- İslam ve istikbâle yolculuk

Adsense kodları


İslam ve istikbâle yolculuk

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Fri 1 October 2010, 01:57 pm GMT +0200
İslam ve İstikbâle Yolculuk

Son bir-iki asırdan beri insanlık hep ızdıraptan ızdıraba sürüklendi, hep ölüm çukurlarının çevresinde dolaştı ve kurtuluş ararken de hep felâket buldu ve felâketlerle yoğruldu. Bu meş’ûm zaman diliminde, dünyanın hemen her yerinde toplumları idare eden güç, devletlerden, hükümetlerden daha ziyade, şahısların, grupların, sınıfların, holdinglerin, mafyaların kazanç hırsı ve ikbal arzusu oldu. Tabiatiyle, böyle bir dünyada her şeyin kıymet hükmünün para ve yaşama seviyesiyle ölçüleceği de bir gerçekti.

Evet gerçek değerlerin alt-üst olduğu böyle bir dünyada insanların itibarlarının, onların paralarıyla, servetleriyle, yazlık-kışlık villalarıyla ölçülmesi gayet tabiiydi.. ve öyle de oldu; maddî varlık ve imkânlar küstah bir glâdyatör gibi ellerini yukarıya kaldırarak, ilim, fazilet, düşünce ve cesaretin üzerinde tepindi ve onları yendiğini ilân etti. Oysa ki servet ü sâmân, ilim, akıl, fazilet ve cesaretle birleşince bir değer ifade etse de tek başına kaldığında bir şeye yaradığını söylemek oldukça zordur.. hatta ondan da öte bazen bir canavarlık vesilesi hâline gelmesi bile söz konusu olabilir. Ne acıdır ki günümüzde, toplumların gerçek hayat dinamikleri sayılan bilgi, düşünce, ahlâk ve cesaret gibi hususlar, şayet maddî imkân ve kazanca dönüştürülemiyorsa fantezi ve aptallık emâresi sayılmakta.

Halbuki eğer bir toplumu teşkil eden fertler hayat projelerini beden ve cismâniyete göre plânlıyor, ömürlerini zevk u sefâ vadilerinde sürdürüyor, zenginlik ve refahtan başka bir şey düşünmüyorsa böyle bir toplumda, çalışkan, azimli, mâhir ve sağlam karakterli insanlar kadar, hatta onlardan da fazla gayesizler, düzenbazlar, çıkarcılar, heyecansızlar, iki adım ötesini göremeyen miyoplar ve cahiller hâkim duruma gelir. Bu da ahlâk ve fazilet telâkkisinin, sanat düşüncesi ve tecrübenin, dolayısıyla da ülke ve millet için yararlı karakterlerin ve yüksek performansların dışlanması demektir. Şimdilerde ülkemiz dahil dünyanın hemen her yerinde böyle bir çarpıklığın yaşandığı da bir gerçek.
Bugün büyük ölçüde insanlık, geçmiş asırlarda olduğundan daha zengin ve daha geniş imkânlara sahiptir, ama bunun yanında onun, hiçbir dönemde maruz kalmadığı ölçüde ihtirasların, ihtiyaçların, fantezilerin ve tiryakiliklerin esiri hâline geldiği de bir vak’adır. Bugün o, cismaniyet ve bedenini yaşadıkça daha bir yaşama arzusuyla çıldırmakta; içtikçe susamakta, yedikçe oburlaşmakta, daha fazla kazanma hırsıyla akla hayale gelmedik spekülasyonlara girmekte, en hasis çıkarlar karşısında ruhunu şeytana peylemekte ve gerçek insanî değerlerden âdeta uzaklaşmaktadır.

