saniyenur
Fri 24 August 2012, 10:45 am GMT +0200
İSLÂMÎ DİRİLİŞ VE İSLÂM'A BAĞLILIK
Milletlerin hayat sistemlerinde yüce değerleri koruyarak yükseldiklerine, onları ihmal ettiklerinde ise düşüp parçalandıkları ve atâlete saplandıklarında şüphe yoktur. Bunun sebebi yüce insanî değerlere riayet etmenin ebediyete ve sürekliliğe götürüyor olmasıdır. İnsanoğlunun maddî ve manevî dünyasında bu evrensel hakikat gözlenebilmektedir. Whitehead'in sözleriyle "kalıcılık vadeden dünya değerler dünyasıdır. Değer, mahiyeti itibariyle zamandışı, ezelî ve ebedîdir. Özü herhangi bir geçici şart ve durumdan kök almamaktadır. Bazı manevi keyfiyetler sadece ezelî ve ebedî bazı değerlerle ortak noktaları paylaştıkları için değerlidirler."
İslâm'daki Allah kavramı değerler dünyasına böyle ezelî ve ebedî istikrar sağlar. Allah'ın değiştirilemez sünneti müslümanlarda değiştirilemez bir fıtrat oluşturur. Bu fıtratın zihnî planda gerçekleştirilmesi ve somutlaştırılması hikmettir. Ve bu Kur'ân-ı Kerîm'de büyük bir hayır olarak nitelendirilmiştir: "Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir..." (2: 269). Nisa sûresinde ise şu ayet mevcuttur: "... sabredin, Allah hoşlanmadığınız bir şeyi çok hayırlı kılmış olabilir." (4: 19).
Bütün peygamberlere ümmetlerini bu dünyada maddî, manevî ve ahlâkî mükemmelliğe ve âhirette kurtuluşa ulaştırabilmeleri için çokça hikmet verilmiştir. Kur'ân Allah'ın Lokman'a bağışladığı nimetinden şöyle bahsetmektedir: "Lokman'a Allah'a şükretmesi için hikmet verdik." (31: 12). Ve aynı şey Davut peygamber için de geçerlidir: "... Allah Davud'a hükümranlık ve hikmet verdi..." (2: 251; ve Hz. İsa'ya "...nimetimi an... sana Kitab'ı, hikmeti... öğretmiştim..." (5: 113). Hz. Muhammed'e bu nimet şöyle hatırlatılmaktadır: "Bunlar Rabbinin sana bildirdiği nimetlerdir..." (17: 39) ve "...Allah sana Kitabı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın sana olan lûtfu çok büyüktür." (4: 113).
Kur'ân'ın bu ayetleri, ümmetlerinin bütün hayatlarını ve toplumlarındaki hayat sistemlerini onlara hayır, iyilik ve refah getirecek şekilde dönüştürebilmelerim sağlamak için peygamberlere bahşedilen büyük hayra (hayru'l-kesir) işaret etmektedir. Diğer bir ifadeyle, temiz hayat (hayat-ı tayyibe) hikmetin insan sistemlerine uygulanmasının sonuçlarındandır: "Erkek ve kadınlardan kim mümin olarak güzel iş ve davranışta bulunursa, muhakkak ona dünyada hoş bir hayat yaşatırız ve yaptıklarını daha güzel bir karşılıkla değerlendiririz." (16: 97). Bu ayet bu dünyada ve âhirette, (Allah'ın) mutlak hakikatine inanan kimselere başarı vadetmektedİr. Böylece "insanların, âdil, dürüst ve muttaki tavırlar benimseyenlerin bu dünyada kesinlikle kayıpta oldukları, ancak âhirette belki kazançlı olabilecekleri şeklindeki düşüncelerinin yanlışlığını ortaya koymaktadır. Allah bu yanlış anlayışı ortadan kaldırmakta ve adeta şöyle demektedir: Sizin bu zannınız yanlıştır. Dürüst davranışlar sadece âhirette mutlu bir hayat sağlamakla kalmaz, fakat Allah'ın inayetiyle bu dünyada da saf ve huzurlu bir hayatı garanti eder." (Ebul Ala Mevdudi, The Meaning of the Qur'an, c. VI, s. 97).
Fussilet sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Rabbimiz Allah'tır' deyip sonra da doğrulukta devam edenlere, onlara, melekler, ölümleri ânında: 'Korkmayınız, üzülmeyiniz, size söz verilen cennetle sevinin, biz dünya hayatında da, âhirette de size dostuz...' diyerek inerler." (41: 30).
