- İslami Diriliş Ve İslama Bağlılık

Adsense kodları


İslami Diriliş Ve İslama Bağlılık

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Fri 24 August 2012, 10:45 am GMT +0200
İSLÂMÎ DİRİLİŞ VE İSLÂM'A BAĞLILIK

Milletlerin hayat sistemlerinde yüce değerleri koruyarak yükseldiklerine, onları ihmal ettik­lerinde ise düşüp parçalandıkları ve atâlete saplandıklarında şüphe yoktur. Bunun sebebi yüce insanî değerlere riayet etmenin ebediye­te ve sürekliliğe götürüyor olmasıdır. İnsa­noğlunun maddî ve manevî dünyasında bu evrensel hakikat gözlenebilmektedir. Whitehead'in sözleriyle "kalıcılık vadeden dünya değerler dünyasıdır. Değer, mahiyeti itibariy­le zamandışı, ezelî ve ebedîdir. Özü herhangi bir geçici şart ve durumdan kök almamakta­dır. Bazı manevi keyfiyetler sadece ezelî ve ebedî bazı değerlerle ortak noktaları paylaş­tıkları için değerlidirler."

İslâm'daki Allah kavramı değerler dünyasına böyle ezelî ve ebedî istikrar sağlar. Allah'ın değiştirilemez sünneti müslümanlarda değiş­tirilemez bir fıtrat oluşturur. Bu fıtratın zihnî planda gerçekleştirilmesi ve somutlaştırılma­sı hikmettir. Ve bu Kur'ân-ı Kerîm'de büyük bir hayır olarak nitelendirilmiştir: "Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse şüp­hesiz ona çokça hayır verilmiştir..." (2: 269). Nisa sûresinde ise şu ayet mevcuttur: "... sabredin, Allah hoşlanmadığınız bir şeyi çok hayırlı kılmış olabilir." (4: 19).

Bütün peygamberlere ümmetlerini bu dünya­da maddî, manevî ve ahlâkî mükemmelliğe ve âhirette kurtuluşa ulaştırabilmeleri için çokça hikmet verilmiştir. Kur'ân Allah'ın Lokman'a bağışladığı nimetinden şöyle bah­setmektedir: "Lokman'a Allah'a şükretmesi için hikmet verdik." (31: 12). Ve aynı şey Davut peygamber için de geçerlidir: "... Al­lah Davud'a hükümranlık ve hikmet verdi..." (2: 251; ve Hz. İsa'ya "...nimetimi an... sana Kitab'ı, hikmeti... öğretmiştim..." (5: 113). Hz. Muhammed'e bu nimet şöyle hatırla­tılmaktadır: "Bunlar Rabbinin sana bildirdiği nimetlerdir..." (17: 39) ve "...Allah sana Kita­bı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın sana olan lûtfu çok bü­yüktür." (4: 113).

Kur'ân'ın bu ayetleri, ümmetlerinin bütün ha­yatlarını ve toplumlarındaki hayat sistemleri­ni onlara hayır, iyilik ve refah getirecek şekil­de dönüştürebilmelerim sağlamak için pey­gamberlere bahşedilen büyük hayra (hayru'l-kesir) işaret etmektedir. Diğer bir ifadeyle, temiz hayat (hayat-ı tayyibe) hikmetin insan sistemlerine uygulanmasının sonuçlarındandır: "Erkek ve kadınlardan kim mümin olarak güzel iş ve davranışta bulunursa, muhakkak ona dünyada hoş bir hayat yaşatırız ve yap­tıklarını daha güzel bir karşılıkla değerlendi­ririz." (16: 97). Bu ayet bu dünyada ve âhiret­te, (Allah'ın) mutlak hakikatine inanan kim­selere başarı vadetmektedİr. Böylece "insan­ların, âdil, dürüst ve muttaki tavırlar benim­seyenlerin bu dünyada kesinlikle kayıpta ol­dukları, ancak âhirette belki kazançlı olabile­cekleri şeklindeki düşüncelerinin yanlışlığını ortaya koymaktadır. Allah bu yanlış anlayışı ortadan kaldırmakta ve adeta şöyle demekte­dir: Sizin bu zannınız yanlıştır. Dürüst davra­nışlar sadece âhirette mutlu bir hayat sağla­makla kalmaz, fakat Allah'ın inayetiyle bu dünyada da saf ve huzurlu bir hayatı garanti eder." (Ebul Ala Mevdudi, The Meaning of the Qur'an, c. VI, s. 97).

