- İslamın İnsanlığa Getirdikleri

Adsense kodları


İslamın İnsanlığa Getirdikleri

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Wed 8 August 2012, 02:51 pm GMT +0200
İSLAM'IN İNSANLIĞA GETİRDİKLERİ

Allah'ın Son Peygamberi ve RasûlÜ Muhammed; âlemlerin Rabbi ve Hükümrânı tara­fından, en mükemmel şekle sahip, insan problemlerini son ilahi vahyin ışığında akılla çözme kabiliyetinde, pratik bir biçimdeki son mesajını ilân etmek üzere gönderilmiştir. Kendi faydasına olarak insanın fizikî çevreyi kullanmasını ve işletmesini engellemeyen; aksine, bu hususta yol gösteren bu öğreti, sâde, anlaşılabilir, saplantılardan uzak, tatbik kabiliyeti olan bir hayat felsefesi ihtiva eder. Bu yapı iki temel prensip üzerine kurulmuş­tur: Birincisi, her ruh (can) Allah tarafından yaratılmıştır ve O'na dönecektir. İkincisi, her ruh ektiğini biçecektir. Bir başka ifadeyle, hiç kimsenin ameli (fiilî), bir kaza sonucu veya kader değildir. Ve hiç kimse, zoraki bir kuv­vetle, cennet veya cehenneme sürüklenecek değildir. Herkes kendi mukadderatını, kendi hür iradesiyle çizdiğinden, sonuçta sorumlu­luk bilfiil kendisine aittir.

Hz. Peygamber, hayatın evsafını yükselt­mek, onun bilgisini kullanmak ve adaleti ikame için insanları Allah yoluna çağıran dinin bütün hikmetini şu güzel sözlerle özetlemiş­tir: "Rabbinize iman ve ihlasla ibadet ediniz. Size, salâh ve felah yolunu ve hakikatten sap­tıran şeyleri gösteren O'dur. Hoşunuza gitse de günahlardan sakınınız ve kötülüklere mâni olunuz. Çünkü bunlar sizi Rabbinizden uzak­laştırır. Rahman olan Yol Gösterici'nin emri­ni dinleyin ve itaat edin." (Nehcû'l-Belâga, Halife Hz. Ali'nin hutbeleri). Ayrıca Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu da rivayet edilmiştir: "Ey Allah'ın kulları! Vazifelerini­zi yerine getirin, çünkü onların ihmali zillet­tir. Yaptığınız İyilikler, ölüme giden yolu ko­layca parçalar. Hatırlayın ki, her günah borcu arttırır, sizi bağlayan zinciri ağırlaştırır. Rah­met çağrısı gelmiştir, hakikat yolu apaçıktır. Size verilen emirlere uyun, yaşantınız sade ve mütevazi olsun. Sadakatle çalışın. Allah'a, işlerinizde yardım etmesi ve geçmiş günahla­rınızı affetmesi için dua edin. Yaptıklarınız­dan dolayı kendinizi hesaba çekin. Çünkü bu hesabı yapanlar büyük mükâfat alır, yapma­yanlar da büyük kayba uğrarlar." (Nehcû'l Belâga).

"İnsanın çabaladığından başkasını alamaya­cağı ve aklını kullandığı şekilde yargılanaca­ğı fikrine dayanan, insanın istek ve fiillerin­deki serbest iradesi, Rasûlullah tarafından vurgulanmıştır. İslâm'da Allah'ın birliği (tevhid) kavramı, üzerinde en fazla durulan tartışılmaz bir nastır. İnsanın ahlâkî sorumlu­luğuyla beraber, 'Allah'tan gelmek ve yine ona dönmek' inancı, herşeyin başlangıcı olan ilk sebebin varlığı anlayışına dayanır. İnsa­nın 'menşei ve sonu'yla ilgili vahyî bilgi her­kes tarafından genel olarak kabul edilirken, bu varoluşun mahiyeti üzerine değişik görüş­ler ortaya atılmıştır. Aynı şekilde, ahlâkî so­rumluluk sözkonusu olduğunda, insanın ferdî mesuliyetini ne şekilde yerine getirmesi ge­rektiği konusunda ihtilâfa düşülmüştür. Fakat sahip olunan güçlerin doğru veya yanlış kul­lanılmasının sorumluluğu hakkındaki görüş­ler çok az fark gösterir. İnsanlar temel kav­ramları kabul edip riayet ettikleri sürece İslâm, bu iki konudaki görüş ve değerlendir­mede tam bir serbesti verir, son derece geniş ve mantıklı bakışaçısına izin verir. Bu yakla­şım yüzünden İslâm, düşünce çağından ey­lem çağma, inanç çağından akıl çağına, Hıris­tiyanlığın gerek duyduğu ara safha olmadan, derhal geçebilmiştir (Emir Ali, The Spirit of islam, sh. 423).

