saniyenur
Sun 5 August 2012, 11:37 am GMT +0200
İslâm Kültürünün Etkileri Ve Rönesans
İslâm kültürü dünyadaki bir çok kültür ve medeniyete, özellikle Avrupalılara pek çok yönleriyle nüfuz etmiştir. Dr. Ahmed A. Galwash'm sözleriyle, "genel bilgi dağarcıklarını geliştirmeye arzulu kişiler için Hz. Muhammed'in ve öğretisinin temel prensiplerinin sahih bilgisini elde etmek şüphesiz çok meraka muciptir. İslâm'ın görüşleri bütün insanlara karşı merhamet ve iyi niyet fikirlerini aşıladığı gibi genelde insanlığın refah ve saadetini artırmaya da yöneliktir." (Boswarth Smith, Mohamed and Mohamedanism).
Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Kendisi için istediğini din kardeşi için de istemedikçe kişinin imanı tam olmaz."
Batılılar'in İslâm ve Müslümanlar hakkında hüküm verirken âdil ve hakşinas olmalarını gerekli ve makûl kılmaya kendi başlarına yeterli bir kaç sebep şunlardır: Herkesin kabul ettiği gibi Avrupa cehalet ve karanlık içinde yüzerken Batı'ya ilim aydınlığını getiren İslâm'dır ve bugünkü Batı kültür ve ilerlemesine yolaçan şartları hâsıl eden sadece bir kaç faktör vardır ve bu faktörlerden biri şüphesiz müslümanlardır.
İslâm inançlarını ve insanlığın, özellikle de Avrupa'nın yeniden doğuşu ve eğitilişi konusunda Müslümanların çabalarını dürüstçe inceleyen hiçbir araştırmacı İslâm'a şükran borcunu inkâr etmez.
Yarbay Arthur Glyn Leonard'a göre, "Avrupa, İslâm kültür ve medeniyetine olan ebedî ve büyük borçluluğunu bu güne kadar hiçbir zaman, dürüstlük ve açıkkalplilikle itiraf etmemiştir. Avrupa bu durumu, kendi halkları feodalizme ve cehalete gömülmüş iken Arapların önderliğinde İslâm medeniyetinin yüksek bir sosyal ve ilmî şaşaa dönemine eriştiğini ve bunun Avrupa toplumunun tereddüt İçersindeki fertlerini nihayetsiz bir çürüyüşten koruduğunu, ifade ederken sadece kayıtsız ve baştan savma bir şekilde itiraf etmektedir.
Şimdi kendimizi kültür ve medeniyetin ulaştığı en üst noktada kabul eden bizler, Arapların entellektüel ve sosyal ihtişamı, sistemlerinin sağlamlığı ve yüksek kültür ve medeniyetleri olmasaydı, Avrupa'nın bu güne kadar cehalet karanlığı içinde kalmış olacağını kabul etmiyor muyuz? İslâm'ın düsturunun, insanın taşıdığı dinî görüş ne olursa olsun hakiki bilgileri edinmesinin herkes için önemi olduğu şeklinde ortaya konulduğunu ve bu hürriyetin o zamanki mutaassıp Avrupa devletle-rininki ile çarpıcı bir tezat teşkil ettiğini unuttuk mu? Arapların saf ve yüce bir Allah inancından ilham alan muhteşem kahramanlıktan bize hoş gelmemekte midir? Onları insanlığı kurtuluşa erdirmek gayesiyle fetihlere koşturan yakıcı gayrete rağmen fethedilen yerlerin halkına gösterdikleri tevazu ve müsamaha da hoşumuza gitmemekte midir? Dahası bu durumu Hıristiyan mezheplerinin birbirlerine karşı olan tavırlarındaki acımasızlıkla karşılaştırdığımızda da hoşumuza gitmemekte midir? Özellikle, o vakitlerde Hıristiyan âleminde zorbalık, tiranlık ve emperyal merkezîleştirmenin kilise despotizmi ve inançlardan dolayı takibat gibi uygulamalarla birleşerek vatanseverliği bütünüyle ortadan kaldırdığını, mezhepçi ve dejenere bir kilisenin kurumlaştığını da hatırlamıyor muyuz?"
Daha sonra aynı yazar şöyle devam etmektedir: "Avrupa'nın, Arap ilim adamı ve felsefecilerinin müthiş hizmetlerini görmezlikten gelme ve unutma nankörlüğünde bulunması mümkün olabilir mi? Şems, Ebû Osman, Bîrûnî, Baytar, büyük felsefeci ve fizikçi İbni Sînâ, Aristo'nun en büyük yorumcusu Kurt-ba'lı İbni Rüşd, İbni Bâcce ve pek çok ismin bize çağrıştırdığı bir takım mânâsız harfler yığını mıdır? Yoksa bu insanların büyük eserleri ve kitapları sayesinde bıraktıkları ün nankör ve ters tabiatlı olan Avrupalıların nisyan zindanına mahkûm mu oldu?