Fussilet sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Rabbimiz Allah'tır' deyip sonra da doğru­lukta devam edenlere, onlara, melekler, ölümleri ânında: 'Korkmayınız, üzülmeyiniz, size söz verilen cennetle sevinin, biz dünya hayatında da, âhirette de size dostuz...' diye­rek inerler." (41: 30).

Bu ayet iki temel şartı yerine getirenler için iyi bir hayat temin edileceğini açıkça belirt­miştir. İlk olarak Allah'a ve değerler dünyası­nın değişmez ve ebedi istikrarına çok kuvvet­le iman etmeleri gerekmektedir. İkinci ola­rak, imanlarında tereddütlü ve şüpheli değil, kararlı olmaları ve inançlarındaki bu kararlılığı İmanlarına uygun doğru hareket ve işlerle göstermeleri gerekmektedir. Böyle insanlar hem bu dünyadaki hem de ahiretteki hayatla­rında hep daha yüksek derecelere ilerlerler. Bu manevî ilerleme ve maddî refah ebedi Tevhid kavramının pratik hayatta gerçekleşti­rilmesinin tabii sonucudur. Bir müellif bu du­rumu şöyle ifade etmiştik: "İnsanoğlu mahlukatın geriye kalanından daha yüce bir mevkiye yükselmiştir; çünkü insanoğlu Allah'ın mahiyetini idrak konusunda büyük potansiye­le ve fıtrî kapasiteye sahiptir; zaten fitraten de buna uygun yaratılmıştır.

Kur'ân'a göre doğru din şu ezelî ve ebedî ha­kikatin gerçekleştirilmesi durumudur: Allah insanoğlunu Kendi fıtratına uygun yaratmış­tır. Allah'ın yaratış sünnetinde bu değişiklik bulunmaz. Bu doğru dindir." (Abdul Hakim, Islamic Ideology, Lahore, 1974).

İslâm'ın ezelî ve ebedî değerlerini hayata ak­taran kimselere, bu değerlere sahip çıktıkları ve hayatlarını onlar üzerine inşa ettikleri sü­rece kalıcı mutluluk vadedilmektedir: "Dün­ya hayatında da, ahirette de müjde onlaradır. Allah'ın sözlerinde hiç bir değişme yoktur. Bu büyük başarıdır." (10: 64).

Rum sûresi bu ilkeyi şu şekilde açıklamakta­dır: "Hakka yönelerek kendini Allah'ın insan­lara yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah'ın yaratışında değişme yoktur; işte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler." (30: 30). Bu ayet, İnsanlık dahil, bütün bu kâinatın yaratıcısı ve Hakimi olanın, Allah olduğu gerçeği açıkça ortaya çıktıktan sonra, kişinin yüzünü Allah'tan başka bir yöne çevirmemesi gerektiğini, çünkü ibadet ve itaate ancak Al­lah'ın layık olduğunu vurgulamaktadır. Bu böyledir; çünkü, "Bütün İnsanlar, Allah'ın kendi Yaratıcıları ve Rableri olduklarını ka­bul fıtratı ile yaratılırlar. Bu fıtrat üzere kalm-malıdir. Eğer Allah'tan bağımsız bir tavır be­nimsemeye çalışılırsa, fıtrata aykırı bir yol tutturulmuş demektir ve Allah'tan başkalarına da kulluk ve ibadet edilirse kişi fıtratının aleyhine çalışıyor demektir."

Hz. Peygamber bu durumu şöyle açıkla­mıştır: "Her doğan İslâm fıtratı üzerine do­ğar; ana-babası onu Yahudi, yahut Hıristiyan yahut Mecusi yapar. Bu bir hayvanın tam ve sağlıklı bir yavru doğurup daha sonra müş­riklerin onların kulaklarını cehalet ve bâtıl inançlarından dolayı koparmalarına benzemektedir." (Buharı ve Müslim).

Bir diğer hadiste ise bazı Müslümanların bir savaşta yanlışlıkla düşmanların çocuklarını öldürdükleri bildirilmiştir. Hz. Peygamben bundan haberdar olunca çok kızmış ve "İn­sanlara ne oluyor ki sınırları çiğniyor ve ço­cukları dahi öldürüyorlar?" buyurmuştur. Bir sahabe "Ya Rasûlullah, onlar müşriklerin ço­cukları değiller miydi?" diye sorunca Hz. Peygamber "Sizin en hayırlılarınız da müşriklerin çocuklarıdırlar. Her canlı doğru fıtrat üzere doğar: Daha sonra konuşma çağı­na gelince, aileleri onları Yahudi ya da Hıris­tiyan yapar" buyurmuştur. (Müsned-i Ahmed ve Neseî).