Rasûlullah, daha geniş ve genel olarak, şeriatı da kapsayan tam bir din telakkisini tanıtmıştır. İnsanlık onu kabul ederek, mad­deten ve ruhen bu nimetlerden istifadeye çağ­rılmıştır. Akıl ve fetânet dini olan bu inancın faydası hakkında hiçbir şüpheye mahal bıra­kılmamış, onun geniş kapsamlı görünüşü su­nulmuştur.

Kur'ân-ı Kerîm'de Şeriatın taleplerini yansı­tan şu ifadelere rastlarız. "Onlar ki gecelerini Rablerine secde ederek (O'nun huzurunda) ayakta durarak geçirirler. Onlar ki: 'Rabbimiz, cehennemin azabını bizden öteye çevir, doğrusu onun azabı (insana sarılıp bir daha ayrılmayan) sürekli bir azâbdır' derler. Orası ne kötü bir karargâh ve ne kötü bir makam­dır!" (25: 64-66). Yine, Şûra sûresinde., şu mealde bir âyeti okuruz. "O size, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyetiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiği­mizi şeriat (hukuk düzeni) yaptı. Şöyle ki: Dini doğru tutun (Allah'a birliğine iman edin ve O'nun gönderdiği hükümlere teslim olun. Hurafeler karıştırıp dini bozmayın) ve onda ayrılığa düşmeyin. (İşte Allah'ın gönderdiği bütün dinlerin temeli budur). Fakat kendileri­ni çağırdığın (bu) şey, Allah'a ortak koşanla­ra ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer ve (O'na) yöneleni kendisine iletir." (42:13). Kur'ân, insanın manevî mecburiyetlerine şu sözlerle değinir "İşte onlara, sabretmelerin­den ötürü mükâfatlan iki kere verilir; onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerine ver­diğimiz rızıktan (hayır yoluna) harcarlar. Boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: 'Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm   olsun   (haydi   hoşça   kalın),   biz câhillerfle sohbet etmey)i istemeyiz.' derler." (28: 54-55). Mâide sûresinde ise şu sözleri görüyoruz: "...İyilik ve takva üzerinde yar­dımlasın, günah ve düşmanlık üzerinde yar-dımlaşmaym. Allah'tan korkun. Çünkü Al­lah'ın azabı çetindir." (5: 2).

İnsanın dikkati, şu sözlerle tabiatın hârika­larına çekiliyor: "Güneşe ve onun aydınlığına andolsun. Onu takibettiği zaman aya andol-sun. Güneşi ortaya çıkardığı zaman gündüze andolsun. Onu örttüğü zaman geceye andol­sun. Yere ve onu yuvarlayıp döşeyene andol­sun. Nefse ve onu şekillendirene. Ona bozuk­luğunu ve korunmasını (isyanını ve itaatini) ilham edene andolsun ki; nefsini temizleyen iflah olmuş; onu kirletip örten ziyana uğra­mıştır." (91: 1-10).

Hayatın ahlâkî, ruhî ve siyasî bütün yönlerini kapsayan geniş kapsamlı öğreti şu sözlerle anlatılıyor: "...Ona hiçbir şeyi ortak koşma­yın, ana babaya iyilik edin, fakirlik korkusuy­la çocuklarınızı öldürmeyin, sizi de onları da biz besliyoruz. Kötülüklerin açığına da, kapa­lısına da yaklaşmayın ve haksız yere Allah'ın yasakladığı cana kıymayın. Düşünesiniz diye Allah size bunları tavsiye etti. Yetimin malı­na yaklaşmayın, yalnız erginlik çağına erişin-ceye kadar (onun malına) en güzel biçimde (yaklaşabilir, onu uygun tarzda sarfedebilirsi-nİz); ölçü ve tartıyı tam adaletle yapın. Bİz, kişiye gücünün yettiğinden fazlasını teklif et­meyiz. Söylediğiniz zaman da, akrabanız da olsa, adalet yapın ve Allah'a verdiğiniz sözü tutun. Hatırlayıp öğüt alasınız diye (Allah) bunları size tavsiye etti. İşte benim doğru yo­lum bu, ona uyun, (başka) yollara uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın! (Azabından) korunmanız için (Allah) size böyle tavsiye etti." (6:151-153).