Bu ayet iki temel şartı yerine getirenler için iyi bir hayat temin edileceğini açıkça belirtmiştir. İlk olarak Allah'a ve değerler dünyasının değişmez ve ebedi istikrarına çok kuvvetle iman etmeleri gerekmektedir. İkinci olarak, imanlarında tereddütlü ve şüpheli değil, kararlı olmaları ve inançlarındaki bu kararlılığı İmanlarına uygun doğru hareket ve işlerle göstermeleri gerekmektedir. Böyle insanlar hem bu dünyadaki hem de ahiretteki hayatlarında hep daha yüksek derecelere ilerlerler. Bu manevî ilerleme ve maddî refah ebedi Tevhid kavramının pratik hayatta gerçekleştirilmesinin tabii sonucudur. Bir müellif bu durumu şöyle ifade etmiştik: "İnsanoğlu mahlukatın geriye kalanından daha yüce bir mevkiye yükselmiştir; çünkü insanoğlu Allah'ın mahiyetini idrak konusunda büyük potansiyele ve fıtrî kapasiteye sahiptir; zaten fitraten de buna uygun yaratılmıştır.
Kur'ân'a göre doğru din şu ezelî ve ebedî hakikatin gerçekleştirilmesi durumudur: Allah insanoğlunu Kendi fıtratına uygun yaratmıştır. Allah'ın yaratış sünnetinde bu değişiklik bulunmaz. Bu doğru dindir." (Abdul Hakim, Islamic Ideology, Lahore, 1974).
İslâm'ın ezelî ve ebedî değerlerini hayata aktaran kimselere, bu değerlere sahip çıktıkları ve hayatlarını onlar üzerine inşa ettikleri sürece kalıcı mutluluk vadedilmektedir: "Dünya hayatında da, ahirette de müjde onlaradır. Allah'ın sözlerinde hiç bir değişme yoktur. Bu büyük başarıdır." (10: 64).
Rum sûresi bu ilkeyi şu şekilde açıklamaktadır: "Hakka yönelerek kendini Allah'ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah'ın yaratışında değişme yoktur; işte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler." (30: 30). Bu ayet, İnsanlık dahil, bütün bu kâinatın yaratıcısı ve Hakimi olanın, Allah olduğu gerçeği açıkça ortaya çıktıktan sonra, kişinin yüzünü Allah'tan başka bir yöne çevirmemesi gerektiğini, çünkü ibadet ve itaate ancak Allah'ın layık olduğunu vurgulamaktadır. Bu böyledir; çünkü, "Bütün İnsanlar, Allah'ın kendi Yaratıcıları ve Rableri olduklarını kabul fıtratı ile yaratılırlar. Bu fıtrat üzere kalm-malıdir. Eğer Allah'tan bağımsız bir tavır benimsemeye çalışılırsa, fıtrata aykırı bir yol tutturulmuş demektir ve Allah'tan başkalarına da kulluk ve ibadet edilirse kişi fıtratının aleyhine çalışıyor demektir."
Hz. Peygamber bu durumu şöyle açıklamıştır: "Her doğan İslâm fıtratı üzerine doğar; ana-babası onu Yahudi, yahut Hıristiyan yahut Mecusi yapar. Bu bir hayvanın tam ve sağlıklı bir yavru doğurup daha sonra müşriklerin onların kulaklarını cehalet ve bâtıl inançlarından dolayı koparmalarına benzemektedir." (Buharı ve Müslim).
Bir diğer hadiste ise bazı Müslümanların bir savaşta yanlışlıkla düşmanların çocuklarını öldürdükleri bildirilmiştir. Hz. Peygamben bundan haberdar olunca çok kızmış ve "İnsanlara ne oluyor ki sınırları çiğniyor ve çocukları dahi öldürüyorlar?" buyurmuştur. Bir sahabe "Ya Rasûlullah, onlar müşriklerin çocukları değiller miydi?" diye sorunca Hz. Peygamber "Sizin en hayırlılarınız da müşriklerin çocuklarıdırlar. Her canlı doğru fıtrat üzere doğar: Daha sonra konuşma çağına gelince, aileleri onları Yahudi ya da Hıristiyan yapar" buyurmuştur. (Müsned-i Ahmed ve Neseî).
