- İskilipli Atıf Hoca

Adsense kodları


İskilipli Atıf Hoca

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
selsebil
Sat 31 October 2009, 06:59 pm GMT +0200
HOCA

  

Fert çerçevesinde, hem zulüm, hem de hak kanununa göre suçsuz ilk din mazlumluğunu, inkılâp tarihine göz atar atmaz, İskilipli Atıf Hoca'da görüyoruz. Bu muazzam şehit, hiçbir alâkası bulunmayan şapka tepkisinin ruhu farzedilmek veya bu mevzuda şeriat ölçüsünü temsil edici şahsiyet kabul edilmek gibi bir anlayışa kurban gitmiştir. Zira Şeyh Said isyanından sonra yüz bulan rejim, artık kavun koklarcasına din kokusu aldığı şahsiyetli insanları yaşatmamak niyetindedir.

  

Atıf Hoca'nın hayatı baştan başa macera ve çile doludur. Temsil ettiği parlak dinî şahsiyet her devrin «din allerjisi» belirten hareketlerini Atıf Hocaya yönelttiği için ilk tutuklanışı Meşrutiyetin başında ve Mahmut Şevket Paşa suikastının şüpheliler kadrosu içindedir. İttihatçılara, hususiyle «Donanma Cemiyeti» faaliyetleri bakımından büyük yardımları dokunan ve bu iş için «Nazar-ı Şeriatte Kuvay-ı Bahriye ve Berriye» isimli bir eser kaleme alan Atıf Hoca, «Zâlime yardım edene ALLAH aynı zâlimi musallat eder» mealindeki hadîs gereğince aynı İttihatçıların zulmüne uğramış ve Komite kendisini Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesi üzerine harman ettiği din adamları arasında «Eser-i Cedid» isimli bir vapura bindirerek Sinop Kale'sine sürmüştür.

  

Oradan Çorum'a, arkasından Boğazlıyan'a peşinden Sungurlu'ya sürgün ve derken:

  

—      Affedersiniz; bir yanlışlık oldu! Hitabıyle serbest bırakılış...

  

Bir de üstelik teselli mükâfatı: Atıf Hoca, İptidaî Dahil Medresesi Umum Müdürü...

  

Medreseyi kısa zamanda öyle ıslah ediyor ki, ismi her tarafa yayılıyor ve hem madde, hem de mâna cepheleriyle örnek medresenin ne demek olduğu görülüyor.

  

Ecnebiler bile bu örnek medresenin manzarasına hayran... Bir gün Amerikan elçiliğinden bir grup Atıf Hocayı ziyarete geliyor, ona İslâmiyet hakkında sualler yöneltiyor ve ayrılırken ihtiramların en taşkınını gösteriyor. Gruptan yaşlı bir Amerikalı Atıf Hoca'ya şöyle hitap ediyor:

  

—      Keşke genç olsaydım da talebeniz sıfatıyle yanınızda kalsaydım. Sizden feyz alsaydım...

  

Dünyaca meşhur bir İtalyan müsteşriki de Şeyhülislamlık kapısına başvurarak bazı suallerine cevap istiyor. Onu Atıf Hoca'ya gönderiyorlar. Atıf Hoca'yla saatlerce görüşüp ilmine hayran kalan müsteşrikin sözleri:

  

— Ben Arap ve Hind illerini gezdim ve birçok din âlimleriyle görüştüm. Hiçbiri beni sizin kadar doyuramadı.


Yıllardır fikrimi tırmalayan en karışık ve girift mes'eleleri siz çözdünüz. Her tarafa yayılan şöhretinizin ne kadar haklı olduğunu şimdi anlıyorum.

Atıf Hoca, İslâm âleminin her tarafından mektuplar alıyor, birçok dergide çıkan yazıları ve bazı risaleleriyle Fas'tan Hindistan'a kadar adını ulaştırmış bulunuyordu. Hattâ Fransa'da müsteşriklerin yayınladığı bir dergi, kendisinden yüksek bir telif ücreti karşılığında İslâmiyete ait yazılar istemişti.

  

Bazı ecnebi idareler altında bulunan İslâm toplulukları, Türkiye'ye heyetler göndererek Atıf Hoca'yı ziyaret ettirirler ve başta medreseler bulunmak üzere girişilecek ıslah hareketlerini Atıf Hoca'dan öğrenmek isterlerdi.

  

Atıf Hoca'dan faydalanmak isteyen İslâm âleminin başında Kırım vardı. Atıf Hoca'ya, belki makamların en üstünü olan üç ayaklı sehpanın hazırlanmakta olduğu günlerde, Kırım müslümanlarının reisi İstanbul'a gelmiş, Atıf Hoca'yı Kırım'a davet etmiş ve kendisine Evkaf Nezaretiyle beraber Kırım'daki bütün dinî müesseselerin ıslahı işini sunmuştu. Fakat Atıf Hoca, bu teklife, benzerlerine verdiği cevapla mukabele etmişti:

  

— Vatanımdan ayrılamam! İslâmi kalkınma davasının ilk merkezi Türkiye'dir. Başka bir yer olamaz! Atıf Hoca, yalnız ezberleme bir ilimle değil, o ilmin tefekkür hassası ve en ince hikmetleriyle de doluydu. Yâni gerçek ve derin mümin...

Hoca, bir akşam Yıldız sarayında Vahidüddin'in iftar sofrasında... Tam bir Avrupalı edasiyle yemek yiyor ve çatal - bıçağını bir diplomat itinasıyle kullanıyor. Beyaz sarık altında bu zarafet edası Sultanın gözünden kaçmadı:

  

— Sizi tebrik ederim Hoca Efendi Hazretleri; çatal -bıçak kullanmaktaki zarif ve hâkim edanızı pek beğendim. Halbuki çatal - bıçakla yemek yemeyi günah sayanlar bile var...

Hoca güzel yüzünü parıldatan bir tebessümle cevap verdi:

  

— Hayır, Şevketmeab; bu işde hiç günah yoktur! Peygamber Efendimiz, çatalın prensibini ortaya koyan ucu tırtıllı bir dal parçasıyle de yemek yedikleri gibi, kendilerinden sonra icat edilen temizlik vasıtaları ve faydalı âletlerin kullanılmasında da hiçbir dinî engel düşünülemez!

  

Bundan sonra Atıf Hoca, bazı yeniliklere karşı «bid'at» iddiasıyle karşı duranların halini ve «bid'at» sınırlarının ince noktalarını izah ediyor ve bütün iftar sofrasını kuşatanlarla beraber Padişahın hayranlığını kazanıyor. Kendisine, ayrılırken bir hediye vermek isteyen Hünkâr'a da, eşine az rastlanır bir faziletin şu sözleriyle karşılık veriyor:

  

—      Kulunuzu ihsan almaya alıştırmamanızı niyaz ederim, Efendim!

  

Padişah büsbütün hayran...

  

Atıf Hoca'da, maddî menfaat tiksintisi ve hediye kabul etmemek prensibi o kadar kökleşmiştir ki, bir gün evine, karısının iyi baklava yaptığı ifadesiyle bir tepsi getiren eski ve emektar bir odacısının masum ricasını da reddetmiş ve ertesi günü, adamın kalbini almak arzusuyle şöyle demişti:

  

—      Hediyeni kabul edemediğim için beni affet evladım! Öyle bir meslek ve dâva üzerindeyim ki, maddî menfaatin miskal kadarına bile tahammül edemem.

  

Atıf Hoca, aynı zamanda İslâmî ruhun büyük hamle ve hareket (aksiyon) mizacına da sahip...

  

«Teâli-i İslâm: İslâm'ın Yükselişi» isimli bir cemiyet kurmuş ve İzmir'in Yunanlılarca işgalinde ilk protesto sesi bu dernekten yükselmiştir.

  

Atıf Hoca, bu derneğin kurucusu ve reisi sıfatıyle, yanına o devrin din âlimlerinden bir heyet alarak, işgal altındaki İstanbul'da bulunan İtilâf kuvvetleri mümessillerine gidiyor. Yunanlıların İzmir'i işgal etmelerini şiddetle protesto ediyor ve istilâcıların çehrelerini hayret ve dehşet çizgileriyle dolduran şu sözleri söylüyor:

  

— Kötü politika yüzünden zebun düşmüş bir milletin zaafını bu dereceye kadar istismar etmek, hiçbir din ve insaf ölçüsüne sığdırılamaz! Gayeniz, Türk milletinin şahsında İslâm'a darbe vurmaksa bunu açıkça bildiriniz ki, biz de ona göre başımızın çaresine bakalım!

  

ESERLERİ:

  

Japonya Büyük Elçisi Baron Uşida, İstanbul'a ayak basar basmaz, ilk iş olarak, resmî ziyaretlerinin peşinden, şöhreti Japonya'ya kadar erişen Atıf Hoca'yı ziyaret etmiş, onunla başbaşa saatler geçirmiş, ayrılırken de şöyle demişti:

  

—      Sizin gibi birkaç hoca daha olsaydı, İslâmiyet bütün Doğu'yu, bu arada da Japonya'yı fethederdi.

