reyyan
Mon 6 September 2010, 07:22 pm GMT +0200
İslam Hukukuna Göre Hakimin Ahlakî Yönü
Ebubekir Yağmur
Bu makalemizde İslâm’ın, fürû’ denilen amelî/hukukî yönü ile iştigal eden fakih ve müçtehidlerinde aradığı ahlâkî unsurları inceleyip toplumları etkileme seviyesinde olan kimselerin İslâm’a göre nasıl bir manevî donanıma ve karakter yapısına sahip olması gerektiği konusu üzerinde detaylarına fazla girmeksizin durmaya çalışacağız.1
1) Müçtehidin Ahlâkî Yönü:
İçtihad, İslâm hukukunda önemli bir teşri’ kaynağıdır. Müçtehid fakih, ayrı ayrı delillerden amelî hükümleri çıkartmak için bütün imkânları kullanıp, tüm gücünü sarfederken teşri’ faaliyetine insanî yönüyle katkıda bulunmaktadır.2 İnsanın, teşri’ faaliyetini sürdürürken, sahip olması gereken ilmî donanımın yanında ahlâkî yönünün de, ortaya koyacağı hükümlerin isabet, sıhhat ve kabulü açısından önemi vardır. Müçtehidin sahip olduğu hayat anlayışı ve ahlâkî yapısı, olaylara bakışını ve değerlendirişini şüphesiz ki etkileyecektir. Müçtehid, nassların insan aklına bıraktığı alanı içtihadlarıyla doldurmaya çalışırken, önündeki somut meselelere uyarladığı meseleleri ister istemez hayat ve ahlâk anlayışı süzgecinden geçirmek zorundadır. Bütün bu durumlar, müçtehidin ahlâkî vasıflarını üzerinde hassasiyetle durulan bir konu haline gelmiştir.
İslâm açısından ahlâk kuralları, aslında sadece ilim erbabının değil herkesin uyması gereken kurallardır ve ilim ile uğraşmanın da lazım-ı gayr-ı mufarıkıdır. Mesela: Ömür boyu iffet ve namus abidesi bir bekar olarak yaşamış olan Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerini’n Van’da Tahir Paşa’nın konağında ikamet ettiği uzunca müddet zarfında başkalarının çarçabuk öğrenmesine karşın Paşa’nın kızlarının adını dahi öğrenememesi ve İstanbul Boğazı’ndan geçerken etrafındaki kayıklarda O’nun gibi karşıya geçen bayanları görmemesi.. görmemesinin nedenini de “İlmin izzeti bakmama mani oluyor.” sözleri ile ifade etmesi, dile getirdiğimiz bu gerçeği açık-seçik olarak anlatmaya kafidir.
Dinimizin temelini teşkil eden ilimler ile iştigal edenlerin ahlâkî yapıları daima göz önüne alınan bir unsur olmuştur. Özellikle hadiste cerh-ta’dil ilmi, hadis ravilerinin ahlâkî yönlerini araştıran bir ilim olarak İslâmî ilimler arasında yerini almıştır. Cerh-ta’dil ilminde ta’n noktaları, ravinin adalet ve zabt vasfına bakan yönleri itibarıyla ikiye ayrılmaktadır. Adalet vasfına yönelik olarak yapılan tenkitler, ravinin ahlâkî yönden özelliklerini gösterir. Ravinin yalancılığı veya yalancılıkla itham edilmiş olması, ehl-i bid’attan yahut ehl-i fısktan olması, ravinin güvenilirlik derecesini olumsuz yönde etkiler; rivayet ettiği hadislerin sıhhat derecesini belirler.3 Makbul rivayet şartları arasında adalet vasfının da olması ve adalet vasfının güzel ahlâk, insanı aşağılayan küçük günahlardan beri’ olmak mânâsına mürûeti ve takvayı muhtevi olması4 meselenin ehemmiyetini göstermeye kafidir.
