- İslâm Kültürünün Etkileri Ve Rönesans

Adsense kodları


İslâm Kültürünün Etkileri Ve Rönesans

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Sun 5 August 2012, 11:37 am GMT +0200
İslâm Kültürünün Etkileri Ve Rönesans

İslâm kültürü dünyadaki bir çok kültür ve medeniyete, özellikle Avrupalılara pek çok yönleriyle nüfuz etmiştir. Dr. Ahmed A. Galwash'm sözleriyle, "genel bilgi dağarcıklarını geliştirmeye arzulu kişiler için Hz. Muhammed'in ve öğretisinin temel prensiplerinin sahih bilgisini elde etmek şüphesiz çok mera­ka muciptir. İslâm'ın görüşleri bütün insanla­ra karşı merhamet ve iyi niyet fikirlerini aşı­ladığı gibi genelde insanlığın refah ve saade­tini artırmaya da yöneliktir." (Boswarth Smith, Mohamed and Mohamedanism).

Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Kendisi için istediğini din kardeşi için de is­temedikçe kişinin imanı tam olmaz."

Batılılar'in İslâm ve Müslümanlar hakkında hüküm verirken âdil ve hakşinas olmalarını gerekli ve makûl kılmaya kendi başlarına ye­terli bir kaç sebep şunlardır: Herkesin kabul ettiği gibi Avrupa cehalet ve karanlık içinde yüzerken Batı'ya ilim aydınlığını getiren İslâm'dır ve bugünkü Batı kültür ve ilerleme­sine yolaçan şartları hâsıl eden sadece bir kaç faktör vardır ve bu faktörlerden biri şüphesiz müslümanlardır.

İslâm inançlarını ve insanlığın, özellikle de Avrupa'nın yeniden doğuşu ve eğitilişi konu­sunda Müslümanların çabalarını dürüstçe in­celeyen hiçbir araştırmacı İslâm'a şükran borcunu inkâr etmez.

Yarbay Arthur Glyn Leonard'a göre, "Avru­pa, İslâm kültür ve medeniyetine olan ebedî ve büyük borçluluğunu bu güne kadar hiçbir zaman, dürüstlük ve açıkkalplilikle itiraf et­memiştir. Avrupa bu durumu, kendi halkları feodalizme ve cehalete gömülmüş iken Arap­ların önderliğinde İslâm medeniyetinin yük­sek bir sosyal ve ilmî şaşaa dönemine erişti­ğini ve bunun Avrupa toplumunun tereddüt İçersindeki fertlerini nihayetsiz bir çürüyüş­ten koruduğunu, ifade ederken sadece kayıt­sız ve baştan savma bir şekilde itiraf etmekte­dir.

Şimdi kendimizi kültür ve medeniyetin ulaş­tığı en üst noktada kabul eden bizler, Arapla­rın entellektüel ve sosyal ihtişamı, sistemleri­nin sağlamlığı ve yüksek kültür ve medeniyetleri olmasaydı, Avrupa'nın bu güne kadar cehalet karanlığı içinde kalmış olacağını ka­bul etmiyor muyuz? İslâm'ın düsturunun, in­sanın taşıdığı dinî görüş ne olursa olsun haki­ki bilgileri edinmesinin herkes için önemi ol­duğu şeklinde ortaya konulduğunu ve bu hür­riyetin o zamanki mutaassıp Avrupa devletle-rininki ile çarpıcı bir tezat teşkil ettiğini unut­tuk mu? Arapların saf ve yüce bir Allah inan­cından ilham alan muhteşem kahramanlıktan bize hoş gelmemekte midir? Onları insanlığı kurtuluşa erdirmek gayesiyle fetihlere koştu­ran yakıcı gayrete rağmen fethedilen yerlerin halkına gösterdikleri tevazu ve müsamaha da hoşumuza gitmemekte midir? Dahası bu du­rumu Hıristiyan mezheplerinin birbirlerine karşı olan tavırlarındaki acımasızlıkla karşı­laştırdığımızda da hoşumuza gitmemekte mi­dir? Özellikle, o vakitlerde Hıristiyan âleminde zorbalık, tiranlık ve emperyal merkezîleştirmenin kilise despotizmi ve inançlardan dolayı takibat gibi uygulamalarla birleşerek vatanseverliği bütünüyle ortadan kaldırdığını, mezhepçi ve dejenere bir kilise­nin kurumlaştığını da hatırlamıyor muyuz?"

Daha sonra aynı yazar şöyle devam etmekte­dir: "Avrupa'nın, Arap ilim adamı ve felsefe­cilerinin müthiş hizmetlerini görmezlikten gelme ve unutma nankörlüğünde bulunması mümkün olabilir mi? Şems, Ebû Osman, Bîrûnî, Baytar, büyük felsefeci ve fizikçi İbni Sînâ, Aristo'nun en büyük yorumcusu Kurt-ba'lı İbni Rüşd, İbni Bâcce ve pek çok ismin bize çağrıştırdığı bir takım mânâsız harfler yığını mıdır? Yoksa bu insanların büyük eserleri ve kitapları sayesinde bıraktıkları ün nankör ve ters tabiatlı olan Avrupalıların nisyan zindanına mahkûm mu oldu?