Evet, ömrünü gelip-geçici bir kısım maddî değerler peşinde koşmakla tüketen günümüzün modern insanı, aslında daha çok kendini tüketmekte ve ruhunun derinliklerindeki yüksek duygularını kaybetmektedir. Öyle ki, böyle birinin ufkunda ne iman enginliğine, ne mârifet zenginliğine ne de muhabbet, aşk, zevk-i rûhânî televvünlerine rastlamak mümkündür. Nasıl olur ki o, yaptığı hemen her işin neticesini maddî kazanç, cismânî rahat ve bedenî hazlar açısından değerlendirmekte ve bütünüyle uhrevîlikleri, ledünnîlikleri “es” geçmektedir. Onun düşünce ve faaliyet ufkunu dolduran hususlar sadece ve sadece: Nasıl çalıp-çırpacağı, ne alıp-ne satacağı, nerelerde nasıl eğleneceği ve nasıl keyif çatacağı.. gibi şeylerdir. Tabiî, bütün bu arzu ve isteklerin gerçekleşmesi için meşru yollar ve meşru dairedeki kazançlar yetmiyorsa, gayr-i meşru vesileler değerlendirilecek, spekülasyonlara girilecek.. ve şayet yer üstü dünyalar bu korkunç iştihaları tatmine kifayet etmiyorsa yer altı dünyalarına inilerek köstebekçe yollara girilecektir. Bence günümüzün insanı, insanî yolculuğunu böyle bir inde sürdürmektedir ve o, mutlaka bu açmazdan kurtularak kendi çizgisini bulma mecburiyetindedir. Yoksa handikaptan handikaba sürüklenecek ve kat’iyen “kendi” olamayacaktır. Komünizmden kurtarsanız gidip anarşizme yuvarlanacak, ateizmden uzaklaştırsanız koşup monizme sarılacak, Darvinizm’den koparsanız neo-Darvinizm’e yapışacak.. ve her zaman kimliksiz, şabloncu ve yükselip serkâr olma yerine başkalarına kuyruk olmanın mücadelesini verecektir. Ve işte bunlardan ötürüdür ki o, birkaç asırdan beri ömrünü hep buhranlar ağında tüketmekte; siyasî ve idârî buhrandan kurtulsa gidip ahlâkî buhrana aborde olmakta, ondan sıyrılsa ekonomik bunalımların ağına düşmekte, toparlanıp ondan da kurtulabilse bu defa da kendini askerî buhranların arenasında bulmakta ve kendi olumsuzluklarıyla kendini yiyip-bitirmektedir. Bu tersliklerden kurtuluşun çaresi de, bir kere daha yeni baştan inanmak gibi, sevmek gibi, ahlâk gibi, metafizik düşünce gibi, aşk gibi, ruh terbiyesi gibi dinî, millî ve tarihî dinamikleri gözden geçirme olsa gerek.

Evet, böyle bir dünyada, bilhassa İslâm ile yoğrulmuş bulunan bizim dünyamızda din, ehemmiyetini her zamankinden daha fazla ve gittikçe artan bir dozda devam ettirmektedir. Dünya değişip ne hâl alırsa alsın, ilim ve fen ne seviyede ilerlerse ilerlesin, insanoğlunun telâkkîleri ne denli değişirse değişsin, din hissi, tarih boyu ilmî ve fikrî hayatın şekillenmesinde, yeni yeni medeniyetlerin doğup-büyümesinde ve insanlığın tekâmülünde en birinci âmil olduğu gibi bugün de hâlâ o büyüleyici gücüyle dünyanın büyük bir bölümünde bir numaralı müessir olarak tesirini sürdürmektedir ve gelecekte de sürdürmeye namzettir. Bugün yeryüzünde iki büyük medeniyetten birinin Müslümanlığa, diğerinin de Hristiyanlığa ait olması bunun en canlı, en çarpıcı misâlidir. Bizdeki bir kısım müstağripler görmezlikten gelseler bile batılı, kendi hesabına oldukça kadirşinas ve bugünkü medeniyet ve kültürünün kaynağına karşı da bizi utandıracak kadar saygılı görünmektedir. Evet o, bir yandan İncil buudlu parti ve iktidarlarıyla, kendi kültürünün bu önemli rüknüne karşı vefâ borcunu edâ etmeye çalışırken diğer yandan da Hz. Mesih adına dünyaya kurtuluş ve ümit mesajları sunmayı ihmâl etmemekte, hatta bu mevzûda havâriyâne bir gayret içinde bulunmaktadır. Bu itibarla denebilir ki din, medenî dünya üzerinde her gün biraz daha tesirini artıra artıra, geçmişte olduğu gibi gelecekte de fonksiyonunu devam ettirecektir.

Din; sel felâketinin, yıldırım âfetinin insanları zorladığı, muztar kalmaktan doğan bir sistem olmadığı gibi, beşerin iktisadî, içtimâî durumlarını temin etmek, onları huzura kavuşturmak için ortaya atılmış bir sistem de değildir. Yine o, Renan’ların, Russo’ların dediği gibi, insanın tabiatından doğmuş olmaktan da fersah fersah uzaktır. O, İlâhî bir düsturlar mecmuası, İlâhî bir vaz’dır ve insanların dünyevî ve uhrevî saâdetini tekeffül etmektedir. Buradaki huzûr ve mutluluğumuz ona bağlıdır. Hukuk mefhûmuna bağlı kalmak, ancak onunla mümkündür. Âhiret’te de yine Cennet’e ve Cemâlullah’a erme onun sâyesinde olacaktır. Medeniyet ne kadar terakkî ederse etsin, insanın sadece dünyâ hayatını dahi mutlu ve mes’ud kılmaya yeterli olmayacaktır. Nerede kaldı ki dinin yerine geçsin.

