hafiza aise
Fri 12 August 2011, 04:16 pm GMT +0200
7__ İsimlerinin Açıklanması:
Muhammed: "Hamide" kökünden gelen "Hammede" fiilinden türetilmiş ism-i mef'ûl ( = edilgen çatı)dür. Övgüyle karşılanacak huyları çok olana "Muhammed" denir. Bu yüzden "Mahmûd" kelimesinden daha mübalağalıdır. Zira "Mahmûd" kelimesi asıl kökü üç harfli olan (-sülâsî mücerred) fiilden türetilmiş; "Muhammed" kelimesinin ise mübalağa ifade etmesi için harfleri artırılmıştır. O halde "Muhammed" övülen diğer insanlara göre daha çok övülen, yüceltilen demektir. Hem onun, hem dinin ve hem de ümmetinin Tevrat'ta ifade edilen övülmüş üstün niteliklerinin çokluğundan dolayı olacak ki, —Allah daha iyi bilir ya— bu yüzden Tevrat'ta bu adla anılmıştır. Hatta övülen niteliklerinin çokluğundan dolayı Hz. Musa (a.s.) bu ümmetten olmayı temenni etmiştir. Bu anlama şahid olacak hususları orada (yukarıda adı geçen eserde) anlattık. Ayrıca işi tersine çeviren, Hz. Peygamber'in (s.a.) Tevrat'taki adının Ahmed olduğunu söyleyen Ebu'l-Kâsım es-Süheylî'nin[133] yanılgısını da açıkladık.
Ahmed: "Ef'ale" vezninde ism-i tafdîldir (yani ismin daha üstünlük, en üstünlük bildiren halidir -Ş.Ö.). Bu da yine "hamd" kökünden türetil-, mistir. Fail ( = etken çatı) mi, mef'ûl (edilgen çatı) mü anlamında olduğun-j da insanlar görüş ayrılığına düşmüş; kimisi, fail anlamında olduğunu yanij onun Allah'a hamdedişi, diğerlerinin hamdedişinden daha fazladır, anla-j mına geldiğini söylemiştir. Bu durumda anlamı: "Rab-I bine hamdedenlerin en çok hamdedenidir." olur. Bu görüşü şundan tercih ediyorlar: İsm-İ tafdîl, gramer kaidelerine uygun ( = kıyası) olarak mef'ûlj ( = nesne) üzerinde gerçekleşen fiilden değil, fail ( = özne)in yaptığı fiildenj türetilir.
Diyorlar ki: Üzerinde gerçekleşen darb = vurma işi gözönüne alınarak; ne "Zeyd ne dövülmüştür!", ne "Zeyd,| Amr'dan daha dövülmüştür" denir; ne de"Suyu ne de içi-rilmiştir!" ve "Ekmeği ne de yedirilmiştir!" vs. denir. Çün-j kü ism-i tafdîl ile fiil-i taaccüb ( = şaşkınlık ve hayret ifade eden fiil) yal-j nızca lâzım ( = geçişsiz) fiilden türetilir. Bundan dolayı "feale" ve "feile" vezinlerinden "feule" veznine aktarıldığı takdir edilir. Bu sebeple hemzej ile mef'ûle geçişli yapılır. Şu halde hemzesi geçişlilik içindir. Meselâ: "Zeyd ne zarif!" ve"Amr ne cömert!" örneklerinde olduğu gibi. Bu iki kelimenin (ezrafe ve ekrame) aslı vedir. Hem şu da var ki, taaccub edilen şey aslında faildir. Doiayı-| siyla fiilinin müteaddî ( = geçişli) olmaması gerekir.l "Zeyd, Amr'ı ne dövdü!" vb. örneklere gelince buradaki edrabe taaccubl fiili, "feaîe" vezninden "feule" veznine aktarılmıştır. Sonra iş bu halde! iken hemze ile geçişli kılınmıştır. Bunun delili Arapların lâm ile getirerek demeleridir. Şayet geçişli olarak kalsa idi denirdi. Çünkü bu fiil, bir mef'ûle doğrudan doğruya, bir başkasına ise geçişlilik hemzesi ile geçişlidir. Araplar mef'ûle geçişlilik sağlayan hemze-ile geçişli kıldıklarında diğerine ise lâm ile geçişli kıldılar. İşte bu durum; ism-i tafdîl ile fiil-i taaccüb, mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiilden değil, failin yaptığı fiilden türetilirler, demelerini icap ettirmiştir.
