- İslâm Ve Ceza Kavramı

Adsense kodları


İslâm Ve Ceza Kavramı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Sat 4 August 2012, 09:17 am GMT +0200
İslâm Ve Ceza Kavramı

Bazılarının sıksık şöyle dediklerini işitirsiniz: "Uzun yıllar önce çölde uygulanan cezaları bugün aynı şekliyle uygulayabilir miyiz? Çeyrek dinar çalanın elini kesmeye müsade edebilir miyiz? Suçluya toplumun kurbanı olarak bakan ve cezadan çok tedaviye ihtiya­cı olduğu savunulan yüzyılımızda böyle şey­ler kabul edilebilir mi?" Bunlara cevap ola­rak, yirminci yüzyıl medeniyetinin Kuzey Afrika'da 40 bin suçsuz insanın öldürülmesi­ne göz yumarken, nasıl olur da günahkâr ve suçlu olduğu hâlde bir tek ferdin cezalandırıl­masını kabul etmediği hatırlatılır.

Hakikati gizleyen kimselere yazıklar olsun! Bu kadarı yirminci yüzyıl ve onun kötülükle­ri için yeter. Şimdi İslâm'da suç ve ceza kav­ramını tartışalım.

Suç genellikle topluma karşı yapılmış ferdî bir tecavüz olarak kabul edilmiştir. Bu yüz­den suç ve ceza kavramı bir ülkenin fert-toplum ilişkisi anlayışı ile yakından alakalıdır.

Kapitalist batı ülkeleri gibi ferdiyetçi ülkeler fertleri kutsallaştırmada çok ileri gitmektedir­ler. Ferdi, sosyal hayatın merkezi olarak ka­bul eden bu ülkeler, devletin, ferdî hürriyeti sınırlandırma hakkını daraltırlar. Bu durum onların suç ve ceza görüşlerine de yansımış­tır. Onlar suçlulara alâka gösterirler ve onlara nâzik bir şekilde muamele ederler. Çünkü o suçlular, bozuk bir çevrenin, psikolojik kar­maşıklıkların ve üstesinden gelemedikleri asabi rahatsızlıkların kurbanıdırlar. Bundan dolayı böyle ülkeler cezalara, suçlular daha fazla cezaya çarptırılmadan -özellikle ahlâkî suçlarda- karşı çıkmak eğilimindedirler.

Bu safhada, suçu açıklamak veya haklı çıkar­mak için psikoanaliz devreye girer. Freud'un toplum, din, ahlâk ve gelenekler tarafından cinsî içgüdülerin baskısı sonucunda, cinsî karmaşalıkların kurbanı olarak sayılan, tarihî değişikliğin şampiyonu olduğuna dikkat edil­melidir. Sonraları, bütün psikoanalist okullar Freud örneğini takip ettiler. Fakat onlardan pekçoğu cinsî gücün hayatın merkezi olduğu hususunda Freud ile aynı fikirde değildirler. Bu okulların tümü, suçluyu, genel ve ferdî olayların durumları arasında yetiştirilmiş bir kurban olarak sayar. Onlar psikolojik deter­minizme inanırlar. Psikolojik determinizm, önceden tayin edilmiş tavırlara göre psikolo­jik enerji konusunda davranış veya irade ser­bestliğine sahip olmayan bir kişide olur.

Diğer tarafta, toplumu ön plâna çıkaran ülke­lerde, toplum, hiçbir ferdin karşı durması ve isyan etmesi doğru olmayan kutsal bîr varlık­tır. Bu yüzden toplumcu görüş, devlete karşı gelen bir ferdin cezalandırılmasında, öldürme ve işkence derecesine varacak kadar şiddet kullanır.

Psikoanali silerden Freud ve diğerlerinin inan­dığı gibi, özel olarak komünizm, bütün suçla­rın aslının psikolojik sebeplerden değil, eko­nomik sebeplerden meydana geldiği iddiasın­dadır. Buna göre ekonomik sistemi bozuk bir toplumda faziletlerin meydana gelip gelişme­si mümkün olmaz. Bu yüzden suçlular ceza­landırılmamalıdır. Fakat, tam bir eşitlik teori­siyle ekonomisi yönetilen Rusya'da nedense yine suç işlenmiştir, mahkemeler ve hapisha­neler kurulmuştur; izaha muhtaç bir durum­dur.

Şüphesiz, hem ferdiyetçi hem de toplumcu görüş bazı hakikatleri barındırdığı için doğru­luk paylarına sahiptirler.Ferdi kuşatan şart­lar, onun yapısında büyük tesire sahiptir ve şuuraltmdaki ukdeler onu bazen suç işlemeye sevkeder. Fakat bununla beraber insan, şart­ların karşısında tamamen pasif değildir. Psi­koanali stl erin hatası şudur: Onlar insandaki muharrik güce bakıyorlar, fakat canlı siste­min tabiatında eşit olarak bulunan kontrol enerjisini önemsemiyorlar. Bir çocuğa bezini kontrol etmesini ve belli bir yaşa gelince ya­tağını ıslatmaktan kaçınmasını sağlayan güç ve takat; onu hislerini ve davranışlarını, devamlı olarak asi tutkularına ve ani kaprisleri­ne teslim olmasın diye kontrol eden enerjiyle aynıdır.