İslâm dünyasının özellikle Abbasîlerin ilk de-virlerindeki şaşırtıcı entellektüel faaliyeti gözden kaçırmış olamayız. Arap edebiyatına ve geniş manada dünyaya Hıristiyan taassubu ve fanatikliğinin binlerce kitabı yok ederek verdiği geri dönüşsüz zararı unutmuş olmamız pek mümkün müdür? Hıristiyan Avrupa'nın Araplara olan borçlarını asırlardır saklamak için her çabayı gösterdiğini söylemek yerine, şu şekilde ifade etmek mümkündür: Borçlar saklanabileceğinden çok fazla olduğu İçin yalan söylemeyi tercih etmişlerdir." (Yarbay Arthur Glyn Leonard, islam Her Moral and Spiriîual Value). İslâm'ın çok uzaklara varan faydalı etkilerini anlama hususunda Harrow School doçenti ve Oxford Trinity College Akademi üyesi Bosworth Smith'in ifadeleri son derece açıklayıcıdır: İslâm'ın dikkatimizi celbedecek başka özelliklerinin olmadığını söylemiyorum. Ancak aşağıda saydıklarım sadece tarihe bir anlık bakışla söylenebilecek olanlardır. Arapların onu tamamen kabullenmesi, Muhammed'e daha sonra gelen vahiylerle yeni bir yön benimsenmesi, hızlı fetihler, beraberinde getirdiği edebiyat ve medeniyet, bir yanda Bizans'ın diğer yanda Pers'lerin üzerine atılması, Hıristiyanlığı batıda ve kuzeyde Mecusiliği güneyde ve doğuda önüne katıp sürmesi; çakalların arslanın yolunu takip etmesi gibi hakiki peygamberin ortaya çıkışıyla türeyen sahte peygamberleri ezmesi, iki kıtaya yerleşmesi, ve bir hamleyle üçüncüsüne de yayılması...
Şimdiki durum nedir?
Bugün bir başka inanca bağlı kişiler kadar dinlerinde samîmi ve muttaki yüz ve belki de yüzelli milyonu aşkın (1984'te bu rakam 700 milyon olarak tahmin edilmekte) mü'min, Fas'tan Malay Yarımadasına ve Zengibar'dan Kırgız kabilelerine uzanan üç kıtada tutunmuştur.
Hıristiyanlığa çok erken boyun eğmek bir yana kendisi Latin Hıristiyanlığını doğurmuş olan Çyprian ve Tertullian'ın, Antony ve Augustine'in Afrikası Hz. Muhammed'e öylesine kolay boyun eğmiştir ki; Cebelitarık Boğazı'ndan Süveyş Kanalına kadar 'Allahuek-ber' Allah En Büyüktür, 'Lâ ilahe ilallah, Muhammed rasûlullah' Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed Allah'ın elçisidir! nidaları halen yankılanmakta olup buraların sakinleri için tekrarı çok anlamlı bir sestir.
Eğer sıklıkla söylendiği gibi 'İslâm, fetih azmiyle tutuşturulan ilk dinî coşku alevî söndüğünden bu yana hiçbirşey kazanmamıştır' diyenlere benim cevabım bunun gerçeğin çok uzağmda bir iddia olduğudur.
Uzak doğuda, o vakitten bu yana Çin'in önemli bir eyaleti olan Yunnan'da İslâm asırlar süren bir manevî üstünlük kazanmış ve korumuştur; ve böylelikle iki büyük Budist imparatorluk olan Çin ve Burma arasına bir hançer gibi girmeyi başarmıştır..." (The Religion of İslam).
Western Civilizations, Their History and their Culture (Batı Medeniyetleri, Tarih ve Kültürü) adlı eserin müelliflerine göre, "Hz. Muhammed'in vefatından bir asır sonra Müslümanlar Bizans'ı Ön Asya topraklarına sıkıştırdılar ve Fas ile İndus arasındaki verimli bölgeleri hâkimiyetleri altına alıp Buhara ve Semerkand'ı işgal ettiler. İspanya'yı neredeyse tamamen fethedip Fransa'ya sızdılar. Bizans'lıların İskenderiye'yi kısa bir süre için yeniden işgal etmeleri Halifeye deniz gücünün önemini gösterdi ve 640'lann sonlarında bir donanma hazırlayan Müslümanlar 655'ten sonra Akdenizi kontrolleri altına aldılar. Belçika'lı büyük tarihçi Henri Pirenne, bu hadiselerin Greko-Romen medeniyetinin gerçek sonunu belirlemede Alman istilâlarından daha ziyade sorumlu olduğunu çok büyük isabetle belirlemiştir. Müslümanlar yendikleri milletlere kendi kültürlerini empoze etmemiştir, çünkü İslâm Pers düşüncesinin mahir bir karışımını aldıktan sonra kültür haline gelmiştir. Ortadoğu'daki Hıristiyan mezheplerine Arapların hâkimiyeti altında hiç dokunulmamıştır. İslâm başlangıçta temel olarak askerî bir imparatorluktu.
