neslinur
Sat 2 January 2010, 03:02 pm GMT +0200
İstiğfar - Tevbe
İslâmiyetin ilk asırlarında yetişen velîlerden Ali bin Abdullah bin Abbâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) uzun boylu, heybetli, güzel yüzlü bir zât idi. Sesi gür ve çok tesirliydi. Allahü teâlâdan af ve merhâmet husûsunda Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîfini bildirdi: "Kim istiğfâra iyi sarılırsa, Allahü teâlâ, onu her türlü keder ve sıkıntıda bir ferahlık ve rahatlık, darlık zamânında ise, çıkış ihsân eder. Onu, kendisine yetecek şekilde rızıklandırır."
Tâbiîn tanınmışlarından büyük velî Bekr bin Abdullah Müzenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir vâzında şöyle buyurdular ki: Günâhı çok yapı- yorsunuz. Halbuki istiğfârı çok yapmalısınız. Çünkü, insan âhirette, amel defterinde iki satır arasında istiğfâr görünce çok sevinir."
Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir hatâ işlediğiniz zaman istigfâr edin, hatâda ısrâr helâk olmaya sebeptir. Bir kimse geçim darlığı çekiyorsa istigfâra devam etsin."
Yine buyurdular ki: "Bir kimse, sevdiği bir malının elinde devamlı kal- masını isterse, ona baktıkça, "Mâşâallah, lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (yâni, Allah´ın dilediği olur, kuvvet O´nundur) desin!"
Hindistan´ın büyük velîlerinden Ebü´l-Hayr Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde sık sık şöyle nasihat ederdi: "Çok istiğfâr ve Lâ hav- le velâ kuvvete illâ billah, okuyunuz. Kalpteki vesveselerden ve günah- lardan uzaklaşmak için çok faydalıdır."
Türkistan´da yetişen büyük velîlerden Kâdı Muhammed Zâhid (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Bir yandan Allahü teâlânın emirleri- ne uymayıp, bir yandan da, "Estagfirullah, Estagfirullah" demek, istigfâr değildir. İstigfârın mânâsı; Allahü teâlânın emirlerine uymak, yasak ettiği şeylerden sakınmaktır. Allahü teâlânın rahmetine ve magfiretine yol aça- cak sebeplere yapışmak lâzımdır. Zulüm ve isyân gibi işleri yapmaktan sakınmalıdır."
Tâbiînden, meşhûr hadîs hâfızlarından ve velî Mekhûl eş-Şâmî (rah-
metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Bir ümmet içerisinde, her gün, yirmi beş kişi Allahü teâlâya, yirmi beş defâ istiğfâr ederse (bağışlanmalarını dilerse), umûma âit azabla Allahü teâlâ, onları cezâlandırmaz.?
Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahme- tullahi teâlâ aleyhâ) çok defâ şöyle derdi: "İstiğfâr etmekle kurtulduk sanırız... Halbuki o istiğfârımız da, bir başka istiğfâra muhtaçtır."
Evliyâdan ve büyük İslâm âlimlerinden Vekî´ bin Cerrâh (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri; birisi kendisine eziyet etse, hemen oracıkta oturur, çok üzülür ve; "Eğer Allahü teâlâya karşı bir günah işlemeseydim, Allahü teâlâ bunu başıma musallat etmezdi." der, istigfâra başlar, cenâb-ı Hakka günahını bağışlaması için yalvarırdı.
Horasan´ın büyük velîlerinden Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki:
TÖVBE BİR HAZÎNEDİR
Ahmed Nâmıkî Câmî, ümmîydi gerçi fakat,
Kitap yazıp herkese, ederdi çok nasihat.
Tövbe etmek hakkında, buyurdu: "Ey insanlar,
Büyük bir hazînedir, günahlara istigfâr.
Hak teâlâ buyurdu: "Tövbe edin hepiniz,
Ancak tövbe etmekle, kurtulabilirsiniz."
Benim tövbe edecek, bir hâlim yoktur demek,
Müslümana yakışan, bir söz olmasa gerek.
Şöyle ki, rağbet etse, bir insan bu dünyâya,
O, her bir nefesinde, her an girer günaha.
Zîrâ Peygamberimiz, şöyle buyurmuşlardır:
"Dünyâya düşkün olmak, günahların başıdır."
Bir saatte, bin nefes, insan alıp veriyor,
Bu, yirmi dört saatte, yirmi dört bin oluyor.
İşte bu nefesleri, kul alırsa gafletle,
Yâni sarılmış ise, dünyâya muhabbetle.
Ve bir günah işleyip, üzülmüyorsa şâyet,
Onun her nefesine, yazılır bir mâsiyet.
Bir günde yirmi dört bin, günah eder bu ise,
Demek ki tövbe etmek, ne kadar lâzım bize.
Eğer tövbe edersek, şartlarına uyarak,
Günahları sevaba, çevirir cenâb-ı Hak.
İstiğfârın üç şartı, vardır ki onlar şudur:
Birincisi, günaha, gönülden pişman olur.
İkincisi, Allaha, tövbe eder diliyle,
Üçüncüsü, o işi, terk eder bedeniyle.
Kul, böyle hâlisâne, tövbe ederse şâyet,
Hak teâlâ o kulu, eder af ve mağfiret.
.
Yerdeki hayvanâtla, göklerdeki melekler,
Onun iyiliğine, her an duâ ederler.
Tövbeyi, sırf günahta, lâzım bilme kendine,
İbâdet yapınca da, lâzımdır tövbe yine.
İbâdeti beğenmek, olur gurur ve kibir,
Bu dahî günah olup, tövbeyi gerektirir.
İslâma hizmetini, bilirse kendisinden,
Hemen tövbe istiğfâr, lâzım olur peşinden.
Bir âlim, kendisini, gayriden bilse iyi,
Bu da bir günah olup, gerektirir tövbeyi.
İnsan her adımını, atarken bile hattâ,
"Günah işlerim" diye, titremeli âdetâ.
Köle, efendisine, hizmette etse kusûr,
Ona, mükâfat değil, elbette cezâ olur.
Kul da, Rabbine karşı, bir kusûr işlemekten,
Korkmalı, titremeli, Cehennem´e düşmekten.
Hâlis kul, bu korkuyla, geçirir günlerini,
Îdâma mahkûm olmuş, biri görür kendini.
İşlediği günahlar, hâtırından çıkmaz hiç,
Bunun ızdırabıyle, bulamaz huzûr, sevinç
Azâba yakalanmak, korku endişesiyle,
Geceleri kalkarak ağlar hep göz yaşıyle.
Günahım af olmazsa, ne olur hâlim acep?
Diye düşünerekten, göz yaşları döker hep.
O kulun bu hâline, gıpta eder melekler,
Öğünür onun ile, basıp geçtiği yerler,
Oturup kalkar ise, bir toprak üzerine,
Diğer yerlere karşı, öğünür o da yine.
Bir su veya dereden, geçtiğinde, o sular,
Ederler onun için, heran tövbe istiğfâr."
Şam velîlerinin büyüklerinden Berk (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz- retleri buyurdular ki:
İŞİ GECİKTİRMEYİN
Şam şehrinde yetişen, büyük bir evliyâdır,
Şaşılacak yüzlerce, kerâmetleri vardır.
Güzel ahlâk sâhibi, üstün bir velî idi,
Herkesçe sevilir ve çok hürmet edilirdi.
Bir gün Şam´ın kâdısı, binerek hayvanına,
Hayvanını durdurup, ona baktı bir zaman.
Zîrâ hazret-i Berk´in, hâli çok mânidardı,
Bir elinde kalın ve büyük bir sopa vardı.
Bir hırka duruyordu, önünde hem o zaman,
O hırkaya şiddetle, vuruyordu durmadan.
Her vuruşta, hırkadan, kanlar fışkırıyordu,
Vurdukça çıkan kanlar, etrâfa sıçrıyordu.
Sanki harp ediyordu, düşmanla hazret-i Berk,
Kendinden geçiyordu, "Allah Allah" diyerek.
Hayretten dona kaldı, o an kâdı efendi,
O hal sona erince, yaklaşıp suâl etti.
Dedi ki: "Ey efendim, ne idi o hâliniz?
Hikmetini bana da, lütfen söyler misiniz?"
Buyurdu: "Kâfirlerle, müminlerden bir ordu,
Falan yerde tutuşmuş, çetin harp ediyordu.
Müminler zayıf idi, yardım ettim onlara,
Çok şükür müslümanlar, gâlip geldi küffâra.
Eğer yetişmeseydim, yardımına onların,
Hezîmeti olurdu, bu harp müslümanların.
Kâfirlerin halleri, çok fenâdır şu anda,
Ve küffâr kanlarıydı, o fışkıran kanlar da."
Şam kâdısı duyunca, hazret-i Berk´ten bunu,
Anladı bu kimsenin, hâl ehli olduğunu.