İslâm dünyasının özellikle Abbasîlerin ilk de-virlerindeki şaşırtıcı entellektüel faaliyeti gözden kaçırmış olamayız. Arap edebiyatına ve geniş manada dünyaya Hıristiyan taassubu ve fanatikliğinin binlerce kitabı yok ederek verdiği geri dönüşsüz zararı unutmuş olma­mız pek mümkün müdür? Hıristiyan Avrupa'nın Araplara olan borçlarını asırlardır sak­lamak için her çabayı gösterdiğini söylemek yerine, şu şekilde ifade etmek mümkündür: Borçlar saklanabileceğinden çok fazla olduğu İçin yalan söylemeyi tercih etmişlerdir." (Yarbay Arthur Glyn Leonard, islam Her Moral and Spiriîual Value). İslâm'ın çok uzaklara varan faydalı etkilerini anlama hu­susunda Harrow School doçenti ve Oxford Trinity College Akademi üyesi Bosworth Smith'in ifadeleri son derece açıklayıcıdır: İslâm'ın dikkatimizi celbedecek başka özel­liklerinin olmadığını söylemiyorum. Ancak aşağıda saydıklarım sadece tarihe bir anlık bakışla söylenebilecek olanlardır. Arapların onu tamamen kabullenmesi, Muhammed'e daha sonra gelen vahiylerle yeni bir yön be­nimsenmesi, hızlı fetihler, beraberinde getir­diği edebiyat ve medeniyet, bir yanda Bi­zans'ın diğer yanda Pers'lerin üzerine atılma­sı, Hıristiyanlığı batıda ve kuzeyde Mecusili­ği güneyde ve doğuda önüne katıp sürmesi; çakalların arslanın yolunu takip etmesi gibi hakiki peygamberin ortaya çıkışıyla türeyen sahte peygamberleri ezmesi, iki kıtaya yerleş­mesi, ve bir hamleyle üçüncüsüne de yayıl­ması...

Şimdiki durum nedir?

Bugün bir başka inanca bağlı kişiler kadar dinlerinde samîmi ve muttaki yüz ve belki de yüzelli milyonu aşkın (1984'te bu rakam 700 milyon olarak tahmin edilmekte) mü'min, Fas'tan Malay Yarımadasına ve Zengibar'dan Kırgız kabilelerine uzanan üç kıtada tutunmuştur.

Hıristiyanlığa çok erken boyun eğmek bir ya­na kendisi Latin Hıristiyanlığını doğurmuş olan Çyprian ve Tertullian'ın, Antony ve Augustine'in Afrikası Hz. Muhammed'e öylesi­ne kolay boyun eğmiştir ki; Cebelitarık Boğazı'ndan Süveyş Kanalına kadar 'Allahuek-ber' Allah En Büyüktür, 'Lâ ilahe ilallah, Muhammed rasûlullah' Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed Allah'ın elçisidir! nida­ları halen yankılanmakta olup buraların sakinleri için tekrarı çok anlamlı bir sestir.

Eğer sıklıkla söylendiği gibi 'İslâm, fetih az­miyle tutuşturulan ilk dinî coşku alevî söndü­ğünden bu yana hiçbirşey kazanmamıştır' di­yenlere benim cevabım bunun gerçeğin çok uzağmda bir iddia olduğudur.

Uzak doğuda, o vakitten bu yana Çin'in önemli bir eyaleti olan Yunnan'da İslâm asır­lar süren bir manevî üstünlük kazanmış ve korumuştur; ve böylelikle iki büyük Budist imparatorluk olan Çin ve Burma arasına bir hançer gibi girmeyi başarmıştır..." (The Religion of İslam).

Western Civilizations, Their History and their Culture (Batı Medeniyetleri, Tarih ve Kül­türü) adlı eserin müelliflerine göre, "Hz. Muhammed'in vefatından bir asır sonra Müs­lümanlar Bizans'ı Ön Asya topraklarına sı­kıştırdılar ve Fas ile İndus arasındaki verimli bölgeleri hâkimiyetleri altına alıp Buhara ve Semerkand'ı işgal ettiler. İspanya'yı neredey­se tamamen fethedip Fransa'ya sızdılar. Bizans'lıların İskenderiye'yi kısa bir süre için yeniden işgal etmeleri Halifeye deniz gücünün önemini gösterdi ve 640'lann sonlarında bir donanma hazırlayan Müslümanlar 655'ten sonra Akdenizi kontrolleri altına aldılar. Belçika'lı büyük tarihçi Henri Pirenne, bu hadi­selerin Greko-Romen medeniyetinin gerçek sonunu belirlemede Alman istilâlarından da­ha ziyade sorumlu olduğunu çok büyük isa­betle belirlemiştir. Müslümanlar yendikleri milletlere kendi kültürlerini empoze etme­miştir, çünkü İslâm Pers düşüncesinin mahir bir karışımını aldıktan sonra kültür haline gelmiştir. Ortadoğu'daki Hıristiyan mezhep­lerine Arapların hâkimiyeti altında hiç doku­nulmamıştır. İslâm başlangıçta temel olarak askerî bir imparatorluktu.