Bu yayılmanın sebepleri nelerdir? Aşın nüfus mu? Dinin sağladığı aşın özgüven mi? Zafer arzusu mu? Şüphesiz bu üçünün karışımı. Fâtihler kutsal kişiler değil, iyi savaşan komutanlardı ve genelde dine ilgileri orta derecedeydi. Muhtemelen zafer arzusu diğerleri kadar önemli bir motivasyon unsuruydu. Yine de fâtihler fethettikleri ülkelerde sadece devlet topraklarına ve rejim düşmanlannın topraklanna el koydular. Kendilerinden haraç alınmak kaydıyla önceki dinlerin mensuplarına karışmadılar. Bizans İmparatorluğunun eski tebaları bu durumu cazip gördüler. Bernard Lewis Suriye ve Mısır'daki Hristiyan topluluklann bu yönetimi Ortodoks Bizans'a tercih ettiklerini iddia etmektedir. Muhtemelen Yahudiler için de aynı şey geçerlidir. Bu gruplar daha sonra Araplan şaşırtacak derecede çabuk Müslüman oldular ve daha sonra hemen İslâm'ı İslâm yapan katkılara başladılar.
Güney İspanya'daki İslâm Hükümdarlığı Endülüs'te kiliseleri açık bıraktı. İslâm ilmî tefekkürü de baskı altına almadı. Bu sayede kimya ilmi korundu, ilk üniversiteler kuruldu, antikitenin zenaatlan tekrar yaygınlık kazandı ve Halife pek çok millet ve inancın kabiliyetlerinden faydalandı. Dokuzuncu ve onuncu yüzyıllarda Arap dünyasmın entellektüel ve ticarî üstünlüğü de bu sayede olmuştur. Bu asırlar Özellikle İspanya'da İslâm'ın altın çağıdır. Müslümanların hoşgörü ruhunu en iyi gösteren şu olaydır: Bir İspanyol kralı oğlunu (Alfonso HI, Ordonoll'yi) 880'de Sa-ragosa'daki Endülüs sarayına eğitilmesi için göndermiştir. Bu hoşgörü İspanyol Müslümanları için kuzeydeki 'müşrikler'e karşı bir nevi müsamaha idi ve Kurtuba Halifesinin yarı-kutsal özelliğini devam ettiren bir nişaneydi. İslâmm bayrağı altında kadîm Yakındoğu halkları Arapça konuşmaya başladılar ve özellikle de Türklerin fetih hareketinden sonra, hem Araplar'a hem de bu topluluklara yeni bir efendinin galebe çalması, bu topluluklann kendilerini Araplar olarak düşünmelerine yol açtı.
Rönesans'ta insanların nerede olduklannı tam olarak bilmelerini sağlayan bir diğer önemli değişiklik oldu. Bunun nedeni sadece Amerika'nın veya gözlüklerin (13. yüzyıl), veya 1600 civarında (muhtemelen Hollanda'da Middleburg'da) teleskopun keşfi değildir. Daha ziyade Avrupa'ya ondördüncü asırda saatin gelmesidir. Daha önceleri zamanla ilgili büyük bir belirsizlik ve kayıtsızlık vardı. Bu, tarihleri bile etkilerdi: 1000 yılı tam olarak ne zamandı? Kral kaç yaşındaydı? Günün saatlerini belirlemek için de, su saatleri çok nâdirdi ve Avrupa'nın kuzeyinde kış aylarında bu saatler donardı. Halbuki daha ayrıntılı ve çarpıcı su saatleri Yakındoğu'da uzun zamandan beri bilinmekteydi. Şam'daki Ulu Cami'de en azından 1186'dan beri mevcuttu ve Gaza'h Procopius 500'ler civannda Yakındoğu'da su saati görmüştü.