hrâ sûresinden: "(Seninle) akrabalığı olana, yoksula ve yolcuya hakkını ver, (malını ge­reksiz yere) saçıp savurma. Çünkü (gereksiz yere mallarını) saçıp savuranlar, şeytanlann kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür! ... El(ler)İni boynuna bağlanmış yapma, tamamen de açma, sonra kınanr, hasret içinde kalırsın... Bilmediğin bir şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan (o yaptığın kötü işten) sorumludur. Yeryüzünde kabara kabara yürüme. Çünkü sen yeri yırtamazsın, boyca da dağlara erişemezsin. Bunların hepsi kötü olan, Rabbi'nin katında hoş görülmeyen şey­lerdir." (17:26-38). Ve yine Şûra sûresinden: "...İşleri, aralarında danışma iledir... Bir zu­lüm ve saldırıya uğradıkları zaman, (yardım­laşarak) kendilerini savunurlar. Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür. Kirn af­feder, barışırsa, onun mükâfatı Allah'a aittir. Doğrusu O, zâlimleri sevmez." (42:38-40)

Böylece Muhammed, Allah'ın en son ve mü­kemmel mesajını iletti, insanın ruhi mutlulu­ğun en üst derecesine ve rakipsiz bir asaletin ahlaki mükemmel iğine, maddi hiçbir avantajı kaybetmeden ulaşabileceği bir mesaj. Mu-hammed bunu kendi denemeleri ve başarıla­rıyla gösterdi, kendinden önce ve sonra hiç kimsenin erişemediği bir ruhi ve ahlâki mü­kemmelliğe erişti. Kendisi sadakati, iyiliği ve adaleti deneyerek gösterdi, daha sonra, insan­lık tarihinde ilk defa, inanç ve ifade özgürlü­ğünün, cesaretlendirildiği, herkes için ücret­siz ve tam bir adaletin yürütüldüğü, tüm in­sanların eşitliğinin vurgulandığı, deney ve özlemle araştırma yapma ve bilgi edinmenin yaygınlaştırıldığı yönetim ve haleflerin seçi­mi gibi siyasî sorunlarda şura prensibinin ta­nıtıldığı bir sistem kurdu. Arapların hayatının sosyal, siyasî, ahlâkî ve ruhî yönlerindeki inkılâbî değişiklikler, bir tek kişi tarafından, Hz. Muhammed tarafından getirilmişti. Böylelikle onlar, Rasûlullah'ın ardından, in­sanlık kültür ve medeniyetinin gelecekteki akışını etkilediler.

Râşid halifeler, halefleri Peygamber tara­fından kurulan sistemi hayatın her sahasında aynen devam ettirdiler. Ayrıca iyilik, güzellik ve ihsanın hâkim olduğu bu asil sistemin sı­nırlarını Peygamber'in vefatından sonra genişlettiler. Çok kısa bir zamanda batıda At­las Okyanusu'ndan doğuda Sind, Kuzey Hin­distan ve Hazar ile Karadeniz kıyılarına uza­nan geniş topraklara yayıldı. Ülke sathında ırkî, kavmî, cinsî ve dinî yönden ferdin hürri­yeti ve Kanunun hâkimiyeti kuvvetlendirili­yor, öğrenim ve araştırma devletin her vatan­daşı İçin erişilebilir genel faaliyetler oluyor­du. Siyasî tartışmalarda tam bir özgürlük var­dı. Şûra prensibi idarî meselelerde tamamen tetbik ediliyordu. Hatta Peygamber'in ve­fatından sonra halifelerin seçimi bile oybirli­ğiyle yapılmıştı. Bu, hem genel olarak karar vermekte, hem de hilafette, İslâm'ın siyasî alandaki temel prensibi olarak yerleştirilmiş­ti.