Bugünkü dünya, inanma, bilme, ahlâk, sevgi, metafizik düşünce, diğerkâmlık, yaşatmak için yaşama sevdasından vazgeçme gibi çok üstün dinamikleriyle dine, önceki dönemlerden çok daha fazla muhtaçtır. İnanmak, hakikati olduğu gibi tanıma, sevmek ise bu bilginin hayata geçirilmesi demektir. İnanmayanlar mutlak hakikati ne bulabilir ne de bilebilirler. Onların “inandım” demeleri iç dünyalarıyla bir zıtlaşma, “buldum” demeleri de bir mugalatadır. Aslında inanmayanlar tâlihsiz, sevmeyenler de cansız cesetlerdir. İnanma en önemli bir aksiyon kaynağı ve rûhun bütün varlığı kucaklaması ve tabiatı kuşatması ise, muhabbet de, gerçek insanî düşüncenin en esaslı unsuru ve lâhûtî bir buududur. Bu itibarladır ki önümüzdeki yıllarda, kültürümüzün fidelerini dikme ve yetiştirme misyonunu yüklenenler, evvelâ inanç mihrabına yönelmeli, sonra da sevgi minberine yürüyüp muhabbet soluklarını dünyanın her tarafına duyurmaya çalışmalıdırlar. Bunu yaparken de müessiriyetlerini, ahlâk ve fazilet anlayışlarının derinliklerinde aramalıdırlar.

Ahlâk, dinin özü, esası ve İlâhî mesajın da en önemli bir umdesidir. Ahlâklı ve faziletli olmak eğer bir kahramanlıksa –ki öyledir– bu meydanın gerçek kahramanları da peygamberler ve onları yürekten takip edenlerdir. Hakikî Müslüman olmanın en bariz vasfı, ahlâklı olmaktır. Akıl ve hikmet gözüyle bakabilenler için Kur’ân ve Sünnet âyet âyet, fasıl fasıl ahlâktır. “Müslümanlık huy güzelliğidir” buyuran Mücessem Ahlâk ve Yüce Kâmet, bu gerçeği en veciz şekilde ortaya koymuştur. Millet olarak biz, bir ahlâk sisteminin mensupları ve bir ahlâk destanının çocuklarıyız. Hiçbir düşünce, hiçbir fantezi bizim ahlâkımızı sarsamaz ve sarsmamalı; biz onunla dünyaları aşıp ebedlere ulaşmayı düşlüyoruz.. ve Allah’ın üzerimizdeki ihsanlarının ayrı bir derinliği sayılan metafizik gücümüzle de bunu gerçekleştireceğimize inanıyoruz.

Metafizik düşünce, aklın topyekün varlığa açılması ve onu perde-önü, perde-arkasıyla kavrama cehdidir. Aklın veya ruhun, varlığı bu şekildeki kucaklaması söz konusu olmasa her şey paramparça olur ve cansız cesetler hâline gelir. Bu itibarladır ki, metafizik düşüncenin yok olması veya yok kabul edilmesi bir bakıma aklın da tükenişi demektir. Bugüne kadar her büyük oluşumun, metafizik düşüncenin kolları arasında geliştiğini söyleyebiliriz. Hind ve diğer doğu ülkelerinde bu böyle olduğu gibi; bizim dünyamızda da, Kur’ân’ın dünya görüşü çerçevesinde bu hep böyle olagelmiş ve bu sayede üst üste değişik medeniyetler gerçekleştirilmiştir. Metafizik düşünce, insan ruhunun varlığa açılması, tabiatı istilâsı ve her şeyi kucaklaması ise; metafiziği ilimlerle çarpıştıranlar galiba kaynakla o kaynaktan fışkıran çağlayanı birbiriyle çarpıştırdıklarının farkında değiller.