Rönesans'ın ferdiyetçiliği, isimle birlikte soy İsim kullanılmasının yeniden başlamasıyla da ifade edilir. Roma'lılar zamanında var olan, ancak avam tarafından unutulan bir alışkanlıktır. (Bir kimsenin aynı adlı kişilerden ayır-dedilmesi için babasının adını alması âdeti Herodot'un gününde de vardı. Hatta bazı kimseler annelerinin adlarını alırlardı). Oni-kinci yüzyılda Fransa'da orijinal isme bir lakap takmak veya ikinci bir ön isim eklemek yaygınlaşmıştı. Onüçüncü yüzyıldan itibaren, şekli ne olursa olsun, ikinci isim büyük ailelerde tevarüs etmeye başladı. Ancak süreç yavaştı. Meselâ, Burgonya'da, insanlar annelerinin isimlerini alıyorlardı. İyi bir ailenin yeni kollan yepyeni bir isim almak durumunda kalıyordu. Köleler ye hizmetçiler de daha sonra ön adlarından başka soyadları olduğunda ısrarlı oldular ve bu konuda dünya Avrupa'yı kölecesine taklit etti.
Bu olayların yanısıra, Catherine de Medi-ci'nin çok mütevazi bir buluşu olan kadınlara has eyeri zikretmek abes görülebilir. Ancak, 1559 ve 1580 arasında Avrupa'nın en güçlü kadını olan bu şahsiyet tarafından ilham olunan bu âlet Aydınlanma çağından sonra İnsanlığın önünde duran bir diğer değişikliği kadınların köle konumundan çıkıp özgürleşmelerinin başlangıcı; başka şeylerden daha fazla sembolize etmektedir. Rönesans döneminde İtalya'nın yüksek sınıfları kızlarının ve oğullarının aynı eğitimi almalarım arzu etmişlerdir. Onaltmcı yüzyıl Kastilya'lı İzabel-la'nın, Vittorio Colonna'nın, Katerina Sfor-za'nm, İzabella Gonzaga'nın, İngiltere'n Eli-zabeth'in ve hatta fakir İskoçya'lı Mary'nin hayatlarında ifadesini bulan bir yeniliğin başlangıcına, kadınların birer şahsiyet olarak modern manada tanınmalarına şâhid olmuştur. Onlar Shekespeare'nin mukayese götürmez oyunlannda hâkim yer tutan asîl kadın karakterleri içinde yâdedilmişierdir ( Edward Mc Nail Buras, Robert E. Lesner ve Standish Meacham, Western Civilizaüons, Their History and Their Culture, 9. baskı, 1980).
Rönesans devrinde meydana gelen en dikkat Çekici değişiklik, bütün dünyanın Avrupa taşımacılığına açılmış olmasıdır. Bu durum ilk bakışta Reformda da zannedildiği gibi Avru-pa'daki Hıristiyanlara ait mahallî küçük bir konu gibi görünebilir. Ancak, o vakitler dünyada çok az insanın bu yeni yolculuk imkânlanndan faydalandığı düşünülürse bu fikirden vazgeçilir.
Seyahat konusundaki bu yenilik Portekizlilerin Kral Amele Diniz (Diniz teh Worker) liderliğinde Venediklilerin ve Cenevizlilerin rehberliğinde uzun yolculukları finanse etmesiyle başladı. Bu atalarımızdan en meşhuru, esrarengiz Denizci Henry (kendisi hiç sefere çıkmamıştır) 1418'den sonra Afrika kıyılarını keşif için pek çok seferler göndermiştir. Belki misyonerlik için, belki de Etyopya ve Gine'ye denizden bir yol bulabilmek için. Onun kesin amaçlarını bilmek mümkün değildir. Onbeşinci yüzyılın sonunda Columbus Amerika için yola koyulmuştu. Artık her yanda Avrupalılar bulunuyordu. Bu yolculuklar kıç dümeni, usturlâb, mıknatıslı pusula, yeni yelkenler ve üç direkli gemi teknolojisi temel alarak yapılabilmiştir.
Antik çağlarda olduğu gibi ortaçağ Avrupa-sında da gemiler daha ziyade kıyılara yakın seyretmekte idiler. Nadiren enginlere açılırlardı. Braudel'in nakline göre bu devrin ticaret gemileri uzun yolculuklar İçin tasarlanmış vasıtalar değil, daha ziyade gezici pazarlar şeklinde idi. Hemen hemen hergün alıp-satmak, günlük ihüyaçlannı karşılamak ve küçük limanlara bir günlük yolculuktan arda kalanları bırakmak için dururlardı. Genellikle kürekle çekilirlerdi. Sadece kuvvetli bir rüzgar oluştuğunda fora edilen tek parça yelkenleri bulunurdu. Böyle bir gemi ters rüzgârlara karşı hiçbir şey yapamazdı. Büyük gemilerde ise kare yeJken sadece bu rüzgârlara karşı geminin alabora olmasını önleyebilirdi. Antik dünyada en güçlü gemiler bile Nisan ve Kasım aylan arasındaki dönemle sınırlı bir sefer mevsimine sahiptiler. Kış rüzgârlarını sağlam atlatabilmesi mümkün olabilecek sadece birkaç gemi vardı. Antik dünyada, yaz mevsiminde düzenli olarak Kızıl Deniz'deki Mısır Myos-Hormos'tan yola çıkıp Malabar'a 40 günde sefer yapan gemiler de dahil olmak üzere hiçbir gemi 330 tondan büyük değildi. Ortalama 60-130 ton arasında olurlardı. On-beş tonluk gemilere sıklıkla rastlanırdı. Pliny bu bilgileri verirken kendi devrinde Hindistan'daki en büyük gemilerin ise onbeş ton civarında olduğunu bildirmektedir.