Diğer tarafta, ekonomik şartlar, fertlerin, his­leri ve davranışları üzerinde bazı etkilere sa­hiptir. Ruhun yapısından bozduğu ve kinler­den orada depo edip geliştirdiği faktörler se­bebiyle açlık, ahlâkî düşüklüğe sevk ettiği gi­bi, suç işlemeye de sevkeder. Fakat, insan davranışlarını sadece ekonomik faktörün et­kilediğini söylemek mübalağa olur. Hayatın gerçekleri onu yalanlar, ayrıca solcuların, fa­kirlik ve açlığı öldürdüğünü iddia ettikleri Sovyet Rusya'da işlenmiş olan suçlar da onu tekzip etmiştir.

Başlıca soru şudur: Suçlunun cezalandırılıp cezalandırılmaması konusunda karar verme­den önce, kişinin işlemiş olduğu suçtaki so­rumluluğunun derecesini belirlemeliyiz. İslâm'ın suç ve ceza meselesini gözönünde bulundururken bunu da hesaba kattığına dik­kat edilmelidir.

İslâm, gelişigüzel ceza vermediği gibi, verdi­ği cezanın karşılığım hesap etmeksizin de bu cezaları yürürlüğe koymaz. Bu münasebetle, İslâm hem toplumcu hem de ferdiyetçi görüş­leri birbirine en iyi şekilde bağlayan yegane bir sisteme sahiptir. İslâm adalet dengesini hakkaniyet esasında tutmuş ve sapkınlıkla bağlantılı olan bütün şartları ve durumları in­celeme hususunda ısrar etmiştir. Bir suçu araştırmada, İslâm iki durumu aynı anda hesab eder: Suçlunun bakışı ve içinde suç işle­nen toplumun bakışı. Bundan sonra İslâm, akl-ı selim mantığı ile mutabakat hâlinde olan âdil bir cezayı tesbit eder. Hiçbir vakit ne sapık görüşlere, ne fertlerin ne de milletle­rin şehevî arzularına yönelir.

İslâm, bir takım yerleşmiş ve mütekâmil ce­zalar tesbit ve tayin eder ki, bazı durumlarda, meselenin derinliğine inmeyen, doğru düşün­ceden mahrum, meseleyi sathî bir tarzda ele alan kimselere kaba ve kasvetli görünür. An­cak İslâm o cezaları, suçu işleyen ferdin, bir zaruret ve mecburiyet karşısında kalmadan suçu İşlediğine tam olarak kanaat getirilme­den kesinlikle bu cezalar yürürlüğe girmez.

İslâm, hırsızın elinin kesilmesini emreder. Fakat hırsızlığın açlıktan dolayı olduğunu bi­lir veya meselede böyle bir şüphe olursa o za­man kesinlikle el kesmez.

İslâm zina eden erkek ve kadını recmetmeyi emreder. Fakat her ikisi de iffetli ve evli ol­madıkça ve suç sayılan fiili işlediklerini tam bir müşahade ile gördüklerine dört şahit tara­fından şehadet edilmedikçe onları recmet-mez. Yâni zâniler, her ikisi de evli oldukları hâlde suçu, şahitlerin göreceği bir tarzda ahlâksızlık derecesine vardıkları zaman an­cak recm ile emredilir.

İslâm'ın, emrettiği cezalara göre benzer ted­birler aldığı hususu burada belirtilmelidir. Biz bunu, İslâm müctehitlerinin en bariz şah­siyetlerinden biri olan üçüncü Halife Ömer İbn Hattab'ın tatbik ettiği açık bir prensipten alıyoruz. Hz. Ömer, şeriat kanunlarını uygu­lamada ve onun hükümlerini infaz hususunda oldukça sert bir halife idi. Uygulamada onu, baskıcı zihniyetiyle itham etmek mümkün ol­maz. Şunu unutmamak lâzımdır. Hz. Ömer kıtlık yılı süresince, hırsızlık yapanların açlık sebebiyle mecbur kalarak yapmış olacakları şüphesi mevcut olduğu gerekçesiyle, hırsızlık suçuna el kesme cezası vermemiştir.