Hadis ravilerinde aranan ahlâkî şartların, bu hadisleri kullanarak hüküm çıkaran müçtehidlerde aranmadığını düşünmek elbette ki yanlış olur. Ravilerde aranan adalet vasfı müçtehitlerde de aranmış, adalet vasfına zarar veren günahlardan salim olmaları müçtehit olabilmelerinin vazgeçilmez şartı sayılmıştır. Şevkânî, genel olarak adalet vasfının çerçevesinin dinî emirlere itaat ve küçük günahlar da dahil bütün nehiylerden içtinâb ve dinin esaslarına aykırı hiçbir şeye inanmamak ile çizilmiş olduğunu söyler.5
Müteahhirîn dönemi ile birlikte içtihad kapısının kapandığı yolundaki görüşler, bazılarınca siyasî amaçlı olarak nitelendirilse de bizce içtihada liyakatlı kimselerin azalması, fakat bunun yanında liyakatsızların kendilerini içtihada ehil görmeleri ve sözde içtihatlarıyla İslâm’a verebilecekleri muhtemel zararların önüne geçmek için alınmış yerinde bir tedbirdir. Bunda pek çok sebebin yanında müteahhirîn müçtehidlerinin ahlâkî zaafiyetleri de oldukça mühim bir rol oynamıştır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “İçtihad kapısı açıktır; fakat oraya girmeye altı mani var.” buyurur. Bu altı maniden birisi olarak müteahhirîn müçtehidlerinin takva-yı kâmile ve zarûriyât-ı diniye yoluyla içtihad kapısından içeri girmemelerini gösterir; ki takva-yı kâmile ifadesi genel ve câmi yapısıyla ahlâk kavramını da içermektedir. Kendisi şöyle demektedir: “İslâmiyetin dairesine selef-i salihîn gibi takva-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyât-ı diniyenin imtisali tarikiyle dâhil olanlarda meylü’t-tevessü’ ve irâde-i içtihat bulunsa, o kemâldir ve tekemmüldür. Yoksa zaruriyatı terkeden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü’t-tevsî’ ve irâde-i içtihat, vücûd-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer’î zincirini çıkarmaya vesiledir.”6
Altıncı mânide ise: “Selef-i sâlihînin müçtehîd-i izâmı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı sahabeye yakın olduklarından, sâfi bir nur alıp, hâlis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vâzıh bir harfini de zor ile görebilirler.” der. Müteakiben ise sahabenin insan olmakla beraber, içtihadların ve şeriat ahkamının medarı olduklarını, ekseriyet-i mutlaka itibarıyla hakka aşık, sıdka müştak ve adalete hâhişkâr olduklarını belirtiyor. Hissiyât-ı ulviyeye sahip bulunmaları, mehâsin-i ahlâkiyeye pereştiş etmeleri ve Şems-i Nübüvvet’in ziya-yı sohbetiyle nurlanmış olmaları sebebiyle onların küfürden ve yalandan âlâ-yı illiyyîn ile esfel-i sâfilîn arası uzak olduklarını ifade ediyor.7 Selef-i sâlihîn ibaresindeki sâlihîn kelimesi –malum olduğu üzere- ahlâk-ı hamîde ile mütehallik olmayı da içermesi bakımından, sonraki dönem müçtehidlerinden farklı, ulvî ve derûnî taraflarını anlatmış olmaktadır.
Bediüzzaman gibi Zekiyyüddin Şa’bân da içtihat kapısının kapanmasında (daha doğrusu açık olmakla birlikte bazı engeller sebebiyle oraya girilememesinde)8 içtihat edeceklerin ahlâkî yönden zayıflıklarının önemli rol oynadığına işaret etmektedir.9 Görülüyor ki, İslâm bilimleri ile uğraşan hemen bütün âlimler ve özellikle hukuk sahasında uğraşan kişilerden dinin istediği yüksek vasıfların içinde ahlâkî seviyeleri, hiç de küçük görülemeyecek derecede hayatî bir önem taşımaktadır.
2-)Hâkimin Ahlâkî Yönü:
İslâm hukukuna göre hâkimin ahlâkî yönünü mahkeme dışı ve mahkeme içinde takınması gereken ahlâkî tavır bakımından iki başlık altında incelemek mümkündür.
a-Mahkeme Dışındaki Ahlâkî Yönleri
Konuya d’Ohsson’un İslâm kâdı/hâkimleriyle alâkalı enfes bir tespiti vardır, der ki: “Bir kâdının kişisel hayatında bir leke varsa ve faziletli değilse, hiçbir kuvvet onu yerinde tutamaz.” Osmanlı Devletinin Hanefî mezhebi merkez alınarak bütün mezheplerden istifade ile oluşturulmuş olan son hukuk/kanun kitabı Mecelle, Kitâbü’l-Kaza bölümünün ilk bâbının ilk faslında hâkimlerin vasıflarını beyan eder. Beyne’n-nâs vukû’ bulan da’va ve musahamayı ahkâm-ı meşrûasına tevfikan fasl ve hasm için taraf-ı sultanîden nasb ve tayin buyurulan zat olan hâkim10; hâkim, fehim ve müstakim ve emin, mekin, metin11 ve salâh-ı hâl sahibi olmalıdır.12 Hâkim; baktığı dava ile ilgili konuları bilen, zeki, anlayışlı, kendisine güvenilen, emin doğru, vakar sahibi, hemen alelacele karar vermeyen, temkinli, hâdiselerden etkilenip duygusal davranmayacak kadar sağlam ve dayanıklı olmalıdır. Mecelle, hâkimlerin vasıflarını saydığı bu ilk maddesinde, ağırlıklı olarak hâkimlerin ahlâkî vasıflarını sıralar. 1792. maddede de bu hususu belirtmesine rağmen, hâkimin mesail-i fıkhiyeye ve usûl-ü muhakemeye vakıf oluşunu bir sonraki maddede13 ayrıca açıklamıştır.