İslâm'ın yükselişi hem Afrika'da, hem de Asya'da ulaşım ve haberleşmede büyük bir kabuk değişimine sebep olmuştur. Araplar İran'ı 652'de fethettiler; Çin'e ise ilk elçilerini 65l'de gönderdiler. 758'de Arap korsanlar Kanton'u yağmaladılar. Sekizinci asrın sonlarında Malay yarımadasına ulaştılar. Bu zamanda büyük İslâm kumandanı Haccac es-Sakafî Çin'in fethini bile tasarladı. Sonraki birkaç asır İçinde kuzey Afrika İslâm dünyasının bir parçası hâline geldi. Önce Halifeye bağlı valiler tarafından yönetildi ve daha sonra da bu şahıslar bağımsızlıklarını ilân ettiler. Bütün bu seferleri yapan ve bu sayede büyük bir iktisadî gelişme sağlayan bu gemiler üçgen yelken kullanmakta idiler. Bu yelken 'la-tin' (lateen) ismini almasına rağmen Latin gemilerindeki kare yelkenden üstündü, çünkü ters rüzgârları altedebiliyordu.
Araplar daha sonra batı Akdeniz'e usturlâbı (menşei Persler) ve mıknatıslı pusulayı (menşei Çin) tanıttılar. Pusulanın iğnesi bir sapın ucuna iliştirilmekte iken onüçüncü yüzyılın sonlarında bir kadrana raptedildi. İlk deniz haritalarının tarihi de bu vakitlere denk düşmektedir. Sonraki bir kaç nesilden itibaren ise Akdeniz'li tüccarlar Üç yelkenli gemiler kullanmaya başladılar. Bu yelkenlerden biri kare ikisi üçgendi. Daha sonra onbeşinci yüzyılda batı Avrupalı ve kuzeyli gemiler de bu tip yelkenleri kullanmaya başladılar. Bu durum onların Atlantik'e daha bir güvenle açılmalarını sağladı, çünkü üçgen yelkenlilerle ters rüzgârdan bile faydalanılıyor ve kare yelkeni vasıtasıyla gemilerin alabora tehlikesi azalıyordu.
Bir diğer önemli keşif de deniz kadranının bulunuşudur (1456 civarında). Bu sayede denizciler kutup yıldızının yüksekliğini Ölçebiliyorlardı. Bu buluş gece yolculuklarım çok kolaylaştırdı. Bu değişikliklerin birleşmesi kaptanların karanın gözükmediği uzun yolculuklara çıkmayı ilk kez göze almalarım sağladı.
Daha önce de belirtildiği gibi, denizcilik ve gemi yapımındaki bu yenilikleri ilk kullanan ülke Portekiz'dir. İkinci Haçlı seferinden sonra o bölgeye yerleşen ayak takımı tarafından kurulan bu ülke, onbeşinci yüzyılda Batı Avrupa'yı saran atâlet ve iç savaş furyasından uzak kalmayı başarabildi. Çünkü ticaret ehli kraliyete hâkim olabilecek kadar nüfuz sahibiydiler. Portekiz'in en büyük başarılarından biri bu keşifler çağında modern gemilerin Özelliklerine benzer, gemiler yapabilmiş olmasıdır. Bu gemilerde kıç dümenine ek olarak tekne kısmında dümen kolu bulunmaktaydı. Gemilerin baş kasasının puruvası vardı. Bu gemilerle Portekizliler Avrupa'da daha önce insanların varlığını bile düşünmedikleri dünyanın çok geniş bir bölümünü keşfettiler. Afrika'yı, Amerika'yı ve Asya'yı Avrupa ticaret, işgal ve sömürgeciliğinin alanı haline getirdiler. Daha 1418'de Portekizliler Madeira'ya ulaştılar. 1427'de Diego de Sevilla, Azorları buldu (Kanarya adaları 1344'te Papa tarafından İspanya'ya verilmişti). Büyük mücadelelerden sonra Portekizliler 1434'te çok şiddetli rüzgârların bulunduğu Batı Afrika'daki Badacor burnunu aştılar. Daha sonra, 1444'te Nuna Tristram Senegal Irmağına ulaştı. 1445'te Dimis Dias Verde Burnu'nu aştı. 1469'da, Kral Alfonso Gine'deki ticarî faaliyetleri her yıl yüz adet kesif seteri düzenletmesi şartıyla Fernao Gomes adlı bir müteşebbise ihale etti. O da bu seferleri düzenledi. 147l'de Gine'ye ve Afrika'da Altın sahillerine ulaşıldı. Portekizliler 1482'de el-Mina'da muhafazalı bir pazaryeri kurdular. 1484'de Diego Cao Kongo Irmağına ulaştı ve 1487'de Bartolemen Dias Ümit Burnu'nu aştı. On yıl sonra Vasco da Gama. dört gemiyle güney Afrika'yı aşarak Hindistan'a gitmek üzere sefere çıktı.