  

İşte bu tesir ve mânanın sahibi Atıf Hoca, din yolundaki gayretlerinin fikir zemini olarak «Atıf Efendi Kütüphanesi» ismiyle bir yayın çerçevesi kurmuş ve şu eserleri kaleme alıp neşretmişti:

  

Mir'at-ül-İslâm (İslâmın Aynası)

İslâm Yolu

İslâm Çığırı

Din-i İslâm'da Müskirat

Nazar-ı Şeriatta Kuvay-ı Berriye ve Bahriye

Tesettür-ü Nisvan

Muayenetüt-Talebe (Öğrenci Ölçüleri)

Medeniyet-i Şer'iye

  

Ve bu 8 eserden sonra, kendisini darağacına göndermekte âmil olan veya kendisi gibi bir adamın yaşatılmaması fikrini ilham eden meşhur eseri: «FRENK MUKALLİTLİĞİ»

  

«FRENK MUKALLİTLİĞİ»

  

Cumhuriyetin birinci yılını tamamlamaya doğru gittiği bir zamanda (1340 - 1924) ve henüz İslâmî ölçüler hor görülmeye başlamamışken, hususîyle Şapka Kanunundan mevsimlerce evvel çıkan bu eser, şahsiyet ve asliyet müdafaacısı ve İslâm ruhuna tam uygun bir fikir yazısı arz eder ve sahibini mimletmekten ve ilk fırsatta yok etmek fırsatını aşılamaktan başka bir suç belirtmez. Zira Atıf Hoca, herhangi ezberci bir şeriat adamı değil, din öfke ve hamlesine sahip, som bir şahsiyettir ve böylelerinin yaşatılması, girişilecek bazı işler bakımından çok korkulu...

  

TEVKİF EDİLİŞ

  

Sene 1926... Sonbahar... İskilipli Atıf Hoca'nın, Aksaray'da, Lâleli'de, Fethibey caddesinde 1 numaralı evi...

  

Hoca, ikinci kattaki odasında sedire oturmuş, akşam namazının ezanını bekliyor. Birden yakındaki caminin minaresinden yanık bir ses... Hoca ezanı, içinden, kelimesi kelimesine tekrar ettikten sonra kıbleye dönüyor ve tekbir getirerek namaza giriyor.

  

Tam o anda zil sesi... Kapı çalınmakta... Atıf Hoca'nın haremi Zahide Hanım kapıda... Dışarıya sesleniyor:

  

— Kim o?

— Atıf Hoca'yı görmek istiyoruz?

— Hoca namazda...

— Siz kapıyı açın da bekleriz...

  

Kadın kapıyı açıyor. Kılık ve edaları şüphe verici üç adam... Sivil oldukları halde aynı meslekten olduklarını ihtar eden, üniformaya benzer bir üslûp birliği içindeler... Başlarında, yeni kabul edilmiş bulunan Şapka Kanunumuzun tatbikatına ait (fötr) biçimindeki müstekreh örnekler... Şu, Anadoluluların (foter) dediği nesne...

  

Meçhul insanlar içeriye girip taşlıkta beklemeye başlıyorlar.

  

Zahide Hanım yukarıya çıkıp selâm vaziyetinde bulduğu kocasına vaziyeti haber veriyor:

  

— Aşağıda meymenetsiz suratlı birkaç adam sizi görmek istiyor. Hallerini beğenmedim.

  

Atıf Hoca, gayet vakarlı, aşağıya inerken, en büyük telâşa, Melâhat isimli biricik kızında şahit oluyor.

  

Gelenleri gören genç kız fevkalâde ürkmüş, babasına koşmaktadır:

  

— Baba, kim bunlar? Ne istiyorlar?

— Sakin olun! Heyecana kapılmanın mânası yok... Ben de bilmiyorum gelenleri... Şimdi göreceğim... Ama kaç gündür etrafımda dolanan hafiye kılıklı insanlara bakılırsa herhalde polis...

  

Atıf Hoca, gayet metin aşağıya inip gelenlerle karşılaşıyor:

— Selâmünaleyküm...

— Aleykümüs-selâm...

— Ne istiyorsunuz?

— Evi arayacağız!

— Siz polis misiniz?

— Evet, Birinci Şube memurlarından.

— Bu hususta resmî bir vesikaya, mahkeme kararına mâlik misiniz?

— Hayır; fakat aldığımız emir böyle!

— Emir kâfi değil... Kanunî selâhiyetinizi tesbit edici bir vesika lâzım... Ama buyurun, hakkımı aramıyorum, her tarafı arayabilirsiniz!..

  

Memurlar üst kata çıkarak Atıf Hoca'nın kütüphanesine giriyorlar. Hoca, kendilerini, rahat iş görmeleri için yalnız bırakıyor ve yatak odasına çekiliyor. Memurlar, girdikleri kütüphane odasında tavana kadar yükselen kitap raflarına atılıyor ve tek tek kitapları elden geçirmeye başlıyorlar. Yazı masasının da üstü ve gözleri en küçük kâğıt parçasına kadar eleniyor ve zavallı din adamının yıllardır en titiz emekle nizamladığı oda, yangın yerine döndürülüyor.

  

Manzarayı kapı aralığından takip eden kızı Melâhat, birdenbire yere düşüp bayılıyor. Atıf Hoca bir taraftan kızını ayıltmağa çalışırken, öbür taraftan da haremine, misafirlere kahve pişirmesini tembihlemeyi ihmal etmiyor.

  

Zahide Hanım nefretle haykırıyor:

  

— Aman efendi, evimizi basanlara bir de kahve mi ikram edeceğiz?

  

Atıf Hoca'nın cevabı:

  

— Ziyanı yok hanım, onlar da insan ve müslüman. Ne yapsınlar, emir kulu onlar...

Kahveler pişirilip getiriliyor. Atıf Hoca onları memurlara eliyle ikram ediyor.

Evin aranması gecenin geç vaktine kadar sürdü. İş bittikten sonra polis ekibinin şefi Hoca'ya şöyle hitap etti:

  

— İşimiz bitti Hoca Efendi, alacaklarımızı aldık. Şimdi iş sizi Müdüriyete götürmeye kaldı!

Haremi ve kızı birer çığlık sesi çıkarırken Hoca'da çarpıcı bir vekâr ve tevekkül:

  

— Buraya kadar mı emir aldınız?

  

— Evet, Hocam!

  

— Elinizde, tabiî bir tevkif müzekkeresi de yok!..

  

— Dedik ya, emir böyle... Hem biz sizi tevkif etmiyoruz ki... Beş dakika için Müdüriyete kadar gelip birkaç tesbitten sonra evinize döneceksiniz!

  

— Öyle olsun, diyor Hoca; kapınıza kadar da gidelim. Buyurun!..

Hoca, başına sarıklı fesini ve sırtına latasını geçirirken, kadınlar hıçkıra hıçkıra ağlamaktadır. Melâhat, babasına sarılmış, haykırmakta:

  

— Baba beni kimlere bırakıp da gidiyorsun)?

  

— Seni ALLAH'a emanet ediyorum... ALLAH'ın kaderine baş eğmeyi biliniz!

Atıf Hoca'nın darağacında şehid oluşundan bir müddet sonra bütün bu tevkif tablosunu çizen Melâhat Hanım:

  

— Babamı, diyor, işte bu son görüşümdü.

  

Atıf Hoca'yı Müdüriyette bir hücreye tıkıyorlar. Penceresi tepeden avlu tarafına açılan boş ve pis bir oda... İçinde (banko) dedikleri tahta bir sıradan başka eşya yok...

  

Memurlar:

  

— Şimdi çağırılırsınız! İşin biter, evine dönersin! Diyerek Atıf Hoca'yı diri diri mezara gömmüşlerdir.

  

Ne soran, ne arayan, ne de hesaba çeken... Fakat Atıf Hoca'yı en çok üzen şey, bütün bunlar değil de, namazlarını kaybetmek kaygısı... O gece yatsıyı kaçırmamak için abdest almak üzere kapısını vurup izin almak istediği halde kendisine ses veren olmuyor. Sabah namazı için de aynı şey... Bu Çin işkencesine benzer vaziyet karşısında Hoca'nın çektiği acıyı hayal edebilmek lâzım... Ne evinde suç belirtici bir şey bulunabilmiş, ne de suçunun ne olduğuna dair bir itham karşısında kalmıştır.

  

Sabahleyin Zahide Hanım Müdüriyette:.

  

— Kocamı görmek istiyorum!

  

— Hayır, diyorlar; göremezsin!.. Hiç kimseyle temas edemez! Yasak!..

  

Bu manzara karşısında içi burkulan bir polis memuru dayanamıyor ve Zahide Hanım'a:

  

— Bir dakika, hanım, diyor; ben gidip Hocayla görüşeyim, bir isteği veya diyeceği olup olmadığını size haber vereyim!

  

Memur gidip geliyor:

  

— Cevabı şu: İyiyim merak etmesinler, ALLAH'a bağlansınlar! Bana yalnız bir yatak göndersinler! Başka bir ihtiyacım yok!..

  

Kadıncağız koşa koşa evine gidiyor; iman renkli ve İslâm kokulu, bembeyaz ve misk gibi çarşaflarla kalın bir şilte çekip, Müdüriyete getiriyor ve polis âmirine yalvarıyor:

  

— Yanınızda bir dakika, bir dakikacık, görmeme izin vermez misiniz bizim efendiyi?

  

— Hayır, diyorlar; göremezsiniz!

  

Zahide Hanım melûl melûl Lâleli'deki evine dönüyor.

Kızıyla ağlaşırken, dertleşirken hiç beklenmedik bir anda çalınan kapı... Kapıda, aynı kaşıktan çıkmış un helvaları gibi öbürlerini andıran, sivil kılıklı biri:

  

—  Ben Birinci Şubedenim! Hoca Efendi'ye büyük saygı ve sevgim var... Bütün eserlerini okudum ve bazı derslerinde bulundum. Telâş ve ıstırabınızı tahmin ettiğim için sizi teselliye geldim. Hiç merak etmeyiniz! Müdüriyete getirilen evrak ve kitaplar arasında sorumluluğu gerektirir bir şey bulunamadı. Pek yakında serbest bırakılması lâzım...

  

Fakat Hoca, Müdüriyetteki loş hücresinde, yere serilmiş dantelâlı ve işlemeli yatağına oturmuş, doğup battığını göremediği güneşleri sayıklamakta ve günler geçtiği halde bir türlü hesaba çekilmemekte, müdafaasını yapabileceği bir itham ile karşılaşmamakta... Sadece eşkıya elinde bir rehine gibi, bekletilmekte...