Halifeler, Peygamber gibi muttakî ve fazi­letli bir hayat yaşadılar ve insanlığa iyilik ve adalet timsali ve ahlâkî, ruhî ve siyasî her yönden rehber oldular. Kanunu, diğer vatandaşlara uyguladıkları gibi kendilerine de uy­guladılar. Şer'î hükümler her şeyin üstündey­di ve bu genel kuralın hiç istisnası yoktu. Ha­lifeler, hâkimin önüne, herhangi bir vatandaş gibi şahit veya taraf olarak geldiklerinde hâkim tarafından hiçbir özel ilgi gösterilmez­di. Bu hususta halife Hz. Ömer ve Ali'nir misalleri iyi bilinir. Her vatandaş, Allah'ir hududları dahilinde tam bir özgürlük ve ser besiliğe sahipti ve kimse eleştirinin üstünde değildi. Halifeler alışılmamış bir şey yaptık­larında hemen eleştiriliyorlardı. Onlar da bı tür eleştiriye karşı herhangi bir hiddet ve hoş­nutsuzluğa kapılmadan cevap veriyorlardı Aslında karar ve fiillerindeki herhangi bir ha­tanın düzeltilmesini teşvik ediyorlardı. Hej türlü idarî mesele, şûra heyetinin tavsiyele­riyle halife tarafından karara bağlanıyordu Peygamber'in istişare prensibi, hulefa-: râşidîn zamanında çok iyi yerleştirilmişti.

İlmin yayılması için, her yerde, öğrenim mü­esseseleri açılmıştı. Medine öğretim merkez: idi. İnsanlar fethedilen beldelerden Medi­ne'ye, Hz. Peygamber'in ashabından bilg: edinmek için geliyordu. Peygamber'in ve­fatından sonra, uzun yıllar boyunca, ümmü'l-mü'minîn Hz. Aişe, ülkenin her yanından gelen âlimlere hadis, fıkıh, tefsir ve diğer ko­nularda ders verdi. Aynı şekilde, Abdullah b Mes'ûd, Muaz b. Cebel, Ebu Derda, Abdul­lah b. Abbas gibi bilgili sahabeler de Kur'âr ve hadîs bilgileriyle insanlara çok faydalı ol­dular.

Böylece, İslâm'ın ilk devirlerinde, raşid hali­feler siyasî ve manevî liderliği birlikte icrî ettiler. Dar ve geniş mânada, şeriat kuralların: yerleştirdiler. Müslümanlar onlara hem din: hem dünyevî konularda rehberlik talebiyle geliyorlardı. Ruh ve beden aynı kaynaktan il­ham alıyor ve besleniyordu. Herşey İslâm: şeriatının icaplarına göre işliyordu. Müslü­manlar, savaşta ve barışta, evde ve pazarda ruhî ve siyasî sorunlarda tam bir ahenkle ça­lıştılar ve anlaşmazlıklarında Kur'ân ve Sün­netin hakemliğine başvurdular. Bu harekeı tarzını manevî, siyasî ve iktisadî konularda tatbik ettiler. Böylelikle, Peygamber'in emanetinin vârisleri ve halifeleri olarak me­suliyetlerini yerine getirdiler.

Fakat Emevi ve Abbasi dönemlerinde, idare­ciler hilafetin doğru yolunu, bilhassa siyasi davranışlarında, adım adım terkederek açıkça saltanat ve hükümdarlığı tesis ettiler. .

Arada bir bazı idarecilerin raşid halifelerin tavrını geri getirmeye çabaladıkları görül­müşse de, genel olarak geniş kapsamlı bir çö­züm tatbik edilmedi. İdareciler siyasî mesele­lerde bildikleri gibi davranmaya başladılar. Kur'ân ve Sünnetin emirlerini sıkı bir şekilde takip etmediler. Sonuç olarak müslümanların liderliği iki parçaya bölündü. İdareciler üm­metin siyasî liderliğini üstlendiler, kanun ve düzenin korunmasından sorumlu oldular. Di­ğer yandan ruhanî liderlik halka dinî ve manevî konularda rehberlik eden muttaki ve faziletli âlimlere geçti.

İdareciler ruhî meselelerde bu yüksek ve asil rehberliği sağlamayı başaram adıl arsa da, ge­nelde ümmetin sosyal sistemi yüzyıllar bo­yunca millet-i İslâmî'nin değerlerini, akidesi­ni ve fevkalâde vasfını yansıtmayı sürdürdü. İdareciler arada bir heva ve heveslerini tat­min için adliye sistemine ve muhakemeye müdahaleye yeltenmişlerse de, şeriatın bü­tünlüğü ve üstünlüğü kadılar tarafından ko­runmuş ve manevî liderlik genelde şahsî tesir ve nasihat yoluyla siyasî liderler üzerinde ka­nunun elini kuvvetlendirmeye yardım etmiş­tir.

