saniyenur
Wed 8 August 2012, 03:15 pm GMT +0200
İslâm'ın Gerçek Gayesi
Şurası açıktır ki, liderlikteki bu bölünme İslâm'ın gayesinin yerine getirilmesine uygun değildir. Dinî liderliğin, siyasî liderlikten ayrıldıktan sonra İslâmî değerlerin muhafazası hususunda çok büyük ve değerli hizmetlerde bulunduğuna şüphe yoktur. Bu hizmetlerin herbiri teker teker, paha biçilmez değerdedir. Bugün yeryüzünde İslâm medeniyeti varsa, İslâm'dan bahsediliyorsa, müslüman millet İslâm'a bağlı kalabilmişse, hiç şüphesiz bu hizmetler sayesindedir. Şimdi İslâm'ın gerçek sosyal sisteminin, sahih ve doğru usûllerle yeryüzünde yeniden hayat bulması istense Hulefa-i Raşidîn'in idare tarzına uygun bir devlet mekanizmasını realize etmek şarttır. Eğer bu hâl şekli, hicrî ikinci yüzyılın yarısında sistemleştirilmiş olsaydı, bugün İslâm'ın daha geniş sahalara nüfuzundan söz edecektik. Her ne kadar İslâm'ın öngördüğü bazı değerler diğer toplumların kültür ve yaşayış tarzlarına farkedümeksizin nüfuz etmişse de bu, Sâri (kanun koyucu)'nin gösterdiği gayeye hizmet etmez. İlahî nizam bütüncül bir yapıda olduğundan, tam manasıyla diğer sistemlere üstün gelmelidir. Şeriat en dar ve en geniş bakış açısıyla dahi insan hayatına bütün alanlarda hükmetmelidir. Böylece insanlık kendi hür iradeleriyle açık ve huzurlu bir hayat sürebilmelidir. Şeriat, ahlâklı, dürüst, faziletli ve âdil fertler öngörür. Bu kişiler iyiliğin, adalet ve hakkaniyetin sistemini kurup şeriat kanunlarını uygulayabilirler. Bu sistemde insanlar her türlü baskı ve zorbalıktan uzak yaşayabilme, kendi istek ve iradeleriyle Yaratıcının emirlerini araştırabilme imkânına sahiptir.
İnsanlığın tekrar sözkonusu sisteme kavuşması, dinî ve siyasî liderliği aynı anda ve tek başına uhdesinde bulunduran ve Hulefa-i Raşidîn'in izinden giden bir lidere sahip olması hâlinde mümkündür. Bu tip bir liderlik bütün gücünü ve kaynağını D/rc'in amaçlarını yerine getirmek için kullanmalıdır. Bu sistemin anlaşılabilmesi, hikmet ve faydalarının kavranabilmesi, kendi refahlan için benimsenmesi kanun koyucunun arzu ve amaçlarıdır. Eğer insanlar onu kabul edip kendi bütünlüğü içinde pratiğe aktarsalardı tarihin akışı tamamıyla değişir ve insanlık hayatı oldukça farklı olurdu. Âdil, dürüst ve faziletli fertler kendi içlerinden seçtikleri liderlerle faziletli ve adil bir toplumu oluştururlardı. Bu toplumda herkes imkânlardan eşit olarak faydalanır, huzur ve sükûnetle Allah'ın hudutları dairesinde hayat sürerlerdi.
Ne yazık ki bu olmadı. İnsanlar, özellikle bu dinin otorite koltuğunda oturanlar iştiyakla cevap vermedikleri için bu olmadı. İlk halifeler devrinde sistem iyi işledi. Onlar bizzat Rasûlullah tarafından eğitilmişlerdi. Fakat diğerleri gücü ele geçirince onların siyasî emelleri ve dünyevî cazibeler imanlarından daha kuvvetli geldi ve onlar ne o asil ve yüksek karakter seviyesinde kalabildiler, ne de bu yüce makamdan beklenen gerçek liderliği sergilediler. Böylece hilafet saltanata dönüştü. İnsanlık siyasî ve dinî sahalarda bu makamın gerçek yönlendirmesinden mahrum bırakıldı. Böylece siyasî otoritenin dinî ve manevî liderlikten ayrılması İle kanunkoyucunun ulvî gayesi İfa edilemedi. İnsanlığa fiiliyatta takva ve iyilik, zaferde âlicenaplık, zenginlikte hayırseverlik, yüksek makamda tevazu, zengin ve fakir, dost ve düşman arasında adalet gösterilemedi. Hepsi tek hilafet makamında toplanıyordu. Gerçekte Dinin amacı, sadece tek bir liderlikte birleşirse yerine getirilmiş olur. Aynen, siyasî ve dinî liderliği aynı anda uhdesinde bulundurarak hizmet eden, muttakî, fâdıl ve herkese karşı âdil ve hakkaniyete riayet eden Hulefa-i Raşidîn gibi. (Ebu'l A'lâ Mevdûdî, Hilâfet ve Saltanat).