Bu yayılmanın sebepleri nelerdir? Aşın nüfus mu? Dinin sağladığı aşın özgüven mi? Zafer arzusu mu? Şüphesiz bu üçünün karışımı. Fâtihler kutsal kişiler değil, iyi savaşan ko­mutanlardı ve genelde dine ilgileri orta dere­cedeydi. Muhtemelen zafer arzusu diğerleri kadar önemli bir motivasyon unsuruydu. Yi­ne de fâtihler fethettikleri ülkelerde sadece devlet topraklarına ve rejim düşmanlannın topraklanna el koydular. Kendilerinden haraç alınmak kaydıyla önceki dinlerin mensupları­na karışmadılar. Bizans İmparatorluğunun es­ki tebaları bu durumu cazip gördüler. Bernard Lewis Suriye ve Mısır'daki Hristiyan topluluklann bu yönetimi Ortodoks Bizans'a tercih ettiklerini iddia etmektedir. Muhteme­len Yahudiler için de aynı şey geçerlidir. Bu gruplar daha sonra Araplan şaşırtacak dere­cede çabuk Müslüman oldular ve daha sonra hemen İslâm'ı İslâm yapan katkılara başladı­lar.

Güney İspanya'daki İslâm Hükümdarlığı En­dülüs'te kiliseleri açık bıraktı. İslâm ilmî te­fekkürü de baskı altına almadı. Bu sayede kimya ilmi korundu, ilk üniversiteler kurul­du, antikitenin zenaatlan tekrar yaygınlık ka­zandı ve Halife pek çok millet ve inancın ka­biliyetlerinden faydalandı. Dokuzuncu ve onuncu yüzyıllarda Arap dünyasmın entellektüel ve ticarî üstünlüğü de bu sayede olmuştur. Bu asırlar Özellikle İspanya'da İslâm'ın altın çağıdır. Müslümanların hoşgörü ruhunu en iyi gösteren şu olaydır: Bir İspanyol kralı oğlunu (Alfonso HI, Ordonoll'yi) 880'de Sa-ragosa'daki Endülüs sarayına eğitilmesi için göndermiştir. Bu hoşgörü İspanyol Müslü­manları için kuzeydeki 'müşrikler'e karşı bir nevi müsamaha idi ve Kurtuba Halifesinin yarı-kutsal özelliğini devam ettiren bir nişa­neydi. İslâmm bayrağı altında kadîm Yakın­doğu halkları Arapça konuşmaya başladılar ve özellikle de Türklerin fetih hareketinden sonra, hem Araplar'a hem de bu topluluklara yeni bir efendinin galebe çalması, bu toplu­luklann kendilerini Araplar olarak düşünme­lerine yol açtı.

Rönesans'ta insanların nerede olduklannı tam olarak bilmelerini sağlayan bir diğer önemli değişiklik oldu. Bunun nedeni sadece Amerika'nın veya gözlüklerin (13. yüzyıl), veya 1600 civarında (muhtemelen Hollan­da'da Middleburg'da) teleskopun keşfi değil­dir. Daha ziyade Avrupa'ya ondördüncü asır­da saatin gelmesidir. Daha önceleri zamanla ilgili büyük bir belirsizlik ve kayıtsızlık var­dı. Bu, tarihleri bile etkilerdi: 1000 yılı tam olarak ne zamandı? Kral kaç yaşındaydı? Gü­nün saatlerini belirlemek için de, su saatleri çok nâdirdi ve Avrupa'nın kuzeyinde kış ay­larında bu saatler donardı. Halbuki daha ay­rıntılı ve çarpıcı su saatleri Yakındoğu'da uzun zamandan beri bilinmekteydi. Şam'daki Ulu Cami'de en azından 1186'dan beri mev­cuttu ve Gaza'h Procopius 500'ler civannda Yakındoğu'da su saati görmüştü.