Fakat, ilmî sahadaki gelişmeler sonraki yıl­larda büyük coşkuyla devam etmiştir. Al­lah'ın Kelâmı, tabiatın tüm çevreye yayılmış harikaları üstünde düşünen, araştıran, çalışan ve onlardan insanlığın yaran, kültür ve mede­niyetin zenginleşmesi için faydalanan müslü-man fikir ve ilim adamlarının gayretleriyle tümüyle anlaşılmaya başlanmıştır. Çalışmala­rıyla ilim ve fende ufuklar açtılar. İnsanlığa tecrübî metodu kazandırdılar. Modern teknoloji devriminin öncüsü oldular ve varolan bil­giyi daha zirvelere çıkararak yeni ilimler kur­dular. Bu katkı ve buluşlarla bilgiyi zengin­leştirmenin yanısıra hakikat yolunda gözlem ve deneyin önemini vurgulayarak onun tama­men soyut ve entellektüel yön ve eğilimini değiştirdiler.

Müslüman ilim adamları bu harikulade dün­yanın yaratılmasında ve devamında, Yaratıcı-nın rolünü vurguladılar. Zemahşerî, Alâk su­resi tefsirinde, Allah'ın insan üzerindeki ni­metlerini, ilim ve fennin insan hayatındaki önemini çok güzel özetlemiştir: "Allah insa­na bilmediğini öğretti ki bu O'nun rahmetinin büyüklüğünü doğrular. Çünkü o kullarına bil­mediklerini öğretti. Ve O, onları cehaletin ka­ranlığından bilginin aydınlığına çıkardı, onla­ra yazı bilgisinin hesapsız nimetlerini gösterdi. Çünkü ondan yalnız Allah'ın bildiği bü­yük iyilikler kaynaklanır ve yazı bilgisi olma­dan başka hiçbir bilgi (Um) kavranamaz, ne fenler sınırlar içine alınabilir, ne eskilerin ta­rihine erişilebilir ve söyledikleri kaydedilebi­lir, ne açık kitaplar yazılabilir, -eğer bu bilgi olmazsa- ne de din ve dünya işleri (umûr-i'd-din ve'd-dünyd) düzenlenebilir.

Müslümanlar, 13. yüzyılda Bağdat'taki mer­kezî siyasî otorite alaşağı edilene ve ilerleme duraklayana kadar, dehşetli bir kuvvet ve ma­neviyatla dünyaya hâkim olmayı ve diğer toplulukları etkilemeyi sürdürdüler. Sonraları kuvvetlerim yeniden topladılar ve 17. yüzyıla kadar, öncekinden daha düşük bir derecede de olsa,, bilhassa İspanya, Mısır ve Türki­ye'de, etkilerini sürdürdüler. Fakat liderlikle­ri hem ruhî hem siyasî olarak zayıfladı. Toplumdaki üretkenliği teşvik ve cesaretlendir­mek için lüzumlu rehberliği sağlayamadı. Eğitim ve öğretim modelleri, bilginin, eski ve tekrarıyla sınırlı kaldığı için, gerilemeye baş­ladı. Âlim ve mütefekkirleri genelde bu çeşit öğrenimle meşgul oluyorlardı. İlim ve fennin yeni sahalarında araştırma yapmak terkedil­mişti veya doğru dürüst takip edilmiyordu. Öğrenmeyi teşvik eden saikler zayıflıyor ve bir zamanlar müslümanların sahip olduğu şey, orijinalliğini ve kalitesini kaybediyordu.

Bu durum, ilim ve fennin gerçek ruhuna Kurtuba, îşbiliye, Gırnata, Toledo ve Mısır gibi öğrenim merkezlerinde erişen ve kendi üni­versitelerinde yaratıcı eserler veren Batilılarca devralmana kadar sürdü. 19. yüzyılın ortalarında Batılılar, dünyanın çoğunluğunun siyasî kontrolünü bile, neredeyse müslüman-lardan almışlardı.

BuTada, Kur'ân-ı Kerîm'de adetullah veya sünneîullah olarak ifadesini bulan, bir mille­tin lehinde veya aleyhinde olmayan "âlem­şümul tabiat kanunu"ndan söz edilebilir. Müslümanlar ilim ve fendeki orijinallik ve yaratıcılıklarını muhafaza edemedikleri için, zamanın talep ve tazyikine dayanamadılar ve siyasî hakimiyetlerini kaybettiler. Güç ve hâkimiyetin elde çıkmasıyla, diğer sistemleri de çöküşe başladı.


Bu bölüm Ünal Çağlar ve Bedri Çarsancaklı tarafından çevrilmiştir.