O günün târihini, not etti bir kenara,
Müslümanlar dönünce, sordu bunu onlara.
Onlar da hâdiseyi, şöylece anlattılar,
Dediler: "Kuvvetliydi, kat be kat bizden onlar.
Mağlup oluyorduk ki, neredeyse küffâra,
Havada çok heybetli, bir zât gördük o ara.
Elindeki sopayla, düşmana vurdu, vurdu,
Vurdukça küffâr kanı, etrafa sıçrıyordu.
Onun yarıdmı ile, düşmana gâlip geldik,
Lâkin o zât kim idi, onu hiç bilemedik."
Şam kâdısı dedi ki: "O, hazret-i Berk idi,
Size tâ Şam şehrinden, yardıma gelmiş idi.
Derdi ki: "Ey insanlar, sakın gaflet etmeyin,
Tövbe ve istiğfârı, bir an gecktirmeyin.
"Sonra tövbe ederim", derseniz bu gün eğer,
Nasib olmayabilir, âni gelir eceller.
İşi, biraz sonraya, bırakmayın ki aslâ,
Böyle geciktirenler, pişmân olur pek fazla.
Zîrâ buyurmuştur ki, bir gün Nebiyy-i zîşân;
"Sonraya bırakanlar, elbette eder ziyân."
Aklı olan, dünyâda, gelmeden henüz ecel,
Ölüm ve Âhirete, hazırlanır mükemmel.
Bilir ki dünya fânî, ebedîdir âhiret,
Esas âhiret için, gösterir fazla gayret."
Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Günâhlara tövbe etmeyi geciktirmek, Allahü teâlâya karşı mağrûr olmak, kibirli olmaktır."
Büyük velîlerden Ebû Câfer bin Sinan (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kimsenin işlediği günahlara tövbe etmemesi, o günahı işlemesinden daha kötüdür."
Hindistan´da yetişen Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Altı çeşit tövbe vardır: 1) Kalp ile tövbe: Kalben bütün kötü arzularını firenler ve önler. Kıskançlığı ve nefsin diğer arzularını öldürür. Kul ile Allahü teâlâ arasındaki perdelerin kalkmasına yardım eder. 2) Dil ile tövbe: Kötü sözler söy- lemekten dili alıkoymak ve onu devamlı Allahü teâlâyı zikre ve Kur´ân-ı kerîm okumaya alıştırmak demektir. Muhabbet yolunda sâdece diline hâkim olabilen ve onu zikirde kullananlar muvaffak olurlar. Tek başına kalb ile tövbe, Allahü teâlâya kavuşmak için yeterli değildir. Kulaklar, gözler eller ve nefs kalbin kölesidirler. Bu yüzden bunlar, dil ile yapılan tövbe ile kontrol edilebilirler. 3) Göz ile tövbe: Harama bakmamak ve başkalarının kusûrlarını görmemektir. 4) Kulak ile tövbe: Sûfîlerin kulağı, Allahü teâlânın zikrinden başka birşey duymamalıdır. 5) Ayak ile tövbe: Ayakları haramlardan ve kötülüklere gitmekten korumaktır. 6) Nefs ile tövbe: Nefsin arzularını firenliyerek yapılan tövbedir. Bu tövbelerin dışında; tövbe-i hâl, tövbe-i mâzi ve tövbe-i müstakbel olmak üzere üç tövbe daha vardır. Tövbe-i hâl: Yeni işlediği günahlara tövbe etmek ve ileride işlememeye yemin etmektir. Tövbe-i mâzi: Geçmişte yapmış olduğu günahlar için tövbe etmektir. Tövbe-i müstakbel: Gelecekte hiç günah işlememek için Allahü teâlâya yalvarmaktır."
Mısır velîlerinden Bennân el-Hammâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tövbe iki çeşittir. Biri avâmın tövbesi, biri de seçilmişlerin tövbesidir. Avâmın tövbesi günâhlardan tövbedir. Seçilmişlerin tövbesi gafletten tövbedir. Avâm ile havâssın, seçilmişlerin tövbelerinde fark var- dır. Avâm, günahlardan ve kötülüklerden tövbe eder. Havâs ise bunları zâten işlemez. Fakat onların tövbesi yanılmaktan, gaflete düşmekten ve yaptığı ibâdet ve tâatı sebebiyle kendini beğenme korkusundan tövbedir.
Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri "Cehennem korkusu veya Cennet arzusu ile tövbe etmek mümkün değildir. Allahü teâlâ, Bekara sûresi 222. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Muhakkak ki Allahü teâlâ tövbe edenleri sever." buyuruyor. Burada bildirilen sevgiye kavuşmak için, tövbe etmelidir." buyurdular.
Yine buyurdular ki: "Hakîkî tövbe; tövbe, inâbe ve evbe olmak üzere üç kısımdır. Cehennem´de azâb görmek korkusu ile, günâha pişman olmak tövbedir. Cennet nîmetlerine kavuşmak ümidi ile günaha pişman olmak inâbedir. Bunlarla alâkalı olmaksızın, tövbe etmek, Allahü teâlânın emri olduğu için, emre uyarak günaha pişman olmak ise evbedir."
Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tövbe husûsunda; "Tövbe; pişmanlık ve günahı bırakmaktır."
"Affa, mağfirete, müsâmahaya kavuşurum diyerek, günahlardan töv- be etmeyi terk etmek, o günahı işlemekten daha beterdir. Tövbe ve piş- manlıkta Allahü teâlânın hoşnûdluğu vardır." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr Kettânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlânın, Arşın altında sabâ isimli bir rüzgârı vardır. Bu rüzgâr, seher vakti eser ve seher vakti gönülden tövbe ve istiğfâr edenlerin hallerini Allahü teâlâya götürür."
"İstigfâr, tövbedir. Tövbe, şu altı şeyi ihtivâ eder: Yaptığına pişman olmak. Bir daha günah işlemeyeceğine azmetmek. Kaçırdığı farzları yerine getirmek. Üzerinde olan hakları sâhiplerine vermek. Haramdan hâsıl olan vücuttaki fazlalıkları atmak. Bedene, günahın tadını tattığı gibi, ibâdet zevkini tattırmak."
"Allahü teâlâ, bir mümin kulunun dilini özür dilemek için açtığı zaman, peşinden de af ve mağfiret kapısını açar."
Yine buyurdular ki: "Tövbe; kötü şeylerden tamâmen uzaklaşmak, Allahü teâlânın emirlerine yönelmek, sıkıntılara göğüs germek, nefsin ar- zularına karşı koymak, sıkıntılara sebât etmek, doğru yola kavuşmak, Allahü teâlânın dostluğuna ve yardımına mazhâr olmaktır."
Evliyânın büyüklerinden, hadîs, kelâm ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Fahr-ül-Fârisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir vâzında tövbe hakkında şöyle buyurdular: Allahü teâlâ, Nûr sûresinin 31. âyet-i kerîmesinde me- âlen; "Ey müminler! Hepiniz, Allahü teâlâya tövbe ediniz. Tövbe etmekle kurtulabilirsiniz." buyurdu.
Resûlullah efendimiz de Eshâbına (radıyallahü anhüm); "Sizden biriniz bineğini kaybedip, sonra onu bulunca sevinmez mi?" diye sordu. Onlar; "Evet, sevinir yâ Resûlallah!" deyince, Resûlullah efendimiz; "Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlâ, kulunun tövbesine, sizden birisinin bineğini bulduğu zamanki sevinmesinden daha fazla sevinir." buyurdu. Allahü teâlânın sevinmesi: Tövbe eden kulunu af ve magfiret ederek ihsânda bulunması, tövbesini kabûl ederek ona ikrâm etmesidir.
Tövbenin üç şartı vardır: Yaptığı günahlara pişmân olmak, o anda günahtan el çekmek, sonra bu günahları ve benzerlerini bir daha işlememeye karar verip azmetmektir.
Resûlullah efendimizin bir hadîs-i şerîflerinde: "Nedâmet, pişmanlık tövbedir." buyurması, yapılan günâha pişmanlık duyulması, tövbenin en büyük şartı olduğundandır.
Tövbe, rücû etmek, dönmek demektir. Hadîs-i şerîfte şöyle buyurul- du: "Dikkat ediniz! Âdemoğlunun cesedinde bir et parçası vardır ki, o iyi olunca, bütün beden iyi olur. O bozuk olunca, bütün beden bozuk olur. Dikkat ediniz! O et parçası kalptir." Kalp, yapılan günah ve kötülük sebe- biyle uyanıp, Allahü teâlânın yardımı ile onda, o günahları terk ettirecek ve bir daha o günahlara döndürmeyecek bir durum hâsıl olursa; insan, Hakka tâate, O´nun rızâsını kazanmaya dönme sebeplerine hazırlanmak için harekete geçer ki, bunun kapısı da tövbedir.