Bu seferler ve bunları takip eden işgaller, dünyanın tarihini değiştirdi. 1585'te Francisco Grande II. Philip'e Çin'i 5000 kişiyle işgal etmeyi bile teklif etti. O bu fikrinden caydırıldı. Ancak bu sırada Avrupalılar Doğu ticaretini ellerine geçirmişlerdi. O zamana kadar. Mısır'ı yöneten Memlûk Sultanları Avrupa'ya gönderilen malm az olması için biber ve diğer Doğu baharatlarının fiyatlarını yüksek tutmakta idiler. 1509'dan sonra ağırlığı Venedik üzerinden yapılan Mısır ticaretini baltalayan ve daha elverişli ticarî ağlarını kuran bir Portekiz deniz koloniciliği oluştu.
Bu yolculukların gayesi fetih ve ticaret dışında yerleşmeyi de kapsıyordu. Portekizli ve İspanyol deniz sömürgecileri haçlılar gibi Tanrı fikri yanında zenginliğe erişmek için talan ruhu da taşıyorlardı. Rönesans döneminin seferleri az nüfuslu yeni dünyada kalıcı bir fetihin tesis edilmesine ve yaşlı Avrupa'nın canlılık ve teşebbüs ruhunun bu dünyaya dört asır boyunca akmasına neden olmuştur." (Western Civilisations).
Garip bir şekilde 700'lü yıllardaki iktisadî canlanma döneminde Batı Avrupa'da altın paralar tedavülden tamamıyla kalkmıştı. Bizans'ta saf altın paranın dolaşımda oluşu ile desteklenen canlanma sebebiyle Şarlman İmparatorluğunda altın kıttı. Şarlman'ın para birimi teorik olarak 1 libra (lira) idi ve bu da 16 onsluk altına tekabül ediyordu. Bu 20 sol-di veya şilin gümüşe tekabül ediyordu. Her soldi 12 bdkıv denarii yapıyordu. Uygulamada, dolaşımda altın yoktu ve dolaşımdaki paralar gümüş soldi'lerdi. Şarlman paralarının kraliyet darphanelerinde basılmasını sağlamaya çalıştı. Daha sonra Dindar Lowis bazı kiliselerin para basmasına izin verdi. İngiltere'de Kral çok hırslı değildi. Athelstan "limanlar (port) haricinde hiç kimse para basamaz'" dedi. Ve port kelimesi her iki anlamıyla da anlaşıldığından pek çok kara şehirleri de para basmaya devam etti. Para basımı anarşik şekilde sürdü ve İngiltere'de pek çok değişik alaşım ve ağırlıkta paranın ortaya çıkmasına yol açtı. Bu yorum ilk bakışta para sistemleri sağlam görünen pek çok İptidaî ülke için de aynen geçerliydi.