Rönesans'ın ferdiyetçiliği, isimle birlikte soy İsim kullanılmasının yeniden başlamasıyla da ifade edilir. Roma'lılar zamanında var olan, ancak avam tarafından unutulan bir alışkan­lıktır. (Bir kimsenin aynı adlı kişilerden ayır-dedilmesi için babasının adını alması âdeti Herodot'un gününde de vardı. Hatta bazı kimseler annelerinin adlarını alırlardı). Oni-kinci yüzyılda Fransa'da orijinal isme bir la­kap takmak veya ikinci bir ön isim eklemek yaygınlaşmıştı. Onüçüncü yüzyıldan itibaren, şekli ne olursa olsun, ikinci isim büyük aile­lerde tevarüs etmeye başladı. Ancak süreç yavaştı. Meselâ, Burgonya'da, insanlar anne­lerinin isimlerini alıyorlardı. İyi bir ailenin yeni kollan yepyeni bir isim almak durumun­da kalıyordu. Köleler ye hizmetçiler de daha sonra ön adlarından başka soyadları olduğun­da ısrarlı oldular ve bu konuda dünya Avru­pa'yı kölecesine taklit etti.

Bu olayların yanısıra, Catherine de Medi-ci'nin çok mütevazi bir buluşu olan kadınlara has eyeri zikretmek abes görülebilir. Ancak, 1559 ve 1580 arasında Avrupa'nın en güçlü kadını olan bu şahsiyet tarafından ilham olu­nan bu âlet Aydınlanma çağından sonra İn­sanlığın önünde duran bir diğer değişikliği kadınların köle konumundan çıkıp özgürleş­melerinin başlangıcı; başka şeylerden daha fazla sembolize etmektedir. Rönesans döne­minde İtalya'nın yüksek sınıfları kızlarının ve oğullarının aynı eğitimi almalarım arzu et­mişlerdir. Onaltmcı yüzyıl Kastilya'lı İzabel-la'nın, Vittorio Colonna'nın, Katerina Sfor-za'nm, İzabella Gonzaga'nın, İngiltere'n Eli-zabeth'in ve hatta fakir İskoçya'lı Mary'nin hayatlarında ifadesini bulan bir yeniliğin baş­langıcına, kadınların birer şahsiyet olarak modern manada tanınmalarına şâhid olmuş­tur. Onlar Shekespeare'nin mukayese götür­mez oyunlannda hâkim yer tutan asîl kadın karakterleri içinde yâdedilmişierdir ( Edward Mc Nail Buras, Robert E. Lesner ve Standish Meacham, Western Civilizaüons, Their History and Their Culture, 9. baskı, 1980).

Rönesans devrinde meydana gelen en dikkat Çekici değişiklik, bütün dünyanın Avrupa ta­şımacılığına açılmış olmasıdır. Bu durum ilk bakışta Reformda da zannedildiği gibi Avru-pa'daki Hıristiyanlara ait mahallî küçük bir konu gibi görünebilir. Ancak, o vakitler dün­yada çok az insanın bu yeni yolculuk imkânlanndan faydalandığı düşünülürse bu fikirden vazgeçilir.

Seyahat konusundaki bu yenilik Portekizlilerin Kral Amele Diniz (Diniz teh Worker) li­derliğinde Venediklilerin ve Cenevizlilerin rehberliğinde uzun yolculukları finanse etme­siyle başladı. Bu atalarımızdan en meşhuru, esrarengiz Denizci Henry (kendisi hiç sefere çıkmamıştır) 1418'den sonra Afrika kıyılarını keşif için pek çok seferler göndermiştir. Bel­ki misyonerlik için, belki de Etyopya ve Gi­ne'ye denizden bir yol bulabilmek için. Onun kesin amaçlarını bilmek mümkün değildir. Onbeşinci yüzyılın sonunda Columbus Ame­rika için yola koyulmuştu. Artık her yanda Avrupalılar bulunuyordu. Bu yolculuklar kıç dümeni, usturlâb, mıknatıslı pusula, yeni yel­kenler ve üç direkli gemi teknolojisi temel alarak yapılabilmiştir.

Antik çağlarda olduğu gibi ortaçağ Avrupa-sında da gemiler daha ziyade kıyılara yakın seyretmekte idiler. Nadiren enginlere açılır­lardı. Braudel'in nakline göre bu devrin tica­ret gemileri uzun yolculuklar İçin tasarlanmış vasıtalar değil, daha ziyade gezici pazarlar şeklinde idi. Hemen hemen hergün alıp-satmak, günlük ihüyaçlannı karşılamak ve kü­çük limanlara bir günlük yolculuktan arda kalanları bırakmak için dururlardı. Genellikle kürekle çekilirlerdi. Sadece kuvvetli bir rüz­gar oluştuğunda fora edilen tek parça yelken­leri bulunurdu. Böyle bir gemi ters rüzgârlara karşı hiçbir şey yapamazdı. Büyük gemilerde ise kare yeJken sadece bu rüzgârlara karşı ge­minin alabora olmasını önleyebilirdi. Antik dünyada en güçlü gemiler bile Nisan ve Ka­sım aylan arasındaki dönemle sınırlı bir sefer mevsimine sahiptiler. Kış rüzgârlarını sağlam atlatabilmesi mümkün olabilecek sadece bir­kaç gemi vardı. Antik dünyada, yaz mevsi­minde düzenli olarak Kızıl Deniz'deki Mısır Myos-Hormos'tan yola çıkıp Malabar'a 40 günde sefer yapan gemiler de dahil olmak üzere hiçbir gemi 330 tondan büyük değildi. Ortalama 60-130 ton arasında olurlardı. On-beş tonluk gemilere sıklıkla rastlanırdı. Pliny bu bilgileri verirken kendi devrinde Hindis­tan'daki en büyük gemilerin ise onbeş ton ci­varında olduğunu bildirmektedir.