Tövbeye hazırlanmanın alâmetlerinden biri de, kötü arkadaşları terk etmektir. Çünkü, kötü arkadaşlardan uzaklaşmak, onlarla düşüp kalkmamak, kalpte Allahü teâlânın emirlerine karşı gelme hâlini ortadan kaldırır. Kötü arkadaşların yanından ayrılınca, artık, iyi ve sâlih arkadaşlarla berâber oturup kalkmaya başlar. Sâlih, iyi ve temiz arkadaşlar, onun cehâletten ilme, kibirden hilme ve cimrilikten cömertliğe, dünyâ hırsı ve ona düşkün olmaktan kanâate, uzun emel sâhibi olmaktan zühde ve dünyâya rağbet etmemeye, ayrılıktan birliğe, hep kendisini düşünüp, kendisi için istemekten başkalarını kendisine tercih etmeye, yâni îsâra, dünyâdan âhirete, gülmekten dolayı yaptığı kötülükler ve günahları için ağlamaya, onlar için pişmân olmaya, gaflet hâlinden uyanıklık hâline dönmesini temin ederler.
Tövbe, yapılış gâyesine göre üç çeşittir: Birincisi, herkesin bildiği töv- bedir. O da; günâhından dolayı cezâ görmekten kurtulmak için tövbe e- den kimsenin tövbesidir. İkincisi; "inâbe" dir ki, bu da; daha fazla sevâ- ba ve yüksek derecelere kavuşmak isteyen kimsenin tövbesidir. Üçün- cüsü de; "evbe"dir ki, o da; sevap arzusu veya azap korkusundan değil, yalnız Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için yapılan tövbedir.
Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tövbenin şartlarına uygun olarak hem dil, hem de hâl ile yâni günahları, haramı terk etmekle ve hak sâhipleriyle helâl- laşmakla yapılması lâzım olduğunu belirtmiştir. Şartlarına uygun olma- yan tövbenin tam tövbe olmadığını belirtmek için; "Bizim tövbemiz de tövbeye muhtaçtır." demektedir.
Anadolu´da yaşamış büyük velîlerden Eşrefoğlu Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir şiiri şöyledir.
TÖVBEYE GEL
Ey hevâsına tapan,
Tövbeye gel, tövbeye,
Hakka tap, Haktan utan,
Tövbeye gel, tövbeye.
Nice nefse uyasın,
Nice dünyâ kovasın,
Vakt ola usanasın,
Tövbeye gel, tövbeye.
Nice beslersin teni,
Yılan çıyan yer anı,
Ko teni, besle cânı,
Tövbeye gel, tövbeye.
Sen dünyâ-perest oldun,
Nefsin ile dost oldun,
Sanma dirisin, öldün,
Tövbeye gel, tövbeye.
Sen teni, sandın seni,
Bilmedin senden teni,
Odlara yaktın cânı,
Tövbeye gel, tövbeye.
Gör bu müvekkelleri,
Yazarlar hayrı, şerri,
Günâhtan gel sen beri,
Tövbeye gel, tövbeye.
Ey miskin Âdemoğlu,
Usan tutma âlemi,
Esmeden ölüm yeli,
Tövbeye gel, tövbeye
Ölüm gelecek nâçar,
Dilin tadını şeşer,
Erken işini başar,
Tövbeye gel, tövbeye.
Göçer bu dünyâ kalmaz.
Ömür pâyidâr olmaz,
Son pişman, assı kılmaz
Tövbeye gel, tövbeye.
Tövbe suyuyla arın,
Deme gel bugün yârın,
Göresin Hak dîdârın,
Tövbeye gel, tövbeye.
Eşrefoğlu Rûmî sen,
Tövbe kıl erken uyan,
Olma yolunda yayan,
Tövbeye gel, tövbeye.
Evliyânın büyüklerinden Hâtim-i Esam (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tövbe; gafletten uyanmak, günahı hatırlamak, Allahü teâlâ- nın lütfunu, hükmünü zikretmektir."
"Tövbekâr dört şeyi yapar: Lisânını gıybetten, yalandan, hasedden, boş sözden korur. Kötü arkadaşlardan ayrılır. Günahını hatırladığı zaman, Allahü teâlâdan hayâ eder. Ölüme hazırlanır. Böyle olup da Allah´ın rızâsı dışında iş yapmayan kimseyi, Allahü teâlâ sever. Şeytandan korur ve Cehennem´den emin kılar."
Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu- lar ki: "Tövbe, ilmin kötülediği her şeyden, ilmin methettiğine dönmektir."
Yine buyurdular ki: "Kim amel ederek tövbesini düzeltirse, tövbesi kabûl olunur."
"Tövbe inâbe ve icâbe tövbesi olmak üzere iki kısımdır. İnâbe tövbesi cezâ korkusu ile yapılan tövbedir. İcâbe tövbesi ise sırf Allah sevgisi ile yapılan tövbedir."
Hindistan´da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâ- m-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Tesbih okumak (sübhânellah demek), tövbenin anahtarı ve hattâ özüdür.
Tâbiînin ve âlimlerin büyüklerinden veli Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Gizli işlenen günahın tövbesi gizli, âşikâre işlenen günahın tövbesi âşikâre olur.?
Evliyânın meşhûrlarından ve büyük İslâm âlimi Muhammed Ma´sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Günahlardan hemen sonra tövbe yapılırsa ve tövbe günahtan sonra üç saat içinde yapılırsa o günah amel defterine yazılmaz."
"Tövbe kapısı açıktır. Allahü teâlâ raûf ve rahîmdir. Kimse kusurdan hâli değildir. Ümidli olmalıdır."
Meşhûr velîlerden Rûzbehân Baklî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Tövbe, nefse uymaktan dönmek, kalbin Hak yoluna girmesidir.?
Büyük velîlerden Yahyâ bin Muâz-ı Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Tövbeden sonraki bir günah, tövbeden önceki yetmiş gü- nahdan daha çirkindir. Kalb ve beden hastalıklarımız için en iyi ilâç, gü- nahı terketmektir.?
Hindistan evliyâsından ve hadîs âlimi Abdülhak-ı Dehlevî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir ara İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazılarını beğenmez, îtiraz yazıları yazardı. Fakat, son zamanlarda, Allahü teâlânın inâyetine kavuşarak, yapdıklarına piş- mân oldu. Tövbe etti. Hâce Muhammed Bâkî´nin mezun ettiği talebelerin- den Mevlânâ Hüsâmeddîn Ahmed´e, bu tövbesini şöyle yazdı:
"Allahü teâlâ, Ahmed-i Fârûkî´ye selâmetler ihsân etsin! Bu fakîrin kalbi, şimdi ona karşı çok hâlis oldu. Beşeriyet perdeleri kalktı. Nefsin lekeleri temizlendi. Yol birliğini bir tarafa bırakalım, böyle bir din büyüğüne karşı durmamak, akıl îcâbı idi. Ne insafsızlık, ne câhillik etmişim. Şimdi kalbimde vicdânımda duyduğum mahcûbiyeti, ona karşı küçüklüğümü anlatamam. Kalbleri çevirmek, hâlleri değiştirmek, Allahü teâlâya mahsûstur."
Abdülhak-ı Dehlevî, kendi çocuklarına da mektup yazarak:
"Ahmed-i Fârûkî´nin sözlerine karşı îtirâzlarımın müsveddelerini yırtınız! Kalbimde ona karşı hiç bir bulanıklık kalmamıştır. Kalbim ona karşı hâlis olmuştur." dedi.
Abdülhak-ı Dehlevî´nin tövbesinin sebebi iyi bilinmiyor. Bu hususta bâzıları rüyâsında sevgili Peygamberimizin azarladığını, bâzıları da; yaptığı bu îtirazların düşmanlarca gönderilen uydurma bir mektup yüzünden olduğunu, gerçeği anlayınca pişman olup tövbe ettiğini söylemişlerdir. Ayrıca Kur´ân-ı kerîmi, bu niyetle birkaç defâ açtığını ve; "Yalancı ise, zararı onadır. Doğru söylüyorsa, Allahü teâlâ vâd ettiklerinden bâzısını başınıza getirir!" ve; "Onlar Allahü teâlânın sevgili kullarıdır. Alış-verişte bile Allahü teâlâyı kalplerinden çıkarmazlar." meâlindeki âyet-i kerîme- lerin tesiri üzerine olduğunu haber vermişlerdir.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetleriyle şereflendi. Onun sâdık talebelerinden oldu. Teveccühlerine kavuşarak, feyz ve bereketlerinden istifâde etti.