İmam Ahmed'in aktardığı hadise göre Hz. Muhammed bir hutbesi esnasında, "Rab-bin buyuruyor ki: 'Ben bütün kullarımı ger­çek iman üzere yarattım; sonra şeytan geldi ve onları imanlarından uzaklaştırdı; benim onlara helâl kıldığımı haram kıldı ve kendile­rine hiç otorite (meşruluk) vermediğim kim­seleri Bana ortak koşmalarını emretti."

"İnsanın Rabbine, yalnızca Rabbine kulluk ve itaat etmeye olan fıtrî eğiliminin değiştiril­mesi çok zordur, ancak bunu deneyecekler çıkabilir. Ne insan kulluk durumunda bir de­ğişiklik yapabilir, ve ne de Allah'tan başka bir varlık gerçek manada onun ilâhı olabilir. İnsan kendisi için istediği sayıda ilahlar üret­sin, yine de onun Allah'tan başkasının kulu olmadığı gerçeği bakidir. İnsan, cahilliği ve nankörlüğünden dolayı, bazı kimseleri ilahi sıfat ve güçlere haiz görebilir ve kaderini ta­yin edici olarak kabul edebilir, fakat mesele­nin gerçeği odur ki; Allah'tan başka hiçbir varlık İlâhî sıfatlara ve iktidara sahip değildir ve hiç kimsenin insanın kaderini tayine gücü yoktur." (The Meaning of the Qur'an, c. IX, ss. 211-219).

Kur'ân Hakiki Din için "İslâm" kelimesini kullanır. "İslâm" enfüsi ve âfâki (iç ve dış) barışı, Allah'a tamamen teslim olarak ve ha­yatını ebedî değenlerle uyumlu kılarak, ara­mak anlamına gelir. Kur'ân'a göre kâinatın iki yönü vardır: Aîemü'î-emr ve âlemü'l-halk (emir ve yaratma âlemleri). Kâinatın bu her iki yönü de Allah'ın mutlak hükmü altındadır: "Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan ve sonra arşa hükmeden -gündüzü- durmadan kovalayan- gece ile bürüyen; güneşi, ayı, yıl­dızları, hepsini buyruğuna baş eğdirerek var eden Allah'tır. Bilin ki yaratma da emir de O'nun hakkıdır. Alemlerin Rabbi olan Allah yücedir." (7: 54).

Râd sûresi bütün işlerin Allah'a ait olduğunu vurgulamaktadır (13: 31). Âlemü'l-emr, bü­tün ebedî değerlerin ana kaynağında, Ümmü'l-Kitap'ta yer almaktadır ve bu dünyadaki hayatla ilgili değer içeren bazı emirler bu Ki-tap'tan çıkarılmaktadır. Bu dünyada yaratılış gayelerine mütenasip olarak, olaylar ve eşya­lar bir evrim çizgisinde değişmektedirler. An­cak gerçekleştirilmeye çalışılan değerlerin esas ve ebedi tabiatı değişmez. Kur'ân bu ev­rensel ilkeye şöyle değinmektedir: "Herhangi bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya unutturursak, onun yerine daha hayırlısını ve­ya onun benzerim getiririz..." (2: 106).

Böylece Kur'ân'a göre, bir yanda tabiat yasa­larının ve ebedi değerlerin değişmezliğinde yansıtılan hakikatin özü ve diğer yanda evrim çizgisindeki sürekli değişkenlik. Kur'ân bunu Doğru Din (Dinü'l-kaime) olarak adlandır­maktadır; insanları, hayvanları ve kainatta iş­lemekte olan bütün fizik güçleri içeren bütün tabiatın dini.

Hayatın geçici gerçekleri değişmeye devam etmektedirler, ancak, ebedî tabiat kanunları­nı  ve  ebedî  değerleri  değiştirmeksizin.

Kur'ân Hz. Adem'den Hz. Muhammed'e bütün peygamberlerin tebliğ esasının değiş­mediğini ifade buyurmaktadır. Hepsi de aynı kardeşlik çatısı altında idiler, çünkü hepsi de yaratan ve hayır sahibi rablerinin tek olduğu­nu tebliğ ediyorlardı.