  

Günün birinde Zahide Hanım'ın kulaklarına, erimiş kurşun gibi dolan bir haber:

— Hoca'yı Trabzon'a gönderiyorlar!

Zahide Hanım basma örtüsünü çekip Müdüriyete koşuyor ve Birinci Şube Müdürünün karşısına dikiliyor:

  

— Hoca'yı Trabzon'a gönderiyorlarmış... Öyle mi? Müdür kaşları çatık bağırıyor:

— Kimden aldın bu haberi? Hemen söylemezsen evine dönemezsin!

Zahide Hanım, daha sert haykırıyor:

— Kimden aldımsa aldım! Bana bu haberi filân memur verdi mi diyeyim? Böyle bir şey olmuş olsa bile isim verebilir miyim?.. Hâlbuki yok böyle bir memur! Ben kocam hakkında bilgi istiyorum sizden... Hakkımı istiyorum! Bildirmeye mecbursunuz! Siz müslüman değil misiniz? Nedir, şu Moskof gâvuruna yapılamayacak şeyleri, müslüman bir din adamına reva görmeniz?

  

Kadın öylesine çıkışıyor ve tepiniyor ki, müdür şaşırıyor ve hiçbir mukabelede bulunamıyor, sadece öfkesi başına vuran bu kadını başından savmayı düşünüyor:

— Çekil, hanım, karşımdan ve evine git! Neticeyi tevekkülle bekle! Biz de emir kullarından başkası değiliz!

  

Aynı gün Zahide Hanım'ın kapısında, içi tam bir iman ve merhamet ateşiyle kaynayan memur:

  

— Hanım, hemen başını ört ve fırla! Hoca'yı Galata'dan kalkacak olan vapura götürüyorlar... Belki yolda yakalarsın!

Deli gibi fırlayan Zahide Hanım, köprü üstünde kocasını yakalıyor. İki polis arasında, ancak katillere mahsus bir emniyet tertibatı içinde Galata rıhtımına doğru götürülmektedir.

  

Zahide Hanım kocasının üzerine atılıyor:

  

— Efendi, efendi!

  

Polisler Zahide Hanım'ı şiddetle iterek kocasıyla konuşmasına engel oluyorlar. Arkadan gelen üçüncü bir memur, kadıncağızı yaka - paça sürüklemeye başlıyor. Kadın, kaplan gibi atılıp kocasına mendil içinde bir şey uzatıyor:

  

— Para!

  

Ve ancak bunu söyleyebiliyor.

Kadını, manzaraya dehşetle gözünü diken bir halk yığını içinden sürükleyip uzaklaştırıyorlar.

Atıf Hoca'yı, Trabzon yerine Giresun'a götürdüler.Kendisini hesaba çekecek İstiklâl Mahkemesi oradaymış. Bu mahkeme karşısında Atıf Hoca, hilkat eliyle yontulmuş, nuranî bir masumiyet heykeli şeklinde boy gösterdi.


Mahkeme, Atıf Hoca'yı suçlandırıcı hiçbir vesika, delil, işaret, hattâ şahadet bulunmadığını tesbit ve Hoca'yı İstanbul'a iade etti.

  

Öyle ki, Mahkeme âzasından biri şu açık beyanda bulunmaktan kendisini alamadı:

«— Âlim ve fazıl bir din adamını türlü eziyetlere sokup boş yere buraya kadar göndermişler!.. Ortada itham sebebi olabilecek hiçbir şey yok!..»

  

Atıf Hoca, İstiklâl Mahkemesi heyetiyle aynı vapurda İstanbul'a gönderildi. Fakat evine gönderileceği yerde Polis Müdüriyetine teslim edilmek şartıyle...

  

Atıf Hoca, yine Müdüriyetteki mahut hücresinde... Bu defa, kontrolden geçirilerek, evine bir mektup yazmasını kabul ediyorlar. İşte, kelimesi kelimesine mektup:

  

«Bugün Karadeniz vapuru ile İstanbul'a getirildim. İstiklâl Mahkemesi heyeti de bizimle beraber İstanbul'a geldi. Giresun'da vukua gelen bir hâdisede kitap dolayısıyle beni alâkadar zannettiler. Bilâhare alâkam olmadığı tebeyyün eyledi. Orada olan sû-i zandan halâs oldum. İnşaallah burada halâs olurum da yakında kavuşuruz. Bizim talebeden Hamdi Efendi vasıtasıyle size bir sepet elma gönderdim. Lehülhamd sıhhat ve afiyet yerindedir, inşaallah cümleniz iyisinizdir. Tabiî Polis Müdüriyetine sevk olunduk. Orada yoklarsınız. Kızım Melâhat merak etmesin, mektebe devam ve işine dikkat etsin! Semih oğlan ne yapıyor. Yaramazlık ediyor mu? Mektebine devam etsin, dersini güzel güzel okusun!


İnşaallah yakında gelip onu dinleyeceğim. Baki sıhhat ve selâmetinizi temenni eylerim.»

Atıf Hoca'nın mektubunda, «Giresun'da vukua gelen bir hâdise» diye işaret ettiği,, suçlandırılmasında esas tutulan bahane şudur:

  

Giresun'da —belki de bir tertip eseri olarak— garip ve muvazenesiz bir adam, sokak ortasında avaz avaz haykırarak şapka giymeyeceğini ilân ediyor. Polisler adamı yakalıyorlar ve suale çekiyorlar:

  

— Niçin giymez misin şapkayı?

  

Adam, herhalde tertip icabı, rolünü şu cevabı vererek oynuyor:

  

— İstanbul'da yüksek din âlimlerinden Atıf Hocayla mektuplaştım. Kendisi, bana cevap olarak şeriatın şapka giyilmesine müsaade etmediğini ve bu fiilin din gözüyle küfür olduğu cevabını verdi. Ben de bunun üzerine şapka giymemeye karar verdim!

  

Hâdisenin bir tertip eseri olduğu şuradan belli ki, kimse bu garip ve muvazenesiz adama:

  

— Şapka giymemeye karar verdinse bu kararını sokaklarda ve halk arasında bağırmak lüzumunu neden duydun ve nereden aldın? Bunu da sana Atıf Hoca mı telkin etti?

Diye sormuyor?

  

İstiklâl Mahkemesinin bilgisi dışında politikanın tertibi olan bu iş, İstanbul'dan başlatılıp İstanbul'a intikâl ettiriliyor ve işte din vecdi içinde, hain ve hasis dalavereleri görmesine imkân olmayan masum Hoca, sırf FRENK MUKALLİTLİĞİ eserinin sahibi olduğu için, en âdi bir tertiple, vak'a mahalli Giresun'da İstiklâl Mahkemesi karşısına çıkarılıyor. Fakat oradaki Mahkeme, tertiplerin bu kadar âdisine kıymet vermiyor, mahut garip ve muvazenesiz insan, Atıf Hoca'nın kendisine yazdığını iddia ettiği mektubu çıkarıp gösteremiyor, mektubu kaybettiğini söylüyor, Atıf Hoca da hâkimlere:

  

— Ben bu adamın yüzünü rüyamda bile görmedim ve kimseden ne böyle bir mektup aldım, ne de kimseye böyle bir mektup yazdım.

  

Deyince, hakikat, anadan doğma bir çıplaklıkla meydana çıkıyor.

  

Ortada, kala kala «FRENK MUKALLİTLİĞİ» isimli kitap kalıyor ki, bu mücerret ilmî eser de, şapka kanunundan çok önce neşredildiği ve hiç de böyle bir teşebbüsü tahmin yoliyle kaleme alınmadığı için herhangi bir suç teşkil etmekten uzak bulunuyor.

  

Öyleyse, İstiklâl Mahkemesinin kendisini takip dışı bırakmasına rağmen nedir Atıf Hoca'nın üzerinde hiç gevşemeyen siyasi baskı?.. Şudur ki, Atıf Hoca, herhangi bir fiil bahane edilerek ortadan kaldırılmalıdır. Bu işi de, ilk verildiği Mahkeme yerine getiremediği, o derecede kara bir vicdan taşımadığı için, şimdi bir başkasına, birincinin yapamadığını yerine getirebilecek ikinci bir organa başvurmak gerekiyor.

  

Öyle oldu, Atıf Hoca, Ankara'da adalet tevziiyle meşgul olan en korkunç İstiklâl Mahkemesine, « Kel Ali» namiyle maruf Ali Çetinkaya'nın başkanlık ettiği Mahkemeye sevkedildi.

  

Kocasından aldığı mektup üzerine doğru Müdüriyete koşan Zahide Hanıma verilen cevap:

  

— Hoca, bir saat kadar evvel Müdüriyetten çıkarılarak, Ankara'ya gönderilmiştir.

  

Kadıncağız derhal Haydarpaşa'ya koşuyor, orada kocasını buluyor ve memurların merhametinden faydalanarak, tevkifinden beri ilk defa Atıf Hoca ile doya doya konuşuyor ve işte Giresun Mahkemesine ait bütün tafsilâtı kocasından orada alıyor.

  

Derken düdük sesleri ve dönen tekerlekler... Atıf Hoca, üçüncü mevki bir kompartımanın penceresinde, hüngür hüngür ağlayan eşine diktiği gözleri yaşlı, küçüle küçüle kaybolmaktadır. Ankara onun için, üç ayaklı sehpanın arsasından başka bir yer değil...

  

Ankara İstiklâl Mahkemesi Atıf Hoca'yla birlikte birçok hocanın muhakemesine hazırlanmaktadır. Bunlar arasında


Uşaklı Hoca Süleyman, Uşak İmam-Hatip Mektebi Müdürü Antepli Salih Efendi, Bozrıklı Ahmed ve Sultaniydi Durmuş Hocalarla, Dağıstanlı Şeyh Şerefüddin ve arkadaşları vardır. Bunların hepsi şapka dâvasına muhalefetten ve Rize, Erzurum, Giresun, Sivas ve sair yerlerdeki taşkınlıkları körüklemekten sanık...

