ehlidunya
Sat 23 October 2010, 04:45 pm GMT +0200
İslâmiyet en büyük insaniyettir
Hakikat-i İslâmiyettir ki, asıl insaniyet-i kübrâ denilen şey odur. İnsaniyet-i suğrâ denilen mehâsin-i medeniyet, onun mukaddemesidir.
Mâlumdur ki, insanda müdebbir-i galip, ya akıl veya basardır. Tâbir-i diğerle, ya efkâr veya hissiyattır. Veyahut ya haktır veya kuvvettir. Veyahut ya hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya müyûlât-ı kalbiyedir veya temayülât-ı akliyedir. Veyahut ya hevâ veya hüdâdır. Buna binaen görüyoruz ki: Ebnâ-yı mazinin bir derece safî olan ahlâk ve halis olan hissiyatları galebe çalarak gayr-ı münevver olan efkârlarını istihdam ederek şahsiyat ve ihtilâfat meydanı aldı. Fakat ebnâ-yı müstakbelin bir derece münevver olan efkârları, heves ve şehvetle muzlim olan hissiyatlarına galebe ederek emrine musahhar eylediğinden, hukuk-u umumiyenin hükümferma olacağı muhakkak oldu. İnsaniyet bir derece tecellî etti. Beşaret veriyor ki: Asıl insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyet, sema-i müstakbelde ve Asya’nın cinanı üzerinde bulutsuz güneş gibi pertev-efşan olacaktır.
Vakta ki mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meylü’t-tefevvuku tevlid eden hissiyât ve müyûlât ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad için iknaiyat-i hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyûlâta tesir ettiren, müddeâyı müzeyyene ve şâşaalandırmak veyahut hâile veya kuvve-i belâgatle hayale me’nus kılmak, bürhanın yerini tutardı. Fakat bizi onlara kıyas etmek, hareket-i ric’iye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir. Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz; tasvir-i müddeâ ile aldanmayız.
(...)
Ey ihvân-ı Müslimîn!.. Hâl, lisan-ı halle bize beşaret veriyor ki: Sırr-ı “Kad câe’l-hakku ve zeheka’l-bâtıl” (De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. / İsrâ Sûresi, 17: 81) boynunu kaldırmış, elle istikbale işaret edip, yüksek sesle ilân ediyor ki: Dehre ve tabâyi-i beşere, dâmen-i kıyamete kadar hâkim olacak, yalnız âlem-i kevnde adalet-i ezeliyenin tecellî ve timsali olan hakikat-i İslâmiyettir ki, asıl insaniyet-i kübrâ denilen şey odur. İnsaniyet-i suğrâ denilen mehâsin-i medeniyet, onun mukaddemesidir.
Görülmüyor mu ki: Telâhuktan neşet eden tenevvür-ü efkârla toprağa benzeyen evham ve hayalâtı, hakaik-i İslâmiyenin omuzu üzerinden hafifleştirmiştir. Bu hal gösteriyor ki, nücûm-u semâ-yı hidayet olan o hakaik tamamen inkişaf ve tele’lü’ ve lem’a-nisar olacaktır. “Düşmanların engellemelerine rağmen.”
Eğer istersen, istikbal içine gir, bak: Hakikatlerin meydanında hikmetin taht-ı nezaret ve murakabesinde, teslis içinde tevhidi arayanlar, safsata ederek asıl tevhid-i mahz ve itikad-ı kâmil ve akl-ı selim kabul ettiği akide-i hakla mücehhez ve seyf-i bürhanla mütekallid olanlarla mübareze ve muharebe ederse, nasıl birden mağlûp ve münhezim oluyor!
Muhakemat, s. 31-33
***
İslâmiyet ise, insaniyet-i kübrâ; ve şeriat ise, medeniyet-i fuzla (en faziletli) olduğundan, âlem-i İslâmiyet, medine-i fazilet-i Eflâtuniye olmaya sezâdır.
Divan-ı Harb-i Örfi, s. 47
LÜGATÇE
âlem-i kevn: Varlık âlemi.
basar: Kalp gözü.
beşaret: Müjde.
cinan: Cennetler.
dâmen-i kıyamet: Kıyametin eteği.
dehr: Zaman, çağ, devir.
ebnâ-yı mazi: Mâzinin insanları.
ebnâ-yı müstakbel: Geleceğin insanları.
gayr-ı münevver: Aydınlanmamış.
hakikat-i İslâmiyet: İslâmiyet’in hakikati.
hüdâ: Doğruluk, hidâyet.
hukuk-u umumiye: Genel hukuk.
hükümferma: Hüküm süren.
ihvan-ı Müslimîn: Müslüman kardeşler.
insaniyet-i kübrâ: En büyük insanlık.
insaniyet-i suğrâ: Küçük insanlık.
lisan-ı hal: Hal dili.
medeniyet-i fuzla: En faziletli medeniyet.
medine-i fazilet-i Eflâtuniye: Eflatun’un “Faziletli Şehir”i.
mehâsin-i medeniyet: Medeniyetin fayda ve güzellikleri.
müdebbir-i galip: Galip, baskın olarak iş gören.
musahhar: Boyun eğen.
müyûlât-ı kalbiye: Kalbî yönelişler.
muzlim: Karanlık.
pertev-efşan: Işık saçan.
sema-i müstakbel: İstikbal seması.
sezâ: Münâsip, lâyık.
tabâyi-i beşer: İnsanların tabiat ve mizaçları.
temayülât-ı akliye: Aklî yönelişler.