Şurası muhakkak ki, âdetler ve alışkanlıklar, örfler ve ibadet şekilleri, sosyal ve ekonomik çerçeveler şartlara göre değişim gösterebil­mektedir. Öz dini kendisini değişik şekillerde ortaya koyabilir. Tekrar ve tekrar insanoğlu öz değerleri gözden kaybetmiş ve onların ye­rine hayalî yaratıkları ya da Allah'ın bazı ya­ratıklarını tannlaştırmıştır. Her dinde bilâhare dogmalar, âyinler ve törenler merkezi yeri alarak bunlara tapmak tapınmanın Öz gayesi­nin yerini almıştır. Önemli olmayan ayrıntıla­ra önem atfedilmesi insanları birbirlerine düşman mezheplere bölmüştür. Hakiki dinin evrenselliği kabilevî, mezhebî ve mahallî ha­le getirilmiştir. İnançlar içi boş kabuklar hali­ne gelmiştir. Sevginin yerini nefret almış ve sosyal adalet ilkesi unutulmuştur. Din belli hâkim zümrelerin çıkarını gözetir hâle getiril­miştir.

Kur'ân-ı Kerîm'de anlatıldığı şekliyle, pey­gamberlerin hayatlarında, bütün imanla ilgili reform teşebbüslerine inatla muhalefet eden yerleşik düzende menfaatleri bulunan gruplar ve sınıflarla karşılaştıkları vâkidir ve tekrar tekrar bahis konusu edilmektedir. Tatbikatta ise -Hıristiyanlıkta olduğu gibi- inziva inancı haline gelip kültür ve medeniyet hayatından kendilerini ayırmış gruplara karşı da mücade­le etmişlerdir. Hıristiyanlık dininin bağlıları Allah'ın birleştirdiğini ayırmışlar ve bir bü­yük insanı tanrılaştırarak, insanlığın geri ka­lanını doğuştan günahkarlar olarak suçlamış­lardır. Öyle ki, İsa'nın tanrılığını, vekaletini ve insanların yerine ceza çekeceğini, dogma­tik olarak kabul etmeksizin yalnızca hayat boyunca güzel işler yaparak bile bu günahları silmek kişi için mümkün kabul edilmemekte­dir.

Hz. Muhammed'in gelişinden sonra İslâm, değerler dünyasını değişkenlikler dünyası ile birleştirdi ve hakiki dinin öz kimliğini ortaya koydu, ebedi olanı geçici olandan Hakikatin İki farklı veçhesi olarak ayırdı; yoksa onları iki müstakil varlık haline koymadı. İslâm'ın getirdiği inkîlap esas olarak bu bütüncül ba­kışın eseridir. Bu ilke nedeniyle, İslâm toplu­mu dinamik hâle gelmiştir. Hayat bir keşif yolculuğu haline gelmiştir; çünkü Kur'ân tabiî ve fizikî oluşumlar vasıtasıyla Allah'ı aramayı tavsiye etmektedir.

İnsanlığın bütün geçmiş bilgi ve sanatları bü­yük bir merakla araştırılıp toplandı, yeni bir bakış açısının üzerine yeni üst-yapılar yük­seltildi. İnsanın ruhu hürriyete kavuştu ve onunla Allah arasında hiçbir müdahale edici araç kalmadı. Sosyal adalet ve bunun ferdî ve toplumsal sahalara uygulanması konularında büyük ilerlemeler sağlandı. İslâm'ın dinamik asırlarında, ulemâ, fukaha, udebâ ve muta­savvıflar araştırmalarında ve hayatla ilgili tecrübelerinde tamamen hürdüler. (Islamic Ideoiogy).

Ancak bu genişleme ve kültürel gelişmelerin olduğu dinamik dönemde bile belli bazı tep­kici unsurlar görülmekte idi; gerçi o vakitler Hz. Muhammed'in tebliği sonucu başlayan inkılâbî eğilimi durdurabilecek gücü uygulayamadılar. Tedricen "Saltanat hilafetin yerini aldı ve bir çeşit din adamları sınıfı dini bilgi­leri tekellerine geçirdiler. Hayat tarzları katı­laşmaya ve fosilleşmeye başladı. İstikrar ata­lete dönüştü. Mutlakiyetçi hükümdarlara karşı insanlar kendilerin içaresiz hissetmeye başladılar. Amansız talih hür ve yaratıcı arzu­ya galip gelir oldu. Din konusunda kıymetleri kendilerinden menkul aracılar karmaşık kelamî faraziyelerin bekçileri olarak Allah ile kullar arasında yer aldılar. Fakihlerin fikirleri katıl aştırıldı ve bir çeşit mecburî dinî kurallar haline getirildi.

Türkler ve Tatarlar müslüman olduktan sonra islâm dünyası siyasî gücünü yeniden kazandı, istanbul'un fethinden sonra Doğu Avrupa'ya iyice yerleşen Osmanlı Türkleri Viyana kapılarına dayandılar. Ancak müslümanlar'ın kültürel yaratıcılığı onüçüncü yüzyıldan sonra kayboldu... Bundan sonra, Müslümanların düşünce ve hayat tarzları ısmarlama ve taklit­çi olmaya başladı. Sanki bu büyük kültür işi­ni yapmış vazifesini tamamlamış bir görü­nüm arzetmeye başladı. Daha sonra da şerhçiler ve (epigones geçmişler üzerine söylem) dönemi başladı.