  

Bilhassa Uşak İmam-Hatip Mektebi Müdürü Antepli Salih Hoca, en fazla sıkıştırılanlardan... Aralarında şapka hadiseleriyle hiçbir alâkası olmadığı halde ithamın merkezi yerinde tek şahsiyet yine Atıf Hoca...

  

Mahkeme Reisi Antepli Salih Hoca'ya soruyor:

  

— İskipli Atıf Hoca'yı tanıyor musunuz? Kendisiyle herhangi bir münasebetiniz oldu mu?

  

Salih Hoca cevap veriyor:

  

— İskipli Atıf Hoca'yı öteden beri tanırım. Kendisine bâzı ticarî eşya da göndermiştim. İstanbul'a her gidişimde kendisini ziyaret etmek mutadımdı.

  

Mahkeme Reisi, şu gayet manalı nokta üzerinde duruyor:

  

—  Eserlerini okudunuz ve yayılmalarına çalıştınız mı?

  

Salih Hoca, gayet safdil ve samimî, mukabele ediyor:

  

—  Evet, geçen yılın Şubat ayında, bana, «FRENK MUKALLİTLİĞİ» isimli eserinden 60 nüsha göndermişti. Bunları satamadım. Ramazanda İstanbul'a geldiğim zaman da, kendisini Hakkâklerdeki kitapçı dükkânında gördüm.

  

Başkan, bu ifade karşısında her suçu «FRENK MUKALLİTLİĞİ» eserinde görürcesine Salih Hoca'yı sıkıştırıyor ve bu kitaptan kendisine hangi tarihte gönderilmiş olduğunu soruyor. Salih Hoca, günü gününe hatırlayamayacağı cevabını verince de dayatıyor:

  

— Ayını olsun, hatırlayınız!

  

Kitabın gönderildiği yıl ve ay malûm olunca, Başkan iç niyetini ağzından kaçıyor:

  

— Tamam! İşte o sırada bahriyelilerin serpuşlarında, şapkaya doğru bir hareket olarak küçük bir «siper-i şems» (Güneş siperi) kabul edilmişti.

  

İyi ama, şapka kanununa arada bir hayli zaman mesafesi olduğu düşünülmüyor; böylece, şapka aleyhindeki bir fikrin kanundan önceki intişarı bile suç sayılmış oluyor.

Hukukî vaziyet ve netice:

  

Atıf Hoca, kanundan sonra şapka aleyhinde hiçbir tavır almamış ve bu işe karışan fertlerin hiçbiri üzerinde telkinde bulunmamıştır.

  

Kanaatini yalnız vicdanında saklamış ve bu kanaatin, şapka kanunundan çok önce eserini yazmış olmasına rağmen sahibi olduğu için idam edilmesi gerekmiştir.

  

Bu sebepledir ki, şapka hâdiselerine katılanlara, kendi öz fiillerinden evvel, Atıf Hoca'nın eserini okumuş olup olmadıkları sorulmaktadır. Sanki hâdiseyi topyekün körükleyen yalınız bu eserdir ve o yazılmış olmasaydı hiçbir hâdise çıkmayacak olduğunda şüphe yoktur.

  

Aynı tarihte, İstanbul'da Beşinci Asliye Ceza Mahkemesinde bir duruşma cereyan ediyordu:

İstanbul'da Evkaf Umum Müdürlüğü «Kuyud-u Vakfiye» Müdürü İzzeddin Bey isimli biri, şapkaya sövüp saydığı için savcılıkça hâkim huzuruna çıkarılmış ve kendisine bu şapka nefretini kimden aldığı sorulmamıştı. Halbuki İstiklâl Mahkemesi için böyle değildi: Onca, şapka aleyhtarı hareket, din duygusundan değil Atıf Hoca'nın eserinden geliyordu.

  

İşte yalnız bu maksatladır ki, İstiklâl Mahkemesi, şapka isyanına karışanları Atıf Hoca etrafında halkalamak istedi ve aynen şu kararı verdi ve isyancılara şöyle hitap etti:

  

«— Harekâtınızın, Erzurum, Giresun, Rize, Sivas isyanlarında âmil olan İstanbul'daki Atıf Hoca ve hempalarının meselesiyle alâkadarlığına vâkıf olan heyet, dâvanızın onlarla birlikte bir kül olarak rûyetine karar verdi.»

  

Atıf Hoca'nın «hempaları» dedikleri şahıslar arasında sırf, dinî hüviyetlerinden sanık olarak meşhur ilim adamı «Tahir-ül-Mevlevî» ve daha birkaç kişi bulunuyordu.

  

Bu muhakemeler arasında Maraş isyanı da ayrı bir yer tutuyordu. Maraşlı maznunlardan eski Maraş Mebusu Nasib Efendi, Reisin:

  

— Niçin şapka giymedin ve giymiyorsun? Sualine şu cevabı vermişti:

  

— Maraş malûm, baştanbaşa MÜSLÜMAN diyarıdır. Lâzım olduğu kadar şapka getirilmemiş olduğundan ben de başıma giyecek şapka bulamamıştım. Bundan dolayı da buraya gelinceye kadar başım açık gezdim. Bunun suç olduğunu bilmiyordum. Hiçbir kanunda da esasen «Başı açık gezmek yasaktır ve cürümdür» diye bir kayıt ve madde yoktur!

  

Maraş şapka isyanı muhakemesinin Öbür sanıkları da aynı şeyi söylemişler, kanunun neşri zamanında Maraş'ta ve hiçbir dükkânda şapka bulunmadığını ve bu yüzden başaçık gezdiklerini bildirmişler ve bunun suç sayılmayacağını ileriye sürmüşlerdir.

  

Bu arada Süleyman oğlu Mehmet isimli birinin, Maraş isyan kafilesinin başına geçip, elinde bayrak:

  

— Şapka giymiyeceğiz!

  

Diye bağırdığı tespit ediliyor ve reis maznunlara soruyor:

  

— Ya buna ne dersiniz? Bu kafilede bulunanlar aynı suça iştirak etmiş demek değil midir?

  

Cevap:

  

— Olabilir efendim; takdirinize kalmış bir iş...

  

' Epey uzun süren Maraş isyanı duruşması sonunda 7 idam, 7 kişiye onbeşer, 9 kişiye onar, 1 kişiye de 3 yıl hapis kararı...

  

Ocak (1926) ayının 21 inci Perşembe günü celsesinde Giresun şapka isyanı ve irtica hareketi duruşmasına başlandi. Bu hareketle alâkaları oldukları görülen Fatih Türbedarı Hacı Hasan, Konyalı Hoca Tahir, Dağıstanlı Fettah, Eğinli Mustafa, Yağlıkçızade Hüseyin Efendiler de işin içinde..

  

Reis bunlara, hususiyle Yağlıkçızade Hüseyin Efendiye sual yöneltiyor:

  

— İskilipli Atıf Hoca'yı tanır mısınız? Ve siz, Yağlıkçızade, onun kitaplarından «Tesettür-i Nisvan: Kadınların örtünmesi» adlı eserle «FRENK MUKALLİTLİĞİ»ni Isparta’ya gönderdiniz mi?

  

— Hayır!

  

Maraş isyanı, bütün sebep ve müessirleriyle ortadadır ve bu bakımdan Atıf Hoca, yer-yer bütün duruşmalarda, bâzılarının kendisininkiyle birleştirilmesi şeklinde daima güdücü farzedilmekte ve merkezî itham mevkiini muhafaza etmektedir.

  

Nihayet, Maraş, Giresun ve Trabzon muhakemeleri peşinden, sıra Atıf Hoca'nınkine geliyor.

  

MUHAKEME

  

Atıf Hoca heyet önüne çıkarılmadan, aynı tarzda, fakat hafif bir ithama hedef tutularak hesaba çekilen ve aralarında Ömer Rıza (Doğrul) ve Dağıstanlı Seyyid Tahir gibi muharrirler de bulunan bir grup vardır. Bunlardan «Yeni Kafkasya» mecmuası sahibi Seyyid Tahir Efendi şu ifadeyi veriyor:

  

— Anadolu, Kafkasya ve Asya Türklerini birbirine tanıtmak ve yaklaştırmak için neşriyat yapıyorum. Hepimiz din kardeşiyiz ve bu kardeşlik merkezinde birleşmeliyiz. Benim dâva ve gayem bundan ibarettir. Şapka meselesinde herhangi menfi bir telkin ve rolüm olmamıştır.

  

Reis:

— İyi ama, diyor; siz vaktiyle İsviçre'de bulunduğunuz sıralarda şapka giymekte tereddüt etmemiş bir insan olduğunuz hâlde, burada, şapka giymek istemediğiniz, üstelik başınıza sarık geçirdiğiniz söyleniyor. Ne dersiniz?

  

— Sarık, bellibaşlı şekliyle sünnettir; ve sünnete uymayı istemek her Müslümanın hakkıdır.

«Tevhid-i Efkâr» Gazetesi muharrirlerinden Ömer Rıza (Doğrul)un ifadesi:

  

— 1890 yılında Kahire'de doğdum. Mısırlıyım ve Mısır tâbiiyetindeyim. Dinî ve içtimaî makaleler yazarım.

  

Ömer Rıza'nın bu başlangıcı reis Ali Çetinkaya'yı fena hâlde sinirlendiriyor:

  

— Bu nasıl giriş? Mısırlı olduğunuzu söyliyerek kendinize bir imtiyaz mı arıyorsunuz? Bu memlekette ecnebi rolü oynayarak bir hak sahibi olabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Size, bu tavrı üzerinizden atmanızı ihtar ederim!