Diğer yandan Halifenin ise her zaman altın ve gümüş paralan mevcuttu ve altın Nijer ve Senegal gibi uzak yerlerden bile getirtiliyordu. Ortaçağın ilk dönemlerinde Timbuktu, develerle Akdeniz'e bağlanan ve baharatların, altın, köle ve fildişinin yük yük getirildiği bir 'altın şehri' haline geldi. Endülüs'ün de (sekizinci yüzyılın ortalarından sonra Halife'den bağımsız oldu) incelikli bir para sistemi vardı. İlk olarak gümüş kaph dirhemler basıldı ve sekizinci yüzyılda altın dinarlar basıldı. Bu paralar batı Avrupa'dan debdebe ve kültür bakımından olduğu gibi ticaret hacmi bakımından da çok üstün olan bir ekonominin kalbi vazifesini görüyorlardı. Ancak daha sonra Ortaçağın nihayetinde Moğolların ve Türklerin saldırıları ve halifenin kendi müsriflikleri bu sistemin çökmesine ve Yakındoğu'da yeniden takas ve idame tarımına dönülmesine yol açtı. Ancak, o sıralarda, pek çok sayıda Arap (veya belki de aslen İran'lı idiler) Çin ve diğer Doğu limanlarında yerleşmişlerdi ve torunları Cinlerin imparatorluk yönetiminde bir rol oynamakta idiler. Çinli tüccarlar Bağdat'ı ziyaret ettiler. İslâm Do-ğu'dan Hindistan'dan ithal ettiği 'Arap' sayı sistemi gibi çok faydalı bir şeyden başka ipek, kâğıt, porselen ve biraz çelik de getirmiştir. Abbasi Halifeleri dönemindeki ticaret ve maliye. Roma dönemindekine eş seviyede bir bankacılık sistemi geliştirmişti. Bu sistemde çek. kredi teminatı (devlete bile borç veriliyordu) vb. yaygın kullanım alam bulmuştu. İslâm faizi yasakladığından dolayı bankacılıkla uğraşanların çoğunluğu Yahudi ve Hıristiyan'dı. Bu sistemi İtalyan'ların doğrudan taklit etmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Arapların Sicilya'yı fethetmesi ve Fatımî Halifeliği zamanında Mısır'da refahın bolluğu İtalyanları Doğu Akdenize çok yakın bir konuma getirmişti.
Abbasi imparatorluğunun Hindistan'dan aldığı sayı yazım ve basamak sistemi İslâm dünyasında çabucak genel kullanıma geçti ve oradan zahiren İspanya vasıtasıyla Avrupa'ya taşındı. Büyük tercüman, Bath'h Âdelard, Arap rakamlarım ilk kullanan kişidir ve bunu on ikinci yüzyılın başlarında Harizmî'nin Cebifim çevirirken ve eşsiz faydası bulunan sıfır rakamını da kullanarak gerçekleştirmiştir. 12O2'de Piza'lı Leonardo Liber Abad'sinde 'Arap' sisteminin Roma sisteminden daha üstün olduğunu belirtmiştir. Ancak bu metodun Avrupa'da yaygın kullanıma geçmesi için biraz zaman gerekmiştir.
Haçlılardan sonra genelde ticaret ve bankacılıkta olduğu gibi Avrupa'da altın paraların kullanımında da bir canlanma oldu. Haçlıları finanse eden İtalyan şehirleri kısa zamanda florini -Floransa'da- I252'de ve janarius'u
aynı yd Cenova'da ve diğer paraları Venedik ve diğer yerlerde üretecek kadar altına kavuştular. İngiltere'de bile nihayet 133O'da florin vardı. Ortaçağ altın sikkeleri daha sonraları Özellikle Macaristan'da altın madenciliği yapılmış olmasına rağmen muhtemelen Arap altınının eritilmesiyle basılıyordu. Sırp Kralı Stephen Dushan da gümüş madenlerini başarıyla İşleterek bu devletin birkaç nesil boyunca güçlü kalmasını sağlamıştır. Bohemya'da-ki gümüş madenleri ondördüncü yüzyılda açıldı.
B,u zamana gelindiğinde, Avrupalılar'ın ve Özellikle de İtalyanlar'ın ticarî anlaşmalarını yapma yollarında birkaç temel değişiklik gerçekleşmişti. Herşey Haçlılar'in bu değişimin 'motoru' olduklarım göstermektedir. Haçlılar, tam bir işbirliği içinde çalışabildikleri takdirde tüccarlara ve özellikle de İtalyan tüccarlara şüphesiz büyük fırsatlar hazırlamışlardır. Bundan dolayı Akdeniz'de Ortaçağın son dönemlerinde tek başına çalışan tüccar ve satıcıya nâdir rastlanırdı ve tüccarlar birlikler oluşturmuşlardı. Onikincİ yüzyılın bu tip tüccarları genellikle okur-yazar olan, kredi sistemini uygulayabilen ve uluslararası faaliyette bulunabilen kimselerden meydana geliyordu. Bu ilk tüccarların çoğunluğu muhtemelen köle çocukları idiler. Onların karşılaşma yerleri panayırlardı: 629 yılından beri bilinen St Deniş; Champagne'nin altı panayırı; güney İtalya'nın ziraî ve