Ötekiler bu konuda onlara karşı gelerek diyorlar ki: İsm-i tafdîl ile fiil-i taaccübün hem failin yaptığı fiilden, hem de mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiilden türetilmeleri caizdir. Bunun Arapçada çok kullanımı caizliğinin en açık delillerinden di r. Arap:"Şu şeyle ne kadar da meşgul oldu!" der ki, buradaki "eşgale" "şugile = meşgul oldu" kelimesinden gelmekte olup "meşgul" anlamındadır. Aynı şekilde Araplar: "Şu şeye ne kadar meftun oldu!" derler ki buradaki "Şu şeye meftun oldu, gönlünü kaptırdı" cümlesinde olduğu gibidir ve "Gönlü kaptırılmış" anlamındadır ki, bu yalnız ve yalnız mef'ûl için kurulmuştur."O bana ne kadar sevimli!" derler ki, bu da mefûlün fiilinden ve sana mahbûb olmasından bir taaccübdür."O bana ne kadar menfur!" ve "O bana göre ne kadar kızılan biri!" cümleleri de böyledir.
Burada Sîbeveyh'in (v.180/796) sözünü ettiği meşhur bir mesele vardır: Hoşlanmayıp nefret eden sen isen: "Ona ne kadar buğ-zettim!"; seven sen isen: "Onu ne kadar sevdim!" ve kızan sen isen: "Ona ne kadar kızdım!" dersin. Ama nefret edilen sen isen: "Ona göre ben ne kadar menfur biriyim!"; kızılan sen isen: "Ona göre ben ne kadar kızılacak biriyim!" ve sevilen sen isen: "onun tarafından ne kadar sevilen biriyim!" dersin. Böylece mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiilden taaccüb eden sen olursun. O halde "lâm" ile olan fail içindir; "ilâ" ile olan mef'ûl içindir. Nahivcilerin (gramercilerin) çoğunluğu bu şekilde sebep gösterip değerlendirmiyorlar. Sebep olarak söylenen —Allah daha iyi blir ya— şudur: "Lâm", anlam itibariyle fail içindir. Meselâ: "bu kimin?" sorusuna"Zeydin" cevabı verilir, lâm ile getirilir. "İlâ" ise anlam itibariyle mef'ûl içindir. "Bu kitap (yahut mektup) kime ulaşacak?" sorusuna cevaben: "Abdullah'a"dersin. Bunun sırrı şudur: Aslında "lâm" mülkiyet ve bir şeye aidiyet (= ihtisas) bildirmek içindir. İstihkak ise ancak mâlik ve hak sahibi olan faile aittir. "İlâ" ise gayeye (sona) eriş ifade eder. Gaye, fiilin icap ettirdiği şeyin sonudur ve mef'ûle daha lâyıktır. Çünkü fiilin icap ettirdiği şeyin tamamındandır. Şâir Kâ'b b. Züheyr'in Hz. Peygamber (s.a.) hakkında söylediği şu beyitler mef-ûlün fiiline taaccüb örneklerindendir:
"Artık o, kendisiyle konuştuğum vakit benim gözümde -daha önce bana: 'Sen yakalanıp öldürüleceksin' denildiğinden— peşpeşe inlerin sıralandığı Asser vadisindeki korulukta mesken edinmiş yatıp duran arslanla-
rın kralından daha korkulacak halde idi.[134]
Buradaki kelimesi "korktu" kelimesinden değil "korkuldu" kelimesinden gelmektedir ki"korkunç ve tehlikeli yer" anlamındadır. Aynı şekilde: "Zeyd ne kadar çılgın!" cümlesindeki kelimesi de "delirdi, çıldırtıldı" kelimesinden gelmektedir ki "deli, çarpılmış, çıldırtılmış" anlamındadır. Bu Kûfelilerin ve onlara katılanların görüşüdür.