Yukarıda geçtiği üzere hâkimin “fehim sahibi olması” ifadesi ile, onun anlayışlı, fetanetli, vücub-u fıkha, sünnete, âsâra ve toplumun âdetlerine vakıf olma kastedilir. “Müstakim” ile, doğru sözlü olma, hilekâr, muannid olmama, rüşvet ve hediye almama, namusu muhtel bulunmama kastedilir. “Emin” ile, gadirden hıyanetten berî’ olma, mevsuk ve mutemet olma kastedilir. “Mekin” ile, mekanet ve şerefe sahip olma, hafifü’l-meşrep olmama ve esâfil-i nâsdan (halkın bayağı tabakasından) olmama kastedilir. “Metin” ile kavi, te’sirata tâbi olmaktan uzak, sertlik ve gazap göstermeksizin pek ciddi, mehib, sabırlı olma kastedilir. “Salâh-ı hâl” ile diyanet ve ahlâk muktezası olan güzel ef’âl ve harekât ile ittisaf kastedilir.14
Hâkim, iki hasımdan hiçbirinin hediyesini kabul etmez.15 Başkalarının hediyelerini de kabul etmemelidir. Hediyesini kabul ettiği kişiye kalben meyledip adaleti zayi etme ihtimali vardır.16 Ancak kendi akrabasından veya daha önce hediye vermeyi âdet edinmiş kimselerin hediyelerini, davalarını görüyor olmamak koşuluyla kabul edebilir.17
Hâkim, iki hasımdan hiçbirinin ziyafetine gitmez.18 hâkim, hasımlardan birine ait olmasa da sadece kendisi için hazırlanan, kendisi bulunmasaydı hazırlanmayacak olan davetlere gitmez. Umumi davetlere icabet edebilir. Bu umumi davete, hasımlardan birinin de gelmiş olması töhmet konusu sayılmaz. Umumi daveti hasımlardan biri vermişse icabet edemez. Hâkim, akrabalarının hususi davetlerine gidebilir. Akrabası olmasa bile, hâkim olmadan önce hususi davetine gitmeyi âdet edindiği kimsenin davetine davası olmaması şartıyla gidebilir.19
Hâkim, verâ’ sahibi ve tamahkârlıktan berî’ olmalı, sefahete ve sefahet ehline yakın olmamalıdır. Harama düşmek korkusuyla şüpheli şeyleri bile terk etmelidir. Kâmil insana yakışır sıfatlarla muttasıf olmalı, rezillik, çirkinlik ve boş işlerden beri bulunmalıdır. Temiz nesepli olmalıdır. Varlıklı olmalı, borcu bulunmamalıdır. Zina gibi suçlardan dolayı cezâdide olmamalı, ittihamına vesile olacak hallerden kaçınmalıdır.20
Hanefilerin bir kısmına göre hâkimin, her veçhile adil, her surette fısktan beri olması lazım değildir. Çünkü bu husus şart olsa, yargılama yolunun kapanması lazım gelir. Önemli olan hâkimin hükümlerinde şer-i şerife riayet adiyor olmasıdır. İmameyne göre fasık ve mürteşî olan kimseye hâkimlik tevcih edilmez. Tevcih edilecek olsa hâkimlikleri geçerli olmaz. Hâkim olduktan sonra fasık olan kimsenin hâkimliği düşer. Hükümleri tatbik edilmez.21
Şehadete ehil olma ile hâkimliğe ehil olma şartları bir olduğuna göre22, şahitte aranan şartlar hâkimde de aranır. Şahidin adil olmasını şart koşup, adil kimseyi hasenatı seyyiatına galip olan kimse şeklinde tanımlayan Mecelle, mürüvveti muhil hâl ve hareketleri itiyat eden şahısların ve yalan ile maruf olan kimselerin şehadetini kabul etmez.23 Dolayısıyla bu kimseler hâkim de olamazlar.