Hayat tarzları, nesilden nesile İlâhi olarak dü­zenlenmiş kanunlar (takdir-i ilâhi) damgası taşıyarak devredildi. Şerhçiîerin önemsiz ay­rıntılar üzerinde tartışması dışında bütün ser­best fıkhî faaliyetler durdu... Bütün bu iktida­ra perestişin neticesinde ise siyasî, sosyal ve kültürel sahade atâlet başgösterdi. (Islamic Ideoiogy).

Şimdi insanlar ondört yüzyıllık bir sistemin geçerliliğini modern çerçeve içinde sorgula­maktadırlar. Bu eski ve porsumuş inancın amacına ulaştığım ve artık yaşatılamıyac ağını savunuyorlar. Bunu gelişmeye engel kabul ettikleri için terketmek istiyorlar. Ancak bu yaklaşım tamamıyla yanlıştır; çünkü, suç ha­kiki İslâm'ı uygulamayan Müslümanlanndır, İslâm'ın yalın ve doğrudan inançlarını takip etmek yerine, "orijinal İslâm'ı, fikirler ve ku­rumlar yığınının altına gömdüler" ve bu fikir ve kurumları ilahi olarak emredilmişlercesine takip ettiler. Müslümanlar geçmiş parlak gün­lerini geriye getirmek istiyorlarsa, İslâm'ı yi­ne Hz. Muhammed  tarafından vaz edildiği ve uygulandığı şekilde yaşamaya gayret gös­termelidirler.

İslâm, gücünü, diğer milletlerin dehaları tara­fından daha önce ayrı ayrı geliştirilen düşün­celerin cesurca sentezini yapmaya borçludur. İslâm dünya ve âhiret hayatını sentez etmiş­tir. Allah ile dünyayı ve Allah ile insanlığı bir araya getirmiştir. Bu, hayatta refaha ulaşma­yı ebedî değerlerin gerçekleştirilmesine bir hazırlık haline getirmiştir. Ruhbanlık ve inzi­va gibi olumsuz maneviyatçılık reddedilmiş­tir. Doğru ve sağlıklı bir hayat sürerek bu dünyadaki hayatın bütününün manevileştirilmesi öğretilmiştir. Bir din adamları sınıfı ya da dinden çıkan olan din tekelcileri ortadan kaldırılmıştır. Kölelerin azad edilmesi büyük bir fazilet ve takva örneği kabul edilmiştir.

Tabiat ve tabiat üstü arasındaki fark silinmiş­tir; mucize meraklılarından Allah'ı aramak için enfüs (iç) ve âfâk (dış) dünyalarına bak­maları istenmiştir ve din ihsanın ruhuna üf­lenmiş olan İlâhi fıtrat'a göre hayatın düzen­lenmesi olarak tanımlanmıştır. Ahlaken ve manen sağlıklı bir hayat için ekonomik adalet, vazgeçilmez bir şart olarak kabul edil­mektedir. Feodalizm yeni miras kanunları ile yıkilmıştır. Irk ayrımı engellenmiş ve insan­lar kabilecilikten insanların evrensel kardeşli­ği ilkesine sıçratılmışlardır. Monarşinin yeri­ni istişare almıştır ve toplumu yönetecek en İyi kişinin icma ile seçilmesi ilkesi getirilmiş­tir.

Fırsat-eşitliği ve kanun önünde eşitlik sosyal ve mâdeni hayatın temelleri haline getirilmiş ve bijtün ayrıcalıklar kaldırılmıştır.

Kadınlara bağımsız mâlî statü verilmiş, kendi mülkünü muhafaza ve mirastan pay alma hakkı tanınmıştır. Evlilik, iki karşı cins ara­sında yapılan medenî bir sözleşme haline ge­tirilmiş; ve bu sözleşmeye bütün meşru şart­ların konulmasına imkân sağlanmıştır. Bilgi­yi aramak dinî bir emir haline gelmiş, vicdan hürriyeti imanın bir şartı sayılmıştır.

İslâm, başlangıcı ve kelimelerin modern an­lamları itibarıyla ne laik ve ne de teokratiktir. Batıdaki laiklik kilisenin ve din adamlarının mutiakiyelçiliğine karşı bir İsyandır. İslâm bu kurumlan ortadan kaldırmıştır, böylece (seküler) dünyevî hayatı geri teokrasilerin ke­lepçesinden kurtarmak gibi bir gerekçe kal­mamıştır. Allah ve kul arasında hiç bir aracı yoktur.