İmam Ahmed'in aktardığı hadise göre Hz. Muhammed bir hutbesi esnasında, "Rab-bin buyuruyor ki: 'Ben bütün kullarımı gerçek iman üzere yarattım; sonra şeytan geldi ve onları imanlarından uzaklaştırdı; benim onlara helâl kıldığımı haram kıldı ve kendilerine hiç otorite (meşruluk) vermediğim kimseleri Bana ortak koşmalarını emretti."
"İnsanın Rabbine, yalnızca Rabbine kulluk ve itaat etmeye olan fıtrî eğiliminin değiştirilmesi çok zordur, ancak bunu deneyecekler çıkabilir. Ne insan kulluk durumunda bir değişiklik yapabilir, ve ne de Allah'tan başka bir varlık gerçek manada onun ilâhı olabilir. İnsan kendisi için istediği sayıda ilahlar üretsin, yine de onun Allah'tan başkasının kulu olmadığı gerçeği bakidir. İnsan, cahilliği ve nankörlüğünden dolayı, bazı kimseleri ilahi sıfat ve güçlere haiz görebilir ve kaderini tayin edici olarak kabul edebilir, fakat meselenin gerçeği odur ki; Allah'tan başka hiçbir varlık İlâhî sıfatlara ve iktidara sahip değildir ve hiç kimsenin insanın kaderini tayine gücü yoktur." (The Meaning of the Qur'an, c. IX, ss. 211-219).
Kur'ân Hakiki Din için "İslâm" kelimesini kullanır. "İslâm" enfüsi ve âfâki (iç ve dış) barışı, Allah'a tamamen teslim olarak ve hayatını ebedî değenlerle uyumlu kılarak, aramak anlamına gelir. Kur'ân'a göre kâinatın iki yönü vardır: Aîemü'î-emr ve âlemü'l-halk (emir ve yaratma âlemleri). Kâinatın bu her iki yönü de Allah'ın mutlak hükmü altındadır: "Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan ve sonra arşa hükmeden -gündüzü- durmadan kovalayan- gece ile bürüyen; güneşi, ayı, yıldızları, hepsini buyruğuna baş eğdirerek var eden Allah'tır. Bilin ki yaratma da emir de O'nun hakkıdır. Alemlerin Rabbi olan Allah yücedir." (7: 54).
Râd sûresi bütün işlerin Allah'a ait olduğunu vurgulamaktadır (13: 31). Âlemü'l-emr, bütün ebedî değerlerin ana kaynağında, Ümmü'l-Kitap'ta yer almaktadır ve bu dünyadaki hayatla ilgili değer içeren bazı emirler bu Ki-tap'tan çıkarılmaktadır. Bu dünyada yaratılış gayelerine mütenasip olarak, olaylar ve eşyalar bir evrim çizgisinde değişmektedirler. Ancak gerçekleştirilmeye çalışılan değerlerin esas ve ebedi tabiatı değişmez. Kur'ân bu evrensel ilkeye şöyle değinmektedir: "Herhangi bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya unutturursak, onun yerine daha hayırlısını veya onun benzerim getiririz..." (2: 106).
Böylece Kur'ân'a göre, bir yanda tabiat yasalarının ve ebedi değerlerin değişmezliğinde yansıtılan hakikatin özü ve diğer yanda evrim çizgisindeki sürekli değişkenlik. Kur'ân bunu Doğru Din (Dinü'l-kaime) olarak adlandırmaktadır; insanları, hayvanları ve kainatta işlemekte olan bütün fizik güçleri içeren bütün tabiatın dini.
Hayatın geçici gerçekleri değişmeye devam etmektedirler, ancak, ebedî tabiat kanunlarını ve ebedî değerleri değiştirmeksizin.
Kur'ân Hz. Adem'den Hz. Muhammed'e bütün peygamberlerin tebliğ esasının değişmediğini ifade buyurmaktadır. Hepsi de aynı kardeşlik çatısı altında idiler, çünkü hepsi de yaratan ve hayır sahibi rablerinin tek olduğunu tebliğ ediyorlardı.