hayvanı ürünlerinin satıldığı Foggia; onuncu yüzyılın ortalarından itibaren mevcut olan büyük panayır Danzig (burada tahıl ürünleri Ermenistan'dan gelen safran, Moldavya'dan gelen sığır ve İngiltere'den gelen giyecekler ile değiştirilirdi) ve İngiltere'de Stourbridge'de, Winches-ter'de, Beverly'de, Greenwich'te ve Boston'da önemli panayırlar vardı. Diğer tüccarlar da birlik kurmuş olmalarına rağmen (meselâ, Hanse tüccarlarının İngiltere ve aşağıdaki ülkelerle Baltık ve İskandinav ülkeleri arasında bağ kurması gibi), Ortaçağ'da ticaret konusunda İtalyanlar hâkimdi. Tacirler kısa bir süre sonra Guelfs ve Ghibellines savaşları sırasında Papa'nın ya da Alman imparatorluğunun doğrudan kontrolünden kaçabilen İtalyan şehirlerini yönetmeye başladılar. 14. yüzyıl prato'sunun mektup yazıcılarının kapanış cümlelerinin 'Allah'ın ve kazancın adına' olması bu şehirlerin işleyişinin bu iki güçle motive olduğunu düşündürtmekle beraber, ikinci motivasyon faktörü muhtemelen en güçlüsü idi. Bu tacirler sigorta ve konşimento poliçeleri ve tavsiye mektupları gibi faydalı âdetleri başlattılar. İtalyanlardan sonra Yahudiler gelmektedir. (1492'de İspanya'dan kovulmaları ülkenin ticarî hayatının da gerilemesi anlamına geldi). Daha sonra ise Ermeniler gelmektedir. (Onaltıncı yüzyılda ticarî sebeplerle dağılmaları belki de onların bir millî Ermeni devleti kurmaları şansını tamamıyla kaybetmelerine neden oldu). Ancak şirket, hisse, sermaye piyasası ve borsa kavramları onüçüncü ve ondördüncü yüzyıl İtalya'sında kullanılmaya başlandı. Esasen çoğu Avrupa dillerinde aynı olan şirket (company) kelimesi belki de bir kişinin ekmeğini paylaştığı bir birlikten (conpagne, 'ekmek'i vurgulamaktadır) türemiştir. Ve muhtemelen kökenini, özellikle İtalya'daki Haçlılar zamanında gerçekleştirilen yenilikler esnasında bilinmeyen bir formdan almış olabilir. İnsanlar tabii ki daha Önceleri de kâr aradılar. Ancak onların bu işi Haçlılar'dan önce ve Akdenizden başka bir yerde modern şirketlerle uzaktan da olsa kıyas edilebilecek birlikler şeklinde yaptıkları çok şüpheli gözükmektedir (Vfestern Civilisations).
Rönesansın seyri sırasında Avrupa ticaretini canlandıran ve güçlendiren diğer üç sebebe dikkat etmeliyiz. Birincisi. İtalya'nın yeni şehir devletleri veya daha ziyade Venedik modern istatistik ilmini kullanmaya başladı. Feodal devletler sadece hak ve mülkiyet kataloglarını biliyorlar ve mal üretimine sabit bir °'ay gözüyle bakıyorlardı. Ancak 16. yüzyı-hn başlarından itibaren Venedikliler insanları ailelerine değil şahsiyetlerine göre değerlendirmeye başladılar ve ölmekte olan D°Se Mocenigo'nun 1423'deki konuşması Venedik'in kaynaklarının bir nevi istatistik hesabının modern istatistik yıllıklarına benzer bir şekilde verilmesi gibi birşey olmuştu. Bundan az sonra Floransa bu konuda daha da mükemmel hâle gelmiştir.
İkincisi, aynı İtalyan devletleri, vergilendirmenin rasyonel bir uygulamasını geliştirdiler. Braudel'in ifadesine göre, "bütün Avrupa devletleri 16. yüzyılın sonlarında ağır vergiler altında eziliyordu" gibi kulağa aşina şikâyetler duyulmaya başlanmıştı. Floran-sa'da 'bir tatbikat modeli' ile vergi yükü öylesine ağırlaşmıştı ki, 1582'de nüfusun çoğunlukla göç etmesine sebep olmuştur.
Üçüncüsü, ulaşım ve haberleşmenin gelişmesi, yeni ticaret ve bankacılık şekilleri ve mallardaki artışın biraraya gelmesiyle, yepyeni bir ticarî ve yatırım finansman metodu oluşturmak mümkün hâle gelmişti. Bu metod fiyatlar, borsa, ortaklıklar ve mallarla ilgili piyasalar oluşturulmasıydı, ki bu piyasa kavramı yirminci yüzyılda çoğu defa yanlış anlaşılmaktadır. Piyasa, İspanya'dan gelen Yahudi göçmenlerin mi, Fransız Huguenotlann (Protestanlar) mı, yoksa ağırbaşlı Hollanda kasabaları halkının mı icadıdır? Bu kayda değer Rönesans marifetinin mucidinin kim olduğu bir yana, metod Hollanda'da onaltıncı yüzyılın başlarında Hollandalı tüccarlar İtalya'da, özellikle Venedik ve Floransa'da öğrendikleri temel alınarak oluşturulmuştur." (Western Civiiizations).