Suriye´de yetişen evliyâdan Seyyid Abdülhakîm Hüseynî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir sohbeti sırasında tövbe ile ilgili olarak şöyle buyurdular:
Tövbe geçmiş günahları pişmanlıkla terk etmek ve gelecekte yapmamaya azmetmektir. İşte bu hâl insana on güzel ahlâk ve hasleti kazandırır. Bu hasletlere tövbenin şartları denir. Birincisi; ikinci bir seferde günah işlememektir ki farzdır. İkincisi; tutulduğu günahları terk etmek ve işlediği için üzülmektir. Üçüncüsü; Allahü teâlâya yönelip kazâsı gereken ibâdetleri kazâ etmek, keffâreti gerekenin keffâretini vermek, kul hakkına âit iâdesi gerekeni yerine vermektir. Abdurrahmân Tâgî hazretleri; "Utan- cından dolayı gasb ettiği ve çaldığı malı sâhibine iâde etmeyen veya helâllaşmayanın zulüm ile ilgili tövbesi sahîh değildir." buyurdu. Dördün- cüsü; yaptığından pişmanlık duymak ve hattâ ağlayarak suçunu idrâk etmektir. Beşincisi; istikâmeti düzeltmek için bütün tedbirleri almak, bilfiil istikâmet yoluna girmek, ölünceye kadar istikâmetten ayrılmamayı azim- le kasd eylemektir. Altıncısı; günahlarının âkibetinden korkmaktır. Yedin- cisi; günahlardan vaz geçtiği için affedilmek ve cenâb-ı Hakk´ın mağ- firetini ümid etmektir. Sekizincisi; dergâh-ı ilâhiyede günahlarını îtirâf e- dip affını taleb etmektir. Dokuzuncusu; günahları Allahü teâlânın takdîri ve adâleti ile olmuş bilmek ve Allahü teâlânın tövbeyi nasîb ettiğine inan- maktır. Onuncusu; sâlih amellere devâm etmektir.
Tövbeyi geciktirmemelidir. Tövbenin zamânı, ruh gargarayı geçmeyinceye kadardır. Gargarayı geçince kâfirin îmânı kabul olmadığı gibi müminin tövbesi de makbûl değildir. "Muhakkak Allahü teâlâ kulun tövbesini cân gargaraya gelmeden önce kabûl eder." hadîs-i şerîftir. Nihâyet can boğazına çıkınca ne kâfirin îmânı, ne de müminin tövbesi kabûl değildir."
Evliyânın meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki "Semâ tavanının seyyâreleri olduğu gibi, her bir gaflet ve hatânın da bir keffâreti vardır. Mü´minlerin günahlarının keffâreti tövbedir."
Evliyânın meşhûrlarından Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Günah işlendiğinde, yapılacak en faydalı iş nedir?" denildiğinde, cevaben;
"Bir kimse bir günahı yapıp, sonra onu gözünün önüne getirip, ölünceye kadar, ben Rabbimin emrine niçin karşı geldim, niçin bu günâhı işledim? diye pişman olup, bir daha, öyle bir günaha dönmemesidir." buyurdular. İşte bu, tövbe-i nasûh, yâni bir daha günaha dönmemek üzere yapılan tövbedir.
Mısır evliyâsından Seyyid Ahmed-i Bedevî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerine, talebesi Abdül´âl´ın, tövbe-i nasûhun ne olduğunu sor- ması üzerine şöyle buyurdular: "Tövbenin hakikati, geçmiş günahlara pişman olmak, gelecekte olacağa istigfâr etmek, affını istemektir. İşlenen günâha tamamen pişman ve bîzâr olmak, bir daha o günahı işlememeye cânu gönülden azmetmek ve bu çeşit bir tövbe ile kalbi temizlemekten ibârettir.
Horasan´ın büyük velîlerinden Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Tövbe, müslüman olsun olmasın, her akıllı kimsenin ihtiyâcı olan bir şeydir. Bir iş yapan ve onun kötü olduğunu gören herkesin pişman olup, tövbe etmesi vâcib olur. Tövbe etmezse kendine zulüm etmiş olur."
"Üzerine farz olan ilimlerden bir meseleyi öğrenmek insana, bütün dünyâdaki kazançların hepsinden yapacağı ve ele geçireceği altın ve gümüşlerinden daha iyi ve üstündür. Tövbe eden ve etmeyen herkese, ilim öğrenmekten daha iyi hiçbir şey yoktur. İşlerin hepsi ilim ile doğru olur ve ilimsiz hiçbir iş yapılmaz."
Horasan´da yetişen velîlerin meşhurlarından, tefsîr, kırâat, hadîs, fıkıh ve tasavvuf âlimi olan Alâüddevle Semnânî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri buyurdular ki: "Tövbe; geçmişte yapılan günâh ve hatâya pişmân olmak ve onu, ondan sonra terketmektir."
Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ey îmân edenler, Yüce Allah´a nasuh tövbesi ile tövbe ediniz." meâlindeki Tahrim sûresinin sekizinci âyetini açıklarken buyurdu ki; "Bu âyet-i kerîmede hem işâret, hem de müjde vardır. Tövbeden dönseniz de tövbe ediniz demesi işârettir. Müjde ise tövbenin kabûlüdür. Çünkü Allahü teâlâ tövbeyi kabûl etmeyecek olsaydı, bunu emretmezdi. Emretmesi kabûl etmesini gösteriyor. Ancak tövbe dilden değil, gerçekten kusurunu bilerek kalpten olmalıdır.
Meşhûr velîlerden ve akâid imâmı Amr bin Osman Mekkî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tövbe için bir özür olmaz. Bütün günâh- kâr kullara ve âsilere tövbe farzdır. Yaptıkları ister büyük, ister küçük gü- nah olsun."
Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin onuncusu
Ârif-i Rivegerî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdu ki:
DÜNKÜ GÜNAHINA TÖVBE ET!
Evliyâ-ı kirâmdan, şânı büyük bir velî,
İlmiyle insanlara, oldu çok fâideli.
Aslen Buhâralıdır, Rivgir´de doğdu fakat,
Uzun bir ömür sürüp, o yerde etti vefât.
Başladı küçük yaşta, din ilmini tahsîle,
Zâhirî ilimlere, çalışırdı zevk ile.
Hocası çok sever ve takdîr ederdi onu,
Bilirdi onda büyük, bir cevher olduğunu.
O yerde Abdülhâlık Goncdüvânî nâmında,
Çok büyük bir velî de, var idi o zamanda.
Lâkin "büyük" bilmezdi, önceden kendisini,
Ve başka hocalardan, alırdı hep dersini.
Bir gün Abdülhâlık-ı Goncdüvânî´yi gördü,
Çarşıdan erzak almış, evine dönüyordu.
Baktı ki taşıdığı, çantası ağır gâyet,
Kalbinde bu velîye, duydu büyük muhabbet.
Yükünü taşımakta, bir yardım etmek için,
Edeble yaklaşarak, istedi ondan izin.
Hazret-i Abdülhâlık, onun bu teklîfini,
Derhal kabûl ederek, verdi elindekini.
Berâber yürüyerek, geldiler eve kadar,
Orada muhabbetle, etti ona bir nazar.
Buyurdu ki: "Evlâdım, bir saat sonra yine,
Bekliyorum seni ben, bu öğlen yemeğine."
"Peki efendim" deyip, ayrıldı ondan, fakat,
O anda kalbi sanki, yeniden buldu hayat.
Onu gördükten sonra, bir başka oldu hâli,
Zîrâ kaplamış idi, onu aşk-ı ilâhî.
Bir saat sonra tekrar, geldi yine o zâta,
Berâber yemek yiyip, kavuştu iltifâta.
O kadar bağlandı ki, bu mübârek velîye,
O günden sonra artık, gitmedi medreseye.
Çünkü aradığını, bulmuş idi o artık,
Hiçbir şey görmüyordu, olmuştu ona âşık.
Zîra onun kalbinden, feyz ve nûrlar, o zaman,
Artık bunun kalbine, akıyordu durmadan.
Lâkin o, medreseye, gitmediğinden sebep,
Evvelki hocaları, kızarlardı ona hep.
Ve hattâ bir tânesi, çok baskı yapıyordu,
Ağır sözler söyleyip, hakâret ediyordu.
Bir gün eski hocası, rastladı ona yine,
Hakâretler ederek, dedi: "Dön mektebine!"
Hâlbuki bir gün evvel, mümine yakışmayan,
O bir günah işleyip, olmuştu sonra pişman.
Ârif-i Rîvegerî, üstün firâsetiyle,
Anlayıp, şöyle dedi, ona kırık kalbiyle:
"Efendim, siz benimle, uğraşacağınıza,
Oturup tövbe edin, dünkü günâhınıza."
O bunu işitince, eyledi çok taaccüb,
Günâhını düşünüp, utandı, oldu mahcûb.
Bildi bu talebenin, yüksek kerâmetini,
Anladı bu hâlinin, nereden geldiğini.
O da Abdülhâlık-ı Goncdüvânî´ye gidip,
Oldu bir talebesi, yanında tövbe edip.