Sözkonusu kural aşağıda zikredilecek olay ile en iyi şekilde örneklenmektedir: Rivayet edi­lir ki: Hâtıb b. Ebî Belte'a'nm çalıştırdığı ço­cuklar, Müzeyne kabilesinden bir adamın de­vesini çalmışlardı. Çocuklar Hz. Ömer'e getirildi, suçlarını itiraf ettiler. Hz. Ömer onların ellerinin kesilmesini emretti. Fakat sonradan aklına gelen düşüncelerle şöyle dedi; "Allah aşkına, eğer siz iş verip onları böylece açlık­tan ölmekten kurtarsaydınız ben de onların ellerini kestirmemiş olacaktım." Ve çocukla­rın patronu olan Ebî Belta'a'yı, çalınan deve­nin fiyatının iki katını deve sahibine ödemek­le cezalandırdı.

Burada çok açık bir prensip vardır: Rasûlullah'in "Şüpheli olan durumlarda hadleri tatbikten çekininiz." hadisiyle amel ederek, mesele ele alındığında görülür ki, suç işlemeye sevkeden şartların ortaya çıkması, şayet zaruret veya elde olmayan sebep ile suç işlenmişse, hadlerin tatbikini meneder.

İslâm'ın öngördüğü bütün cezaları tatbik et­me şekil ve siyasetini gözden geçirdiğimizde, İslâm'ın ilk alanda, suça sevkeden sebepler­den toplumu koruma çarelerine başvurduğu­nu görürüz. Bu tür tedbirler aldıktan sonra ferdin işlediği suçu makûl ve zarurî bir sebep zorlamadığı halde işlediğine ve cezanın da adaletle verildiğine mutmain olarak değişmez cezasını takrir eyler. Toplumun, suça yönel­ten durumlara engel olunamadığı zaman veya suçta bazı şüpheler olduğunda ceza yürürlüğe girmez ve kanun suçluyu serbest bırakır veya ona işlemiş olduğu suçtaki sorumluluğu ora­nında dayak veya hapis gibi tazir cezası verir.

İslâm, ihsanları suça teşvik eden durumları değişik yollarla engellemeye gayret eder. Meselâ, âdil bir dağıtım ile serveti taksim et­meye çalışır. Ömer b. Abdülaziz devrinde meydana bu durum, toplumdan yoksulluğu kaldırma derecesine kadar ulaşmıştır. İslâm; dinine, diline, ırkına, rengine ve sosyal statü­süne bakmaksızın her vatandaşına her türlü emniyet ve kefaletten devleti sorumlu sayar. Devlet aynı zamanda, her vatandaşı için nor­mal bir iş sağlamakla yükümlüdür. Eğer, her­kese yetecek kadar iş sahaları temin edile­mezse veya iş sahaları mevcut olmasına rağ­men fertlerden bir kısmı çalışmaktan âciz ise, o zaman devlet, onların yaşama masrafını Beytü'l-Mal'den temin eder. İşte İslâm, bu nizamı ile toplumda hırsızlığa yol açan se­bepleri yok eder. Fakat bunlara rağmen ceza­yı uygulamadan önce suç işleyenin, işlediği suçu elde olmayan seberin tesiri altında kala­rak işlemediğini tam olarak tesbit etmek ga­yesiyle her suçta tahkikat yapar.

İslâm, cinsî faktörün gücünü ve insan üzerin­deki şiddetli baskı ve ısrarını kabul eder. Fakat bu ihtiyacın meşru yoldan giderilmesini öngörür. O meşru yol ise, evliliktir. Bundan dolayı, erken evliliği destekler ve erken evli­lik yapmak isteyen fakat bunun üstesinden gelemeyenlere yardım için Beytü'l-Mal'den destek sağlar. Diğer tarafta, tslâm, kişinin şehevî arzularını kışkırtan ayartılardan toplu­mu kurtarır. İslâm ayrıca, aktiviteyi genel menfaatin hizmetine yönlendiren asil ve yüce idealleri emreder. Boş zamanların Allah'a daha fazla yaklaşmak için harcanmasını tercih eder. Bu tarzda, İslâm insanları suça yönlen­diren veya suç işlemeyi doğru bir hareket gi­bi gösteren sebep ve âmilleri men eder. Bu­nunla beraber İslâm, işlenen suçu, dört şahidin açıkça göreceği hayvanı mertebeye vardırmakta ısrar ederek toplumun gelenekle­rini hiçe saymak, işlediği suçla iftihar etmek durumuna düşünceye kadar cezayı uygula­makta acele etmez.

Denilebilir ki, günümüzün ekonomik, sosyal, ahlâkî şartlan gençlerin evlenip böylece cinsî münasebette bulunmalarını zorlaştırmıştır. Bunda bazı gerçekler vardır. Fakat İslâm, tam anlamıyla uygulandığında gençliği sapkınlığa düşürecek bu çılgın tahrikler, açık saçık re­simler, hayâsız gazeteler ve dergiler, müptezel şarkılar ve sokakta dalga dalga kaynaşan fitneler elbette ki olmayacaktır. İnsanları ev­lilikten alıkoyacak, yoksulluk-sefillik de ol­mayacaktır. İşte o zaman, insanlar fazilete çağrılabilecek ve erdemli olabileceklerdir, Böyle durumlarda, suçlulara ceza verilcek çünkü onların, işlemiş oldukları suçu haklı gösterecek veya mazeret beyan edecek halleri olmayacaktır.

