraklarını elde tutmaya çalışmıştır.

3

Fransız İhtilâli sadece Gayr-i Müslim’ler üzerinde etkili olmadı. Tanzimat Fermanı’nın mimarı Mustafa Reşit Paşa’nın himayesi altında boy gösteren, yüzü Batı’ya dönük aydın zümre, İmparatorluğun dağılmasını engellemek için, matbuat yoluyla bazı yeni fikirler dile getirmeye başladı. Genç Osmanlılar adı verilen ve Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa gibi her biri Osmanlı bürokrasisinde görevli aydınlar, bu yeni fikirlerin yayılması için mücadele ettiler. Genç Osmanlıların fikirleri, özellikle Batı usulüyle eğitim veren tıbbiyelerde ve askeri okullarda etkisini kısa sürede göstermeye başladı. Genç Osmanlılar, İmparatorluğun kurtuluşunun ancak meşrutî bir idareyle mümkün olabileceğine inanıyorlardı. Bu aydınların Saltanata karşı yeni bir sistem teklifleri yoktu aslında. Onlara göre meşveret Kuran’ın bir emriydi zaten ve mevcut sistemle, kurulacak bir meclis, pekâlâ iç içe geçirilebilirdi. Meclis fikri önemliydi çünkü böylelikle farklı milliyetler yönetimde söz sahibi olabilecekler, bu sayede dağılmanın önüne geçilebilecekti. 1870’li yıllarda siyasî ve ekonomik koşullar ağırlaşınca, Meşrutiyet isteyenlerin eline önemli bir koz geçmiş oldu. Mithat Paşa ve arkadaşları Sultan Abdulaziz’i tahttan indirerek, yerine V. Murat’ı geçirdiler. Ancak yeni sultan, Mithat Paşa ve çevresinin arzularını yerine getirebilecek sıhhatten yoksundu. Nihayet, Meşrutiyet’i ilan etmesi şartıyla tahta II. Abdulhamit çıkarıldı ve yeni sultan verdiği sözü tutarak 23 Aralık 1876’da Kanun-i Esasi’yi ilan etti. Kanun-i Esasi, hem bizim ilk anayasamızdır hem de I. Meşrutiyet’in hukuki zeminini oluşturmuştur.

4

İçeride ve dışarıda ağır sıkıntılar yaşayan Osmanlı Devleti’nin, bu kritik dönemeçte bir meclis açarak meselelerini halletmesi mümkün görünmüyordu. Dahası, ilk kez geçilen bu idare biçimi karmaşayı artırmış, işleyişte zaaflara da sebep olmuştu. 1877’de başlayan ve tarihimize “93 Harbi” olarak geçen Osmanlı–Rus Savaşı sırasında Sultan Abdülhamid ilk meclisi lağvetti. Aslında garip bir siyasî hayatı oldu II. Abdulhamid’in. I. Meşrutiyet’le tahta çıkan muktedir sultan, II. Meşrutiyet’le de tahtı terk etmek zorunda bırakıldı. Otuzüç yıllık saltanatı boyunca büyük devletler arasında denge politikası güden, Halifeliğinin gücünü kullanarak İmparatorluğun Müslüman milletlerini devlete bağlı tutmaya çalışan ve Balkanlar’da elde kalan son toprakları da korumaya çabalayan II. Abdulhamid’in, tarihin bu tehlikeli eşiğinde ipleri elinde tutabilmek için giriştiği uygulamalar, Tanzimat sonrasında peyda olan aydın–asker zümresinde memnuniyetsizlik oluşturuyordu. İttihat ve Terakki Cemiyeti, siyasî tarihimizin bu kritik aşamasında ortaya çıktı. 1908’de ikince kez meşrutiyeti ilan ettiren, 31 Mart Vak’ası’nı bahane ederek sultanı tahttan indiren, önce perde gerisinden sonra da alenen yönetime el koyan cemiyet, I. Cihan Harbi’nde tercihini Almanlardan yana kullanarak, hem kendisinin hem de Osmanlı siyasî tarihinin sonunu getirdi.