Bu velî göç edince, âhiret âlemine,
Ârif-i Rîvegerî, geçti onun yerine.
İslâmiyetin ilk asırlarında yetişen velîlerden Ali bin Abdullah bin Abbâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) uzun boylu, heybetli, güzel yüzlü bir zât idi. Sesi gür ve çok tesirliydi. Allahü teâlâdan af ve merhâmet husûsunda Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîfini bildirdi: "Kim istiğfâra iyi sarılırsa, Allahü teâlâ, onu her türlü keder ve sıkıntıda bir ferahlık ve rahatlık, darlık zamânında ise, çıkış ihsân eder. Onu, kendisine yetecek şekilde rızıklandırır."
Tâbiîn tanınmışlarından büyük velî Bekr bin Abdullah Müzenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir vâzında şöyle buyurdular ki: Günâhı çok yapı- yorsunuz. Halbuki istiğfârı çok yapmalısınız. Çünkü, insan âhirette, amel defterinde iki satır arasında istiğfâr görünce çok sevinir."
Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir hatâ işlediğiniz zaman istigfâr edin, hatâda ısrâr helâk olmaya sebeptir. Bir kimse geçim darlığı çekiyorsa istigfâra devam etsin."
Yine buyurdular ki: "Bir kimse, sevdiği bir malının elinde devamlı kal- masını isterse, ona baktıkça, "Mâşâallah, lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (yâni, Allah´ın dilediği olur, kuvvet O´nundur) desin!"
Hindistan´ın büyük velîlerinden Ebü´l-Hayr Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde sık sık şöyle nasihat ederdi: "Çok istiğfâr ve Lâ hav- le velâ kuvvete illâ billah, okuyunuz. Kalpteki vesveselerden ve günah- lardan uzaklaşmak için çok faydalıdır."
Türkistan´da yetişen büyük velîlerden Kâdı Muhammed Zâhid (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Bir yandan Allahü teâlânın emirleri- ne uymayıp, bir yandan da, "Estagfirullah, Estagfirullah" demek, istigfâr değildir. İstigfârın mânâsı; Allahü teâlânın emirlerine uymak, yasak ettiği şeylerden sakınmaktır. Allahü teâlânın rahmetine ve magfiretine yol aça- cak sebeplere yapışmak lâzımdır. Zulüm ve isyân gibi işleri yapmaktan sakınmalıdır."
Tâbiînden, meşhûr hadîs hâfızlarından ve velî Mekhûl eş-Şâmî (rah-
metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Bir ümmet içerisinde, her gün, yirmi beş kişi Allahü teâlâya, yirmi beş defâ istiğfâr ederse (bağışlanmalarını dilerse), umûma âit azabla Allahü teâlâ, onları cezâlandırmaz.?
Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahme- tullahi teâlâ aleyhâ) çok defâ şöyle derdi: "İstiğfâr etmekle kurtulduk sanırız... Halbuki o istiğfârımız da, bir başka istiğfâra muhtaçtır."
Evliyâdan ve büyük İslâm âlimlerinden Vekî´ bin Cerrâh (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri; birisi kendisine eziyet etse, hemen oracıkta oturur, çok üzülür ve; "Eğer Allahü teâlâya karşı bir günah işlemeseydim, Allahü teâlâ bunu başıma musallat etmezdi." der, istigfâra başlar, cenâb-ı Hakka günahını bağışlaması için yalvarırdı.
Horasan´ın büyük velîlerinden Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki:
TÖVBE BİR HAZÎNEDİR
Ahmed Nâmıkî Câmî, ümmîydi gerçi fakat,
Kitap yazıp herkese, ederdi çok nasihat.
Tövbe etmek hakkında, buyurdu: "Ey insanlar,
Büyük bir hazînedir, günahlara istigfâr.
Hak teâlâ buyurdu: "Tövbe edin hepiniz,
Ancak tövbe etmekle, kurtulabilirsiniz."
Benim tövbe edecek, bir hâlim yoktur demek,
Müslümana yakışan, bir söz olmasa gerek.
Şöyle ki, rağbet etse, bir insan bu dünyâya,
O, her bir nefesinde, her an girer günaha.
Zîrâ Peygamberimiz, şöyle buyurmuşlardır:
"Dünyâya düşkün olmak, günahların başıdır."
Bir saatte, bin nefes, insan alıp veriyor,
Bu, yirmi dört saatte, yirmi dört bin oluyor.
İşte bu nefesleri, kul alırsa gafletle,
Yâni sarılmış ise, dünyâya muhabbetle.
Ve bir günah işleyip, üzülmüyorsa şâyet,
Onun her nefesine, yazılır bir mâsiyet.
Bir günde yirmi dört bin, günah eder bu ise,
Demek ki tövbe etmek, ne kadar lâzım bize.
Eğer tövbe edersek, şartlarına uyarak,
Günahları sevaba, çevirir cenâb-ı Hak.
İstiğfârın üç şartı, vardır ki onlar şudur:
Birincisi, günaha, gönülden pişman olur.
İkincisi, Allaha, tövbe eder diliyle,
Üçüncüsü, o işi, terk eder bedeniyle.
Kul, böyle hâlisâne, tövbe ederse şâyet,
Hak teâlâ o kulu, eder af ve mağfiret.
.
Yerdeki hayvanâtla, göklerdeki melekler,
Onun iyiliğine, her an duâ ederler.
Tövbeyi, sırf günahta, lâzım bilme kendine,
İbâdet yapınca da, lâzımdır tövbe yine.
İbâdeti beğenmek, olur gurur ve kibir,
Bu dahî günah olup, tövbeyi gerektirir.
İslâma hizmetini, bilirse kendisinden,
Hemen tövbe istiğfâr, lâzım olur peşinden.
Bir âlim, kendisini, gayriden bilse iyi,
Bu da bir günah olup, gerektirir tövbeyi.
İnsan her adımını, atarken bile hattâ,
"Günah işlerim" diye, titremeli âdetâ.
Köle, efendisine, hizmette etse kusûr,
Ona, mükâfat değil, elbette cezâ olur.
Kul da, Rabbine karşı, bir kusûr işlemekten,
Korkmalı, titremeli, Cehennem´e düşmekten.
Hâlis kul, bu korkuyla, geçirir günlerini,
Îdâma mahkûm olmuş, biri görür kendini.
İşlediği günahlar, hâtırından çıkmaz hiç,
Bunun ızdırabıyle, bulamaz huzûr, sevinç
Azâba yakalanmak, korku endişesiyle,
Geceleri kalkarak ağlar hep göz yaşıyle.
Günahım af olmazsa, ne olur hâlim acep?
Diye düşünerekten, göz yaşları döker hep.
O kulun bu hâline, gıpta eder melekler,
Öğünür onun ile, basıp geçtiği yerler,
Oturup kalkar ise, bir toprak üzerine,
Diğer yerlere karşı, öğünür o da yine.
Bir su veya dereden, geçtiğinde, o sular,
Ederler onun için, heran tövbe istiğfâr."
Şam velîlerinin büyüklerinden Berk (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz- retleri buyurdular ki:
İŞİ GECİKTİRMEYİN
Şam şehrinde yetişen, büyük bir evliyâdır,
Şaşılacak yüzlerce, kerâmetleri vardır.
Güzel ahlâk sâhibi, üstün bir velî idi,
Herkesçe sevilir ve çok hürmet edilirdi.
Bir gün Şam´ın kâdısı, binerek hayvanına,
Hayvanını durdurup, ona baktı bir zaman.
Zîrâ hazret-i Berk´in, hâli çok mânidardı,
Bir elinde kalın ve büyük bir sopa vardı.
Bir hırka duruyordu, önünde hem o zaman,
O hırkaya şiddetle, vuruyordu durmadan.
Her vuruşta, hırkadan, kanlar fışkırıyordu,
Vurdukça çıkan kanlar, etrâfa sıçrıyordu.
Sanki harp ediyordu, düşmanla hazret-i Berk,
Kendinden geçiyordu, "Allah Allah" diyerek.
Hayretten dona kaldı, o an kâdı efendi,
O hal sona erince, yaklaşıp suâl etti.
Dedi ki: "Ey efendim, ne idi o hâliniz?
Hikmetini bana da, lütfen söyler misiniz?"
Buyurdu: "Kâfirlerle, müminlerden bir ordu,
Falan yerde tutuşmuş, çetin harp ediyordu.
Müminler zayıf idi, yardım ettim onlara,
Çok şükür müslümanlar, gâlip geldi küffâra.
Eğer yetişmeseydim, yardımına onların,
Hezîmeti olurdu, bu harp müslümanların.
Kâfirlerin halleri, çok fenâdır şu anda,
Ve küffâr kanlarıydı, o fışkıran kanlar da."
Şam kâdısı duyunca, hazret-i Berk´ten bunu,
Anladı bu kimsenin, hâl ehli olduğunu.