Ceza verilmeden önce, İslâm ilk planda in­sanları suça yönelten her türlü ortamı yok et­meye çalışır. Fakat bundan sonra hâlâ suç iş­leniyorsa, herhangi bir şüphe durumunda ce­zayı yürürlüğe koyma hakkından vazgeçer. Acaba İslâm adaletiyle diğer sistemler yarışa­bilir mü?

Bazı Avrupalılar, İslâm'ın suç ve ceza görü­şünü gerçekçi bir yaklaşımla araştırmadıkları için bu cezaların tatbikini barbarlık ve insan haysiyetini alçaltıcı olarak nitelerler. Onlar, büyük bir hata eseri olarak kendi medenî ce­zaları gibi her gün tatbik olunacağını zanne­derek, İslâm toplumunda korkunç bir mezba­ha hayal ediyorlar: Şu değneklenir, bunun eli kesilir, o recm olunur, şeklinde... Oysa ger­çek bu değildir. Bu cezalar, kasvet ve şidde­tinden dolayı neredeyse tatbik olunmazlar. Zira bu cezaların, başlangıçtan itibaren suçla­rın vukuunu men eden bir takım cezalar oldu­ğunu anlamamız gerekir ki, hırsızlık haddi olan el kesmenin, dörtyüz senede ancak altı defa tatbik edildiğini bilmek kâfi gelir.

Şunu unutmamak gerekir: İslâm, cezayı uy­gulamazdan önce, suçu işleten sebep ve saik-lerden toplumu korumayı amaçlar. Hadler nâdir hallerde uygulanır ki, bu cezaların âdil olduğunda kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Avrupalıların niçin hâlâ, suçlulara karşı İslâm'ın kurallarını uygulamaktan kaçındık­larını ve her türlü mazereti haklı çıkaran se­bepleri olanlar hariç, suçlulara bu cezalan uy­gulamamakta direndiklerini anlamak müm­kün değildir.

Diğer taraftan, bazılan böyle cezaların pratik bir öneme sahip olmadığını düşünürler. Bu doğru değildir. Bu cezalar, makûl bir sebebi olmayan ve yine de suç işlemek için kuvvetli bir arzu duyan kişileri engellemek ve korkut­mak için emredilmiştir. Suça temayülü olan­ları bu cezalar tekrar tekrar düşünmeye sevkeder. Bazen gençler ihtiraslarını baskı altın­da tutmada zorlanırlar. Ancak ceza yolunda çalışma devam ettiği ve ilgisiyle herkesi gözettiği sürece, canlanna, ırz, namus ve malla­rına tecavüz elinin uzanmaması ve bundan emin olması toplumun en tabiî haklarından­dır.

Diğer yönde, bir sebebi olmadan suç işleme­ye meyleden insanlar akıbetlerine bırakılmaz­lar. İslâm onları normale döndürmenin her türlü mümkün yolunu dener.

İşte bunlar, kültürlü gençlerin ürktükleri ve Batıhlarca barbarlık ve düşüklükle suçlan­maktan çekinen modern hukukçuların nefret­le kaçtıkları İslâm'ın emredici cezalandır. İslâm'ın bu üstün hükümlerinin hikmetini şu veya bu, herkesin hakkıyla anlayıp takdir edemeyeceği de bilinmelidir (islam the Misunderstood Religion, sh. 132-137).

İslâm Hukuku Ve Hint Hukuk Sistemi: Hint Kıtası'mn İslâm hukukuyla tanışması ilk devirlere uzanır. Hicretin ilk asrında, İslâm'ın takipçileri, sahabe ve tabi'un dahil, bu top­raklara yerleştiler. Beraberlerinde İslâm hu­kukunun iki direği olan Kur'ân ve Sünnet'i de getirdiler. Müslüman hukukçuların bu klasik kaynaklarında bulunan meşru prensipler ve numuneler, İslâm'ın zindelik devresi süresin­ce Hindistan tarafından ithal edildi. Dünyanın bu bölgesinde yerleşen ilk müslümanlar tara­fından uygulamaya konulan prensip ve nu­muneler, kıtanın muhtelif yerlerinde, ilmî tar­tışmalara ve araştırmalara konu oldu. Başlan­gıçtan itibaren, Hindistan İslâm kanunlarının gelişmesine katkıda bulundu. Aynı zamanda İslâm hukuk düşüncesi Hindistan'da kanunî fikirleri etkilemeye başladı. Tarihin bu yö­nünde, Hindistan, İslâm Hukukunun sistem­leşmesine ve araştırılmasına çok zengin bir katkıda bulunurken, sonraları, Hindistan'ın kendi ıslahatçıları, hukukçuları üzerinde de­rin tesirler bıraktı ve onların kendi hukuk sis­temlerinin yerli görüşlerinde ve birkaç kanun branşının geliştirilmesinde rol oynadı. Bu bö­lümde, hem Hindistan'ın İslâm kanunları ile nasıl zenginleştiğini hem de daha sonraları bölge kanunlarını nasıl etkilediğini kısaca gözden geçirelim.