Şurası muhakkak ki, âdetler ve alışkanlıklar, örfler ve ibadet şekilleri, sosyal ve ekonomik çerçeveler şartlara göre değişim gösterebilmektedir. Öz dini kendisini değişik şekillerde ortaya koyabilir. Tekrar ve tekrar insanoğlu öz değerleri gözden kaybetmiş ve onların yerine hayalî yaratıkları ya da Allah'ın bazı yaratıklarını tannlaştırmıştır. Her dinde bilâhare dogmalar, âyinler ve törenler merkezi yeri alarak bunlara tapmak tapınmanın Öz gayesinin yerini almıştır. Önemli olmayan ayrıntılara önem atfedilmesi insanları birbirlerine düşman mezheplere bölmüştür. Hakiki dinin evrenselliği kabilevî, mezhebî ve mahallî hale getirilmiştir. İnançlar içi boş kabuklar haline gelmiştir. Sevginin yerini nefret almış ve sosyal adalet ilkesi unutulmuştur. Din belli hâkim zümrelerin çıkarını gözetir hâle getirilmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de anlatıldığı şekliyle, peygamberlerin hayatlarında, bütün imanla ilgili reform teşebbüslerine inatla muhalefet eden yerleşik düzende menfaatleri bulunan gruplar ve sınıflarla karşılaştıkları vâkidir ve tekrar tekrar bahis konusu edilmektedir. Tatbikatta ise -Hıristiyanlıkta olduğu gibi- inziva inancı haline gelip kültür ve medeniyet hayatından kendilerini ayırmış gruplara karşı da mücadele etmişlerdir. Hıristiyanlık dininin bağlıları Allah'ın birleştirdiğini ayırmışlar ve bir büyük insanı tanrılaştırarak, insanlığın geri kalanını doğuştan günahkarlar olarak suçlamışlardır. Öyle ki, İsa'nın tanrılığını, vekaletini ve insanların yerine ceza çekeceğini, dogmatik olarak kabul etmeksizin yalnızca hayat boyunca güzel işler yaparak bile bu günahları silmek kişi için mümkün kabul edilmemektedir.
Hz. Muhammed'in gelişinden sonra İslâm, değerler dünyasını değişkenlikler dünyası ile birleştirdi ve hakiki dinin öz kimliğini ortaya koydu, ebedi olanı geçici olandan Hakikatin İki farklı veçhesi olarak ayırdı; yoksa onları iki müstakil varlık haline koymadı. İslâm'ın getirdiği inkîlap esas olarak bu bütüncül bakışın eseridir. Bu ilke nedeniyle, İslâm toplumu dinamik hâle gelmiştir. Hayat bir keşif yolculuğu haline gelmiştir; çünkü Kur'ân tabiî ve fizikî oluşumlar vasıtasıyla Allah'ı aramayı tavsiye etmektedir.
İnsanlığın bütün geçmiş bilgi ve sanatları büyük bir merakla araştırılıp toplandı, yeni bir bakış açısının üzerine yeni üst-yapılar yükseltildi. İnsanın ruhu hürriyete kavuştu ve onunla Allah arasında hiçbir müdahale edici araç kalmadı. Sosyal adalet ve bunun ferdî ve toplumsal sahalara uygulanması konularında büyük ilerlemeler sağlandı. İslâm'ın dinamik asırlarında, ulemâ, fukaha, udebâ ve mutasavvıflar araştırmalarında ve hayatla ilgili tecrübelerinde tamamen hürdüler. (Islamic Ideoiogy).
Ancak bu genişleme ve kültürel gelişmelerin olduğu dinamik dönemde bile belli bazı tepkici unsurlar görülmekte idi; gerçi o vakitler Hz. Muhammed'in tebliği sonucu başlayan inkılâbî eğilimi durdurabilecek gücü uygulayamadılar. Tedricen "Saltanat hilafetin yerini aldı ve bir çeşit din adamları sınıfı dini bilgileri tekellerine geçirdiler. Hayat tarzları katılaşmaya ve fosilleşmeye başladı. İstikrar atalete dönüştü. Mutlakiyetçi hükümdarlara karşı insanlar kendilerin içaresiz hissetmeye başladılar. Amansız talih hür ve yaratıcı arzuya galip gelir oldu. Din konusunda kıymetleri kendilerinden menkul aracılar karmaşık kelamî faraziyelerin bekçileri olarak Allah ile kullar arasında yer aldılar. Fakihlerin fikirleri katıl aştırıldı ve bir çeşit mecburî dinî kurallar haline getirildi.
Türkler ve Tatarlar müslüman olduktan sonra islâm dünyası siyasî gücünü yeniden kazandı, istanbul'un fethinden sonra Doğu Avrupa'ya iyice yerleşen Osmanlı Türkleri Viyana kapılarına dayandılar. Ancak müslümanlar'ın kültürel yaratıcılığı onüçüncü yüzyıldan sonra kayboldu... Bundan sonra, Müslümanların düşünce ve hayat tarzları ısmarlama ve taklitçi olmaya başladı. Sanki bu büyük kültür işini yapmış vazifesini tamamlamış bir görünüm arzetmeye başladı. Daha sonra da şerhçiler ve (epigones geçmişler üzerine söylem) dönemi başladı.