Metafiziği, varlık gerçeğinin aşkla sezilip duyulması şeklinde de yorumlayabiliriz ki buna göre aşk, topyekün kâinatı, bütün varlık ve hâdiseleri tam bir bitevîlik içinde görüp duymanın, sezip sevmenin adı olur.. evet gerçek âşıklar ne servet ü sâmân ne de şöhret ü nâm peşindedirler. Onlar, aşkın kendi kendini yakıp kavuran ve kül edip savuran fırtınaları arasında “berd ü selâm” soluklar ve yok oluşların çehresinde sevdiklerinin simasını okuma, varlıklarının savrulan külleri arasında mâşuklarını duyma ve seven-sevilen, arayan-aranan vahdetine ulaşma peşindedirler. Tasavvufî ifadesiyle, onlar hep “fenâ fillah” vadilerinden “bekâ billah” yamaçlarına doğru bir seyahat içinde ve sürekli aktiftirler. Böyle bir ufka kavuşmak ise hiç şüphesiz ciddî bir ruh terbiyesine bağlıdır ve bu terbiyeyi de ancak din verebilir.
Kaynağı ötelere dayanmayan her sistem ve her düşünce tarzı, ne kadar uzun ömürlü olursa olsun zamanla eskir, bayatlar, câzibe ve güzelliğini yitirir ve bıkkınlık hasıl eder; ama müslümanca yaşama ve müslümanca düşünce tarzı öyle değildir. İnsan onda, eğer ruhunu tam hazırlayabilmişse, alışılmış şekil ve formüllerin ötesinde, tıpkı baharlarda, tabiat kitabının çehresinde parıldayan bir güzellik ve câzibe ruhunu, çağlayanlarla fışkıran sonsuzluk düşüncesini, semaların mavi derinliklerinde tütüp duran ebediyet duygusunu bulur ve başı cennetlere ulaşmış gibi olur.

Müslüman olarak doğup büyümek ve ruhuyla onun husûsî şivesini duyup tatmak bir tâli’ eseri ve bir bahtiyarlıktır. Onun yumuşak, aydın ve feyizli iklimini tanıma fırsatını bulamayanlar, bütün bir hayat boyu sevgilisinden mahrum kalmış birinin yalnızlığı içinde, “Bu sahra benim, şu sahra senin” der koşar.. “Dîde giryân, sîne püryân, akıl hayrân”, “Şirin” der sızlar, “Leylâ” der göz yaşı döker.. gözlerinin feri biter, dizlerinin dermanı tükenir; ama neticede bir çuvaldız boyu dahi yol almadığını görür.. başı açık, ayağı yalın hayâlleri ile olduğu yerde saydığına muttali olur ve hasretle inler.
Bizim, İslâm’la yoğrulmuş ve imana, ümîde, ebediyete açık dünyamız, varlığa ait bütün güzelliklerin dalga dalga gelip ona aksettiği, aksedip duygularımızı sonsuza uyardığı, bilhassa mânâ köklerini koruyabilenler için dünya ve ukbâ düşüncesinin iç içe olduğu öyle sihirli bir âlemdir ki, onu kendi buudlarıyla duyup hissedenler, zannediyorum bir daha da ondan ayrılmayı düşünmezler.
Bu dünyada, durgunluk içinde her zaman bir canlılık ve dinamizm, alaca-kar görünümü altında da baharları zorlayan bir hayâtiyet söz konusudur. Gözlerimizi kapayıp bu dünyayı basîretlerimizle süzerken, hemen her zaman mışıldayan sular, üfül üfül esen meltemler, akıp akıp gözlerimizi dolduran renkler, ışıklar ve her yanda burcu burcu kokular duyar gibi olur; seslerden, görüntülerden süzülüp gelen, demetleşen mûsıkîlerin en enfeslerini dinleriz.

Bu dünyada, gaye eksenli bir hayat ve bu hayatın tabiî ve ezelî şiir unsurları sayılan iman, sevgi, aşk ve rûhânî zevkler, hatırlardan silinmeyecek edâlara ulaşır; şuuraltı mahzenlerimiz, uhrevî mutlulukların nüveleriyle dolar taşar. Hele inancın benliğimizi sarıp aydınlattığı, cismâniyetimizi yumuşatıp rûhânîleştirdiği saat ve dakikalarda.. mübarek gün, hafta ve aylarda, çevremizi bütünüyle lâhûtîleşmiş görür ve kendimizi yerde değil de âdeta göklerde dolaşıyor gibi hissederiz. Bu engin ruh hâletiyle geçirdiğimiz ukbâ perde aralıklı ve zaman üstü lâhzalarda, sanki tül tül ötelerin renkleri, gidip ebediyete ermiş olanların sesleri ruhlarımıza doluyormuşçasına kendimizi lâmekânî hisseder ve tasavvurlarımızı aşan bir vâridat tûfânıyla sırılsıklam oluruz.