O günün târihini, not etti bir kenara,
Müslümanlar dönünce, sordu bunu onlara.
Onlar da hâdiseyi, şöylece anlattılar,
Dediler: "Kuvvetliydi, kat be kat bizden onlar.
Mağlup oluyorduk ki, neredeyse küffâra,
Havada çok heybetli, bir zât gördük o ara.
Elindeki sopayla, düşmana vurdu, vurdu,
Vurdukça küffâr kanı, etrafa sıçrıyordu.
Onun yarıdmı ile, düşmana gâlip geldik,
Lâkin o zât kim idi, onu hiç bilemedik."
Şam kâdısı dedi ki: "O, hazret-i Berk idi,
Size tâ Şam şehrinden, yardıma gelmiş idi.
Derdi ki: "Ey insanlar, sakın gaflet etmeyin,
Tövbe ve istiğfârı, bir an gecktirmeyin.
"Sonra tövbe ederim", derseniz bu gün eğer,
Nasib olmayabilir, âni gelir eceller.
İşi, biraz sonraya, bırakmayın ki aslâ,
Böyle geciktirenler, pişmân olur pek fazla.
Zîrâ buyurmuştur ki, bir gün Nebiyy-i zîşân;
"Sonraya bırakanlar, elbette eder ziyân."
Aklı olan, dünyâda, gelmeden henüz ecel,
Ölüm ve Âhirete, hazırlanır mükemmel.
Bilir ki dünya fânî, ebedîdir âhiret,
Esas âhiret için, gösterir fazla gayret."
Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Günâhlara tövbe etmeyi geciktirmek, Allahü teâlâya karşı mağrûr olmak, kibirli olmaktır."
Büyük velîlerden Ebû Câfer bin Sinan (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kimsenin işlediği günahlara tövbe etmemesi, o günahı işlemesinden daha kötüdür."
Hindistan´da yetişen Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Altı çeşit tövbe vardır: 1) Kalp ile tövbe: Kalben bütün kötü arzularını firenler ve önler. Kıskançlığı ve nefsin diğer arzularını öldürür. Kul ile Allahü teâlâ arasındaki perdelerin kalkmasına yardım eder. 2) Dil ile tövbe: Kötü sözler söy- lemekten dili alıkoymak ve onu devamlı Allahü teâlâyı zikre ve Kur´ân-ı kerîm okumaya alıştırmak demektir. Muhabbet yolunda sâdece diline hâkim olabilen ve onu zikirde kullananlar muvaffak olurlar. Tek başına kalb ile tövbe, Allahü teâlâya kavuşmak için yeterli değildir. Kulaklar, gözler eller ve nefs kalbin kölesidirler. Bu yüzden bunlar, dil ile yapılan tövbe ile kontrol edilebilirler. 3) Göz ile tövbe: Harama bakmamak ve başkalarının kusûrlarını görmemektir. 4) Kulak ile tövbe: Sûfîlerin kulağı, Allahü teâlânın zikrinden başka birşey duymamalıdır. 5) Ayak ile tövbe: Ayakları haramlardan ve kötülüklere gitmekten korumaktır. 6) Nefs ile tövbe: Nefsin arzularını firenliyerek yapılan tövbedir. Bu tövbelerin dışında; tövbe-i hâl, tövbe-i mâzi ve tövbe-i müstakbel olmak üzere üç tövbe daha vardır. Tövbe-i hâl: Yeni işlediği günahlara tövbe etmek ve ileride işlememeye yemin etmektir. Tövbe-i mâzi: Geçmişte yapmış olduğu günahlar için tövbe etmektir. Tövbe-i müstakbel: Gelecekte hiç günah işlememek için Allahü teâlâya yalvarmaktır."
Mısır velîlerinden Bennân el-Hammâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tövbe iki çeşittir. Biri avâmın tövbesi, biri de seçilmişlerin tövbesidir. Avâmın tövbesi günâhlardan tövbedir. Seçilmişlerin tövbesi gafletten tövbedir. Avâm ile havâssın, seçilmişlerin tövbelerinde fark var- dır. Avâm, günahlardan ve kötülüklerden tövbe eder. Havâs ise bunları zâten işlemez. Fakat onların tövbesi yanılmaktan, gaflete düşmekten ve yaptığı ibâdet ve tâatı sebebiyle kendini beğenme korkusundan tövbedir.
Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri "Cehennem korkusu veya Cennet arzusu ile tövbe etmek mümkün değildir. Allahü teâlâ, Bekara sûresi 222. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Muhakkak ki Allahü teâlâ tövbe edenleri sever." buyuruyor. Burada bildirilen sevgiye kavuşmak için, tövbe etmelidir." buyurdular.
Yine buyurdular ki: "Hakîkî tövbe; tövbe, inâbe ve evbe olmak üzere üç kısımdır. Cehennem´de azâb görmek korkusu ile, günâha pişman olmak tövbedir. Cennet nîmetlerine kavuşmak ümidi ile günaha pişman olmak inâbedir. Bunlarla alâkalı olmaksızın, tövbe etmek, Allahü teâlânın emri olduğu için, emre uyarak günaha pişman olmak ise evbedir."
Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tövbe husûsunda; "Tövbe; pişmanlık ve günahı bırakmaktır."
"Affa, mağfirete, müsâmahaya kavuşurum diyerek, günahlardan töv- be etmeyi terk etmek, o günahı işlemekten daha beterdir. Tövbe ve piş- manlıkta Allahü teâlânın hoşnûdluğu vardır." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr Kettânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlânın, Arşın altında sabâ isimli bir rüzgârı vardır. Bu rüzgâr, seher vakti eser ve seher vakti gönülden tövbe ve istiğfâr edenlerin hallerini Allahü teâlâya götürür."
"İstigfâr, tövbedir. Tövbe, şu altı şeyi ihtivâ eder: Yaptığına pişman olmak. Bir daha günah işlemeyeceğine azmetmek. Kaçırdığı farzları yerine getirmek. Üzerinde olan hakları sâhiplerine vermek. Haramdan hâsıl olan vücuttaki fazlalıkları atmak. Bedene, günahın tadını tattığı gibi, ibâdet zevkini tattırmak."
"Allahü teâlâ, bir mümin kulunun dilini özür dilemek için açtığı zaman, peşinden de af ve mağfiret kapısını açar."
Yine buyurdular ki: "Tövbe; kötü şeylerden tamâmen uzaklaşmak, Allahü teâlânın emirlerine yönelmek, sıkıntılara göğüs germek, nefsin ar- zularına karşı koymak, sıkıntılara sebât etmek, doğru yola kavuşmak, Allahü teâlânın dostluğuna ve yardımına mazhâr olmaktır."
Evliyânın büyüklerinden, hadîs, kelâm ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Fahr-ül-Fârisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir vâzında tövbe hakkında şöyle buyurdular: Allahü teâlâ, Nûr sûresinin 31. âyet-i kerîmesinde me- âlen; "Ey müminler! Hepiniz, Allahü teâlâya tövbe ediniz. Tövbe etmekle kurtulabilirsiniz." buyurdu.
Resûlullah efendimiz de Eshâbına (radıyallahü anhüm); "Sizden biriniz bineğini kaybedip, sonra onu bulunca sevinmez mi?" diye sordu. Onlar; "Evet, sevinir yâ Resûlallah!" deyince, Resûlullah efendimiz; "Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlâ, kulunun tövbesine, sizden birisinin bineğini bulduğu zamanki sevinmesinden daha fazla sevinir." buyurdu. Allahü teâlânın sevinmesi: Tövbe eden kulunu af ve magfiret ederek ihsânda bulunması, tövbesini kabûl ederek ona ikrâm etmesidir.
Tövbenin üç şartı vardır: Yaptığı günahlara pişmân olmak, o anda günahtan el çekmek, sonra bu günahları ve benzerlerini bir daha işlememeye karar verip azmetmektir.
Resûlullah efendimizin bir hadîs-i şerîflerinde: "Nedâmet, pişmanlık tövbedir." buyurması, yapılan günâha pişmanlık duyulması, tövbenin en büyük şartı olduğundandır.
Tövbe, rücû etmek, dönmek demektir. Hadîs-i şerîfte şöyle buyurul- du: "Dikkat ediniz! Âdemoğlunun cesedinde bir et parçası vardır ki, o iyi olunca, bütün beden iyi olur. O bozuk olunca, bütün beden bozuk olur. Dikkat ediniz! O et parçası kalptir." Kalp, yapılan günah ve kötülük sebe- biyle uyanıp, Allahü teâlânın yardımı ile onda, o günahları terk ettirecek ve bir daha o günahlara döndürmeyecek bir durum hâsıl olursa; insan, Hakka tâate, O´nun rızâsını kazanmaya dönme sebeplerine hazırlanmak için harekete geçer ki, bunun kapısı da tövbedir.