Basralılar diyorlar ki: Bunların hepsi kaide dışıdır, itimad edilemez. Bunlarla kîdeleri altüst edemeyiz. Araplar arasında kullanıldığı kadarıyla kalmaları gerekir.
Kûfeliler diyorlar ki: Bunun gerek nesir, gerekse nazım şeklinde arap-ların konuşmalarında çokça rastlanması, kaide dışı olduğunu söylemekten bizi ahkoyar. Zira kaide dışı olan, onların kullanımlarına ve konuşmalarında sık sık geçene aykırı düşen demektir. Bu ise onlara aykırı düşmemektedir. Sizin, fiilin "feule" vezninde olması gerektiği ve bu vezne aktarıldığı, şeklindeki düşünce ve yorumunuza gelince, bu delilsiz bir söz söylemedir ve keyfîliktir. Tutunduğunuz hemze ile geçişlilik sağlama deliline gelince,, bu konuda iş sizin savunduğunuz gibi değildir. Bu yapıda hemze geçişlilik için değil, yalnızca taaccüb ve tafdîl ( = üstün tutma) anlamını göstermek içindir. Meselâ "fail" kelimesindeki elif, "mef'ûl" kelimesindeki mim ve vâv harfleri; iftiâl veznindeki ve mutavaat için olan vezinlerdeki tâ harfi ve bunlara benzer asıl kökü üç harfli olan fiile, yalın halindeki anlamından fazla bir anlam taşıdığım göstermek için getirilen ilâve harfler gibidir. İşte bu hemzeyi çeken, fiilin geçişli kılınması değil bu sebeptir.
Diyorlar ki: Bunun delili şudur: Hemze ile geçişli kılınan fiilin harf-icer ve şedde ile de geçişli yapılması caizdir. Meselâ:"Onu oturttum" ve "Onu ayağa kaldırdım" vb. örneklerde olduğu gibi. Burada hemze yerine başkası geçemez. Böylece hemzenin yine sırf geçişlilik için olmadığı anlaşılmıştır. Çünkü geçişlilik sağiayan "bâ" harfi ile bir arada getirilir. Meselâ "ne kadar cömert!" ve.. "Ne kadar güzel!" örneklerinde böyle olmuştur. Bir fiil üze-> rinde iki geçişlilik birleştirilemez.
Hem Araplar şu cümleleri kullanırlar: "Ona ne dirhemler verdi!" ve "Ona ne elbiseler giydirdi!" Buradaki
taaccüb fiilleri "verdi" geçiş "giydirdi" fiillerindendir. Anlam bozulacağından dolayı "el uzatıp almak" anlamındaki kelimesine aktarılıp sonra ona geçişlilik hemzesi getirildiğini düşünmek doğru olmaz. Çünkü taaccüb atv'dan yani el uzatıp almaktan değil, i'tâ'dan ( = vermekten) kaynaklanmaktadır. Ondaki hemze, taaccüb ve tafdîl hem-zesidir ve fiilindeki hemzesi hazfedilmiştir. Şu halde bu hemzenin geçişlilik için olduğunu söylemek doğru olmaz.
Diyorlar ki: vb. örneklerde olduğu gibi Iâm ile geçişli yapılmıştır, sözünüze gelince; burada lâm'ın getirilmesi, söylediğiniz gibi fiilin lâzım (-geçişsiz) olmasından kaynaklanmıyor. Fiil, tasarruftan ( = çekimden) men olunmakla zayıfladığı ve fiillerin yollarından dışarı bir yola sevkedilip görev ve amelini ifadan zayıf kaldığı için destek olarak Iâm getirilmiştir. Nasıl ki ma'mûlü (yani i'rabında etkili olduğu kelime) kendisinden Öce geldiğinde ve yan cümle olduğunda fiil Iâm ile takviye edilir, tıpkı aynı şekilde burada da Iâm ile takviye edilmiştir... Gördüğünüz gibi tercih edilecek görüş budur.