5

İttihat ve Terakki’nin çekirdeğini, 1889'da Askerî Tıbbiye Mektebi'nde kurulan İttihad-ı Osmani Cemiyeti adlı gizli örgüt oluşturdu. Cemiyet, İshak Sükûti, İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, Mehmed Reşid ve Hikmet Emin adlı beş öğrenci tarafından kuruldu. Örgütün bazı üyeleri tutuklandı, bazıları ise Paris’e kaçtı ve Anayasa taraftarı diğer Osmanlı muhacirleriyle bir araya geldiler. Ahmet Rıza beyin önderliğindeki bir grup Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adlı örgütü kurdu ve 1895’ten itibaren Osmanlıca ve Fransızca yayımlanan Meşveret adlı gazeteyi çıkarmaya başladı. 1896’da yapılan kongrede, daha liberal ve İngiliz yanlısı görüşleriyle tanınan Mizan Gazetesi’nin editörü Mizancı Murat Bey cemiyet başkanlığına getirildi. 1905'ten sonra Türkiye'den gelen Doktor Nazım ve Bahaeddin Şakir Beyler’in önderliğinde propaganda ve örgütlenme çalışmalarına hız verildi. 1906 Eylülünde Selanik'te posta zabiti Mehmet Talat tarafından Osmanlı Hürriyet Cemiyeti kuruldu ve örgüt sürgündeki Jöntürklerle irtibata geçti. 1907 Eylülünde Paris’te yapılan ikinci Jöntürk Kongresi’nde Jöntürk hareketi İttihat ve Terakki Komitesi adını aldı. 1907’de toplanan II. JönTürk Kongresi’ne tüm muhalif gruplarla birlikte Taşnaksutyun adıyla bilinen Ermeni Devrimci Federasyonu da katıldı. Bu kongrede, II. Abdülhamid yönetimine karşı bir ihtilâl örgütlenmesi kararı alındı.

Merkezi Selanik’te bulunan 3. Ordu, 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren ihtilalci örgütlenmelerin en önemli odağı oldu. Örgüte katılan subay ve siviller silah üzerine yemin ediyor, örgüt sırlarını dışa vurdukları takdirde öldürülmeyi göze alıyorlardı. 1908 İhtilâli’ni Selanik’te bulunan İttihat ve Terakki Merkez Komitesi organize etti. 1908’den sonra Osmanlı siyasetinde ön plana çıkan İttihat ve Terakki liderlerinin hemen hepsi, başta Talat, Enver, Cemal, Cavit, Mustafa Kemal, Rahmi ve Şükrü Beyler olmak üzere, 1908 öncesinde Selanik’teki İttihat ve Terakki örgütlenmesinde yer alan isimlerdi.

6

Tarihte çetecilik yoluyla yönetimi ele geçiren ilk hareket İttihat ve Terakki Cemiyeti oldu. Balkanlardaki Bulgar, Yunan çetelerden esinlenen cemiyet üyeleri, benzer bir örgütlenme içerisine girdiler. Resneli Niyazi ve Enver Bey’ler, birlikleriyle birlikte sultana isyan edip dağa çıktı. Sultan Abdulhamid, Rumeli’de ortaya çıkan bu isyanın İmparatorluk üzerindeki muhtemel sonuçlarını düşünerek, 24 Temmuz 1908’de Meşrutiyet’i ikinci defa ilan etmeye mecbur kaldı. Cemiyet başlangıçta doğrudan iktidara gelmedi; desteklediği hükümetler aracılığıyla yönetimde etkili olmayı tercih etti. Aslında cemiyetin yöneticileri hâlen daha adlarını gizli tutuyorlardı. Siyasî sorumluluk taşımadan sahip olunan bu iktidar ister istemez eleştirilere sebebiyet verdi. Bu durumu hicvetmek için genellikle “Rical-i Gayb” deyimi kullanılıyordu. 1909 senesinde muhalif bir gazetecinin Galata Köprüsü üzerinde vurulmasının ardından çıkan ve tarihimize 31 Mart Vak’ası olarak geçen hâdiselerin ardından Selanik’ten cemiyet tarafından gönderilen askerî birlik İstanbul’a geldi ve yönetime tamamen el koydu. II. Abdulhamid’in yerine tahta çıkarılan V. Mehmed Reşat, İttihatçıların elinde âdetâ bir kukla gibiydi. Ancak Cemiyetin yanlış uygulamaları, kendilerinin bir zaman yapmış olduğu muhalefete benzer bir muhalefeti ortaya çıkardı. Yine ordu içinde örgütlenen “Halaskâr Zabitan” adlı grup, ittihatçıları bir süreliğine iktidardan uzaklaşmaya mecbur bıraktı. Yine de Cemiyet, öyle kolay kolay pes edecek bir yapıda değildi. Balkan Harbi’nin bozgunla neticelenmesi üzerine hükümete yüklenmeye başladı. Meclis basarak darbe yapma geleneği de bu dönemde başladı. 23 Ocak 1913’te Binbaşı Enver öncülüğündeki silahlı bir grup Babıâli’de, hükümet toplantısını basarak önce Harbiye Nazırı’nı öldürdü, sonra da Sadrazamın kafasına silah dayayarak yönetimi zorla ele geçirdi. Kendini inkılâp yönetimi olarak gören İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ele geçirdiği bu iktidar sayesinde Enver Bey, dört rütbe birden yükselerek “Paşa” oldu.