  

Ömer Rıza ezilip büzülüyor ve ağzından «estağfurullah, affedersiniz!» kelimelerinden başka bir şey çıkmıyor.

  

Ömer Rıza'nın bu tavrı o zamanın Halk Partili kalemlerine o kadar giran geliyor ki, Falih Rıfkı Atay «Hâkimiyet-i Milliye» gazetesinde başlıyor haykırmaya:

  

«— Türk milletine şapka giydiriyoruz diye tekmil memleketi al kana boyamak isteyen mürtecilerle beraber İstiklâl Mahkemesi iskemlesinde tesadüf ettiğimiz bu halis Müslüman, İngiltere devlet-i fahimesiyle müftehir bir Mısırlı gururiyle bakıyor. İşte şeriat kahramanlarının içyüzü!., iki sene evvel Ankara düşmanları tarafından bulandırılan su duruldukça, vaktiyle görmediğimiz ne facialar meydana çıkacak, cübbelerini pasaport bohçasına çevirmiş ne sarıklı ecnebilere tesadüf edeceğiz!»

  

1926 yılının 26 Ocak. Salı günü, Atıf Hoca, ilk defa İstiklâl Mahkemesi huzurunda...

  

Başkanlık makamında Kel Ali... Ayrıca Kılıç Ali ve Necib Ali'ler... «Ali» isminin, mânada ve kelimede delâletine ters tarafından mazhar üçüzlü çete...

  

Dinleyici yerleri tıklım tıklım... Zira şapka isyanının ruhu kabul edilen insan muhakeme edileceği gibi, onunla beraber Tahir-ül Mevlevi de hesaba çekilecektir.

  

Umumî efkârda kanaat şu:

  

Bütün aramalara, taramalara rağmen Atıf Hoca üzerinde şapka isyanıyle alâkalı en küçük bir itham vesilesi bulunmadığına en basit bir teşvik ve tahrik izine rastlanmadığına göre berâet kararı emindir.

  

Bu umumî efkâr bilmiyordu ki, Atıf Hocanın mahkûm edilmesi için, delil, vesika, itham unsuru diye bir şeye ihtiyaç yoktur ve o mübarek adam, kendisiyle, hüviyetiyle ve şahsiyetiyle evvelden hükümlüdür.

  

Atıf Hoca ışıklı çehresiyle, hâkim makamındaki tiplerin karşısında...

  

— Oturunuz! Oturdu.

  

— Şahit, kitapçı Abdülâziz!

  

Kitapçı Abdülâziz şahit parmaklığında:

  

— Ben siyasetle meşgul bir insan değilim. Kitap basmak ve satmakla geçinirim. Bastığım ve sattığım kitapların güttüğü gayelerle de hiçbir iştirakim yoktur. Atıf Hoca'yı Babıâli'de ve irfan muhitlerinde herkesin tanıdığı gibi ben de tanırım. Şimdiye kadar neşrettiği risale ve kitapları, arzettiğim gibi, sırf meslekî alâkam dolayısiyle sattım. Bahsedilen «FRENK MUKALLİTLİĞİ» kitabından da sattım. Kimlere sattığımı bilemem. Bir seneden fazla zaman geçmiş bulunuyor. Yalnız şu kadarını söyliyebilirim ki, benden kitap satın alanlar münevver kişilerdir.

  

İkinci şahit, yine Bâbıâlinin meşhur kitapçılarından Mihran Efendidir:

  

— Atıf Hoca'yı şahsiyle tanımam. Fakat kitap yazan bir âlim olarak bilirim. Birçok eserini sattım. Bu arada, bahis mevzuu eserden de 25 adet sattığımı hatırlıyorum.

— Kimlere sattığınızı da hatırlıyor musunuz? Ermeni kitapçı gülümsedi:

— Nasıl hatırlayabilirim. Vapur bileti satan gişe memuru kimlere bilet verdiğini hatırlayabilir mi?

— Ukalâlık etme! Dosdoğru cevap ver!

— Başüstüne efendim! Kitap sattığım 25 kişi arasında bence maruf hiç kimse yoktur.

— Hangi tarihte sattığınızı da bilmiyor musunuz?

— Kitabın yeni çıktığı zaman... Demek ki, iki yıl kadar önce... Bir kitap, çıktığı ilk anlarda satılır. Sonra satış seyrekleşir.

— Yâni şapka kanunundan biraz evvel ve sonraki tarihlerde satmış değilsiniz?

— Evet efendim!

— Çekilebilirsiniz! Tahir-ül Mevlevi Efendi, ayağa kalkınız!

Tahir-ül Mevlevî ayakta...

— Uğraştığınız iş nedir?

—  Darüşşefaka mektebinde edebiyat muallimiyim. İşim-gücüm okumak ve okutmaktır.

— Bağlı olduğunuz bir cemiyet var mıdır?

— Evvelce İttihat ve Terakki Cemiyetindeydim. Bir aralık «Teâli-i İslâm Cemiyeti»ne de girmiştim. Şimdi hiçbirinden değilim. Arz ettiğim gibi yalnız okumak ve okutmakla meşgulüm.

— «Teâli-i İslâm Cemiyeti»nden niçin ayrıldınız?

— Bu cemiyete sâf mânada dine hizmet etmek, İslamiyete inkişaf vermek için ilmî bir gaye uğrunda girmiştim. Adının da delâlet ettiği gibi, Cemiyetin gayesi de esasen buydu. Fakat bir müddet sonra bâzı cemiyet mensupları hedefi bulandırdılar. Yanlış yola saparak ilmî gayeden uzaklaştılar. Cemiyeti siyasete âlet etmek temayülüne düştüler.

  

Bunun üzerine, Cemiyetin gidişini ilmî gayeme uygun görmediğim için çekilmek zorunda kaldım.

  

Peşinden mukadder sual:

  

— Atıf Hoca'yı elbette tanırsınız! Nasıl tanırsınız? Ta-hir-ül Mevlevi tereddütsüz cevap verdi:

  

— Alim ve fazıl bir hoca olarak tanırım. Vatanına bağlı birçok münevver yetiştirmiş, kanaatlerinde celâdet sahibi bir insan... Atıf Hoca geçen Kurban Bayramı bana sokakta tesadüf etmiş ve Şeyhülislâm Mustafa Efendi'nin «Kuva-yı Milliye» aleyhinde bir beyanname hazırlattığını ve bunu bütün din âlimlerine imzalatmak üzere gezdirmekte olduğunu söylemişti. O zaman doğru Şeyhülislâmlık dairesine giderek Mustafa Sabri Efendiyi görmüştük. Bu harekete şiddetle itiraz etmiş ve demiştik ki: «Nasıl olur-, vatan müdafaası yolundaki bir harekete din temsilciliği makamı nasıl böyle bir mukabelede bulunabilir? Hem, dinî kisvenin siyaset kılığına bürünmesi nasıl caiz olabilir? Bu işten vaz geçin ve siyasetten elinizi çekin!» 20'bin nüsha basılıp dağıtılan bu beyannameyi imzadan, ben ve Atıf Hoca kaçındık ve ona şiddetle karşı koyduk. Bunun üzerine beni Ziraat Nezaretin -deki vazifemden attılar. Şu arzettiğim keyfiyet beni ve Atıf Hoca'yı izah eder kanaatindeyim.

  

Reis ihtar etti:

  

— Bu hikâyeleri geçelim! Siz, Atıf Hoca'nın «FRENK MUKALLİTLİĞİ» eserinden dağıttınız ve sattınız mı?

  

— Evet, eserin intişarında 5 nüsha sattım.

  

— Bu kadar yeter! Oturunuz! Reis Atıf Hoca'yı ayağa kaldırdı.

  

Atıf Hoca, sakin ve mütevekkil, İstiklâl Mahkemesi üyelerinin nazarları karşısında... Hep kendi mihveri etrafında gidip gelen bu dolambaçlı yollardan sonra sıra kendisindedir.

  

İlk sual:

  

— Bu zamana kadar başka bir mevkufiyetiniz oldu mu?

  

— Evet, 31 Mart hâdisesinde, aynen böyle, sebepsiz olarak tevkif edilmiş ve bir hafta kadar tutuklu kalmıştım. Ondan sonra da Mahmut Şevket Paşa vak'asından ötürü Sinop'a sürüldüm. Sebebini hâlâ bilemediğim bu sürgün de birbuçuk yıl devam etti.

  

— Nasıl olur da sebebini bilmezsiniz?

— Bildirmezlerse nasıl bileyim? Sorduğum hâlde doyurucu bir cevap alamadım. Ancak, sonunda «Affedersiniz, bir hatadır oldu!» dediler ve beni bıraktılar. Demek ki, sebep hatadan ibaretmiş!

  

Reis, Atıf Hoca'ya, onu kemirmek isteyen gözlerle baktı:

  

— Ne zamandan beri siyasetle uğraşıyorsunuz? Atıf Hoca'nın dudaklarında mahzun bir tebessüm:

  

— Hiçbir zaman siyasetle uğraşmadım. Kitaplarım arasında bile bu mevzuda tek eser yoktur. Bütün hayatımı dinî ilim ve irfana bağlamış bulunuyorum.

  

— Ya teşkil ettiğiniz cemiyetler?

  

— Onlar da ilmî cemiyetlerdir. Yalnız bir defa siyasete benzer bir harekette bulundum ama, o da vatan kaygısıyladır ve günlük politikanın üstündedir. Yunanlıların İzmir'i işgali üzerine bir beyanname hazırlayarak, İstanbul'da, İtilâf Devletleri mümessillerine vermiş ve bu şenî tecavüzü protesto etmiştik. Eğer bu hareketimize siyasetle uğraşmak denebilirse, işte tek vak'am bundan ibarettir.

  

— Kurduğunuz cemiyetlerden de bahsediniz!

