saniyenur
Wed 15 August 2012, 12:23 pm GMT +0200
İSLÂM TOPLUMUNUN DOĞUŞU VE ÖZELLİKLERİ
Allah'ın rasûlü Hz. Muhammed'in eliyle gerçekleşen İslâm'a davet hareketi, hiç şüphesiz, peygamberler manzumesi önderliğinde yürütülen uzun çağrı zincirinin son halkasını meydana getirir. İnsanlık tarihi boyunca süren bu mesajın tek bir hedefi vardır: İnsanlara gerçek Rablerinin Allah olduğunu, O'ndan başka veya O'nunla beraber başka bir ilâh tanımamalarını bildirmek. Çok az insan hariç, bir bütün olarak İnsanlık Allah'ın varlığını ve kâinat üzerindeki hâkimiyetini hiçbir zaman inkar etmemiştir. Daha ziyade, Allah'ın sıfatlarını doğru anlamada hataya düşmüşler ve Allah ile birlikte başka ilâhlar edinip O'na ortak koşmuşlardır. Allah'a ortak koşma, ya itikad ve ibadet alanında olmuş ya da Allah'ın yanında başkalarının hâkimiyetini kabul etme şeklinde görülmüştür. Bu ikisi de, insanları, peygamberlerin vasıtasıyla gelen İlahî dinden uzaklaştırdığı için şirktir. Her peygamberle birlikte, insanların bu dini anlayıp yaşadığı bir devir olmuştur. Fakat daha sonraki nesiller yavaş yavaş bu dini unutmaya başlamış, cahiliyyeye dönmüşlerdir. Şirk, hayatlarına yeniden hakim olmaya başlamış; bazen itikad ve ibadetlerinde, bazen başkalarının hâkimiyetini kabul ederek, bazen de her iki şekilde Allah'a şirk koşmuşlardır.
İnsanlık tarihinin her döneminde Allah'a davet etmenin mahiyeti değişmemiştir. Bu davetin hedefi İslâm'dır. İslâm; insanları Allah'a kul etmek, bir tek Allah'a teslim olsunlar diye, onları diğer insanlara kulluktan kurtarmak demektir. Yine İslâm, bir tek Allah'ın hükümranlığını ve üstünlüğünü kabul edip O'nun kanunlarını hayatın bütün alanlarında uygulayabilsinler diye, insanları, kulların baskısından, onların koyduğu şeriatlerden, beşerî değer yargılarının ve geleneklerin prangalarından kurtarmak demektir. Hz. Muhammed'in tebliğ ettiği İslâm bu amaç için gelmişti. Aynı şekilde, daha önceki peygamberlerin davası da bu şekildeydi. Bütün kâinat Allah'ın hâkimiyeti altındadır ve kâinatın küçük bir parçası olarak insan, kâinata hükmeden fizikî kanunlara ister istemez itaat etmek zorundadır. Ayrıca, kâinata hükmeden otoritenin, insan hayatını da yönetmesi gerekir. İnsan, kendisini bu otoriteden soyutlayıp ayrı bir sistem ve ayrı bir hayat planı geliştirmemelidir. Bir insanın doğup büyümesi, sağlık ve hastalık durumu, hayat ve ölümü, Allah'ın takdir ettiği fıtrî kanunlara uymak zorundadır. Hatta insan, kendi iradesiyle yaptığı hareketlerin neticesi olarak ortaya çıkan gelişmelerde bile bu kanunlara boyun eğmek durumundadır. Kâinatta geçerli olan kanunları belirleyip düzenleyen Sünneîullah (Allah'ın âdeti)'ı hiç kimse değiştiremez. Bu yüzden insan, seçme hakkına sahip olduğu alanlarda da İslâm'ı hakim kılmalı ve insanla kâinat arasında uyum sağlayabilmek için, İlâhî kanunu hayatın bütün meselelerinde tek hakim güç haline getirmelidir. (Ayrıntılı bilgi için bkz., Ebu'1-A'lâ Mevdûdî, Towards Undersîanding islam, [İslâm'a İlk Adım, Çev. Serdar Güzey, Inkılâb yayınları, İstanbul 1996,7. bsk.J).