7

Artık koca bir imparatorluk, çetecilikle yönetimi ele geçiren, silahla meclis basan bir cemiyetin oyuncağı hâline gelmişti. Bu aslında 1826 yılında lağvedilen yeniçeriliğin kazan kaldırma kültürünün modern yollarla yeniden siyasî hayata dâhil olduğunu gösteriyordu. Bu gün Türkiye’deki asker–siyaset ilişkisinin tarihsel zemininin bu dönemde kurumsal bir kimlik kazandığını ve geleneksel bir hâl aldığını söylemek yanlış olmaz. Başka bir deyişle asker, yönetenleri baskı altında tutmanın ve yönetmenin zevkine bu dönemde varmış, bir daha da bu zevki elinden bırakmak istememiştir. Ancak yönetmek her zaman bir ideolojiyle mümkündür. İttihat ve Terakki Cemiyeti, ideolojisini “Türkçülük” olarak belirlemiş, bu düşüncenin fikrî çatısı da Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Yunus Nadi, Ömer Seyfettin gibi düşünür ve edebiyatçılar tarafından atılmıştı. O ki, Yunanlılar Yunan, Bulgarlar Bulgar, Sırplar Sırp devletini kurmuşlardı, Türkler de büyük bir coğrafyaya yayılmış bir millet olarak kendi devletlerini kurmalıydılar. İttihatçıların, I.Cihan Harbi sırasında uygulamaya koydukları İslamcılık fikri, savaş koşullarında Türk olmayan Müslüman tebaayı devletin yanında tutmayı amaçlayan siyasî bir oyundan ibaretti.

8

İttihat ve Terakki Cemiyetinin üç muktediri Enver, Talat ve Cemal Bey’ler, Abdulhamid’in uzun yıllar uyguladığı çetrefilli denge politikasını bir kenara bırakarak Almanya’ya yakınlaştılar. Onlara göre, I. Cihan Harbi’ni Almanya kazanacak, Osmanlı İmparatorluğu da elden çıkan yerleri geri alabilecekti. İttihatçılar, ordunun yanında, Enver Paşa’nın kurduğu gizli örgüt “Teşkilat-ı Mahsusa” aracılığıyla canla başla mücadele etmelerine rağmen, savaş hem ittihatçılar hem de Osmanlı Devleti açısından tam bir felaketle sonuçlandı. Enver, Cemal ve Talat Beyler ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar. Kimi tarihçiler, Enver Paşa’nın, savaşın sonunu hesap ederek Anadolu’da bir direniş için zemin oluşturduğunu, Kuvay-i Milliye hareketinin bu zemin üzerinde şekillendiğini söylerler. Dahası, Anadolu’da 1922 yılına kadar Enver Paşa’nın gelip hareketin başına geçeceği düşünülmüştür. Ancak bu gerçekleşmemiş, İzmir suikastı sonrasında kalan İttihatçılar da Ankara hükümeti tarafından idam ettirilerek, İttihatçılıkla başlayan hareket Kemalizm’e evrilmiştir.

9

1900’lerin başındaki Çin, İran ve Türk Devrimleri’yle bunların hemen sonrasında gerçekleşen Rus Devrimi’ni karşılaştıran tarihçiler, 1908 İhtilali’nin diğer üçünden farklı olduğunu vurgularlar. Çin, İran ve Rus Devrimleri’nde mümkün olduğu kadar halka yaslanılmış, halk devrime ortak edilmeye çalışılmış ve bariz biçimde halkın çıkarları ön plana çıkarılmıştır. İttihat ve Terakki’nin bizzat halka yönelik bir planı ya da teklifi yoktur. Dahası, o tıpkı halefi Cumhuriyet’te olduğu gibi halka güvensizlik beslemiş, yalnızca seçkin bir askerî–bürokratik elite yaslanmıştır. Amacı da, halkın hayat koşullarını yükseltmekten çok idarî yapıyı ele geçirmek ve devleti korumaktır. Bu açıdan bakıldığında İttihatçılık muhafazakâr seçkinci bir harekettir. Devletin bekâsının kendilerine bağlı olduğunu düşünen, onu korumak için her türden gayr-i hukukî yöntemlere başvuran İttihatçılar, korumayı amaçladıkları siyasî yapıyı terörize etmiş, hukuksuzlaştırmış ve yönetilemez hâle getirmişlerdir. Cumhuriyet Dönemi’nde de bu ittihatçı gelenek varlığını devam ettirmiş, kimi zaman askerî, kimi zaman bürokratik, kimi zaman siyasî yollarla, kimi zaman da gayr-i meşrû örgütlenmelerle devletin bekâsından kendini sorumlu hissetmiştir. Kuşkusuz bu durum devlet içinde devletin peyda olması sonucunu doğurmuştur. Bir devletin içinde başka bir devlet ortaya çıkmışsa, artık halkın tercihi ikinci plana atılmış demektir. Başlangıcından beri halk için bir planı olmayan ittihatçı gelenek, onu her an yanlış yöne kanalize olacak bir kitle gözüyle gördüğü için, halka karşı da tedbiri elden bırakmamıştır. Eğer halk istemedikleri bir yönetimi iktidara getirmişse, ittihatçılar için bu durumda yapılması gerekenler bellidir.