b-Mahkeme Dahilindeki Ahlâkî Özellikleri
Hâkim, adalet ile memurdur. Taraflara eşit muamele etmek zorundadır. Tarafları muhakemeye (davaya) müteallik hususlarda bir tutmalı aralarında ayırım yapmamalıdır. Hâkim, hasımlar ile muhakeme haricinde görüşse bile hükümden evvel ne şekilde hüküm vereceğini söyleyemez, ima edemez.24
Hâkim, muhakeme icra ettiği yerde muhakemenin ciddiyetini bozacak işler yapamaz. Muhakeme meclisinde alış veriş yapmak, taraflarla ya da başkalarıyla şakalaşmak veya sair filler ve hareketler bu cümledendir.25 Hâkim, muhakeme devam ederken ve daha neticelenmeden hasımlardan yalnız birisini evine davet edemez. Mahkeme dahilinde hasımlardan biriyle halvet veyahut ikisinden birine el, göz veya baş ile işaret edemez. Hasımlardan biriyle gizlice konuşamaz veya diğerinin bilmediği bir lisanla söz söyleyemez. Hâkim bu mevzuda töhmet ve sû-i zanna sebebiyet verecek her halden uzak olmalıdır.26
Ahlâkî Açıdan Osmanlı ve Günümüz Hâkimleri:
Osmanlı hukukunda İslâm hukukunun gereği olarak kadılık kurumu esaslı prensiplere bağlanmış, kadılık/hâkimlik bazı önemli vasıflar taşıyanlara has bir meslek olarak kabul edilmiştir. Kadılık için aranan şartlar içinde kâdının doğruluğu, iffetli oluşu ve adilliği ilk sıralarda yer almıştır. Fasıklar, yani az ya da çok İslâm’ın kurallarına riayet etmemeyi âdet edinmiş olanlar kadı tayin edilmemişlerdir. Fasıklıkta ölçü olarak şahadete ehil olabilme hali kabul edilmiştir.27
Osmanlı’nın meşhur Şeyhülislâmı Ebussuud Efendi, fetvalarında bir hâkimin çalgılı düğüne varıp feseka ile meclis-i fıskta oturmasını sakıncalı bulmuş, hâkimin bu durumunun azli için yeterli sebep teşkil ettiğini, icra ettiği kazanın nafiz olmayacağını söylemiştir. Ebussuud Efendi, hâkime, hâkimlik yapma yetkisinin devlet tarafından adil olması şartıyla ve adil olduğu inancıyla verildiğini, fıskının zahir olmasıyla hâkimlik yapma yetkisinin düşeceğini söylemiştir. Hâkimin fıskı evvelden bilindiği halde bu duruma rağmen kendisine hâkimlik yetkisi verilmiş olması halinde bile bu zahir fıskından dolayı aynı fetvada azle müstahak olacağı da beyan edilmiştir.28 Osmanlı Devleti hukukçularının değişik fetva kitaplarında benzer hükümler bulmak mümkündür. Alkollü içki kullanan, rüşvet alan29, hasmeynden birisini kayırıp ibtal-i hak eden30, vakıf malını zorla alan, dava sırasında zenginlerden taraf olarak fakir olan hasmeyni azarlayan, zulemaya muvenet ve müzaheret eden, açık olarak belli olan hakkı sahibine iade etmeyen, fahiş yargılama hataları yapan, ulema içinde kötü halleri ile tanınmış olan kâdıların azl olacağını beyan etmişlerdir.31 Ahmet Mumcu’nun Osmanlı Devleti’nde Rüşvet isimli eserinden anlaşıldığı kadarıyla bu ifadeler sadece fetva kitaplarında kalmamış, uygulamaya da konulmuştur. Azledilen kadılar arasında uygunsuz halleri ve ihtişama olan düşkünlüğünden İstanbul kadısı Mehmet Efendi, halktan tahammüllerini aşan ölçüde akça aldığından Edirne kadısı Kebirizade Abdurrahim Efendi, hükümlerinin doğruluğundan şüphelenildiğinden Rumeli Kazaskeri İsmail Efendi, görevinden azledilmiş kadılara örnek olarak sayılabilir.32