Hayat tarzları, nesilden nesile İlâhi olarak düzenlenmiş kanunlar (takdir-i ilâhi) damgası taşıyarak devredildi. Şerhçiîerin önemsiz ayrıntılar üzerinde tartışması dışında bütün serbest fıkhî faaliyetler durdu... Bütün bu iktidara perestişin neticesinde ise siyasî, sosyal ve kültürel sahade atâlet başgösterdi. (Islamic Ideoiogy).
Şimdi insanlar ondört yüzyıllık bir sistemin geçerliliğini modern çerçeve içinde sorgulamaktadırlar. Bu eski ve porsumuş inancın amacına ulaştığım ve artık yaşatılamıyac ağını savunuyorlar. Bunu gelişmeye engel kabul ettikleri için terketmek istiyorlar. Ancak bu yaklaşım tamamıyla yanlıştır; çünkü, suç hakiki İslâm'ı uygulamayan Müslümanlanndır, İslâm'ın yalın ve doğrudan inançlarını takip etmek yerine, "orijinal İslâm'ı, fikirler ve kurumlar yığınının altına gömdüler" ve bu fikir ve kurumları ilahi olarak emredilmişlercesine takip ettiler. Müslümanlar geçmiş parlak günlerini geriye getirmek istiyorlarsa, İslâm'ı yine Hz. Muhammed tarafından vaz edildiği ve uygulandığı şekilde yaşamaya gayret göstermelidirler.
İslâm, gücünü, diğer milletlerin dehaları tarafından daha önce ayrı ayrı geliştirilen düşüncelerin cesurca sentezini yapmaya borçludur. İslâm dünya ve âhiret hayatını sentez etmiştir. Allah ile dünyayı ve Allah ile insanlığı bir araya getirmiştir. Bu, hayatta refaha ulaşmayı ebedî değerlerin gerçekleştirilmesine bir hazırlık haline getirmiştir. Ruhbanlık ve inziva gibi olumsuz maneviyatçılık reddedilmiştir. Doğru ve sağlıklı bir hayat sürerek bu dünyadaki hayatın bütününün manevileştirilmesi öğretilmiştir. Bir din adamları sınıfı ya da dinden çıkan olan din tekelcileri ortadan kaldırılmıştır. Kölelerin azad edilmesi büyük bir fazilet ve takva örneği kabul edilmiştir.
Tabiat ve tabiat üstü arasındaki fark silinmiştir; mucize meraklılarından Allah'ı aramak için enfüs (iç) ve âfâk (dış) dünyalarına bakmaları istenmiştir ve din ihsanın ruhuna üflenmiş olan İlâhi fıtrat'a göre hayatın düzenlenmesi olarak tanımlanmıştır. Ahlaken ve manen sağlıklı bir hayat için ekonomik adalet, vazgeçilmez bir şart olarak kabul edilmektedir. Feodalizm yeni miras kanunları ile yıkilmıştır. Irk ayrımı engellenmiş ve insanlar kabilecilikten insanların evrensel kardeşliği ilkesine sıçratılmışlardır. Monarşinin yerini istişare almıştır ve toplumu yönetecek en İyi kişinin icma ile seçilmesi ilkesi getirilmiştir.
Fırsat-eşitliği ve kanun önünde eşitlik sosyal ve mâdeni hayatın temelleri haline getirilmiş ve bijtün ayrıcalıklar kaldırılmıştır.
Kadınlara bağımsız mâlî statü verilmiş, kendi mülkünü muhafaza ve mirastan pay alma hakkı tanınmıştır. Evlilik, iki karşı cins arasında yapılan medenî bir sözleşme haline getirilmiş; ve bu sözleşmeye bütün meşru şartların konulmasına imkân sağlanmıştır. Bilgiyi aramak dinî bir emir haline gelmiş, vicdan hürriyeti imanın bir şartı sayılmıştır.
İslâm, başlangıcı ve kelimelerin modern anlamları itibarıyla ne laik ve ne de teokratiktir. Batıdaki laiklik kilisenin ve din adamlarının mutiakiyelçiliğine karşı bir İsyandır. İslâm bu kurumlan ortadan kaldırmıştır, böylece (seküler) dünyevî hayatı geri teokrasilerin kelepçesinden kurtarmak gibi bir gerekçe kalmamıştır. Allah ve kul arasında hiç bir aracı yoktur.