İslâm'ın yükselişi hem Afrika'da, hem de Asya'da ulaşım ve haberleşmede büyük bir kabuk değişimine sebep olmuştur. Araplar İran'ı 652'de fethettiler; Çin'e ise ilk elçileri­ni 65l'de gönderdiler. 758'de Arap korsanlar Kanton'u yağmaladılar. Sekizinci asrın son­larında Malay yarımadasına ulaştılar. Bu za­manda büyük İslâm kumandanı Haccac es-Sakafî Çin'in fethini bile tasarladı. Sonraki birkaç asır İçinde kuzey Afrika İslâm dünya­sının bir parçası hâline geldi. Önce Halifeye bağlı valiler tarafından yönetildi ve daha son­ra da bu şahıslar bağımsızlıklarını ilân ettiler. Bütün bu seferleri yapan ve bu sayede büyük bir iktisadî gelişme sağlayan bu gemiler üç­gen yelken kullanmakta idiler. Bu yelken 'la-tin' (lateen) ismini almasına rağmen Latin gemilerindeki kare yelkenden üstündü, çünkü ters rüzgârları altedebiliyordu.

Araplar daha sonra batı Akdeniz'e usturlâbı (menşei Persler) ve mıknatıslı pusulayı (men­şei Çin) tanıttılar. Pusulanın iğnesi bir sapın ucuna iliştirilmekte iken onüçüncü yüzyılın sonlarında bir kadrana raptedildi. İlk deniz haritalarının tarihi de bu vakitlere denk düş­mektedir. Sonraki bir kaç nesilden itibaren ise Akdeniz'li tüccarlar Üç yelkenli gemiler kullanmaya başladılar. Bu yelkenlerden biri kare ikisi üçgendi. Daha sonra onbeşinci yüzyılda batı Avrupalı ve kuzeyli gemiler de bu tip yelkenleri kullanmaya başladılar. Bu du­rum onların Atlantik'e daha bir güvenle açıl­malarını sağladı, çünkü üçgen yelkenlilerle ters rüzgârdan bile faydalanılıyor ve kare yel­keni vasıtasıyla gemilerin alabora tehlikesi azalıyordu.

Bir diğer önemli keşif de deniz kadranının bulunuşudur (1456 civarında). Bu sayede de­nizciler kutup yıldızının yüksekliğini Ölçebi­liyorlardı. Bu buluş gece yolculuklarım çok kolaylaştırdı. Bu değişikliklerin birleşmesi kaptanların karanın gözükmediği uzun yolcu­luklara çıkmayı ilk kez göze almalarım sağla­dı.

Daha önce de belirtildiği gibi, denizcilik ve gemi yapımındaki bu yenilikleri ilk kullanan ülke Portekiz'dir. İkinci Haçlı seferinden sonra o bölgeye yerleşen ayak takımı tarafın­dan kurulan bu ülke, onbeşinci yüzyılda Batı Avrupa'yı saran atâlet ve iç savaş furyasın­dan uzak kalmayı başarabildi. Çünkü ticaret ehli kraliyete hâkim olabilecek kadar nüfuz sahibiydiler. Portekiz'in en büyük başarıla­rından biri bu keşifler çağında modern gemi­lerin Özelliklerine benzer, gemiler yapabilmiş olmasıdır. Bu gemilerde kıç dümenine ek olarak tekne kısmında dümen kolu bulun­maktaydı. Gemilerin baş kasasının puruvası vardı. Bu gemilerle Portekizliler Avrupa'da daha önce insanların varlığını bile düşünme­dikleri dünyanın çok geniş bir bölümünü keş­fettiler. Afrika'yı, Amerika'yı ve Asya'yı Avrupa ticaret, işgal ve sömürgeciliğinin ala­nı haline getirdiler. Daha 1418'de Portekizli­ler Madeira'ya ulaştılar. 1427'de Diego de Sevilla, Azorları buldu (Kanarya adaları 1344'te Papa tarafından İspanya'ya verilmiş­ti). Büyük mücadelelerden sonra Portekizliler 1434'te çok şiddetli rüzgârların bulunduğu Batı Afrika'daki Badacor burnunu aştılar. Daha sonra, 1444'te Nuna Tristram Senegal Irmağına ulaştı. 1445'te Dimis Dias Verde Burnu'nu aştı. 1469'da, Kral Alfonso Gi­ne'deki ticarî faaliyetleri her yıl yüz adet kesif seteri düzenletmesi şartıyla Fernao Gomes adlı bir müteşebbise ihale etti. O da bu sefer­leri düzenledi. 147l'de Gine'ye ve Afrika'da Altın sahillerine ulaşıldı. Portekizliler 1482'de el-Mina'da muhafazalı bir pazaryeri kurdular. 1484'de Diego Cao Kongo Irmağı­na ulaştı ve 1487'de Bartolemen Dias Ümit Burnu'nu aştı. On yıl sonra Vasco da Gama. dört gemiyle güney Afrika'yı aşarak Hindis­tan'a gitmek üzere sefere çıktı.