Kâdıların terfileri, tayinleri, maaşları, bağımsız oluşları, bürokrasi içindeki yerleri, tamamıyla adaleti tecelli ettirmek amacıyla özel bir sistematiğe bağlanmıştır.33 Osmanlı Devleti, İslâm hukuku hükümlerine uygun olarak uygulamada kadıların vasıflarına ve ahlâkî yönlerine dikkatle eğilmiş, yer yer çıkardığı fermanlarla ve adaletnamelerle hassasiyetini göstermiştir. Adalet mekanizmasını ehil insanlara teslim etme amacıyla yapılan girişimler ve alınan tedbirler başarılı da olmuştur. Ne var ki adalet mekanizmasından çürüklerin ihracı konusunda yer yer sûiistimallerin olduğu da bir gerçektir.34
Ebubekir Yağmur
Bu makalemizde İslâm’ın, fürû’ denilen amelî/hukukî yönü ile iştigal eden fakih ve müçtehidlerinde aradığı ahlâkî unsurları inceleyip toplumları etkileme seviyesinde olan kimselerin İslâm’a göre nasıl bir manevî donanıma ve karakter yapısına sahip olması gerektiği konusu üzerinde detaylarına fazla girmeksizin durmaya çalışacağız.1
1) Müçtehidin Ahlâkî Yönü:
İçtihad, İslâm hukukunda önemli bir teşri’ kaynağıdır. Müçtehid fakih, ayrı ayrı delillerden amelî hükümleri çıkartmak için bütün imkânları kullanıp, tüm gücünü sarfederken teşri’ faaliyetine insanî yönüyle katkıda bulunmaktadır.2 İnsanın, teşri’ faaliyetini sürdürürken, sahip olması gereken ilmî donanımın yanında ahlâkî yönünün de, ortaya koyacağı hükümlerin isabet, sıhhat ve kabulü açısından önemi vardır. Müçtehidin sahip olduğu hayat anlayışı ve ahlâkî yapısı, olaylara bakışını ve değerlendirişini şüphesiz ki etkileyecektir. Müçtehid, nassların insan aklına bıraktığı alanı içtihadlarıyla doldurmaya çalışırken, önündeki somut meselelere uyarladığı meseleleri ister istemez hayat ve ahlâk anlayışı süzgecinden geçirmek zorundadır. Bütün bu durumlar, müçtehidin ahlâkî vasıflarını üzerinde hassasiyetle durulan bir konu haline gelmiştir.
İslâm açısından ahlâk kuralları, aslında sadece ilim erbabının değil herkesin uyması gereken kurallardır ve ilim ile uğraşmanın da lazım-ı gayr-ı mufarıkıdır. Mesela: Ömür boyu iffet ve namus abidesi bir bekar olarak yaşamış olan Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerini’n Van’da Tahir Paşa’nın konağında ikamet ettiği uzunca müddet zarfında başkalarının çarçabuk öğrenmesine karşın Paşa’nın kızlarının adını dahi öğrenememesi ve İstanbul Boğazı’ndan geçerken etrafındaki kayıklarda O’nun gibi karşıya geçen bayanları görmemesi.. görmemesinin nedenini de “İlmin izzeti bakmama mani oluyor.” sözleri ile ifade etmesi, dile getirdiğimiz bu gerçeği açık-seçik olarak anlatmaya kafidir.
Dinimizin temelini teşkil eden ilimler ile iştigal edenlerin ahlâkî yapıları daima göz önüne alınan bir unsur olmuştur. Özellikle hadiste cerh-ta’dil ilmi, hadis ravilerinin ahlâkî yönlerini araştıran bir ilim olarak İslâmî ilimler arasında yerini almıştır. Cerh-ta’dil ilminde ta’n noktaları, ravinin adalet ve zabt vasfına bakan yönleri itibarıyla ikiye ayrılmaktadır. Adalet vasfına yönelik olarak yapılan tenkitler, ravinin ahlâkî yönden özelliklerini gösterir. Ravinin yalancılığı veya yalancılıkla itham edilmiş olması, ehl-i bid’attan yahut ehl-i fısktan olması, ravinin güvenilirlik derecesini olumsuz yönde etkiler; rivayet ettiği hadislerin sıhhat derecesini belirler.3 Makbul rivayet şartları arasında adalet vasfının da olması ve adalet vasfının güzel ahlâk, insanı aşağılayan küçük günahlardan beri’ olmak mânâsına mürûeti ve takvayı muhtevi olması4 meselenin ehemmiyetini göstermeye kafidir.