İslâm toplumunu canlandırmak ve insanlığı yeni bir liderliğe kavuşturmak için, İslâm'ın bu aslî ruhu canlandırılmalıdır ve bu süreç di­ğer kültürlerin geliştirdiklerinin en iyileri bünyeye alınarak sürdürülmelidir. İslâm'da hiçbir coğrafi ya da ırkî ayrım yoktur. Allah doğuda ve batıdadır." (2: 115; 142). Allah Ezeldir, Ebed'dir, Hal'dir, çünkü hayatın de­ğişmez değerleri Allah'a aittir. İslâm medeni­yeti başarı ve gücünün doruğunda olduğu za­manlarda geçmiş kültürlerin en iyi unsurları­nı içinde eritmiştir... Pek çok kabiliyetli top­lumların geçmişteki katkıları İslâm dehasının içine kabul edilmiştir." (Islamic Ideology)

İslâm, Yahudilerin fikri olan "seçilmiş mil­let" kavramını da reddetmekte ve hiçbir ırk ve topluluğun hiçbir zaman ayrıcalığı olamı-yacağmı öğretmektedir. Bütün milletlerin içinde kötü insanlar olduğu gibi iyi insanlar da vardır; bir milleti diğerine üstün kılan şey o millet içinde iyilerin baskın ve hakim olma­sı durumudur. "... Allah katında en değerli­niz, O'na karşı gelmekten en çok sakınanız-dır..."(49: 13).

Bakara sûresinde ise şu mealde bir âyet yer almaktadır: "Hayır, öyle değil! İyilik yaparak kendini Allah'a veren kimsenin ecri Rabb'inin kalındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzül­meyeceklerdir." (2: 112). Bu Allah'ın evren­sel kanunudur (Sünnetullah). Ve insanlar bu kanundan saptıkları vakit bilgi, hikmet ve kültür meşalesi derin iç görüleri ve yüksek hayat nitelikleri İle üstünlüklerini ispatlamış diğer milletlere verilir.

Böylece milletlerin üstünlükleri bu sünnetul­lah gereğince sürekli birinden diğerine geçer. Kur'ân'ın şu ayeti de aynı konuyu şöyle ifade etmektedir: "... eğer O'ndan yüz çevirirseniz sizi ortadan kaldırır, sizin gibi olmayacak bir milleti sizin yerinize getirir." (47: 38). Bu müslümanlara, konumları hakkında aptalca zanlara kapılmamaları ve konumlarından do­layı gurura kapılıp Allah'ın Doğru Yolunda gösterecekleri gayrette gevşeklik gösterme­meleri için açık bir uyarıdır. Eğer bunları ya­parlarsa, o zaman Sünnetullah gereği onlara üstün ve Allah'ın takdirini kazanmış bir diğer millet onların yerine geçer. Maide sûresini şu ayeti görmekteyiz: "Ey iman edenler! Ara­nızda dininden kim dönerse bilsin ki, Allah sevdiği ve onların O'nu sevdiği ... bir millet getirir. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bol ni­metidir..." (5: 54).

Müslümanlar Sünnetullah'a uygun adım at­tıkları müddetçe ilim ve sanat alanındaki iler­lemelerine devam ettiler ve insanlığın kültür ve medeniyetini zenginleştirdiler; ancak, den­gelerini kaybedip dalalete düştükleri andan itibaren, dünyanın diğer milletleri kültür ve bilgi meşalesini ellerine aldılar ve Müslü­manlar yarışta geri kaldılar. Şimdi, kaybettik­leri konumu yeniden kazanmak için hiç çaba göstermedikleri müddetçe sünneîullah bu mücadelede inananlar ve kâfirler arasında hiçbir ayrım yapmayacaktır. Müslümanların konumları amelleri temel alınarak belirlen­mektedir: "...Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez..." (13: U).

Enfaî sûresinde de şu ayet yer almaktadır: "... Bir topluluk gidişini değiştirmedikçe Al­lah da verdiği nimeti değiştirmez..." (8: 53). Yani insanlar kendi yaptıklarının sonucu ola­rak birini ya da öbürünü haketmedikçe Allah nimetlerini onlardan esirgemez.

İslâm fıtrata yakm, çok yalın ve mantıklı bir dindir. Onun temel kavramı olan Tevhid ha­yatın bütün yönlerinin bütüncül ve uyumlu şekilde geliştirilmesini teşvik eder. Bu ilke hiç bir zaman atıl ve vakti geçmiş olamaz, çünkü insan tabiatı ve fizik dünyanın tabiatı nasıl değişmiyorsa evrensel ve ebedî değerler de öylesine değişmezdir.