Diğer yandan câhiliyye, bir insanın diğeri üzerinde hâkimiyet kurup Rabb'lık taslaması-dır ve bu cihetle kâinat düzenine zıttır. Ayrıca insan hayatrnrn iradedışı yönü ile iradeye bağlı yönünü çatıştırır. Bir Allah'a kulluğa çağırırken, Son Peygamber de dahil olmak üzere bütün peygamberlerin karşısına çıkan bu câhiliyye idi. Bu câhiliyye soyut bir teori değildir. Hatta belirli bir teorisi de yoktur. Daima, toplum içinde canlı bir hareket olarak görünür. Kendine ait liderliği, kavramları, değer yargıları, gelenekleri, alışkanlıkları ve duygulan vardır. Bu organize bir topluluktur, fertleri arasında yakın işbirliği ve dayanışma vardır ve varlığını bilinçli veya bilinçsiz savunmaya her zaman hazırdır. Kendi varlığı için tehlike teşkil eden bütün unsurları yok eder.
Cahİliyye, bir teori değil de faal, dinamik bir hareket olduğuna göre, İslâm'ı sadece bir teori olarak kabul ederek Cahiliyyeyi ortadan kaldırmaya ve insanları Allah'a geri çağırmaya yönelik her girişim boştur. Cahİliyye fiili dünyayı hâkimiyeti altına alır ve kendisini destekleyen diri ve aktif yapılar oluşturur. Bu durumda, ona karşı savaşmak için tek başına teorik gayretler yeterli değildir. Eğer amaç mevcut düzeni ortadan kaldırıp, yerine tabiatında, ilkelerinde, bütün genel ve hususî yönlerinde iktidardaki cahilî düzenden farklı olan yeni bir düzen kurmaksa, o zaman bu yeni düzenin de mücadele alanına düzenli ve dinamik bir hareket olarak girmesi gerekir. Bu düzen mücadele alanına girdiği zaman stratejisi, toplumsal yapısı ve fertleri arasındaki ilişki, mevcut cahili düzenden daha sağlam ve daha güçlü olmalıdır.
İslâm'ın teorik yapısı tarihin her döneminde aynı kalmıştır. Bu esas, Allah'ın asıl ilâh olduğuna, herşeyin Rabbi, kâinatın tek hâkimi ve gerçek hükümdar olduğuna şehadet etmek; kalben O'na İnanmak, sadece O'na ibadet etmek ve O'nun kanunlarını uygulamak manasına gelen La İlahe illallah (Allah'tan başka ilâh yoktur) ilkesine şehadet etmektir. Müslü-manım diyen bir kimseyi Müslüman olmayandan ayıran La ilahe İllallah esasını yukarıda tarif edildiği şekilde kabul etmeden bu kelimenin hiçbir pratik değeri yoktur. Bunun İslâm şeriatine göre de bir geçerliliği yoktur.
Teorik olarak, bu ilkeyi tesis etmenin manası şudur: İnsanlar hayatlarını bütünüyle Allah'a kulluk etmeye adamalıdırlar, yani tamamiyle O'na teslim olmalı ve kendi başlarına hüküm vermemelidirler. Bütün konularda Allah'a başvurmalı ve O'nun hükümlerine tâbi olmalıdırlar. "Biz Allah'ın hidayetini sadece bir kaynaktan öğreniyoruz. Bu kaynak Allah'ın Rasûlü'dür. Bu yüzden İslâm'ın temel esası olan Kelime-i Şehadetin ikinci bölümünde ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve'r-Rasûlühu -Ve Hz. Muhammed'in Allah'ın kulu ve rasûlü olduğuna şehadet ederim- diye şehadet ediyoruz.