Bu dünyada her zaman, ayrı bir dalga boyuyla akıp gelen varlık ötesi ışıklar sık sık gelip ruhlarımızı sarar.. gönül gözlerimizi ötelerin güzelliklerine çevirir.. ve duygularımızı ebediyetle irtibatlandırarak bize sonsuzun büyülü iksirinden içirir.. endişelerimizi yatıştırır.. korkularımızı giderir.. fenâ ve zevâl düşüncesiyle gelen şokları kırar ve sînelerimizde birer inşirah olarak esmeye başlar.
Hemen herkesin kendi ruh enginliklerinde sezebileceği bu tat, bu neşve doğrudan doğruya Sevgililer Sevgilisi’nden geliyormuşçasına, temas ettiğimiz her şeyde, içimizde köpüren her duyguda, dilimizden akan her beyanda bir sonsuzluk televvünü duyar ve bir âb-ı hayat yudumluyor gibi oluruz. Hem öyle bir oluruz ki ihtimal, ötelerin üveykleri sayılan zîşuur kanun-u emrîler bile, uçuştukları o mahrem yollardan çekilerek “yürüyün top sizin, çevkân sizin” deme lüzûmunu duyarlar.!

Evet, bu dünyada huzur ve itmi’nân neşîdeleri ve şevk ü tarâb mûsıkîsi hiçbir zaman bütün bütün susmaz.. onun susması bir akort tevakkufu, beste beste hayatı yorumlayışı da bir kevser zemzemesidir. Bu dünyanın esas mûsıkîsi, şiiri, güzellikleri, onun, her şeyi ve herkesi sevgiyle kucaklayan insanlarının sînelerinden, o sînelerin ışık kaynağından ve bu ışık meş’alesini her zaman lebrîz eden şuurdan, duyarlılıktan, aramadan ve nihayet gökte ve yerde aranılır olmaktan kaynaklanmaktadır. Bu ölçüde ledünnîliğe ve enginliğe ulaşmış ruhlara öteler kim bilir ne derin ve mahrem şeyler fısıldar, ne nağmeler duyurur ve ne çıplak hakikatlerle buluşma zemini hazırlarlar.!

Umumiyetle, ondan uzak yerlerde neş’et edenler, onu kendi özüyle, kendi şivesiyle bilemez ve kendi orijini, kendi hususiyetleri ile tanıyamazlar. Bu şuurla onun ışıktan ikliminde dolaşanlar, geçtikleri her yerde yol boyu sihirli çeşmelerin aktığını görür.. suların, rüzgârların, dağların, ovaların dile gelip onunla konuştuklarını duyar ve bütün şanlı geçmişi onun ruhuna sinmiş bir ses, bir mûsikî gibi hisseder.. geçen günleri, değişen renkleri, hiç geçmemiş, hiç değişmemiş gibi onun aydınlık atmosferinde tekrar ber tekrar yaşarlar.. ve âdeta her fâni ruh onda ölümsüzlüğün bir buudunu bulur ve ötelerdeki ebediyetine menfezler açmış olur... Şurada-burada serseri gezen ruhlar, ne zaman onun ünsiyet esintili sînesine dönseler, kendi kendilerine: İşte rüya ve hülyalarımızda aradığımız dünya (!) der, düşünce ve ihsaslarını onun baharlar gibi engin, canlı ve renkli iklimine salar, fâniliğe rağmen ölümsüzlüğe uyanırlar. Onun yâkuttan havası, ışığı ve sihirli atmosferine girenler çok defa: Neden insanların çoğu bu cennet-âsâ dünyaya karşı lâkayd kalıyor? ve nasıl olur da insanlık, iliklerine kadar işleyen onun bu diriltici soluklarını duymuyor..? demeden kendilerini alamazlar.

Bizim, şuurlu bir hizmet ve ihatalı gayretlerle, bu dünyanın içinde huzurla, emniyetle, sevgiyle esen bir başka dünyanın meydana geleceğine ve hayatın gerçek saadet çizgisini bulacağına inancımız tamdır. Ve tabiî, gelecekteki nesillerin para, ikbal, şöhret, makam ve her türlü iştihanın çok üstünde bir büyük sevgiye müteveccih olacağına da…


Yeni ümit dergisinden alintidir