Bu seferler ve bunları takip eden işgaller, dünyanın tarihini değiştirdi. 1585'te Francis­co Grande II. Philip'e Çin'i 5000 kişiyle işgal etmeyi bile teklif etti. O bu fikrinden caydı­rıldı. Ancak bu sırada Avrupalılar Doğu tica­retini ellerine geçirmişlerdi. O zamana kadar. Mısır'ı yöneten Memlûk Sultanları Avru­pa'ya gönderilen malm az olması için biber ve diğer Doğu baharatlarının fiyatlarını yük­sek tutmakta idiler. 1509'dan sonra ağırlığı Venedik üzerinden yapılan Mısır ticaretini baltalayan ve daha elverişli ticarî ağlarını ku­ran bir Portekiz deniz koloniciliği oluştu.

Bu yolculukların gayesi fetih ve ticaret dışın­da yerleşmeyi de kapsıyordu. Portekizli ve İspanyol deniz sömürgecileri haçlılar gibi Tanrı fikri yanında zenginliğe erişmek için talan ruhu da taşıyorlardı. Rönesans dönemi­nin seferleri az nüfuslu yeni dünyada kalıcı bir fetihin tesis edilmesine ve yaşlı Avru­pa'nın canlılık ve teşebbüs ruhunun bu dün­yaya dört asır boyunca akmasına neden ol­muştur." (Western Civilisations).

Garip bir şekilde 700'lü yıllardaki iktisadî canlanma döneminde Batı Avrupa'da altın paralar tedavülden tamamıyla kalkmıştı. Bi­zans'ta saf altın paranın dolaşımda oluşu ile desteklenen canlanma sebebiyle Şarlman İm­paratorluğunda altın kıttı. Şarlman'ın para bi­rimi teorik olarak 1 libra (lira) idi ve bu da 16 onsluk altına tekabül ediyordu. Bu 20 sol-di veya şilin gümüşe tekabül ediyordu. Her soldi 12 bdkıv denarii yapıyordu. Uygulama­da, dolaşımda altın yoktu ve dolaşımdaki pa­ralar gümüş soldi'lerdi. Şarlman paralarının kraliyet darphanelerinde basılmasını sağla­maya çalıştı. Daha sonra Dindar Lowis bazı kiliselerin para basmasına izin verdi. İngilte­re'de Kral çok hırslı değildi. Athelstan "li­manlar (port) haricinde hiç kimse para basa­maz'" dedi. Ve port kelimesi her iki anlamıy­la da anlaşıldığından pek çok kara şehirleri de para basmaya devam etti. Para basımı anarşik şekilde sürdü ve İngiltere'de pek çok değişik alaşım ve ağırlıkta paranın ortaya çık­masına yol açtı. Bu yorum ilk bakışta para sistemleri sağlam görünen pek çok İptidaî ül­ke için de aynen geçerliydi.