  

— «Cemiyet-i Müderrisîn»i kurdum. İsminden de anlaşılacağı gibi, müderrislerimizin haklarını korumak için... Böyle bir cemiyetin siyasetle en küçük bir alâkası olamaz. Arzettiğim gibi, ben, ilim adamıyım; siyasete, bir kuşun balığa yabancı olduğu kadar uzağım. Ve bu zamana kadar ne siyasete yanaştım, ne de bundan sonra yanaşabilirim.

  

Reis, karanlık gözeriyle Atıf Hoca'nın saffet dolu yüzüne tükürdü:

  

— Boyuna siyasetle uğraşmadığınızı söylüyorsunuz ama, sizin ondan başka işiniz olmadığını iddia edenler var...

  

Atıf Hoca mırıldandı:

  

— Olabilir! Bir şeyin söylenmesi başka, yapılıp yapılmadığı başka... Benim hayatım meydanda... İşimin gücümün siyaset olduğunu söyleyenler, nerede, ne zaman, nasıl ve ne şekilde siyaset yaptığımı göstersinler!..

  

— Bu hususta en büyük delil «FRENK MUKALLİTLİĞİ» isimli eserinizdir. Bu eseri ne zaman ve hangi gayeye hizmet etmek için yazdınız?

  

— Senelerce evvel ve mücerret bir gaye uğrunda yazdım... Şahsiyet sahibi olma gayesi... Yoksa şu veya bu hükümet teşebbüsüne karşı durma fikriyle değil... Taklitçiliğin her türlüsü kötüdür. İşte karşınızda Japonya misali!.. Garbın bütün terakkilerini elde ettikten sonra şahsiyete ve milli an'aneye sadık kalmanın örneği.. Japonlar, Asyalı bir topluluk adına, Avrupa’nın bütün ilmini, fennini, usûlünü, sistemini devşirdikten ve benimsedikten sonra kendi öz ruhuna sımsıkı bağlı kalmanın daima ibret dersini verecektir. Benim de o eserde güttüğüm gaye, «hikmet mü'minin kaybolmuş malıdır, nerede bulsa alır» mealindeki hadîs gereğince, Avrupa'yı, iyi ve faydalı taraflarından ve bünyemizde eriterek, hazmederek benimsemek... Fakat ruh cevherimizi asla fesada uğratmadan bütün bunları kendi şahsiyet vahidimiz üzerine ekleyerek yapmak ve âdi mukallit seviyesine düşmemek... İşte bu gayeyi güden, mücerret fikirlerden ibaret olan ve asla müşahhas ve siyasî bir meseleyi hedef tutmayan eserimi, daha evvel kaleme aldığım hâlde, 1340 (1924) yılında bastırabildim.

  

— Eseri bastırmadan evvel kimseye gösterdiniz mi?

  

—      Bu suale bilhassa «evet» demek isterim. Hem de şuna buna değil, resmî makamlara gösterdim. Eserden 8 nüsha kopya ettim ve bunlardan ikişer nüshasını istanbul Maarif Müdürlüğüyle Matbuat Umum Müdürlüğüne gönderdim. Okudular, tetkik ettiler ve sonunda beni tebrike kadar vardılar, «Hoca Efendi, çok nazik ve mühim bir mevzuata el atmışsın, emeklerin kutlu olsun, seni takdir ve tebrik ederiz!» dediler. Usûl icabı olarak da eserin resmî neşir müsaadesini verdiler.

—        

Reis şaşkın:

  

— Demek böyle oldu?

  

— Aynen böyle oldu? Alâkalı makamlardan sorulabilir. Resmi ruhsat tezkeresi dosyamda mevcuttur. Takdim etmiştim. Reis durakladı, düşündü ve homurdandı:

  

— Şapka Kanunu'ndan soma bu kitaptan sattınız mı?

  

— Asla!.. Kararname ve kanun çıktıktan soma kitaptan tek nüsha bile satılmamıştır. Ama ondan evvel alıp okumuş olan birçok insan bulunabilir.

  

—      Bu kitabın Şapka İnkılâbına karşı bir cereyan doğurduğu, inkılâba aykırı duygu ve düşünceler aşıladığı ve kötü tesirler bıraktığı iddiasına ne dersiniz?

  

Atıf Hoca doğruldu:

  

— Yanlıştır derim! Şapka İnkılâbı bu eseri hoş görmeyebilir, sevimsiz, hattâ tehlikeli bulabilir; fakat kendisine karşı yazılmış bir eser olmadığı için onu suçlandıramaz!

Atıf Hoca bir an daldıktan sonra dudaklarını kıpırdattı:

  

— Bu eser intişar ettiği zaman bir gazete aleyhimde bazı yazılar yazmış, bana hakaret etmişti. Ben de bu gazeteyi mahkemeye vermiştim. Aleyhimdeki yazıların hedefi, eserimin zararlı ve zehirleyici olduğuydu. Mahkeme heyeti kitabın zararlı olmadığını, hakaretin ise vâki olduğunu kabul ederek gazeteyi nakdi cezaya çarptırdı. Bu karar da dosyamdadır. Lüzum görülürse mahkemeden sorulabilir.

  

Reis:

— «Son Telgraf» gazetesi, değil mi?

  

  

Atıf Hoca:

  

—      Evet efendim! Şapka aleyhtarlığını yasaklayıcı kanundan evvel yazılmış ve yayınlanmış, neşrine hükümetçe tebrik edilerek izin verilmiş, üstelik zararsızlığı adalet cihazlarından birince resmen doğrulanmış bir eserin, ne şekilde suçlandırılabileceği bütün bir mesele...

  

Mahkeme heyeti şaşkın ve ne yapacağı üzerinde apışıp kalmış vaziyette... Mutlaka beraat ettirilmesi gereken adamı «mutlaka» kaydıyle nasıl ölüme mahkûm edebilecek?

  

Atıf Hoca'nın müdafaası o kadar keskin ve mantıkidir ki, artık onu mahkûm edebilmek için:

  

— Halis dindar olmak kabahati yüzünden asılacaksın!

  

Demekten başka çare yoktur.

  

26 Ocak Salı günü tek celsede bu hale gelen ve bir çıkmaza giren muhakeme, ondan sonraki safhalarda, hep Atıf Hoca'ya suç tedariki için zorlamalarla geçti. Aynı teşvik ve telkincilik ithamıyle mevkuf bulunanlar, geniş bir halka şeklinde Hoca'yla yüzleştirildiler ve artık tekrarlana tekrarlana bayatlayan mahut sual karşısında kaldılar:

  

— «FRENK MUKALLİTLİĞİ» kitabından kaç tane sattınız? Kanundan sonra da sattınız mı? Bu kitabı yaymakla hangi gayeye hizmet şuurunu takip ettiniz?

  

Cevap, evvelce de verilenlerin aynı:

  

— Üçer beşer sattık. Kanundan sonra tek nüsha bile satmadık ve hiçbir tavsiyede bulunmadık. Gayemiz, yasaklanmamış olan bir mevzuda İslâm hüküm ve şahsiyet ölçüsünü göstermekti, suçumuz yoktur.

  

Atıf Hoca söz istedi:

  

— Reis Beyefendi!.. Müsaade buyurursanız Mahkemenin işini kolaylaştıran ve bir itiraf halinde cürmümü tesbit edeyim!

  

Reis Kel Ali, bir türlü tutamadığı avın öz ayaklarıyle yanına geldiğini gören bir canavar neşesiyle atıldı:

  

— Söyleyiniz!

  

— Ben, hamdolsun müslümanım! Biricik gayem de İslâmın hakikatlerini yaymaktır. Bu, eğer bir suçsa, sabittir. Eserim bu gayeyi güder. Bu da sabittir. Fakat Şapka Kanunu'ndan evvel yazılmış ve ondan sonra asla ortada görünmemiştir. Bu da sabit... Şapka isyanını körükleyenlerle en küçük alâka ve münasebetim olmadığı da sabit... Eğer bütün bu «sabit»ler arasında beni mahkûm edebilecek bir nokta varsa Mahkemeniz hüküm vermekte serbesttir. Fakat ille suç aramaya kalkışmak, tecelli eden bedahetlere göre boşuna zahmettir.

  

Bu kitap, hak öfkesinden gelmesine ve en üstün perdeden hakkı temsil etmesine rağmen, Kel Ali'nin şişkin yanakları üstünde müthiş bir tokattı. Nitekim Kel Ali bu tokadı en ağır bir tesir halinde hissetti ve belki de ağırlığı yüzünden, hiddet yerine yılan gibi ıslık çalarcasına, şu sinsi mukabelede bulundu:

  

— Bırakın da, hakkınızdaki hükmü biz takdir edelim!

  

Muhakeme, bu tarzda epey sürdü. Sonra ara kararlardan biri:

  

— Müddei-yi Umuminin esas hakkında iddiasını okuması için, muhakeme 2 Şubat 1926 Salı gününe bırakılmıştır.

Ve sonra sanıklara hitap:

  

—      Siz de o güne kadar müdafaalarınızı hazırlarsınız!

  

Sanıklar veya peşin mahkûmlar, (Malatya dâvası münasebetiyle benim de gördüğüm ve âh-ü zâr süngerine dönmüş kara duvarlar arasında cinnet terleri döktüğüm) Ankara hapishanesinde nabızlarını sayarak 2 Şubatı bekleye dursunlar, Mahkeme üyelerinden Kılıç Ali Bey İstanbul'da zevk ve sefadadır ve gazetecilere şu beyanatta bulunmaktadır:

  

— Atıf Hoca ve arkadaşlarının muhakemeleri bitmiş gibidir. Pek yakında iddia ve müdafaalar dinlenecek ve karar bildirilecektir. Edinilen muhakemeler sonunda vardığımız kanaat şudur ki, son irtica hareketleriyle İstanbul'un hiçbir alâkası olmamıştır. Esasen mahkemenin İstanbul'da bulunduğu zaman yapılan tahkikat da bu neticeyi vermiş ve ondan sonraki muhakemeler aynı şeyi teyid etmiştir.»