Tövbeye hazırlanmanın alâmetlerinden biri de, kötü arkadaşları terk etmektir. Çünkü, kötü arkadaşlardan uzaklaşmak, onlarla düşüp kalkmamak, kalpte Allahü teâlânın emirlerine karşı gelme hâlini ortadan kaldırır. Kötü arkadaşların yanından ayrılınca, artık, iyi ve sâlih arkadaşlarla berâber oturup kalkmaya başlar. Sâlih, iyi ve temiz arkadaşlar, onun cehâletten ilme, kibirden hilme ve cimrilikten cömertliğe, dünyâ hırsı ve ona düşkün olmaktan kanâate, uzun emel sâhibi olmaktan zühde ve dünyâya rağbet etmemeye, ayrılıktan birliğe, hep kendisini düşünüp, kendisi için istemekten başkalarını kendisine tercih etmeye, yâni îsâra, dünyâdan âhirete, gülmekten dolayı yaptığı kötülükler ve günahları için ağlamaya, onlar için pişmân olmaya, gaflet hâlinden uyanıklık hâline dönmesini temin ederler.
Tövbe, yapılış gâyesine göre üç çeşittir: Birincisi, herkesin bildiği töv- bedir. O da; günâhından dolayı cezâ görmekten kurtulmak için tövbe e- den kimsenin tövbesidir. İkincisi; "inâbe" dir ki, bu da; daha fazla sevâ- ba ve yüksek derecelere kavuşmak isteyen kimsenin tövbesidir. Üçün- cüsü de; "evbe"dir ki, o da; sevap arzusu veya azap korkusundan değil, yalnız Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için yapılan tövbedir.
Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tövbenin şartlarına uygun olarak hem dil, hem de hâl ile yâni günahları, haramı terk etmekle ve hak sâhipleriyle helâl- laşmakla yapılması lâzım olduğunu belirtmiştir. Şartlarına uygun olma- yan tövbenin tam tövbe olmadığını belirtmek için; "Bizim tövbemiz de tövbeye muhtaçtır." demektedir.
Anadolu´da yaşamış büyük velîlerden Eşrefoğlu Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir şiiri şöyledir.
TÖVBEYE GEL
Ey hevâsına tapan,
Tövbeye gel, tövbeye,
Hakka tap, Haktan utan,
Tövbeye gel, tövbeye.
Nice nefse uyasın,
Nice dünyâ kovasın,
Vakt ola usanasın,
Tövbeye gel, tövbeye.
Nice beslersin teni,
Yılan çıyan yer anı,
Ko teni, besle cânı,
Tövbeye gel, tövbeye.
Sen dünyâ-perest oldun,
Nefsin ile dost oldun,
Sanma dirisin, öldün,
Tövbeye gel, tövbeye.
Sen teni, sandın seni,
Bilmedin senden teni,
Odlara yaktın cânı,
Tövbeye gel, tövbeye.
Gör bu müvekkelleri,
Yazarlar hayrı, şerri,
Günâhtan gel sen beri,
Tövbeye gel, tövbeye.
Ey miskin Âdemoğlu,
Usan tutma âlemi,
Esmeden ölüm yeli,
Tövbeye gel, tövbeye
Ölüm gelecek nâçar,
Dilin tadını şeşer,
Erken işini başar,
Tövbeye gel, tövbeye.
Göçer bu dünyâ kalmaz.
Ömür pâyidâr olmaz,
Son pişman, assı kılmaz
Tövbeye gel, tövbeye.
Tövbe suyuyla arın,
Deme gel bugün yârın,
Göresin Hak dîdârın,
Tövbeye gel, tövbeye.
Eşrefoğlu Rûmî sen,
Tövbe kıl erken uyan,
Olma yolunda yayan,
Tövbeye gel, tövbeye.
Evliyânın büyüklerinden Hâtim-i Esam (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tövbe; gafletten uyanmak, günahı hatırlamak, Allahü teâlâ- nın lütfunu, hükmünü zikretmektir."
"Tövbekâr dört şeyi yapar: Lisânını gıybetten, yalandan, hasedden, boş sözden korur. Kötü arkadaşlardan ayrılır. Günahını hatırladığı zaman, Allahü teâlâdan hayâ eder. Ölüme hazırlanır. Böyle olup da Allah´ın rızâsı dışında iş yapmayan kimseyi, Allahü teâlâ sever. Şeytandan korur ve Cehennem´den emin kılar."
Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu- lar ki: "Tövbe, ilmin kötülediği her şeyden, ilmin methettiğine dönmektir."
Yine buyurdular ki: "Kim amel ederek tövbesini düzeltirse, tövbesi kabûl olunur."
"Tövbe inâbe ve icâbe tövbesi olmak üzere iki kısımdır. İnâbe tövbesi cezâ korkusu ile yapılan tövbedir. İcâbe tövbesi ise sırf Allah sevgisi ile yapılan tövbedir."
Hindistan´da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâ- m-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Tesbih okumak (sübhânellah demek), tövbenin anahtarı ve hattâ özüdür.
Tâbiînin ve âlimlerin büyüklerinden veli Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Gizli işlenen günahın tövbesi gizli, âşikâre işlenen günahın tövbesi âşikâre olur.?
Evliyânın meşhûrlarından ve büyük İslâm âlimi Muhammed Ma´sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Günahlardan hemen sonra tövbe yapılırsa ve tövbe günahtan sonra üç saat içinde yapılırsa o günah amel defterine yazılmaz."
"Tövbe kapısı açıktır. Allahü teâlâ raûf ve rahîmdir. Kimse kusurdan hâli değildir. Ümidli olmalıdır."
Meşhûr velîlerden Rûzbehân Baklî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Tövbe, nefse uymaktan dönmek, kalbin Hak yoluna girmesidir.?
Büyük velîlerden Yahyâ bin Muâz-ı Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Tövbeden sonraki bir günah, tövbeden önceki yetmiş gü- nahdan daha çirkindir. Kalb ve beden hastalıklarımız için en iyi ilâç, gü- nahı terketmektir.?
Hindistan evliyâsından ve hadîs âlimi Abdülhak-ı Dehlevî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir ara İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazılarını beğenmez, îtiraz yazıları yazardı. Fakat, son zamanlarda, Allahü teâlânın inâyetine kavuşarak, yapdıklarına piş- mân oldu. Tövbe etti. Hâce Muhammed Bâkî´nin mezun ettiği talebelerin- den Mevlânâ Hüsâmeddîn Ahmed´e, bu tövbesini şöyle yazdı:
"Allahü teâlâ, Ahmed-i Fârûkî´ye selâmetler ihsân etsin! Bu fakîrin kalbi, şimdi ona karşı çok hâlis oldu. Beşeriyet perdeleri kalktı. Nefsin lekeleri temizlendi. Yol birliğini bir tarafa bırakalım, böyle bir din büyüğüne karşı durmamak, akıl îcâbı idi. Ne insafsızlık, ne câhillik etmişim. Şimdi kalbimde vicdânımda duyduğum mahcûbiyeti, ona karşı küçüklüğümü anlatamam. Kalbleri çevirmek, hâlleri değiştirmek, Allahü teâlâya mahsûstur."
Abdülhak-ı Dehlevî, kendi çocuklarına da mektup yazarak:
"Ahmed-i Fârûkî´nin sözlerine karşı îtirâzlarımın müsveddelerini yırtınız! Kalbimde ona karşı hiç bir bulanıklık kalmamıştır. Kalbim ona karşı hâlis olmuştur." dedi.
Abdülhak-ı Dehlevî´nin tövbesinin sebebi iyi bilinmiyor. Bu hususta bâzıları rüyâsında sevgili Peygamberimizin azarladığını, bâzıları da; yaptığı bu îtirazların düşmanlarca gönderilen uydurma bir mektup yüzünden olduğunu, gerçeği anlayınca pişman olup tövbe ettiğini söylemişlerdir. Ayrıca Kur´ân-ı kerîmi, bu niyetle birkaç defâ açtığını ve; "Yalancı ise, zararı onadır. Doğru söylüyorsa, Allahü teâlâ vâd ettiklerinden bâzısını başınıza getirir!" ve; "Onlar Allahü teâlânın sevgili kullarıdır. Alış-verişte bile Allahü teâlâyı kalplerinden çıkarmazlar." meâlindeki âyet-i kerîme- lerin tesiri üzerine olduğunu haber vermişlerdir.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetleriyle şereflendi. Onun sâdık talebelerinden oldu. Teveccühlerine kavuşarak, feyz ve bereketlerinden istifâde etti.