Hadis ravilerinde aranan ahlâkî şartların, bu hadisleri kullanarak hüküm çıkaran müçtehidlerde aranmadığını düşünmek elbette ki yanlış olur. Ravilerde aranan adalet vasfı müçtehitlerde de aranmış, adalet vasfına zarar veren günahlardan salim olmaları müçtehit olabilmelerinin vazgeçilmez şartı sayılmıştır. Şevkânî, genel olarak adalet vasfının çerçevesinin dinî emirlere itaat ve küçük günahlar da dahil bütün nehiylerden içtinâb ve dinin esaslarına aykırı hiçbir şeye inanmamak ile çizilmiş olduğunu söyler.5
Müteahhirîn dönemi ile birlikte içtihad kapısının kapandığı yolundaki görüşler, bazılarınca siyasî amaçlı olarak nitelendirilse de bizce içtihada liyakatlı kimselerin azalması, fakat bunun yanında liyakatsızların kendilerini içtihada ehil görmeleri ve sözde içtihatlarıyla İslâm’a verebilecekleri muhtemel zararların önüne geçmek için alınmış yerinde bir tedbirdir. Bunda pek çok sebebin yanında müteahhirîn müçtehidlerinin ahlâkî zaafiyetleri de oldukça mühim bir rol oynamıştır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “İçtihad kapısı açıktır; fakat oraya girmeye altı mani var.” buyurur. Bu altı maniden birisi olarak müteahhirîn müçtehidlerinin takva-yı kâmile ve zarûriyât-ı diniye yoluyla içtihad kapısından içeri girmemelerini gösterir; ki takva-yı kâmile ifadesi genel ve câmi yapısıyla ahlâk kavramını da içermektedir. Kendisi şöyle demektedir: “İslâmiyetin dairesine selef-i salihîn gibi takva-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyât-ı diniyenin imtisali tarikiyle dâhil olanlarda meylü’t-tevessü’ ve irâde-i içtihat bulunsa, o kemâldir ve tekemmüldür. Yoksa zaruriyatı terkeden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü’t-tevsî’ ve irâde-i içtihat, vücûd-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer’î zincirini çıkarmaya vesiledir.”6
Altıncı mânide ise: “Selef-i sâlihînin müçtehîd-i izâmı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı sahabeye yakın olduklarından, sâfi bir nur alıp, hâlis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vâzıh bir harfini de zor ile görebilirler.” der. Müteakiben ise sahabenin insan olmakla beraber, içtihadların ve şeriat ahkamının medarı olduklarını, ekseriyet-i mutlaka itibarıyla hakka aşık, sıdka müştak ve adalete hâhişkâr olduklarını belirtiyor. Hissiyât-ı ulviyeye sahip bulunmaları, mehâsin-i ahlâkiyeye pereştiş etmeleri ve Şems-i Nübüvvet’in ziya-yı sohbetiyle nurlanmış olmaları sebebiyle onların küfürden ve yalandan âlâ-yı illiyyîn ile esfel-i sâfilîn arası uzak olduklarını ifade ediyor.7 Selef-i sâlihîn ibaresindeki sâlihîn kelimesi –malum olduğu üzere- ahlâk-ı hamîde ile mütehallik olmayı da içermesi bakımından, sonraki dönem müçtehidlerinden farklı, ulvî ve derûnî taraflarını anlatmış olmaktadır.
Bediüzzaman gibi Zekiyyüddin Şa’bân da içtihat kapısının kapanmasında (daha doğrusu açık olmakla birlikte bazı engeller sebebiyle oraya girilememesinde)8 içtihat edeceklerin ahlâkî yönden zayıflıklarının önemli rol oynadığına işaret etmektedir.9 Görülüyor ki, İslâm bilimleri ile uğraşan hemen bütün âlimler ve özellikle hukuk sahasında uğraşan kişilerden dinin istediği yüksek vasıfların içinde ahlâkî seviyeleri, hiç de küçük görülemeyecek derecede hayatî bir önem taşımaktadır.
2-)Hâkimin Ahlâkî Yönü:
İslâm hukukuna göre hâkimin ahlâkî yönünü mahkeme dışı ve mahkeme içinde takınması gereken ahlâkî tavır bakımından iki başlık altında incelemek mümkündür.
a-Mahkeme Dışındaki Ahlâkî Yönleri
Konuya d’Ohsson’un İslâm kâdı/hâkimleriyle alâkalı enfes bir tespiti vardır, der ki: “Bir kâdının kişisel hayatında bir leke varsa ve faziletli değilse, hiçbir kuvvet onu yerinde tutamaz.” Osmanlı Devletinin Hanefî mezhebi merkez alınarak bütün mezheplerden istifade ile oluşturulmuş olan son hukuk/kanun kitabı Mecelle, Kitâbü’l-Kaza bölümünün ilk bâbının ilk faslında hâkimlerin vasıflarını beyan eder. Beyne’n-nâs vukû’ bulan da’va ve musahamayı ahkâm-ı meşrûasına tevfikan fasl ve hasm için taraf-ı sultanîden nasb ve tayin buyurulan zat olan hâkim10; hâkim, fehim ve müstakim ve emin, mekin, metin11 ve salâh-ı hâl sahibi olmalıdır.12 Hâkim; baktığı dava ile ilgili konuları bilen, zeki, anlayışlı, kendisine güvenilen, emin doğru, vakar sahibi, hemen alelacele karar vermeyen, temkinli, hâdiselerden etkilenip duygusal davranmayacak kadar sağlam ve dayanıklı olmalıdır. Mecelle, hâkimlerin vasıflarını saydığı bu ilk maddesinde, ağırlıklı olarak hâkimlerin ahlâkî vasıflarını sıralar. 1792. maddede de bu hususu belirtmesine rağmen, hâkimin mesail-i fıkhiyeye ve usûl-ü muhakemeye vakıf oluşunu bir sonraki maddede13 ayrıca açıklamıştır.