İlk İslâm Hukukçuları Ve Hindistan'ın Birliği: Bazı hukuk tarihçileri, İmam Ebu Hanife'nin şeceresini, İmam-ı Azam'm içti­hatlarını ve Hanefi mezhebini, Hint kıtasının eski aşiretlerine kadar izlemişlerdir (M. Ishak Batti, Barri Saghir, Pak-o-Hind Men 'Hm-i Fıqh, Lahor, 1973, sh. 25). Bu durumda Hin­distan, İslâm'ın en seçkin hukuk âlimlerinden biri olan İmam Ebu Hanife üzerinde hak id-

dia edebilir. Tarihçilerin bu keşfi tereddütlü iken İmam Ebu Amr el-Evzâî, onun Sindli ol­duğunu daha güvenilir kaynaklarla iddia et­mektedir (Tezkiratu'l-Huffâz, 3. bsk., Haydarabad 1955, c. I, sh. 178). Diğer bir dikkate değer şahsiyet, islâm'ın ilk hukukçularından İmam Süfyân Sevrî, Ebu Mazhar Sİndî'nin ta­lebesi idi. O Medine'ye hicret etmiş ve kendi­ni İslâm'ı öğrenmeye adamış müslüman bir Hintli fâkih idi (a.g.e., sh. 234-235). Hindis­tan böylece kendim İslâm hukukunun geliş­mesiyle henüz biçimlendirici safhada iken ta­mamen birliğini kesmiştir. Evzâî ve Sevrî'nin kurduğu hukuk okulları uzun ömürlü olmaz­ken içtihatları Küfe ve Bağdat okullarında okutulmaya devam etmiştir.

Bugünkü   Hindistan'da   İslâm   Hukuk Okulları: İslâm hukuku muhtelif okullarda geliştiği zamanlarda, Müslümanlar kendi din­lerini, sosyo-kültürel geleneklerini bu kıtada tamamen oturtmuşlardı. İslâm Hukuk okulla­rından pek çok çeşidi tedricen, dünyanın bu bölgesinde etkili olmaya başlamıştı. Hindis­tan'a yerleşen ilk müslümanlar, İmam Ebu Davud ez-Zâhirî'nin talebeleri idiler ve onun kanun öğretilerine geçerlilik kazandırmışlardı (Nuzhat el-Khavatir, Haydarabad 1947, c. I, sh. 38).

Bununla birlikte, Zâhirî'nin fıkhî görüşleri İslâm dünyasında yok olduğu gibi Hindis­tan'da da gözden kaybolmuştur. İslâm'ın sa­yılı takipçileri ve hayranları tarafından -Hanefî, Şafiî, Caferi ve İsmaüî- diğer fıkıh okulları kurulmuştur. (Ayrıntılar için bkz: T. Mahmud, The Müslim Law of India, Hindis­tan, Allahabad 1980, bölüm 4). Bunların ara­sında, Safî mezhebi güney ve batı bölgelerin­de etkili iken Hanefî mezhebi kıtanın diğer kısımlarına yayılmıştır. İsmailî hukuku batı kısmında ve merkezî bölgelerde gelişmiş. Caferî hukuku ise birkaç hatırı sayılır varlıklı kimselerce himaye edilmiş, kuzeyde yoğun olmak üzere, ülkenin hemen hemen tamamı­na yayılmıştır (a.g.e.). İslâm'ın bu dört fıkıh okulu zamanla, Hint topraklarında mensupları tarafından zengin bağışlar alır hale gelmiş­tir.

İmparatorluk Kanunları: Ortaçağda Hin­distan'ın İslâm hukukunun sistemleştirilmesi-ne ve araştırılmasına yapmış olduğu en önemli katkı, İslâm prensiplerine ve teamül­lerine büyük emek vermesidir. İslâmî kuralla­rın bu ülkedeki ilk devrelerinden itibaren devlet yöneticileri, çağdaş hukukçuların öğütleri ve yardımları ile derlenmiş İslâm hu­kuk kurallarını bir ahenk İçinde birleştirmek için büyük gayret sarfettiler. Hindistan'dan İslâm hukukuna belli başlı fıkıh eserleri ka­zandırılmıştır. Bunun ilk örneği, onüçüncü yüzyılın ortalarında Sultan Gıyaseddin Balban'ın emri altında hazırlanan Feteva-i Gıyasiye'dir. (Şeyh el-Kâtib'in Arapça olarak derlediği bu fetvalar Hicrî 1321'de Mısır'da basılmıştır). Bu eser, hukukun bütün sahaları­nı kuşatan ve aile hukukundaki boşanmaya teşvik etmenin etkilerinden, suçlunun adlî muhakemesindeki şüpheye kadar sıralanan meselelerle ilgilenin kapsamlı bir kanunna­medir.