İslâm toplumunu canlandırmak ve insanlığı yeni bir liderliğe kavuşturmak için, İslâm'ın bu aslî ruhu canlandırılmalıdır ve bu süreç diğer kültürlerin geliştirdiklerinin en iyileri bünyeye alınarak sürdürülmelidir. İslâm'da hiçbir coğrafi ya da ırkî ayrım yoktur. Allah doğuda ve batıdadır." (2: 115; 142). Allah Ezeldir, Ebed'dir, Hal'dir, çünkü hayatın değişmez değerleri Allah'a aittir. İslâm medeniyeti başarı ve gücünün doruğunda olduğu zamanlarda geçmiş kültürlerin en iyi unsurlarını içinde eritmiştir... Pek çok kabiliyetli toplumların geçmişteki katkıları İslâm dehasının içine kabul edilmiştir." (Islamic Ideology)
İslâm, Yahudilerin fikri olan "seçilmiş millet" kavramını da reddetmekte ve hiçbir ırk ve topluluğun hiçbir zaman ayrıcalığı olamı-yacağmı öğretmektedir. Bütün milletlerin içinde kötü insanlar olduğu gibi iyi insanlar da vardır; bir milleti diğerine üstün kılan şey o millet içinde iyilerin baskın ve hakim olması durumudur. "... Allah katında en değerliniz, O'na karşı gelmekten en çok sakınanız-dır..."(49: 13).
Bakara sûresinde ise şu mealde bir âyet yer almaktadır: "Hayır, öyle değil! İyilik yaparak kendini Allah'a veren kimsenin ecri Rabb'inin kalındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir." (2: 112). Bu Allah'ın evrensel kanunudur (Sünnetullah). Ve insanlar bu kanundan saptıkları vakit bilgi, hikmet ve kültür meşalesi derin iç görüleri ve yüksek hayat nitelikleri İle üstünlüklerini ispatlamış diğer milletlere verilir.
Böylece milletlerin üstünlükleri bu sünnetullah gereğince sürekli birinden diğerine geçer. Kur'ân'ın şu ayeti de aynı konuyu şöyle ifade etmektedir: "... eğer O'ndan yüz çevirirseniz sizi ortadan kaldırır, sizin gibi olmayacak bir milleti sizin yerinize getirir." (47: 38). Bu müslümanlara, konumları hakkında aptalca zanlara kapılmamaları ve konumlarından dolayı gurura kapılıp Allah'ın Doğru Yolunda gösterecekleri gayrette gevşeklik göstermemeleri için açık bir uyarıdır. Eğer bunları yaparlarsa, o zaman Sünnetullah gereği onlara üstün ve Allah'ın takdirini kazanmış bir diğer millet onların yerine geçer. Maide sûresini şu ayeti görmekteyiz: "Ey iman edenler! Aranızda dininden kim dönerse bilsin ki, Allah sevdiği ve onların O'nu sevdiği ... bir millet getirir. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bol nimetidir..." (5: 54).
Müslümanlar Sünnetullah'a uygun adım attıkları müddetçe ilim ve sanat alanındaki ilerlemelerine devam ettiler ve insanlığın kültür ve medeniyetini zenginleştirdiler; ancak, dengelerini kaybedip dalalete düştükleri andan itibaren, dünyanın diğer milletleri kültür ve bilgi meşalesini ellerine aldılar ve Müslümanlar yarışta geri kaldılar. Şimdi, kaybettikleri konumu yeniden kazanmak için hiç çaba göstermedikleri müddetçe sünneîullah bu mücadelede inananlar ve kâfirler arasında hiçbir ayrım yapmayacaktır. Müslümanların konumları amelleri temel alınarak belirlenmektedir: "...Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez..." (13: U).
Enfaî sûresinde de şu ayet yer almaktadır: "... Bir topluluk gidişini değiştirmedikçe Allah da verdiği nimeti değiştirmez..." (8: 53). Yani insanlar kendi yaptıklarının sonucu olarak birini ya da öbürünü haketmedikçe Allah nimetlerini onlardan esirgemez.
İslâm fıtrata yakm, çok yalın ve mantıklı bir dindir. Onun temel kavramı olan Tevhid hayatın bütün yönlerinin bütüncül ve uyumlu şekilde geliştirilmesini teşvik eder. Bu ilke hiç bir zaman atıl ve vakti geçmiş olamaz, çünkü insan tabiatı ve fizik dünyanın tabiatı nasıl değişmiyorsa evrensel ve ebedî değerler de öylesine değişmezdir.