Yukarıda geçtiği üzere hâkimin “fehim sahibi olması” ifadesi ile, onun anlayışlı, fetanetli, vücub-u fıkha, sünnete, âsâra ve toplumun âdetlerine vakıf olma kastedilir. “Müstakim” ile, doğru sözlü olma, hilekâr, muannid olmama, rüşvet ve hediye almama, namusu muhtel bulunmama kastedilir. “Emin” ile, gadirden hıyanetten berî’ olma, mevsuk ve mutemet olma kastedilir. “Mekin” ile, mekanet ve şerefe sahip olma, hafifü’l-meşrep olmama ve esâfil-i nâsdan (halkın bayağı tabakasından) olmama kastedilir. “Metin” ile kavi, te’sirata tâbi olmaktan uzak, sertlik ve gazap göstermeksizin pek ciddi, mehib, sabırlı olma kastedilir. “Salâh-ı hâl” ile diyanet ve ahlâk muktezası olan güzel ef’âl ve harekât ile ittisaf kastedilir.14
Hâkim, iki hasımdan hiçbirinin hediyesini kabul etmez.15 Başkalarının hediyelerini de kabul etmemelidir. Hediyesini kabul ettiği kişiye kalben meyledip adaleti zayi etme ihtimali vardır.16 Ancak kendi akrabasından veya daha önce hediye vermeyi âdet edinmiş kimselerin hediyelerini, davalarını görüyor olmamak koşuluyla kabul edebilir.17
Hâkim, iki hasımdan hiçbirinin ziyafetine gitmez.18 hâkim, hasımlardan birine ait olmasa da sadece kendisi için hazırlanan, kendisi bulunmasaydı hazırlanmayacak olan davetlere gitmez. Umumi davetlere icabet edebilir. Bu umumi davete, hasımlardan birinin de gelmiş olması töhmet konusu sayılmaz. Umumi daveti hasımlardan biri vermişse icabet edemez. Hâkim, akrabalarının hususi davetlerine gidebilir. Akrabası olmasa bile, hâkim olmadan önce hususi davetine gitmeyi âdet edindiği kimsenin davetine davası olmaması şartıyla gidebilir.19
Hâkim, verâ’ sahibi ve tamahkârlıktan berî’ olmalı, sefahete ve sefahet ehline yakın olmamalıdır. Harama düşmek korkusuyla şüpheli şeyleri bile terk etmelidir. Kâmil insana yakışır sıfatlarla muttasıf olmalı, rezillik, çirkinlik ve boş işlerden beri bulunmalıdır. Temiz nesepli olmalıdır. Varlıklı olmalı, borcu bulunmamalıdır. Zina gibi suçlardan dolayı cezâdide olmamalı, ittihamına vesile olacak hallerden kaçınmalıdır.20
Hanefilerin bir kısmına göre hâkimin, her veçhile adil, her surette fısktan beri olması lazım değildir. Çünkü bu husus şart olsa, yargılama yolunun kapanması lazım gelir. Önemli olan hâkimin hükümlerinde şer-i şerife riayet adiyor olmasıdır. İmameyne göre fasık ve mürteşî olan kimseye hâkimlik tevcih edilmez. Tevcih edilecek olsa hâkimlikleri geçerli olmaz. Hâkim olduktan sonra fasık olan kimsenin hâkimliği düşer. Hükümleri tatbik edilmez.21
Şehadete ehil olma ile hâkimliğe ehil olma şartları bir olduğuna göre22, şahitte aranan şartlar hâkimde de aranır. Şahidin adil olmasını şart koşup, adil kimseyi hasenatı seyyiatına galip olan kimse şeklinde tanımlayan Mecelle, mürüvveti muhil hâl ve hareketleri itiyat eden şahısların ve yalan ile maruf olan kimselerin şehadetini kabul etmez.23 Dolayısıyla bu kimseler hâkim de olamazlar.