İslâm'ın teorik esası -iman- ilk andan itibar düzenli ve aktif bir topluluk şeklinde somutlaşmaktadır. Bu topluluk, amacı İslâm'ı e gellemek olan aktif ve düzenli cahilî toplum dan ayrılarak bağımsız bir toplum haline gelmelidir. Bu yeni topluluğun temelini, yeni bir önderlik oluşturmalıdır. Bu önderlik, ilk öne-Peygamber'in şahsında somutlaşan ve Peygamberden sonra, insanları Allah'ın hükümdarlığına, otoritesine ve kanunlarına döndürmek için çabalayan insanlara emanet edilen bir önderliktir. Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in O'nun Rasûlü olduğuna şehadet eden kişi, cahilî toplum'dan uzaklaşmalıdır. İster din adamları, sihirbazlar, müneccimler kisvesinde olsun, isterse peygamber zamanındaki Kureyş toplumunda olduğu gibi siyasî, toplumsal ve iktisadî liderlik şeklinde olsun, cahilî liderlikten bağını koparmalıdır. Yani tamamiyle yeni İslâm hareketine ve İslâm liderliğine bağlanmalıdır.
Bir kişi diliyle La ilahe illallah dediği anda bu kararlı adımı atmıştır. İslâm toplumu bu ifade olmadan vücut bulamaz. İslâm toplumu, sayıları çok da olsa, eğer aktif, uyumlu ve dayanışma içinde olmazlarsa, müslüman fertlerin kalplerinde bir tohum haline dönüşemez. İslâm toplumu özel bir toplum olmalıdır. İslâm toplumunun teşekkülü, güçlenmesi, büyümesi ve kendi sistemine yapılan saldırılara karşı kendisini savunabilmesi için, bu toplumun gerekli unsurları bir vücudun azalan gibi hep birlikte uyum İçinde çalışmalıdır. Yine İslâm toplumu, câhili liderlikten farklı olarak, çabalarını aynı hedefe yoğunlaştıran ve bu çabalara İslâmî bir karakter kazandırıp düşman bir güç olan Cahil iyyenin etkilerini ortadan kaldırmaya çalışan bir liderlik müessesesine sahip olmalıdır.
İslâm toplumu bu şekilde tesis edildi. Öz olmasına rağmen, bütün hayatı kapsayan bir iman üzerine kuruldu. Bu iman, cahilî topluma hemen karşı çıkıp ondan bağlarını koparan, diri ve dinamik bir topluluğu çabucak or
tan bir hayat şekli tanımlayan bir inançtır. Dolayısıyla bu hareket için ilk kuvvet ne insan zihninden ne de kâinatın özünden gelmektedir, bilâkis daha önce de belirttiğimiz gibi yeryüzünün ötesinden ve insanın faaliyet sahasının dışından gelmektedir; bu İslâm toplumunun ve düzenin ilk ayirdedici özelliğidir.
Hakikaten bu hareketin menşei insanın faaliyet sahasının ve maddî âlemin Ötesinde bir unsurdur. Allah'ın iradesi sonucu meydana gelen bu unsur hiçbir insanın umduğu veya düşündüğü birşey değildir ve başlangıçta hiçbir insan çabası işin içine karışmaz. Bu ilâhî unsur İslâmî hareketin tohumlarını eker ve aynı anda kendisine ilâhî kaynaktan gelen bu unsura iman eden insanı fiiliyata hazırlar. Bir fert bu imana sahip olduğu zaman, hükmî olarak İslâm toplumunun varoluşu da başlamış olur. Bu fert sadece imana sahip olmakla tatmin olmaz, mesajım iletmek için ayağa kalkar. Bu imanın tabiatı itibariyle ondan doğan hareket sağlam ve dinamiktir; bu imanı doğuran güç onu saklamaz, açığa çıkarır ve başkalarına yayar.
Müminlerin sayısı üç olduğu zaman, bu iman onlara şunu söyler: "Artık bir cemiyetsiniz, bu inanca göre yaşamayan ve onun temel doğrularını kabul etmeyen câhîlî toplumdan ayrı bir İslâm cemiyetisiniz." Artık İslâm toplumu (gerçekten) var olmuştur.
Bu üç fert ona çıkar, on yüze, yüz bine ve bin yirmibine yükselir ve İslâm toplumu büyür ve yerleşmeye başlar. Bu hareketin ilerleyişi sürerken câhilî toplum İle arasında bir mücadele başlar. Bir tarafta İnançları, düşüncesi, değerleri, standartları, varlığı ve teşkilatı ile kendisini câhilî toplumdan ayıran yeni doğmuş bir toplum, öteki tarafta İslâm toplumuna fertlerini kaptıran câhilî toplum vardır.