Asırların seyri boyunca olan hadîse ise Müslümanların inançları etrafına pek çok adet, gelenek, sistem ve usuller toplayarak İslâm'ın orjınal ruhunu gömmüş olmalarıdır. Pek çok hukuki kural ve kurum dini bir damga taşıdı ve kutsal olarak nitelendirildi. İslâm'da ne saltanat müessesesi ve ne de krallık kurumu vardır, ancak pek çok Müslüman devlet uzun süredir otokratik saltanat yönetimleri altında hayat sürmektedirler.
İslâm, insanlara yeni bir katılım kavramı (istişare) verdi ancak insanlar bunu geliştirmeyi ve gereği gibi uygulamayı başaramadılar; halbuki diğer bazıları şimdi bu ilkeyi aldılar ve benimseyerek geliştirdiler. İslâm hiç bir asîl veya ayrıcalıklı snıf veya grubu kabul etmemiştir. Mensuplarının hiç birine özel bir hak ya da ayrıcalık tanımaksızın mutlak eşitlik temelinde muamelede bulunmuştur. Herkesin eğitim, öğretim ve istihdam alanında eşit fırsatlara sahip olduğu, eşit sosyal, medeni ve siyasî haklara sahip olduğu sınıfsız bir toplum yarattı. Ekonomik sahada eşitlik kuraldı. Böylece herkes en azından makul bir hayat standartına sahip olma hakkından mahrum bırakılmıyordu, ancak daha nitelikli ve kabiliyetli kişiler ise hakedişlerine göre kazanıyorlardı. Ancak en yüksek ve en alt kazanç dilimi arasındaki fark makul sınırlarda tutuluyordu.
Müslüman toplumlar olarak adlandırılan yerlerde buün bu özelliklerin yokluğu aşikardır. Halbuki bunlar gerçek İslâmî sistemin özü, en önde gelen gerekleri ve yalnızca Allah'a iman ediyor olmanın sonucudurlar. Tevhid ilkesi Allah'ın kullarının tamamına, ırk, renk, millet, cins ve mevki ayrımı yapmadan ve hiçbirine ayrıcalık tanımadan hayatta eşit muamele edilmesini gerektirir. Ancak günümüz Müslüman toplumlarında uygulamada bunların hiç biri yoktur. İslâmm temel gereklerini yerine getirmiyorken İslâmi sistemin nimetlerinden faydalanmayı nasıl bekleyebilirler? Yani, gerçekte mevcut kötü durum için İslâm değil Müslümanlar suçlanmalıdırlar.
Isîamic Ideology'nm müellifinin ifadeleriyle, "İslâm öğretisinin esasları her türlü hayatı kolaylaştırıcı uyarlamaları yapabilecek kadar zengindir. İbadetin özüne değil lafız ve şekline önem vermeye başlayan ve bütün zamanlar için ve bütün şartlar altında geçerlilik iddiasında ayrıntılı hayat kanunları çizen bütün gelenekçilik, bir zamanlar canlı olan dİn-bi-Linci fosilleştirmiştir... Bir din, kavramları, adetleri, ibadet şekilleri ve teamülleri çok katı hale geldiği ve bütün yeni deneyim ve deneyler tehlikeli bidatler olarak kabul edildiği zaman canlılığını yitirmeye başlar... İslâm İnsan ruhunu özgürleştirme hareketi idi ve olağanüstü başarısını bu özgürleştirici bakış açısına borçlu idi... Ancak, (daha önce izah edilen) tepkici gelenekçilik nedeniyle âtıl hale geldi.
İslâm artık ancak özgürlükçü ruhunu ve ebedî değerlerini yeniden keşfedebil irse ilerleyebilir. Müslümanlar kişinin özgürlük ve haysiyetine önem veren Allah inancı bulunan bir demokrasi geliştirmelidirler. İslâm ilk ortaya çıkışında insanın insan tarafından dinî, toplumsal, siyasî ve ekonomik yönlerden sömürül-mesinİ önlemek teşebbüsü olarak belirdi. Bilgi ve hakikati aramanın dinî bir vazife olarak kabul edildiği zamanlarda Müslümanlar ilerledi. Kastları ve sınıfları kaldırarak insanlığı eşit hale getirmeye teşebbüs ettiler. Vicdan Özgürlüğü ve şahsiyet haklarında eşitlik imanın ilkelerinden olarak kabul görüyordu. İslâm toplumu İslâm'ın temel ilkelerine muhalefet etmeyen bütün kültürel etkilere açıktı. İslâm'ın büyük fıkıhçıları hür ve serbest görüşlü kişilerdi. İslâm medeniyeti eski Yunan Mirasından da faydalanmıştır.
