saniyenur
Sun 5 August 2012, 11:25 am GMT +0200
İslâm Felsefesi
İslâm felsefecileri Arapça'da da feylesof olarak adlandırılırlardı. Çünkü onlar Yunanlıların philosophia dedikleri şeyi elde etmeye çalışıyorlardı. İslâm felsefesi eski Yunan düşüncesinin eserlerini temel almıştı ve hepsinden çok Aristocu ve yeni Eflatuncu zincirlerden etkilenmişlerdi. İmparator Justinien'in emriyle Atina'daki felsefe okulları kapatıldığı sırada, Yunan felsefeciler doğuya göç ettiler ve Aristo ve diğerlerinin Sami lehçesi olan Süryanice'ye tercüme edildi. Bu geçiş noktasından Yunan gelsefesi tedricen İslâm hayatına dahil oldu ve kâinatın rasyonelliğine ve hayata felsefî bir bakış getirmenin en yüce Allah vergisi bir iş olduğuna inanan feylesoflar tarafından geliştirildi. Feylesofların Aristo hakkındaki derin bilgisi, meselâ, İbni Sina'nın (öl. 1037), Aristo'nun hemen hemen bütün eserlerini Buhara gibi Uzak Doğu'daki bir şehirde 18 yaşına basmadan önce bitirdiği gerçeğinde gözlenebilir.
Feylesofların karşılaştıkları en büyük güçlük İslâm dini ile Yunan felsefesini uzlaştırma konusunda olmuştur. Çünkü onlar -İslâmî düşüncenin zıddı olmasına rağmen- Yunan kaynaklarında geçen dünyanın ebedî olduğu ve her bîr ruhun ölümsüz olmadığı şeklindeki fikirlere sempati gösteriyorlardı. Bu meseleye değişik felsefeciler değişik tepkiler gösterdiler. En büyük üç felsefeciden, genel olarak Bağdat'ta yaşamış olan Fârâbî (öl. 950) bu meseleden en az rahatsızlık duyan kişiydi. Fârâbî aydınlanmış bir elit grubun kitleleri bağlayıcı ortak inançlardan rahatsız olmadan felsefe yapabileceğini düşünüyordu. Hatta, o bu düşüncelere hiç karışmamıştı ve onları toplumun bir arada tutulması için gerekli görüyordu.
Fârâbî'nin zıddına, ondan daha doğuda faaliyet gösteren İbni Sînâ, pek çok bakımdan sufî mistisizmine yaklaşan daha az rasyonalist bir felsefeyi savmıyordu. (Daha sonraları anlatılan bir rivayete göre İbni Sînâ bir sufî hakkında "benim bütün bildiklerimi o görüyor" demiş, buna cevap olarak sufî de "benim bütün gördüklerimi o biliyor" demiş). Nihayet Kurtuba'h İbni Rüşd (1126-1198) İspanya'da tam bir Aristocu olarak iki hayat yaşadı. Biri özel hayatı ki, burada aşırı rasyonalist bir kişi idi. Diğeriyse, sosyal hayatında resmî inanca hürmetkar ve hatta resmî sansür uygulayıcısı konumunda İdi. İbni Rüşd gerçekten mühim son İslâm felsefeci sidir. Ondan sonra rasyonalizm ya suflznûe. karışarak İbni Sînâ'nm yönüne kaydı veya müstakil varlığını sürdüremeyecek kadar akaid kurallarının çerçevesine sıkıştı. Ancak 850-1200 yılları arasındaki parlak günlerinde İslâm felsefesi Bizans ve Batılı krallıklarda mevcut her fikirden daha ileri ve sofistike idi.
Bu gerilemeden önce filozoflar, felsefî düşünce usûllerinde olduğu gibi fennî İlimler sahasında da önde gelmekteydiler. Genellikle aynı kişiler hem felsefeci hem de ilim adamı idiler. Çünkü Aristo hakkında şerhler üreterek geçimlerini sürdürmeleri hiçbir şekilde mümkün değildi. (Müderrislik yapabilecekleri bir üniversite yoktu). Fakat sadece astroloji ve tıp ile ilgili uygulamalar yaparak mülk ve makam kazanabilirlerdi. Astroloji bugün bize ilimden daha ziyade safsata gibi gelmektedir. Ancak Müslümanlar arasında kesin astronomi gözlemleri ile çok yakından ilgili bir "uygulamalı bilim"di. Müslüman müneccim gök cisimlerini dikkatle incelemiş, seyir ve hareket şekillerini önceden bildirmiş, daha sonra da bunları insanlarla ilgili olayların seyirlerine, özellikle de hanedanın talihlerine uyarlamak istemiştir. Gök cisimlerinin hareketlerini gözlemleyen bazı Müslümanlar, dünyanın kendi ekseni ve güneş etrafında dönüyor olmasını ihtimal dahilinde kabul etmişlerdir. Ancak bu teoriler gezegen yörüngelerinin dairevî olduğu gibi eski peşin hükümler yüzünden kabul görmemiştir. Bu yüzden, Müslüman müneccimler Batı üzerinde bu teorileri nedeniyle etkili olamamış, daha ziyade Yunanlıların en özenli eserlerinin bile çok ilerisinde bulunan çok gelişmiş rasatları ve uzay cisimlerinin hareketlerini değerlendiren tabloları ile etkili olmuşlardır.