b-Mahkeme Dahilindeki Ahlâkî Özellikleri
Hâkim, adalet ile memurdur. Taraflara eşit muamele etmek zorundadır. Tarafları muhakemeye (davaya) müteallik hususlarda bir tutmalı aralarında ayırım yapmamalıdır. Hâkim, hasımlar ile muhakeme haricinde görüşse bile hükümden evvel ne şekilde hüküm vereceğini söyleyemez, ima edemez.24
Hâkim, muhakeme icra ettiği yerde muhakemenin ciddiyetini bozacak işler yapamaz. Muhakeme meclisinde alış veriş yapmak, taraflarla ya da başkalarıyla şakalaşmak veya sair filler ve hareketler bu cümledendir.25 Hâkim, muhakeme devam ederken ve daha neticelenmeden hasımlardan yalnız birisini evine davet edemez. Mahkeme dahilinde hasımlardan biriyle halvet veyahut ikisinden birine el, göz veya baş ile işaret edemez. Hasımlardan biriyle gizlice konuşamaz veya diğerinin bilmediği bir lisanla söz söyleyemez. Hâkim bu mevzuda töhmet ve sû-i zanna sebebiyet verecek her halden uzak olmalıdır.26
Ahlâkî Açıdan Osmanlı ve Günümüz Hâkimleri:
Osmanlı hukukunda İslâm hukukunun gereği olarak kadılık kurumu esaslı prensiplere bağlanmış, kadılık/hâkimlik bazı önemli vasıflar taşıyanlara has bir meslek olarak kabul edilmiştir. Kadılık için aranan şartlar içinde kâdının doğruluğu, iffetli oluşu ve adilliği ilk sıralarda yer almıştır. Fasıklar, yani az ya da çok İslâm’ın kurallarına riayet etmemeyi âdet edinmiş olanlar kadı tayin edilmemişlerdir. Fasıklıkta ölçü olarak şahadete ehil olabilme hali kabul edilmiştir.27
Osmanlı’nın meşhur Şeyhülislâmı Ebussuud Efendi, fetvalarında bir hâkimin çalgılı düğüne varıp feseka ile meclis-i fıskta oturmasını sakıncalı bulmuş, hâkimin bu durumunun azli için yeterli sebep teşkil ettiğini, icra ettiği kazanın nafiz olmayacağını söylemiştir. Ebussuud Efendi, hâkime, hâkimlik yapma yetkisinin devlet tarafından adil olması şartıyla ve adil olduğu inancıyla verildiğini, fıskının zahir olmasıyla hâkimlik yapma yetkisinin düşeceğini söylemiştir. Hâkimin fıskı evvelden bilindiği halde bu duruma rağmen kendisine hâkimlik yetkisi verilmiş olması halinde bile bu zahir fıskından dolayı aynı fetvada azle müstahak olacağı da beyan edilmiştir.28 Osmanlı Devleti hukukçularının değişik fetva kitaplarında benzer hükümler bulmak mümkündür. Alkollü içki kullanan, rüşvet alan29, hasmeynden birisini kayırıp ibtal-i hak eden30, vakıf malını zorla alan, dava sırasında zenginlerden taraf olarak fakir olan hasmeyni azarlayan, zulemaya muvenet ve müzaheret eden, açık olarak belli olan hakkı sahibine iade etmeyen, fahiş yargılama hataları yapan, ulema içinde kötü halleri ile tanınmış olan kâdıların azl olacağını beyan etmişlerdir.31 Ahmet Mumcu’nun Osmanlı Devleti’nde Rüşvet isimli eserinden anlaşıldığı kadarıyla bu ifadeler sadece fetva kitaplarında kalmamış, uygulamaya da konulmuştur. Azledilen kadılar arasında uygunsuz halleri ve ihtişama olan düşkünlüğünden İstanbul kadısı Mehmet Efendi, halktan tahammüllerini aşan ölçüde akça aldığından Edirne kadısı Kebirizade Abdurrahim Efendi, hükümlerinin doğruluğundan şüphelenildiğinden Rumeli Kazaskeri İsmail Efendi, görevinden azledilmiş kadılara örnek olarak sayılabilir.32
Kâdıların terfileri, tayinleri, maaşları, bağımsız oluşları, bürokrasi içindeki yerleri, tamamıyla adaleti tecelli ettirmek amacıyla özel bir sistematiğe bağlanmıştır.33 Osmanlı Devleti, İslâm hukuku hükümlerine uygun olarak uygulamada kadıların vasıflarına ve ahlâkî yönlerine dikkatle eğilmiş, yer yer çıkardığı fermanlarla ve adaletnamelerle hassasiyetini göstermiştir. Adalet mekanizmasını ehil insanlara teslim etme amacıyla yapılan girişimler ve alınan tedbirler başarılı da olmuştur. Ne var ki adalet mekanizmasından çürüklerin ihracı konusunda yer yer sûiistimallerin olduğu da bir gerçektir.34