Asırların seyri boyunca olan hadîse ise Müs­lümanların inançları etrafına pek çok adet, gelenek, sistem ve usuller toplayarak İslâm'ın orjınal ruhunu gömmüş olmalarıdır. Pek çok hukuki kural ve kurum dini bir damga taşıdı ve kutsal olarak nitelendirildi. İslâm'da ne saltanat müessesesi ve ne de krallık kurumu vardır, ancak pek çok Müslüman devlet uzun süredir otokratik saltanat yönetimleri altında hayat sürmektedirler.

İslâm, insanlara yeni bir katılım kavramı (istişare) verdi ancak insanlar bunu geliştirme­yi ve gereği gibi uygulamayı başaramadılar; halbuki diğer bazıları şimdi bu ilkeyi aldılar ve benimseyerek geliştirdiler. İslâm hiç bir asîl veya ayrıcalıklı snıf veya grubu kabul et­memiştir. Mensuplarının hiç birine özel bir hak ya da ayrıcalık tanımaksızın mutlak eşit­lik temelinde muamelede bulunmuştur. Her­kesin eğitim, öğretim ve istihdam alanında eşit fırsatlara sahip olduğu, eşit sosyal, mede­ni ve siyasî haklara sahip olduğu sınıfsız bir toplum yarattı. Ekonomik sahada eşitlik ku­raldı. Böylece herkes en azından makul bir hayat standartına sahip olma hakkından mah­rum bırakılmıyordu, ancak daha nitelikli ve kabiliyetli kişiler ise hakedişlerine göre kaza­nıyorlardı. Ancak en yüksek ve en alt kazanç dilimi arasındaki fark makul sınırlarda tutulu­yordu.

Müslüman toplumlar olarak adlandırılan yer­lerde buün bu özelliklerin yokluğu aşikardır. Halbuki bunlar gerçek İslâmî sistemin özü, en önde gelen gerekleri ve yalnızca Allah'a iman ediyor olmanın sonucudurlar. Tevhid il­kesi Allah'ın kullarının tamamına, ırk, renk, millet, cins ve mevki ayrımı yapmadan ve hiçbirine ayrıcalık tanımadan hayatta eşit muamele edilmesini gerektirir. Ancak günü­müz Müslüman toplumlarında uygulamada bunların hiç biri yoktur. İslâmm temel gerek­lerini yerine getirmiyorken İslâmi sistemin nimetlerinden faydalanmayı nasıl bekleyebi­lirler? Yani, gerçekte mevcut kötü durum için İslâm değil Müslümanlar suçlanmalıdırlar.

Isîamic Ideology'nm müellifinin ifadeleriyle, "İslâm öğretisinin esasları her türlü hayatı kolaylaştırıcı uyarlamaları yapabilecek kadar zengindir. İbadetin özüne değil lafız ve şekli­ne önem vermeye başlayan ve bütün zaman­lar için ve bütün şartlar altında geçerlilik id­diasında ayrıntılı hayat kanunları çizen bütün gelenekçilik, bir zamanlar canlı olan dİn-bi-Linci fosilleştirmiştir... Bir din, kavramları, adetleri, ibadet şekilleri ve teamülleri çok ka­tı hale geldiği ve bütün yeni deneyim ve deneyler tehlikeli bidatler olarak kabul edildiği zaman canlılığını yitirmeye başlar... İslâm İn­san ruhunu özgürleştirme hareketi idi ve ola­ğanüstü başarısını bu özgürleştirici bakış açı­sına borçlu idi... Ancak, (daha önce izah edi­len) tepkici gelenekçilik nedeniyle âtıl hale geldi.

İslâm artık ancak özgürlükçü ruhunu ve ebedî değerlerini yeniden keşfedebil irse ilerleyebi­lir. Müslümanlar kişinin özgürlük ve haysiye­tine önem veren Allah inancı bulunan bir de­mokrasi geliştirmelidirler. İslâm ilk ortaya çı­kışında insanın insan tarafından dinî, toplum­sal, siyasî ve ekonomik yönlerden sömürül-mesinİ önlemek teşebbüsü olarak belirdi. Bil­gi ve hakikati aramanın dinî bir vazife olarak kabul edildiği zamanlarda Müslümanlar iler­ledi. Kastları ve sınıfları kaldırarak insanlığı eşit hale getirmeye teşebbüs ettiler. Vicdan Özgürlüğü ve şahsiyet haklarında eşitlik ima­nın ilkelerinden olarak kabul görüyordu. İslâm toplumu İslâm'ın temel ilkelerine mu­halefet etmeyen bütün kültürel etkilere açıktı. İslâm'ın büyük fıkıhçıları hür ve serbest gö­rüşlü kişilerdi. İslâm medeniyeti eski Yunan Mirasından da faydalanmıştır.