  

Bu beyanat bir mahkeme üyesine yakışmayacak soydan siyasî bir ağız ve bu arada «ihsas-ı rey», yâni kararı evvelden hissettirme tavrı belirtse de Atıf Hoca'nın suçsuz olduğuna dair açık bir vicdan fotoğrafından başka bir şey değildi. Atıf Hoca İstanbul'da bulunduğuna ve İstanbul'u temsil ettiğine göre, masumiyetinin Kılıç Ali ağzıyle tasdiki ortadaydı.

  

Şubatın ikinci günündeyiz. Mahkeme salonu «iğne atılsa yere düşmez» tasvirinden bir numune... Bütün merak İstiklâl Mahkemesi Müddei-yi Umumîsinin ne diyeceğinde... Herkes bilir ki Müddei-yi Umumî davacı mevkiinde olduğuna göre en mübalâğalı cezaları isteyebilir. Mahkeme bu istekle kayıtlı olmadığı ve tarafsız bulunduğu için hemen her defa istenilenden azını, hiç olmazsa istenilenin aynını verir; fakat fazlasını verdiği, hele İhtilâl Mahkemeleri gibi fevkalâde mahkemelerde görülmüş şeylerden değildir. Bu bakımdan halk, Müddei-yi Umumînin isteyeceğine göre iskontosunu yapmak üzere taraf tutma makamının iddiasını merakla beklemektedir.

  

Müddei-yi Umumî Necip Ali, ayağa kalktı, elinde koca bir tomar, son iddianamesini ağır ağır okumaya başladı. Baştan başa zan, şüphe, indî tefsir ve hayal üzerine kurulu ve hiçbir noktasında hüccet ve delile istinad etmeyen bir sürü ve bir seri vehim...

  

Vardığı netice aynen şu:

  

—      «Şapka ve bu yüzden meydana gelen hâdiselerin

âmilleri olmakla maznun bulunan eşhastan (şahıslardan) Babaeski sabık müftüsü Ali Rıza Hoca'nın idamına, İskilipli Atıf, Süleyman, Fettah, Tahir, Mes'ut, saatçi Süleyman, Erzurumlulardan Osman, Mehmed, Telgraf Müdürü Halid, Yusuf Kenan Hoca ve efendilerin de üçer seneden az olmamak üzere hapis ve küreğe konulmalarına, Hasan oğlu Samih, Araş Şirketi Müdürü Cafer İsmail, Sabuncuzade Mustafa ve Zühtü ile Tahir-ül Mevlevî Hocaların nefyine, Tevhid-i Efkâr muharrirlerinden Ömer Rıza'nın hudut haricine tardına, Gostu-varlı Hüseyin, Berber Mustafa, Ispartalı Hüseyin ve kardeşi ile kitapçı Mihran ile İhsan Mahfi Efendilerin de beraatlarına karar verilmesini talep ederim.»

Müddei-yi Umumî Necip Ali'nin bu ceza isteği, dinleyicileri büyük bir hayret ve inkisara uğrattı.

  

Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi hakkında istenen idam cezası hiçbir esasa dayanmadığı gibi, Atıf Hoca ve arkadaşlarının üçer yıl hapse mahkûmiyetlerinin talebi de, açık masumiyetleri önünde zalimce bir istekti.

Fakat tesilli şu noktada toplanıyordu:

  

— İddia makamı Atıf Hoca'ya, en zalim tarafından nihayet 3 yıl hapsi lâyık gördüğüne ve fevkalâde mahkemelerde müddei-yi umumînin talebinden üstün ceza verilmesi görülmemiş şeylerden olduğuna göre herhalde kurtuluş emindir.

Mahkeme Reisi maznunlara hitap etti:

  

— Yarın müdafalarınız ve son sözleriniz dinlenecektir. Hazırlanınız!

Maznunlar, başları önlerinde, çeneleri göğüslerine mıhlı hapishaneyi boyladılar. Herbiri arkalarından kilitlenen demir kapılardan geçtiler ve hücrelerine dağıtıldılar.

Atıf Hoca'yla Tahir-ül-Mevlevî konuşuyorlar...

  

Tahir-ül-Mevlevî, bir mumdan daha az ışık veren, paslı ve lekeli bir ampul altında Atıf Hoca'ya diyor ki:

  

— Siz, Efendi Hazretleri, artık kurtuldunuz demektir. Müddei-yi Umumînin talebine göre size nihayet basit bir hapis cezasından başka bir şey veremezler. Birkaç aydır mevkuf bulunduğunuz için o da mevkufiyetinize sayılır ve halâs olursunuz.

  

— ALLAH bilir!

  

— Evet; fakat ALLAH bildiğini göstermektedir. Bizim sürgün cezamıza gelince, zerre miktarı kıymeti yok... Zaten vatanın her yeri bize sürgün... Bu kadar hafifiyle kurtulduğumuza bin şükür...

  

— Fakat henüz karar çıkmadı.

  

— Çıkmış sayabiliriz.

  

Yatsı namazından sonra Atıf Hoca yatağına oturdu ve müdafaasını yazmaya başladı. Arkadaşı da aynı işle meşgul... Bir aralık, günlerdir uykusuz, sabahlara kadar namaz ve niyazla vakit geçiren Atıf Hoca hafifçe daldı. Giyimli olduğu halde, başı taş duvarda, ellerinde yarım kalmış müdafaası, gözleri yumulu, kendinden geçti. Arkadaşı Tahir-ül-Mevlevî bu manzaraya bakarak mırıldandı:

  

— Zavallı âlim ve fazıl, büyük bir adam! Bu muydu ilim ve faziletinin mükâfatı?

Bu tasvir ve sözlerin roman üslûp ve hayaliyle hiçbir alâkası yoktur. En yalçın (realite) vakıa... Bana bu manzarayı çizen ve sözleri anlatan, 1932 yılında, Sahhâflarda, Raif Karadeniz'in kitapçı dükkânında, bizzat Tahir-ül-Mevlevi'dir.

  


selsebil
Sat 31 October 2009, 07:00 pm GMT +0200
KERAMET

 

Atıf Hoca'nın uykusu uzun sürmüyor. Tahir Hoca müdafaasını yazmakta devam ederken Atıf Hoca birdenbire gözlerini açıyor. Yüzünde harikulade derin ve ince bir tebessüm...

Tahir-ül-Mevlevî'nin gözleri hayretle ve alabildiğine açık... Sanki 24 saat içine sığacak büyük kerameti şimdiden sezmiştir:

 

— Ne o, Hocam, çabucak uyanıverdin? Atıf Hoca gayet sakin:

 

— Uykudan murad hasıl oldu!

 

— Yâni?

 

— Yâni, beklediğim rüyayı gördüm!

 

Tahir-ül-Mevlevî haşyet ve dehşetle ürperiyor:

 

—      Ne gördün?

—       

Atıf Hoca yatağımda doğrulmuş ve müdafaasını karaladığı kâğıtları elinde büzmüştür:

 

— KÂİNATIN FAHRİNİ GÖRDÜM. BANA «YANIMA GELMEK DURURKEN NE DİYE MÜDAFAA KARALAMAKLA UĞRAŞIYORSUN?» DEDİ.

 

Tahir-ül-Mevlevî kendinden geçmiş gibidir:

 

— Ne diyorsun?

 

— Beni idam edecekler! Allanın Sevgilisine kavuşacağım!

 

— Rüyanın sadık olduğuna hiç şüphem yok... Allah Resulünün göründüğü rüyaya fesad karışamaz. Şu var ki, müddei-yi umumînin 3 yıl hapis istediği bir dâvada idam kararı çıkmasına akıl erdirmek imkânsız... Kafam işlemiyor!

 

— Göreceksin ki, beni asacaklar! Başka bir şeye aklım ermez! Ferman en büyük kapıdan geliyor!

 

— Söyleyecek söz bulamıyorum!

 

—Doğru! Zaten söze ne lüzum var! İşte müdafaamı yırtıyorum!

 

— Yapmayın! Siz onu mahkemede okuyun da ne olursa olsun!

 

Atıf Hoca, nurlu yüzünde aynı tebessüm, müdafaasını yırtıyor ve sonra bir kâğıdın içinde toplayıp kese içine alıyor ve cebine koyuyor.

 

Ertesi günü mahkeme salonu her zamankinden kalabalık... Hüküm günü gazeteciler, fotoğrafçılar, halk içinde dört dönmekte... Dinleyiciler birbirinin üstünde, yalnız ka-falarıyle görünüyor.

 

Mahkeme Reisinde taş gibi bir hal ve hislerini gizlemek isteyen bir tavır:

 

— Müdafaalar başlasın!

 

Herkes, elinde bir kâğıt, uzun veya kısa müdafaasını değişik tonlarla okuyadursun... Reis taş gibi...

 

Atıf Hoca, mütevekkil ve mahzun, sırasını beklemekte...

Bilmem ne kadar zaman geçti.

 

Reis elini Atıf Hocaya uzattı:

 

— Sıra sizde...

 

Atıf Hoca kalktı.

 

Aynen:

«— HACET YOK EFENDİM; MÜDAFAAYI MUCİP BİR SUÇUM OLMADIĞI ESASEN TEBEYYÜN ETMİŞTİR. VİCDANINIZIN VERECEĞİ HÜKME İNTİZAR EDİYORUM!»

 

Reisin mukabelesi:

 

— Mahkemenin adaletinden emin olabilirsiniz! Oturunuz!

 

Reisin tavrında hafiflemiş gibi bir hal... Sanki Atıf Hoca müdafaasını yapacak olsa Reiste vicdanına mağlûp olma ihtimali varmış gibi...