Hz. Peygamber müslümanlara "beşikten mezara kadar ilim tahsil etmeyi" ve "ilim Çin'de de olsa aramalarını" tavsiye etmiştir. Kur'ân ekonomik eşitlik ilkesini şu ayette belirlemiştir: ekonomik hayatınızı öyle düzenleyin ki servet "sadece aranızdaki zenginlerin birinden diğerine geçip dolaşan bir meta olmasın." (59: 7).
Meşru sınırlardaki serbest teşebbüse izin veren İslâm her türlü istismar yolunu kapamıştır. Servet fazlalıkları (ihtiyaç halinde) toplumun yoksullarına aktarılabilmeliydi. İslâm devleti Hz. Peygamber tarafından bir refah toplumu olarak kurulmuştur.
İslâm sağlıklı bir ahlâkî ve manevî hayat için ön şart olan sosyal, siyasi ve ekonomik yeniden yapılanmaya teşebbüs etmiştir. İslâm insan hayatının fizikî temellere dayandığını ve sadece manevî hayatın bizzat tehlikeye düşeceği durumlarda bu ihtiyaçların göz ardı edilmesi gerektiğini unutmamaktadır. İslâm hayatı bölünmez bir bütün olarak algılamaktadır... hayat sonsuz değişkenliklerin manevi birliği şeklinde integral bir bütün olarak gelişmelidir. Dinî kavram ve kurumlar yeni çevrelerin gerçekliğinden ayrı kaldıkları zaman hayatı kolaylaştırıcı yüklerinden yoksun kalırlar. Buna benzer olarak, insanın maddî hayatı da, manevi temelden ayrı kalırsa Tek Hakikat'ten uzaklaşmış olmak dolayısıyla yalpalama ve şaşkınlık doğurur.
Müslümanların hayatının bütün yönleriyle yeniden yapılandırılması, muhakkak İslâm'ın dünyaya sunduğu bu engin görüş çerçevesinde devam ettirilmelidir. Kilise ve devlet, ruhanî ve dünyevî, halk ve din adamı sınıfı gibi ayrımlar Batı'nın siyasî ve dinî tarihinden kaynağını almaktadır. İslâm ruhu ile dolu olan hiç bir Müslüman insan hayatının ve varlığının kısımlara ayrılmasını doğru bulmaz. Din, kişiye manevî, ahlâkî, zihnî ve fizikî yeteneklerini en yüksek derecede geliştirebilme imkanını hazırlamada bir rehber vazifesi görür. Dinin fonksiyonları Allah ve insan ve insan ve insan arasındaki ilişkileri sürdürmek ve uyumlu olmasını sağlamaktır. Ayrıca din insanların içinde yaşadıkları kainata karşı da doğru tavır almasını öngörür. İnsanî gelişimin hür olarak gerçekleştirilmesini engellemiş bir manevî tekelciler sınıfının reak-siyoner teokrasilerinden bıkmış olan milletler sekülarizm gibi bir diğer aşırı uca sıçramışlardır ve bu sekülarizm tamamen maddeci akılcılıkla özdeşleştirilmiştir." (Dr. Halife Abdulhakİm).
İlim ve teknolojideki gelişmeler sayesinde mesafe kavramı hemen hemen ortadan kalkmış ve insanlık -evrensel uyum ve kardeşlik hissi olmaksızın- bir organizma haline gelmiştir. İslâm'ın bir Allah ve Rabb inancı, insanlığın kardeşliği, bütün insanların renk, ırk, milliyet ve cinsiyet ayrımı yapılmaksızın eşit olduğu şeklindeki kavramları dünyanın değisik milletleri arasında bir ahenk, sevgi ve işbirliği ruhu geliştirebilir. İslam'ın ebedî değerleri ve mutlak hakikati günümüzün parça-bölük dünyasına barış getirebilir. Ancak, önce Müslümanlar vasat ümmet olduklarını, komünizm ve kapitalizm gibi beşerî sistemlerin aşırılıkları sonucu ortaya çıkan kötülüklerden kaçınarak ve hayırlı işler işleyerek isnat etmelidirler. Ferdî ve toplumsal hayatlarında Öncelikle yaşamaları gereken kaynaklarına bağlı saf İslâm'dır." (îsîamic Ideology).