Bu hareket, başlangıç anından, toplumunun gelişmesine ve kalıcı varlığına kadar devam eder, her ferdi imtihan eder ve İslâmî denge ve standartların ölçtüğü kapasitesine göre ona bir sorumluluk makamı tayin eder. Toplum onun yeteneklerini kendiliğinden kabul eder, onun Öne çıkıp adaylığını duyurmaya ihtiyacı yoktur, bilâkis inancı ve onun ve toplumunun kabul ettiği değerler onu, kendisine bir sorumluluk makamı vermek isteyen gözlerden kaçmamaya zorlar.
Bu hareket İslâm inancının tabii bir yansıması ve İslâm toplumunun özü olduğu için hiçbir ferdin kendini saklamasına izin vermez. Toplumdaki her birey hareket etmelidir. İnancında bir hareket, kanında bir hareket, cemiyetinde bir hareket ve organik toplumunun yapısında bir hareket olmalıdır. Câhiliye çevresini kuşattığı ve izleri hem kendi zihnini hem de yanındakilerin zihinlerini etkilediği için mücadele sürer ve cihad kıyamete kadar devam eder.
Hareketin katettiği iniş ve çıkışlar hareketteki her ferdin konumunu ve aktivitesini belirler. Fertler ve aktiviteleri arasındaki uyum aracılığıyla toplumun organik yapısı tamamlanır.
Bu tür bir başlangıç ve teşkilâtlanma usulü, İslâm toplumunun iki önemli vasfıdır. Bu vasıflar İslâm toplumunu, yapısı, varlığı, tabiatı, biçimi, sistemi ve bu sistemi kurma metodu açısından diğer toplumlardan ayırır ve onu eşsiz ve ayrı bir varlık yapar. O kendisine yabancı olan sosyal teorilerle anlışalamaz, tabiatına aykırı metodlarla öğretilemez ve diğer sistemlerden ödünç alınan metodlarla meydana getirilemez.
Bizim değişmeyen medeniyet tarifimize göre İslâm toplumu, tarih içinde incelenecek, geçmişe ait bir varlık değildir, bilâkis şu anın talebi ve geleceğin umududur. İnsanlık, bugün veya yarın, bu asil medeniyete doğru çaba sarfederek ve yuvarlandığı câhİliyye çukurundan kendini çıkararak şereflenebilir. Bu sadece sanayide veya ekonomide gelişmiş milletler için değil, aynı zamanda geri milletler için de geçerlidir.
Şu hususu bir kez daha ifade etmeliyiz ki, "İslâm medeniyeti" ifadesiyle, İslâm medeniyeti dönemi dışında, insanlığın hiçbir zaman sahip olmadığı insanî değerlerin en yüksek değerine ulaştığı medeniyeti kastediyoruz. Sanayide, ekonomide ve bilimde ilerlediği halde bu değerleri bastıran bir medeniyeti kastetmiyoruz.
Bu değerlerin her biri birer ideal değil, İslâm öğretilerinin doğru uygulanmasıyla ve insan gayreti aracılığıyla ulaşılabilecek pratik değerlerdir. Bu değerlere, endüstriyel ve bilimsel gelişmişlik seviyesi ne olursa olsun her ortamda ulaşılabilir, çünkü bu bir çelişki değildir; gerçekte maddî refah ve bilimsel ilerleme, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak insanın rolünü sağlamlaştırdığı için Islâmî öğretiler tarafından teşvik edilir.
Aynı şekilde, sanayide ve bilimde geri ülkelerde bu değerler, insanlara sessiz seyirciler olarak kalmamalarını, sanayi ve bilimde gelişme göstermek için çaba sarfetmelerini öğretir. Bu değerlere sahip bir medeniyet her hangi bîr yerde ve herhangi bir ortamda filizlenebilir; bununla beraber alacağı biçim bir tane değildir, toplumdaki şartlara ve bu değerlerin gelişeceği ortama bağlıdır.