Suriye´de yetişen evliyâdan Seyyid Abdülhakîm Hüseynî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir sohbeti sırasında tövbe ile ilgili olarak şöyle buyurdular:
Tövbe geçmiş günahları pişmanlıkla terk etmek ve gelecekte yapmamaya azmetmektir. İşte bu hâl insana on güzel ahlâk ve hasleti kazandırır. Bu hasletlere tövbenin şartları denir. Birincisi; ikinci bir seferde günah işlememektir ki farzdır. İkincisi; tutulduğu günahları terk etmek ve işlediği için üzülmektir. Üçüncüsü; Allahü teâlâya yönelip kazâsı gereken ibâdetleri kazâ etmek, keffâreti gerekenin keffâretini vermek, kul hakkına âit iâdesi gerekeni yerine vermektir. Abdurrahmân Tâgî hazretleri; "Utan- cından dolayı gasb ettiği ve çaldığı malı sâhibine iâde etmeyen veya helâllaşmayanın zulüm ile ilgili tövbesi sahîh değildir." buyurdu. Dördün- cüsü; yaptığından pişmanlık duymak ve hattâ ağlayarak suçunu idrâk etmektir. Beşincisi; istikâmeti düzeltmek için bütün tedbirleri almak, bilfiil istikâmet yoluna girmek, ölünceye kadar istikâmetten ayrılmamayı azim- le kasd eylemektir. Altıncısı; günahlarının âkibetinden korkmaktır. Yedin- cisi; günahlardan vaz geçtiği için affedilmek ve cenâb-ı Hakk´ın mağ- firetini ümid etmektir. Sekizincisi; dergâh-ı ilâhiyede günahlarını îtirâf e- dip affını taleb etmektir. Dokuzuncusu; günahları Allahü teâlânın takdîri ve adâleti ile olmuş bilmek ve Allahü teâlânın tövbeyi nasîb ettiğine inan- maktır. Onuncusu; sâlih amellere devâm etmektir.
Tövbeyi geciktirmemelidir. Tövbenin zamânı, ruh gargarayı geçmeyinceye kadardır. Gargarayı geçince kâfirin îmânı kabul olmadığı gibi müminin tövbesi de makbûl değildir. "Muhakkak Allahü teâlâ kulun tövbesini cân gargaraya gelmeden önce kabûl eder." hadîs-i şerîftir. Nihâyet can boğazına çıkınca ne kâfirin îmânı, ne de müminin tövbesi kabûl değildir."
Evliyânın meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki "Semâ tavanının seyyâreleri olduğu gibi, her bir gaflet ve hatânın da bir keffâreti vardır. Mü´minlerin günahlarının keffâreti tövbedir."
Evliyânın meşhûrlarından Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Günah işlendiğinde, yapılacak en faydalı iş nedir?" denildiğinde, cevaben;
"Bir kimse bir günahı yapıp, sonra onu gözünün önüne getirip, ölünceye kadar, ben Rabbimin emrine niçin karşı geldim, niçin bu günâhı işledim? diye pişman olup, bir daha, öyle bir günaha dönmemesidir." buyurdular. İşte bu, tövbe-i nasûh, yâni bir daha günaha dönmemek üzere yapılan tövbedir.
Mısır evliyâsından Seyyid Ahmed-i Bedevî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerine, talebesi Abdül´âl´ın, tövbe-i nasûhun ne olduğunu sor- ması üzerine şöyle buyurdular: "Tövbenin hakikati, geçmiş günahlara pişman olmak, gelecekte olacağa istigfâr etmek, affını istemektir. İşlenen günâha tamamen pişman ve bîzâr olmak, bir daha o günahı işlememeye cânu gönülden azmetmek ve bu çeşit bir tövbe ile kalbi temizlemekten ibârettir.
Horasan´ın büyük velîlerinden Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Tövbe, müslüman olsun olmasın, her akıllı kimsenin ihtiyâcı olan bir şeydir. Bir iş yapan ve onun kötü olduğunu gören herkesin pişman olup, tövbe etmesi vâcib olur. Tövbe etmezse kendine zulüm etmiş olur."
"Üzerine farz olan ilimlerden bir meseleyi öğrenmek insana, bütün dünyâdaki kazançların hepsinden yapacağı ve ele geçireceği altın ve gümüşlerinden daha iyi ve üstündür. Tövbe eden ve etmeyen herkese, ilim öğrenmekten daha iyi hiçbir şey yoktur. İşlerin hepsi ilim ile doğru olur ve ilimsiz hiçbir iş yapılmaz."
Horasan´da yetişen velîlerin meşhurlarından, tefsîr, kırâat, hadîs, fıkıh ve tasavvuf âlimi olan Alâüddevle Semnânî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri buyurdular ki: "Tövbe; geçmişte yapılan günâh ve hatâya pişmân olmak ve onu, ondan sonra terketmektir."
Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ey îmân edenler, Yüce Allah´a nasuh tövbesi ile tövbe ediniz." meâlindeki Tahrim sûresinin sekizinci âyetini açıklarken buyurdu ki; "Bu âyet-i kerîmede hem işâret, hem de müjde vardır. Tövbeden dönseniz de tövbe ediniz demesi işârettir. Müjde ise tövbenin kabûlüdür. Çünkü Allahü teâlâ tövbeyi kabûl etmeyecek olsaydı, bunu emretmezdi. Emretmesi kabûl etmesini gösteriyor. Ancak tövbe dilden değil, gerçekten kusurunu bilerek kalpten olmalıdır.
Meşhûr velîlerden ve akâid imâmı Amr bin Osman Mekkî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tövbe için bir özür olmaz. Bütün günâh- kâr kullara ve âsilere tövbe farzdır. Yaptıkları ister büyük, ister küçük gü- nah olsun."
Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin onuncusu
Ârif-i Rivegerî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdu ki:
DÜNKÜ GÜNAHINA TÖVBE ET!
Evliyâ-ı kirâmdan, şânı büyük bir velî,
İlmiyle insanlara, oldu çok fâideli.
Aslen Buhâralıdır, Rivgir´de doğdu fakat,
Uzun bir ömür sürüp, o yerde etti vefât.
Başladı küçük yaşta, din ilmini tahsîle,
Zâhirî ilimlere, çalışırdı zevk ile.
Hocası çok sever ve takdîr ederdi onu,
Bilirdi onda büyük, bir cevher olduğunu.
O yerde Abdülhâlık Goncdüvânî nâmında,
Çok büyük bir velî de, var idi o zamanda.
Lâkin "büyük" bilmezdi, önceden kendisini,
Ve başka hocalardan, alırdı hep dersini.
Bir gün Abdülhâlık-ı Goncdüvânî´yi gördü,
Çarşıdan erzak almış, evine dönüyordu.
Baktı ki taşıdığı, çantası ağır gâyet,
Kalbinde bu velîye, duydu büyük muhabbet.
Yükünü taşımakta, bir yardım etmek için,
Edeble yaklaşarak, istedi ondan izin.
Hazret-i Abdülhâlık, onun bu teklîfini,
Derhal kabûl ederek, verdi elindekini.
Berâber yürüyerek, geldiler eve kadar,
Orada muhabbetle, etti ona bir nazar.
Buyurdu ki: "Evlâdım, bir saat sonra yine,
Bekliyorum seni ben, bu öğlen yemeğine."
"Peki efendim" deyip, ayrıldı ondan, fakat,
O anda kalbi sanki, yeniden buldu hayat.
Onu gördükten sonra, bir başka oldu hâli,
Zîrâ kaplamış idi, onu aşk-ı ilâhî.
Bir saat sonra tekrar, geldi yine o zâta,
Berâber yemek yiyip, kavuştu iltifâta.
O kadar bağlandı ki, bu mübârek velîye,
O günden sonra artık, gitmedi medreseye.
Çünkü aradığını, bulmuş idi o artık,
Hiçbir şey görmüyordu, olmuştu ona âşık.
Zîra onun kalbinden, feyz ve nûrlar, o zaman,
Artık bunun kalbine, akıyordu durmadan.
Lâkin o, medreseye, gitmediğinden sebep,
Evvelki hocaları, kızarlardı ona hep.
Ve hattâ bir tânesi, çok baskı yapıyordu,
Ağır sözler söyleyip, hakâret ediyordu.
Bir gün eski hocası, rastladı ona yine,
Hakâretler ederek, dedi: "Dön mektebine!"
Hâlbuki bir gün evvel, mümine yakışmayan,
O bir günah işleyip, olmuştu sonra pişman.
Ârif-i Rîvegerî, üstün firâsetiyle,
Anlayıp, şöyle dedi, ona kırık kalbiyle:
"Efendim, siz benimle, uğraşacağınıza,
Oturup tövbe edin, dünkü günâhınıza."
O bunu işitince, eyledi çok taaccüb,
Günâhını düşünüp, utandı, oldu mahcûb.
Bildi bu talebenin, yüksek kerâmetini,
Anladı bu hâlinin, nereden geldiğini.
O da Abdülhâlık-ı Goncdüvânî´ye gidip,
Oldu bir talebesi, yanında tövbe edip.
Bu velî göç edince, âhiret âlemine,
Ârif-i Rîvegerî, geçti onun yerine.