Feteva-i Gıyasiye ile bir kez başlayan ve Hindistan'ın birkaç Balban'ın halefleri birin­den sonrakine geçen taht İslâm Hukuku'nun kanun halinde toplanması için ihtimamla dü­zeltilmesini sağlamıştır. Her defasında, yani taht birinden bir sonrakine geçtiğinde kanun halinde toplanma daha genişlemiş ve kapsa­mı artmıştır. Fıkıh heyetlerine yöneticiler ta­rafından hazırlatılan sayısız kanunnameler­den en önemlileri şunlardır:

1- Feteva-i Karahâni. Delhi Sultanlıkla­rından Halacîler devrinde (Celâleddîn II. Fîrûz Şâh, 689/1290) Yakub Muzaf­fer Kiramı tarafından derlenmiştir. Şim­diye kadar yayımlanmamıştır.

2- Feteva-i Tatarhâni. Tuğluklular dev­rinde (III. Fîrûz Şâh, 752/1351) Kebireddîn 'Alam Indrapati tarafından derlenmiştir. Otuz bölüm halinde hazır­lanmış kapsamlı bir çalışmadır. Yayımlanmamıştır.

3- Feteva-i İbrahim Şâhî. Cavnpur'daki Şarkî hükümdarlar devrine aittir. Arap­ça ve Farsça olarak ciltlere ayrılmıştır; yayımlanmamıştır.

4- Feteva-i Bâburî. Şeyh Nureddîn tara­fından Moğol imparatoru Zâhirüddın Bâbur'un emriyle hazırlanmıştır. (Bkz. Ferid Ahmed, Feteva-i Baburi, Ma'arif, Azamgarh, Haziran 1950). Ünlü Feteva-i 'Alemgîrî, Moğol impa­ratoru Evrengzîb'in emirleri ve himaye­siyle Şeyh Nizam Burhanpuri başkanlı­ğında bir heyet tarafından derlenmiştir. Bu kanunname sonraları Arapça, Fars­ça, Urduca ve İngilizce olarak yayınlan­mıştır.

Bütün bu çalışmalar Hanefi fıkıh okulunun kanunnameleridir, ve hepsi de İslâm dünyası­nın iftihar ettiği kıymetlerdir. Hindistan'da İslâmî kuralların güçlü olduğu yaklaşık beş-yüz yıl, İslâm dünyasına hukuk sisteminin bir çetelesini vermiş, her biri kendinden önceki­lerin mükemmeliyetine üstün gelmiştir. Bun­ların arasında en çok rağbet olunanı Feteva-i AlemgîrVdir. Arap dünyasında Feteva-i Hin­diye olarak bilinen bu eser, Hanefî fıkhının emsalsiz bir otoritesi ve hukuk ilminin bir klasiği olarak telakki edilir.

Adlî Kararlar: Hindistan'da İslâmî kurallar baştan başa, modern medenî hukuk ilmi gibi yasal-sisteme dayalı olarak kalır. Mahkeme içtihatlarına dayanan, genel hukukun modeli olan hukuk, o zamanlar bilinmiyordu. Hin­distanlılar çevrelerinde yüksek derecede ka­dılığı öğrendiler, fakat sadece klasik metin­lerdeki ve bölge imparatorluğa ait kanunlarla yönetildiler (M. B. Ahmed, Administration of Justİce in Medieval India, Aligarh 1941). Moğol İmparatorluğu'nun yıkılmasından son­ra, İngilizler kanun ve adlî teamüllerinden oluşan hukuk sistemlerini bu ülkeye getirdi­ler. İslâm Hukukunun bazı kanunları ve mu­hakeme usûlü, Hindistan'ın İngiliz yöneticileri tarafından miras alınmıştır. İslâm hukuk ilmi, bir aksilikten ızdırap çekmiştir. Müslü­man liderliğin uyumlu çabaları kadılık maka­mını güçlü hâle getirmede başarısız kalmıştır. Hatta Sir Seyyid Ahmed Han, 1880'de "Kadı Yasası" adıyla bilinen kararnamenin sadece korunmasında başarı sağlayabilmiştir. (T. Mahmud, Müslim Personal Law: Role of State in the Subcontinent, Delhi 1977, bölüm 4). O zamanlar müslümanlar tam bir hayal ki-rıklığıyla, ulemâdan Mevlana Muhammed Kasım Nanavtâvî'nin Deoband'da (1877) kur­duğu ve kısa zamanda hukuk ilmi ve müşa­virliğinin merkezi haline gelen Dârû'l-ulûm'a umutla döndüler. 1896'da tam yetkili Dârû'l-iftâ (Adlî Hükümler Enstitüsü) ku­ruldu. Bu sırada, zaruri hükümleri resmen bildiren milyonlarca hukuk ilanları basıldı. Tedricen büyük ölçüde medrese ve pekçok âlim halka fıkhı rehberlik hizmeti vermeye başladı. Daha sonraları birkaç mümtaz müf-ti'nin hükümleri derlendi ve yayınlandı. Bunlar arasında 'Aziz el-Fetevâ derlendi ve yayınlandı. Bu eser, Müfti Azizurrahmân'ın fetvalar kolleksiyonudur ki, Dârû'l-iftâ 'da (Deoband) Feteva-i Dârû'l-Ulâm adı altında birkaç cilt hâlinde yayınlandı. Imdad el-Fetevâ (Mevlana Eşref Ali Tanavî) ve İslâm Hukuku'na dair her türlü meselenin içinde bulunabileceği pekçok hüküm ve fetvalar bu meyanda sayılabilir. Bu çalışmaların nüfuzu ve tanınması Müslümanların idaresindeki dö­nemin düsturlarında anlaşılmıştır.