İslâm toplumu, biçimi, uzantısı ve hayat biçimi itibariyle, sabit bir tarihî olgu değildir; fakat varlığı ve medeniyeti tarihi gerçekler tarafından sabit değerlere dayanır. Bu mevzuda kullanılan "tarihî" kelimesi sadece, bu değerlerin insanlık tarihinin belirli bir döneminde somut bir şekil aldığını anlatmaktadır. Gerçekte bu değerler, tabiyatları itibariyle belirli bir döneme ait değildirler; insanın ve maddî âlemin Ötesinden ilâhî kaynaktan insana gelen birer hakikattirler.
İslâm medeniyeti maddî yapısı ve biçimi yönünden çeşitli şekillere bürünebilir. Fakat dayandığı değerler ve temel ilkeler sabit kalır. Çünkü bunlar aynı zamanda medeniyetin de temel dayanaklarıdır. Bu ölçüler; yalnızca Allah'a kulluk, insan ilişkilerinin inanç temeline dayanması, insanın insanî özellikleri itibariyle maddeden üstün tutulması, insanî değerlerin geliştirilmesi ve hayvani arzuların kontrolü, aile yuvasının şeref ve haysiyetine hürmet Allah'ın gösterdiği ahde ve şarta uygun olarak yeyüzünde hilafet vazifesini ifa etmek ve bu hilafet vazifesini ifa ederken yalnızca Allah'ın şeriatını ve nizamını hâkim kılmak.
Bu sabit kaideler üzerine kurulan İslâm medeniyeti şekil yönünden iktisadî, sınaî ve ilmî gelişmelerden istifade eder. Her toplum bunlardan bulduklarını kullanır. Bu yüzden şekil yönüyle değişiklik olması kaçınılmazdır. Bu farklılık, İslâm'ın bir sistemi alması ve o sistemi kendi gayelerine göre yoğurması için gerekli esnekliğe sahip olduğu gerçeğinin bir sonucudur; fakat İslâm medeniyetinin dış şeklindeki bu esneklik, İslâm medeniyetinin pınarı olan İslâm inancındaki bir esneklik anlamına gelmemekte olup, ona dışardan ödünç alınmış gözüyle bakılmamalıdır; çünkü o bu dinin karakterinde vardır. Bununla beraber esneklik, belirsizlik veya bulanıklıkla karıştırılmamalıdır. Bu ikisi arasında büyük farklar vardır.
İslâm, Afrika'nın orta kısmına girdiği zaman çıplak insanları giydirdi, onları tecritten kurtardı ve onlara maddî kaynakları araştırırken çalışmaktan hoşlanmayı öğretti. Aynı şekilde onları dar kabile ve klan çemberinden çıkarıp, İslâm cemiyetinin geniş çemberine soktu ve pagan ilâhlara ibadetten kurtarıp, sadece alemlerin yaratıcısına ibadete yöneltti. Bu medeniyet değilse nedir peki? Bu medeniyet o çevre içindi ve mevcut olan kaynaklar için kullanıldı. İslâm başka bi çevreye girerse medeniyeti, o belirli çevredeki mevcut kaynaklara dayanan, fakat ebedî değerleri muhafaza eden bir biçim alır.
Dolayısıyla İslâmî usûl ve İlkelere göre medeniyetin gelişmesi, iktisadî, sınaî ve ilmî ilerlemenin belirli bir seviyesine bağlı değildir. Bu medeniyet kurulduğu yerde bütün kaynaklan kullanacak, onları geliştirecek ve belirli bir yerde bu kaynaklar mevcut değilse, onların gelişip büyüyeceği vasıtaları temin edecektir. Fakat her durumda bu onun değişmez ve ebedî İlkelerine dayanacaktır. İslâm toplumunun var olduğu bir yerde, onun belirgin karakteri ve belirgin hareketi de var olacaktır. Bu özellikleri onu câhili toplumlardan ayıracaktır.
"Allah'ın boyası (ile boyan). Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir? Biz ancak O'na kulluk ederiz." (2: 138).