Diğer yandan Halifenin ise her zaman altın ve gümüş paralan mevcuttu ve altın Nijer ve Senegal gibi uzak yerlerden bile getirtiliyor­du. Ortaçağın ilk dönemlerinde Timbuktu, develerle Akdeniz'e bağlanan ve baharatla­rın, altın, köle ve fildişinin yük yük getirildi­ği bir 'altın şehri' haline geldi. Endülüs'ün de (sekizinci yüzyılın ortalarından sonra Halife'den bağımsız oldu) incelikli bir para siste­mi vardı. İlk olarak gümüş kaph dirhemler basıldı ve sekizinci yüzyılda altın dinarlar ba­sıldı. Bu paralar batı Avrupa'dan debdebe ve kültür bakımından olduğu gibi ticaret hacmi bakımından da çok üstün olan bir ekonomi­nin kalbi vazifesini görüyorlardı. Ancak daha sonra Ortaçağın nihayetinde Moğolların ve Türklerin saldırıları ve halifenin kendi müs­riflikleri bu sistemin çökmesine ve Yakındo­ğu'da yeniden takas ve idame tarımına dönül­mesine yol açtı. Ancak, o sıralarda, pek çok sayıda Arap (veya belki de aslen İran'lı idi­ler) Çin ve diğer Doğu limanlarında yerleş­mişlerdi ve torunları Cinlerin imparatorluk yönetiminde bir rol oynamakta idiler. Çinli tüccarlar Bağdat'ı ziyaret ettiler. İslâm Do-ğu'dan Hindistan'dan ithal ettiği 'Arap' sayı sistemi gibi çok faydalı bir şeyden başka ipek, kâğıt, porselen ve biraz çelik de getir­miştir. Abbasi Halifeleri dönemindeki ticaret ve maliye. Roma dönemindekine eş seviyede bir bankacılık sistemi geliştirmişti. Bu sis­temde çek. kredi teminatı (devlete bile borç veriliyordu) vb. yaygın kullanım alam bul­muştu. İslâm faizi yasakladığından dolayı bankacılıkla uğraşanların çoğunluğu Yahudi ve Hıristiyan'dı. Bu sistemi İtalyan'ların doğ­rudan taklit etmiş olması kuvvetle muhtemel­dir. Arapların Sicilya'yı fethetmesi ve Fatımî Halifeliği zamanında Mısır'da refahın bollu­ğu İtalyanları Doğu Akdenize çok yakın bir konuma getirmişti.

Abbasi imparatorluğunun Hindistan'dan aldı­ğı sayı yazım ve basamak sistemi İslâm dün­yasında çabucak genel kullanıma geçti ve oradan zahiren İspanya vasıtasıyla Avrupa'ya taşındı. Büyük tercüman, Bath'h Âdelard, Arap rakamlarım ilk kullanan kişidir ve bunu on ikinci yüzyılın başlarında Harizmî'nin Cebifim çevirirken ve eşsiz faydası bulunan sıfır rakamını da kullanarak gerçekleştirmiş­tir. 12O2'de Piza'lı Leonardo Liber Abad'sinde 'Arap' sisteminin Roma sisteminden daha üstün olduğunu belirtmiştir. Ancak bu metodun Avrupa'da yaygın kullanıma geç­mesi için biraz zaman gerekmiştir.

Haçlılardan sonra genelde ticaret ve bankacı­lıkta olduğu gibi Avrupa'da altın paraların kullanımında da bir canlanma oldu. Haçlıları finanse eden İtalyan şehirleri kısa zamanda florini -Floransa'da- I252'de ve janarius'u

aynı yd Cenova'da ve diğer paraları Venedik ve diğer yerlerde üretecek kadar altına kavuş­tular. İngiltere'de bile nihayet 133O'da florin vardı. Ortaçağ altın sikkeleri daha sonraları Özellikle Macaristan'da altın madenciliği yapılmış olmasına rağmen muhtemelen Arap altınının eritilmesiyle basılıyordu. Sırp Kralı Stephen Dushan da gümüş madenlerini başa­rıyla İşleterek bu devletin birkaç nesil boyun­ca güçlü kalmasını sağlamıştır. Bohemya'da-ki gümüş madenleri ondördüncü yüzyılda açıldı.