 

— Muhakeme bitmiştir! Heyet kararları tesbit etmek üzere müzakereye çekiliyor!

Sabırsızlık son haddinde... Çıt yok... Sanki kalblerin çarpışı ve sükûtun rakkası işitiliyor. Bir saat geçti.

 

Heyet, karanlık dolu gözlerle gelip yerini aldı. Reis elindeki kâğıdı zabıt kâtibine uzattı:

 

— Kararı okuyunuz!

 

Bir sürü lâftan sonra birdenbire çınlayan cümle:

 

— BABAESKİ MÜFTÜSÜ ALİ RIZA İLE MÜDERRİSLERDEN İSKİLİPLİ ÂTIF'IN İDAMINA...

 

Bütün salon, jandarmalar, polisler, mübarişler, hattâ masalar ve sıralar bile donmuştu.

Artık kararların gerisini dinleyen yok...

 

Öbür maznunlardan büyük bir kısmı beşer, onar yıla mahkûm: TAHİR-ÜL-MEVLEVî İLE ÖMER RIZA hakkında ise BERAAT...

 

Atıf Hoca'da hiçbir şaşkınlık alameti mevcut değil... Gayet sakin ve adeta vecd içinde... Rüyada gördüğü Allah Resulünün mucizesi gerçekleşmiştir. Bu mucizenin kendisine ait keramet payı ise eşsiz bir nimet ve tükenmez bir hazine... «Velinin kerameti, bağlı olduğu nebinin mucizesidir.»

 

Atıf Hoca, ancak yanındaki Tahir-ül-Mevlevî'nin duyabileceği bir sesle fısıldıyor.

Aynen:

 

«— ZALİM VE KAATİLLERLE ELBETTE MAHŞER GÜNÜNDE HESAPLAŞACAĞIZ!»

İstiklâl Mahkemesi Reisi Kel Ali'nin yüksek perdeden sesi:

 

— Kararların infazı için mahkûmları çıkarınız! Sakırdayan kelepçeler ve herhangi bir söz söylememeleri için itile kakıla dışarıya çıkarılan mazlumlar...

Şubat (1926) ayının 3 üncü Çarşamba gününü 4 Şubat Perşembeye bağlayan gece..

 

Atıf Hoca, idamlıklara mahsus hücrede... Üstü taş, altı taş, dört yanı taş... Taşlar ağlıyor; simsiyah bir rutubet gözyaşıyle ağlıyor.

 

Demir kapının tepesinde parmaklıklı bir pencerecikten başka hiçbir menfez yok... Duvarda gerekince prangaya vurulacaklara ait kocaman bir halka ve ona bağlı uzunca bir zincir... Bir de teneşirvârî tahta bir kerevet...

 

Atıf Hoca, bu, kuzudan daha müdafaasız mazlum, prangaya vurulmamıştır. Bu kadarına ihtiyaç görülmemiş... Kerevetin yanıbaşında da bir testi su ve bir somun ekmek... Ekmeğin hiçbir lüzumu yok; fakat su abdest almak için son derece lâzım... Nitekim Atıf Hoca hücreye kapatıldıktan beri testinin suyu yarılanmıştır. Ekmek ise olduğu gibi duruyor.

 

Gece yarısı, koridorda yanan küflü lâmbanın, demir kapıdaki pencerecikten sızan ve ancak secde yerini gösterebilen ışığı... Hepsi o kadar...

 

Eğer, o sırada bir gardiyan veya hapishane memuru pencerecikten baksaydı, göreceği manzara şuydu:

 

Kıbleye döndürülmüş kerevetin üstünde sarıklı bir adam, ellerini yukarıya kaldırmış dua etmektedir:

 

«— Allahım; senin ve Resulünün aşkından ve emirlerini müdafaa etmekten gayrı muradı olmayan kuluna rahmet nasip eyle!»

 

Atıf Hoca bu vaziyette saatler geçirdi. Sakalında elmastan daha parlak gözyaşı damlaları...

Bir aralık önünden geçen bir ayak sesine haykırdı:

 

— Oğlum! Pencerecikte bir kafa:

— Ne istiyorsun, baba?

— Saati soracaktım!

— Sabahın dördü

— Demek bir saat sonra sabah namazını kılabilirim. Saatim yok! Bana haber verebilir misin?

— Bakalım...

 

Bu tafsilâtı da, o zamanlar Ankara Adlî Tabibi olan Fahri Ecevit'ten 1930'da aldım.

Atıf Hoca'ya sabah namazını haber veren olmuyor. Fakat saat 5 sularında ayak sesleri, birden, bir sürü insanın sökün ettiğini bildiriyor. Müddei-yi Umumî, Adlî Tabib, bir hâkim, jandarma bölük kumandanı, hapishane müdürü vesaire...

 

— Haydi, diyorlar, Atıf Hoca'ya; hakkındaki hüküm infaz edilecektir!

Atıf Hoca'nın ilk ve son sözü şu iki cümle:

 

— Saat kaç?

— Beşi çeyrek geçiyor!

— Sabah namazını kılmama izin verir misiniz?

 

Ankara hapishanesinin önündeki meydancıkta iki darağacı... Biri Atıf Hoca'ya, öbürü de Babaeski Müftüsüne ait...

Bir güvercin kadar korku hissi vermekten uzak Hoca'yı arkasından kelepçelememişler, lütuf ve merhamet (!) göstermişlerdir.

 

Atıf Hoca sehpanın altındaki alçak masanın üstünde... Soruyorlar:

— Son sözün nedir?

 

Son söz olarak Hoca'nın söylediği, bir söz değil, imanın en mukaddes ölçüsü:

Şehadet Kelimesi...

 

Atıf Hoca, hemen hiç debelenmeden ruhunu teslim ediyor. Sabah henüz ilk çakıntılarıyle delinmeye başlayan koyu karanlıkta mü'min gözler için, Atıf Hoca'nın alnını nurdan bir yazı ışıldatmaktadır:

 

Şehadet Kelimesi...

 

Bir rivayete göre Atıf Hoca'nın ölü başına şapka geçirmişlerdir!!!

 

Ertesi gün gazeteler hâdise hakkında âdeta ketumdurlar. İç sahifelerde, birkaç satırdan ibaret kupkuru bir haber:

 

«İRTİCA KİTAPLARI MÜELLİFİ OLUP, İSTİKLAL MAHKEMESİNCE İDAMA MAHKÛM OLAN İSKİLİPLİ ATIF HOCA İLE BABAESKİ MÜFTÜSÜ ALİ RIZA HOCA HAKLARINDAKİ İDAM KARARI BU SABAH İHFAZ EDİLMİŞTİR.»

 

Dünya tarihinde bir ihtilâl mahkemesinin, daima bire on isteyen savcısına aykırı olarak, isteğe nisbetle bu kadar ağır ceza verdiği ilk defa görülüyor.

 

Atıf Hoca'yı tanıyanlarca teessür çok büyük oldu. Hiç kimse kendi öz evinin kaatil eliyle can veren ölüsüne bu kadar ağlayamaz! Bu kadar da katillere lanet edemez!!!

Büyük şehidin Lâleli'deki evinde manzara: İdam sabahı henüz eve gazete girmeden, Şakir Efendi isimli bir kitapçı kapıyı vuruyor ve Zahide Hanım'la görüşmek istiyor. Zahide Hanım, yanında kızı Melâhat, kapıyı açıp da Şakir Efendi'yi karşısında görünce baygınlık geçiriyor.

 

Melahat haykırıyor:

 

— Ne o, kara haber mi?

 

— Henüz hiçbir şey yok. Gazetelerde birşeyler okudum ama bir mâna çıkaramadım. Hemen hapishaneye cevaplı ve acele bir tel çekip tahkik edelim!

 

Biraz kendisine gelen Zahide Hanım o gece gördüğü rüyayı anlatıyor:

 

—  Bahçemizde bir çam ağacı var... Hoca onu kızı Melâhat'le beraber dikmişti, değil mi kızım?

 

— Evet, anne!

 

— İşte o ağacın dibinde abdest alıyordu. Melâhat de ona su döküyordu. Abdestini tamamladıktan sonra doğruldu, bana döndü, «Ben artık gidiyorum, sakın ardımdan ağlamayın, bana yedi Yasin okuyun!» dedi. Ben size yemin ederim ki Hoca'yı astılar.

 

Zahide Hanım tekrar baygınlık geçirdi. Melahat ise ayık, fakat ondan beter halde...

Şakir Efendi beş dakika için izin isteyip telgraf çekmek üzere dışarıya çıktı:

 

— Gelirken gazeteleri de getiririm!

 

Maksadı telgrafa cevap gelinceye kadar onları oyalamak ve hazırlamak...

Telgrafı çekip hemen döndü. Melahat atıldı:

 

— Nerede gazeteler?

 

— Postane yolunda bulamadım! Sizi de yalnız bırakamayacağım için hemen döndüm!

Bu defa bayılma sırası Melâhat'te...

 

Şakir Efendi Zahide Hanım'a gereken karşılığı verdi:

 

— Neredeyse cevap gelir. Her sözden nem kapmaya ne lüzum var!

 

Şakir Efendi akşama kadar Lâleli'deki evden çıkmadı. Her kapı çalışında o açıyor ve gelenlere, habersiz görünmeleri için gerekli işaretleri veriyordu.

Akşamüstü kapı çalındı. Posta müvezzii:

 

— Telgraf!..

 

Şakir Efendi koşarak kapıyı açtı ve telgrafı yırtıp kelimeleri yutarcasına okudu.

Hapishane Müdürü, Atıf Hoca sanki tabii eceliyle ölmüş gibi şöyle diyordu:

 

«— HOCA ATIF VEFAT ETMİŞTİR. CEVABEN BİLDİRİLİR.»

 

Necip Fazıl Kısakürek - Son Devrin Din Mazlumları