Hz. Peygamber müslümanlara "beşikten mezara kadar ilim tahsil etmeyi" ve "ilim Çin'de de olsa aramalarını" tavsiye etmiştir. Kur'ân ekonomik eşitlik ilkesini şu ayette be­lirlemiştir: ekonomik hayatınızı öyle düzenle­yin ki servet "sadece aranızdaki zenginlerin birinden diğerine geçip dolaşan bir meta ol­masın." (59: 7).

Meşru sınırlardaki serbest teşebbüse izin ve­ren İslâm her türlü istismar yolunu kapamış­tır. Servet fazlalıkları (ihtiyaç halinde) toplu­mun yoksullarına aktarılabilmeliydi. İslâm devleti Hz. Peygamber tarafından bir refah toplumu olarak kurulmuştur.

İslâm sağlıklı bir ahlâkî ve manevî hayat için ön şart olan sosyal, siyasi ve ekonomik yeni­den yapılanmaya teşebbüs etmiştir. İslâm in­san hayatının fizikî temellere dayandığını ve sadece manevî hayatın bizzat tehlikeye düşe­ceği durumlarda bu ihtiyaçların göz ardı edil­mesi gerektiğini unutmamaktadır. İslâm ha­yatı bölünmez bir bütün olarak algılamakta­dır... hayat sonsuz değişkenliklerin manevi birliği şeklinde integral bir bütün olarak ge­lişmelidir. Dinî kavram ve kurumlar yeni çevrelerin gerçekliğinden ayrı kaldıkları za­man hayatı kolaylaştırıcı yüklerinden yoksun kalırlar. Buna benzer olarak, insanın maddî hayatı da, manevi temelden ayrı kalırsa Tek Hakikat'ten uzaklaşmış olmak dolayısıyla yalpalama ve şaşkınlık doğurur.

Müslümanların hayatının bütün yönleriyle yeniden yapılandırılması, muhakkak İslâm'ın dünyaya sunduğu bu engin görüş çerçevesin­de devam ettirilmelidir. Kilise ve devlet, ruhanî ve dünyevî, halk ve din adamı sınıfı gibi ayrımlar Batı'nın siyasî ve dinî tarihin­den kaynağını almaktadır. İslâm ruhu ile dolu olan hiç bir Müslüman insan hayatının ve varlığının kısımlara ayrılmasını doğru bul­maz. Din, kişiye manevî, ahlâkî, zihnî ve fizikî yeteneklerini en yüksek derecede geliş­tirebilme imkanını hazırlamada bir rehber va­zifesi görür. Dinin fonksiyonları Allah ve in­san ve insan ve insan arasındaki ilişkileri sür­dürmek ve uyumlu olmasını sağlamaktır. Ay­rıca din insanların içinde yaşadıkları kainata karşı da doğru tavır almasını öngörür. İnsanî gelişimin hür olarak gerçekleştirilmesini en­gellemiş bir manevî tekelciler sınıfının reak-siyoner teokrasilerinden bıkmış olan milletler sekülarizm gibi bir diğer aşırı uca sıçramış­lardır ve bu sekülarizm tamamen maddeci akılcılıkla özdeşleştirilmiştir." (Dr. Halife Abdulhakİm).

İlim ve teknolojideki gelişmeler sayesinde mesafe kavramı hemen hemen ortadan kalk­mış ve insanlık -evrensel uyum ve kardeşlik hissi olmaksızın- bir organizma haline gel­miştir. İslâm'ın bir Allah ve Rabb inancı, in­sanlığın kardeşliği, bütün insanların renk, ırk, milliyet ve cinsiyet ayrımı yapılmaksızın eşit olduğu şeklindeki kavramları dünyanın değisik milletleri arasında bir ahenk, sevgi ve iş­birliği ruhu geliştirebilir. İslam'ın ebedî de­ğerleri ve mutlak hakikati günümüzün parça-bölük dünyasına barış getirebilir. Ancak, ön­ce Müslümanlar vasat ümmet olduklarını, komünizm ve kapitalizm gibi beşerî sistemle­rin aşırılıkları sonucu ortaya çıkan kötülük­lerden kaçınarak ve hayırlı işler işleyerek is­nat etmelidirler. Ferdî ve toplumsal hayatla­rında Öncelikle yaşamaları gereken kaynakla­rına bağlı saf İslâm'dır." (îsîamic Ideology).