B,u zamana gelindiğinde, Avrupalılar'ın ve Özellikle de İtalyanlar'ın ticarî anlaşmalarını yapma yollarında birkaç temel değişiklik ger­çekleşmişti. Herşey Haçlılar'in bu değişimin 'motoru' olduklarım göstermektedir. Haçlı­lar, tam bir işbirliği içinde çalışabildikleri takdirde tüccarlara ve özellikle de İtalyan tüccarlara şüphesiz büyük fırsatlar hazırla­mışlardır. Bundan dolayı Akdeniz'de Ortaça­ğın son dönemlerinde tek başına çalışan tüc­car ve satıcıya nâdir rastlanırdı ve tüccarlar birlikler oluşturmuşlardı. Onikincİ yüzyılın bu tip tüccarları genellikle okur-yazar olan, kredi sistemini uygulayabilen ve uluslararası faaliyette bulunabilen kimselerden meydana geliyordu. Bu ilk tüccarların çoğunluğu muh­temelen köle çocukları idiler. Onların karşı­laşma yerleri panayırlardı: 629 yılından beri bilinen St Deniş; Champagne'nin altı panayı­rı; güney İtalya'nın ziraî ve hayvanı ürünleri­nin satıldığı Foggia; onuncu yüzyılın ortala­rından itibaren mevcut olan büyük panayır Danzig (burada tahıl ürünleri Ermenistan'dan gelen safran, Moldavya'dan gelen sığır ve İn­giltere'den gelen giyecekler ile değiştirilirdi) ve İngiltere'de Stourbridge'de, Winches-ter'de, Beverly'de, Greenwich'te ve Bos­ton'da önemli panayırlar vardı. Diğer tüccar­lar da birlik kurmuş olmalarına rağmen (meselâ, Hanse tüccarlarının İngiltere ve aşa­ğıdaki ülkelerle Baltık ve İskandinav ülkeleri arasında bağ kurması gibi), Ortaçağ'da ticaret konusunda İtalyanlar hâkimdi. Tacirler kısa bir süre sonra Guelfs ve Ghibellines savaşları sırasında Papa'nın ya da Alman imparatorlu­ğunun doğrudan kontrolünden kaçabilen İtal­yan şehirlerini yönetmeye başladılar. 14. yüz­yıl prato'sunun mektup yazıcılarının kapanış cümlelerinin 'Allah'ın ve kazancın adına' ol­ması bu şehirlerin işleyişinin bu iki güçle motive olduğunu düşündürtmekle beraber, ikinci motivasyon faktörü muhtemelen en güçlüsü idi. Bu tacirler sigorta ve konşimento poliçeleri ve tavsiye mektupları gibi faydalı âdetleri başlattılar. İtalyanlardan sonra Yahu­diler gelmektedir. (1492'de İspanya'dan ko­vulmaları ülkenin ticarî hayatının da gerile­mesi anlamına geldi). Daha sonra ise Ermeni­ler gelmektedir. (Onaltıncı yüzyılda ticarî se­beplerle dağılmaları belki de onların bir millî Ermeni devleti kurmaları şansını tamamıyla kaybetmelerine neden oldu). Ancak şirket, hisse, sermaye piyasası ve borsa kavramları onüçüncü ve ondördüncü yüzyıl İtalya'sında kullanılmaya başlandı. Esasen çoğu Avrupa dillerinde aynı olan şirket (company) kelime­si belki de bir kişinin ekmeğini paylaştığı bir birlikten (conpagne, 'ekmek'i vurgulamakta­dır) türemiştir. Ve muhtemelen kökenini, özellikle İtalya'daki Haçlılar zamanında ger­çekleştirilen yenilikler esnasında bilinmeyen bir formdan almış olabilir. İnsanlar tabii ki daha Önceleri de kâr aradılar. Ancak onların bu işi Haçlılar'dan önce ve Akdenizden baş­ka bir yerde modern şirketlerle uzaktan da ol­sa kıyas edilebilecek birlikler şeklinde yap­tıkları çok şüpheli gözükmektedir (Vfestern Civilisations).

Rönesansın seyri sırasında Avrupa ticaretini canlandıran ve güçlendiren diğer üç sebebe dikkat etmeliyiz. Birincisi. İtalya'nın yeni şe­hir devletleri veya daha ziyade Venedik mo­dern istatistik ilmini kullanmaya başladı. Fe­odal devletler sadece hak ve mülkiyet kata­loglarını biliyorlar ve mal üretimine sabit bir °'ay gözüyle bakıyorlardı. Ancak 16. yüzyı-hn başlarından itibaren Venedikliler insanları ailelerine değil şahsiyetlerine göre değerlen­dirmeye başladılar ve ölmekte olan D°Se Mocenigo'nun 1423'deki konuşması Venedik'in kaynaklarının bir nevi istatistik hesabı­nın modern istatistik yıllıklarına benzer bir şekilde verilmesi gibi birşey olmuştu. Bun­dan az sonra Floransa bu konuda daha da mü­kemmel hâle gelmiştir.

İkincisi, aynı İtalyan devletleri, vergilendir­menin rasyonel bir uygulamasını geliştirdiler. Braudel'in ifadesine göre, "bütün Avrupa devletleri 16. yüzyılın sonlarında ağır vergi­ler altında eziliyordu" gibi kulağa aşina şikâyetler duyulmaya başlanmıştı. Floran-sa'da 'bir tatbikat modeli' ile vergi yükü öy­lesine ağırlaşmıştı ki, 1582'de nüfusun ço­ğunlukla göç etmesine sebep olmuştur.

Üçüncüsü, ulaşım ve haberleşmenin gelişme­si, yeni ticaret ve bankacılık şekilleri ve mal­lardaki artışın biraraya gelmesiyle, yepyeni bir ticarî ve yatırım finansman metodu oluş­turmak mümkün hâle gelmişti. Bu metod fi­yatlar, borsa, ortaklıklar ve mallarla ilgili pi­yasalar oluşturulmasıydı, ki bu piyasa kavra­mı yirminci yüzyılda çoğu defa yanlış anla­şılmaktadır. Piyasa, İspanya'dan gelen Yahu­di göçmenlerin mi, Fransız Huguenotlann (Protestanlar) mı, yoksa ağırbaşlı Hollanda kasabaları halkının mı icadıdır? Bu kayda de­ğer Rönesans marifetinin mucidinin kim olduğu bir yana, metod Hollanda'da onaltıncı yüzyılın başlarında Hollandalı tüccarlar İtal­ya'da, özellikle Venedik ve Floransa'da öğ­rendikleri temel alınarak oluşturulmuştur." (Western Civiiizations).