Hâkim ve Hukukçuların Katkıları: İngiliz yönetimi süresince, Hint hukuk sistemi İngi­liz sistemi İle yer değiştirince, İslâm hukuku­nun korunması ve geliştirilmesi hususundaki görev, hâkim ve dâva vekillerinin üzerine düştü. Hint hakimler konseyinin sayılı seçkin üyeleri, bilgi ve hünerlerini İslâm Huku-ku'nun davasına adadılar. Kararlar, başkadı Seyyid Mahmud, Sir Abdurrahim, Seyyid Emir Ali, Şah Muhammed Süleyman ve pek­çok diğer klasik usûldeki kadılar tarafından verilirdi. Başkadı ve vekillerden bazıları ilmî çalışmalara zaman ayırırlardı. 1911'de Sir Abdurrahim, ilk defa İslâm hukukunun te­melleri üzerine İngilizce, muteber bir eser verdi (General Principles of Muhammadan Jurisprudence, Madras 1911). Bir yıl sonra Seyyid Emir Ali, Şahıs hukuku üzerinde abidevî bir eser yazdı (Personal Law of the Mussalmans, Kalkuta 1912, c, I; Londra 1929, c. II). İslâm hukuk prensiplerine büyük katkılarda bulunmuş Hintli yazarlar arasında pekçok gayrimüslim de vardır. En doğru ha­liyle alınan kanunları ihtiva eden ünlü ders kitabı, gayri müslim bir avukat olan Sir D. F. Mulla tarafından yazıldı (Muhammadan Law, 1. bsk., 1906; 18. bsk. 1978 M. Hidayetullah). Şimdi 18. baskısı yapılmış olan bu ünlü kitap, İngilizce konuşan ülkelerde çok yay­gındır. Güneydoğu Afrika ülkelerinden bazı­larında ve manda altında yönetilen ülkelerde bu kitap takip edilmektedir (meselâ, Singapur 1957).

İslâm hukukunun Hanefi mezhebi, Hindis­tan'da hakimiyeti olsa bile, kendi hukuk alim­lerine dikkat etmekle meşgul Müslüman Hu­kuk ilminin sadece uyarlaması değildir. Gü­ney Hindistan'da bilhassa Malabar'da hakim­ler ve hukukçular, görüş ve içtihatlarını, Safı hukukunun sergilenmesine ve araştırılmasına bağışladılar. İbni Babavâhî'nin Risaletu'l-itikadât el-îmamiye ve Kadı Nu'man'ın Da'aimu'l-Islâm'ı -fıkh-ı Caferi ve fıkh-ı Ismailtinin meşhur çalışmaları- derinlemesi­ne araştırıldı ve modern Hindistan'ın büyük İsmail'i hukukçusu Asaf A. A. Feyzi tarafın­dan dünyaya sunuldu (Ayrıntılar için, T. Mahmud, Family Law and Social Change, Fyzee Memorial, Bombay 1975).