Hakikat-i İslâmiyettir ki, asıl insaniyet-i kübrâ denilen şey odur. İnsaniyet-i suğrâ denilen mehâsin-i medeniyet, onun mukaddemesidir.
Mâlumdur ki, insanda müdebbir-i galip, ya akıl veya basardır. Tâbir-i diğerle, ya efkâr veya hissiyattır. Veyahut ya haktır veya kuvvettir. Veyahut ya hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya müyûlât-ı kalbiyedir veya temayülât-ı akliyedir. Veyahut ya hevâ veya hüdâdır. Buna binaen görüyoruz ki: Ebnâ-yı mazinin bir derece safî olan ahlâk ve halis olan hissiyatları galebe çalarak gayr-ı münevver olan efkârlarını istihdam ederek şahsiyat ve ihtilâfat meydanı aldı. Fakat ebnâ-yı müstakbelin bir derece münevver olan efkârları, heves ve şehvetle muzlim olan hissiyatlarına galebe ederek emrine musahhar eylediğinden, hukuk-u umumiyenin hükümferma olacağı muhakkak oldu. İnsaniyet bir derece tecellî etti. Beşaret veriyor ki: Asıl insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyet, sema-i müstakbelde ve Asya’nın cinanı üzerinde bulutsuz güneş gibi pertev-efşan olacaktır.
Vakta ki mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meylü’t-tefevvuku tevlid eden hissiyât ve müyûlât ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad için iknaiyat-i hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyûlâta tesir ettiren, müddeâyı müzeyyene ve şâşaalandırmak veyahut hâile veya kuvve-i belâgatle hayale me’nus kılmak, bürhanın yerini tutardı. Fakat bizi onlara kıyas etmek, hareket-i ric’iye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir. Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz; tasvir-i müddeâ ile aldanmayız.
(...)
Ey ihvân-ı Müslimîn!.. Hâl, lisan-ı halle bize beşaret veriyor ki: Sırr-ı “Kad câe’l-hakku ve zeheka’l-bâtıl” (De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. / İsrâ Sûresi, 17: 81) boynunu kaldırmış, elle istikbale işaret edip, yüksek sesle ilân ediyor ki: Dehre ve tabâyi-i beşere, dâmen-i kıyamete kadar hâkim olacak, yalnız âlem-i kevnde adalet-i ezeliyenin tecellî ve timsali olan hakikat-i İslâmiyettir ki, asıl insaniyet-i kübrâ denilen şey odur. İnsaniyet-i suğrâ denilen mehâsin-i medeniyet, onun mukaddemesidir.
Görülmüyor mu ki: Telâhuktan neşet eden tenevvür-ü efkârla toprağa benzeyen evham ve hayalâtı, hakaik-i İslâmiyenin omuzu üzerinden hafifleştirmiştir. Bu hal gösteriyor ki, nücûm-u semâ-yı hidayet olan o hakaik tamamen inkişaf ve tele’lü’ ve lem’a-nisar olacaktır. “Düşmanların engellemelerine rağmen.”
Eğer istersen, istikbal içine gir, bak: Hakikatlerin meydanında hikmetin taht-ı nezaret ve murakabesinde, teslis içinde tevhidi arayanlar, safsata ederek asıl tevhid-i mahz ve itikad-ı kâmil ve akl-ı selim kabul ettiği akide-i hakla mücehhez ve seyf-i bürhanla mütekallid olanlarla mübareze ve muharebe ederse, nasıl birden mağlûp ve münhezim oluyor!
Muhakemat, s. 31-33
***
İslâmiyet ise, insaniyet-i kübrâ; ve şeriat ise, medeniyet-i fuzla (en faziletli) olduğundan, âlem-i İslâmiyet, medine-i fazilet-i Eflâtuniye olmaya sezâdır.
Divan-ı Harb-i Örfi, s. 47
LÜGATÇE
âlem-i kevn: Varlık âlemi.
basar: Kalp gözü.
beşaret: Müjde.
cinan: Cennetler.
dâmen-i kıyamet: Kıyametin eteği.
dehr: Zaman, çağ, devir.
ebnâ-yı mazi: Mâzinin insanları.
ebnâ-yı müstakbel: Geleceğin insanları.
gayr-ı münevver: Aydınlanmamış.
hakikat-i İslâmiyet: İslâmiyet’in hakikati.
hüdâ: Doğruluk, hidâyet.
hukuk-u umumiye: Genel hukuk.
hükümferma: Hüküm süren.
ihvan-ı Müslimîn: Müslüman kardeşler.
insaniyet-i kübrâ: En büyük insanlık.
insaniyet-i suğrâ: Küçük insanlık.
lisan-ı hal: Hal dili.
medeniyet-i fuzla: En faziletli medeniyet.
medine-i fazilet-i Eflâtuniye: Eflatun’un “Faziletli Şehir”i.
mehâsin-i medeniyet: Medeniyetin fayda ve güzellikleri.
müdebbir-i galip: Galip, baskın olarak iş gören.
musahhar: Boyun eğen.
müyûlât-ı kalbiye: Kalbî yönelişler.
muzlim: Karanlık.
pertev-efşan: Işık saçan.
sema-i müstakbel: İstikbal seması.
sezâ: Münâsip, lâyık.
tabâyi-i beşer: İnsanların tabiat ve mizaçları.
temayülât-ı akliye: Aklî yönelişler.