Kanun Yapma: İslâmî kanunlar sahasında da Hindistan müessir bir rol sahibidir. Şibli Nu'manî'nin; Seyyid Emir Ali'nin ve Mu­hammed Ali Cinnah'ın 1913'deki hukuk ilmi­ne ait öğretilerinin sonucu olarak evkaf-ı zürrî ile bağlantılı olarak İslâm Vakfı Tescil Kanunu'nu ihtiva edeen bir Hindistan Ni­zamnamesi oluşturulmuştur. 1937'de ünlü İslâm Şahıs Hukuku (Şeriat) Uygulama Yasası ortaya çıkmıştır. Büyük müslüman dev­letler, Endonezya, Malezya gibi gayri-İslâmî gelenekleri (âdet) bu yasa vasıtasıyla sosyal statülerinden söküp atamazken, Hint müslümanları kendilerini şeriat ile sınırladılar. Hindistan'ın, zekası ve uzak görüşlülüğü ile tanınan baş mimarı Mevlana Eşref Ali Tanavî'ye şükran borcu vardır. Bu çok yönlü dâhi, diğer bir hukukî düzenlemenin dönüm noktası olan, İslâmî Evliliklerde Ayrılma Ya­sası (1939) mimarı idi. Şimdi bu kanunlar Hindistan'ın üç bölgesinde uygulanabilmek­tedir. Bu, mükemmel derleme takhayyur hu­kuk tekniğinde göz alıcı bir alıştırmadır. Bu alıştırmada, Müslüman kardeşliğine başlan­gıç için Hindistan'da birlik kanunu olarak Malikinin faskh kanunu benimsenmiştir. Hindistan, takhayyurda Mısır ve Sudan'dan sonra üçüncü sıradadır. Diğer müslüman ül­keler bunu çok daha sonra benimsemişlerdir. İmam Malik'in 1930 Yasası'yla kanunlaşan faskh yasasından on yıl önce, İbni Subruma'nın evliliğin yaşı üzerindeki doktrini bu ülkede 1929 Sarda Yasasıyla ifade edilmiş ve bunu düzenleyenler, dönemin âlimi Allame Seyyid Süleyman Nedvî tarafından destek­lenmişlerdir (T. Mahmud, Marriage-Age in lndia and Abroad: A Comparative Conspec-tus, XXII /. /. L. /., 1980, sh. 38-80). Bunu takip eden yıllarda, Müftü KifayetuHah ve Mevlana Ebu'l-Kelâm Azad dahil ulema ta­rafından vakıflar ile ilgili hukukî düzenleme­ler tasarlanmış ve resmen yürürlüğe konmuş­tur. Bu yasadan, sonraları, pekçok ülke bir model olarak istifade etmiştir (Supra not 16).

Bütün bunlar Hindistan'ın İslâm hukuk ilmi­ne katkılarının kısa bir hikâyesidir. Araplar dışında hiçbir ülke Hindistan kadar Kur'ân-ı Kerim'i ve Sünneti derinlemesine araştırma­mıştır. Bu ülkenin dili -Sindî- aslında, Kur'ân-ı Kerim'i ilk kez Arapça'dan başka bir yabancı dildir. Ortaçağ Hindistan'ında, Müs­lüman yöneticiler, İslâm'ın hukuk prensiple­rini pekiştirmek ve derlemek için gayretleriy­le oluşturulmuş divandan yetişmişlerdir. Bu yüzyılın başlarında, Muhaımned Abduh ve Reşid Rızâ gibi ıslahatçılar, Kudri Paşa, Rez­zak Senhurî gibi kanun yapıcılar İslâm hukuk geleneğini uluslararası düzeyde zenginleştirmiş müctehid, fukaha ve ulema çıkarmıştır.

Hint Hukuku'nun İslâm'a Borcu: Şimdi madalyonun diğer yüzünü çevirip, İslâm'ın yüzyıllar boyu Hindistan'ın hukuk sistemini nasıl etkilediğine bakalım. Hindistan'daki mevcudiyeti müddetince, İslâm, Hint sosyal ve hukukî gelenekleri üzerinde fevkalade bir etkiye sahip olmuştur. Hindistan'da İslâmî yönetim süresince, İslâm'ın ceza kanunları bu ülkenin, kanunları olmuş, fakat medenî ka­nunun kapsamına giren meselelerde her dinî toplum kendi kanunları ile yönetilmiştir. Hin­dular, Budistler, Hindularm, Jainler (bir Hin­du kolu), Zerdüştler, Sinler ve Hıristiyanlar medenî kanunlarıyla tam bir koruma altında­dır. Ancak, uzun yıllar boyunca Hindu kutsal metinlerinin yanlış yorumlanması sonucu or­taya çıkan saii uygulaması, bazı Müslüman hükümdarlar tarafından hoş karşılanmamıştır. Fakat bunlardan hiçbiri sosyal ya da hukukî bir muameleye tâbi tutulmamıştır. Müslü­manlar bu kıtada yaşayan diğer gayri müslim toplumlara ve onlarına kanunlarına geniş bir müsamaha ve hatta saygı göstermişlerdir. Onların hukukları İslâm hukukuyla eş düzey­de tutulmuştur. Bununla beraber, İslâm hu­kuk düşüncesi Hint toplumunu derinden etki­lemiştir. Zaman içinde Hindistan'ın kanuni çerçevesi îslâmî doktrin ve kavramlarıyla be­nimseyerek özümsemiştir. .