Artık maksada dönelim. Diyoruz ki: "Ahmed" kelimesinin takdiri, birincilerin görüşüne göre: "İnsanların Rabbini en çok hamdedeni" şeklinde; bunların görüşüne göre ise "Övülmeye insanların en lâyık ve en münasibi" şeklindedir. Bu durumda anlam itibariyle "Muhammed" gibi olur. Ancak aralarındaki fark şudur: "Muhammed" kelimesi, "övülen nitelikleri çok olan"; "Ahmed" kelimesi ise "O övülen, başka övülenlerden daha üstündür." anlamındadır. Şu halde çokluk ve nicelik bakımından "Muhammed", özellik ve nitelik bakımından da "Ahmed"dir. Hz. Peygamber (s.a.), lâyık olan öteki insanlardan daha çok övülmeye lâyık ve diğerlerinin lâyık olduğundan daha üstün övgüye lâyıktır. İnsanların yaptığı en çok ve en üstün övgüler ona yapılır. Böylece her iki ismi de mefûl üzerinde gerçekleşmektedir. Bu, hem onu övgüde daha edebî ve daha yerinde ve hem de anlam itibariyle daha mükemmeldir. Şayet fail anlamı kastedilmiş olsa, "Hammâd" yani çok ham-deden adı verilirdi. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), Rabbine en çok hamde-den insandır. Eğer Rabbine hamdetmesi gözönüne alınarak "Ahmed" ismi verilmiş olsa "Hammâd" adının konması şüphesiz daha münasip olurdu. Nitekim ümmeti bu adla anılmıştır.
Hem bu iki isim onun Muhammed ve Ahmed adlarını almasına sebep olan övülmüş ahlâkından ve niteliklerinden türetilmişlerdir. Sayanların, hesap edenlerin sayamayacaklan kadar çok olan övülen niteliklerinden dolayı göktekiler, yerdekiler, dünyadakiler, ahirettekiler hep O'nu öveceklerdir. Bu konuyu es-Salâtu ve's-Selâmu Aleyhi adlı yukarıda anılan kitapta doyurucu genişlikte anlattık. Burada yalnızca yolcunun halinin, kaib ve zihninin dağınıklığının müsaade ettiği ölçüde birkaç söz söyledik. Yardım Allah'tan beklenir ve O'na güvenilir.
Mütevekkil: Sahih-i Buhârî'deki bir rivayette Abdullah b. Amr diyor ki: Tevrat'ta Hz. Peygamber'in (s.a.) şu şekilde anlatıldığını okudum: "Muhammed, Allah'ın rasûlüdür. Kurumdur, rasülümdür. O'na Mütevekkil adını koydum. Ne kabadır, ne katı kalblidir ve ne de çarşıda, pazarda bağırıp çağırır. Kötülüğe kötülükle karşılık vermez. Aksine affeder, bağışlar. Çarpıtılmış dini onunla düzeltip insanlar: "Lâ ilahe illallah" deyinceye kadar asla onun canını almayacağım."[135]. Hz. Peygamber (s.a.) bu isme en lâyık insandır. Çünkü dini düzeltmek, yerleştirmek yolunda Allah'a gösterdiği tevekkülde hiç kimse ona ortak olamaz.
Mâhî, Haşir, Mukaffî ve Âkıb isimlerine gelince; bunlar Cübeyr Mut'im'in aktardığı hadiste açıklanmıştır.
Mâhî: Allah'ın kendisiyle küfrü mahvedeceği kişi demektir. Küfür, Hz. Peygamber (s.a.) ile mahvedildiği kadar hiçbir kimse ile mahvedilmemiştir. O, peygamber olarak görevlendirildiğinde —Ehl-i Kitab'dan arta kalanlar dışında— yeryüzünde yaşayanların hepsi kâfir idiler. İnsanlar ya putperestlerden, gazaba uğramış yahudilerden, sapık hristiyanlardan, ne Rab ne âhiret tanıyan materyalist sâbiîlerden; ya da yıldızlara tapanlardan, ateşperestlerden, peygamberlerin getirdikleri şeriatları tanımayan ve kabullenmeyen filozoflardan oluşmaktaydı. Allah Teâlâ bunları Rasûlü ile mahvetti ve Allah'ın dini her dine galip geldi. O'nun dini gece ve gündüzün ulaştığı yere (yani dünyanın her yerine) ulaştı. O'nun daveti, güneş ışınlarının yayılışı gibi bütün bölgelere yayıldı.
Haşir: Bu kelimenin kökü olan "haşr", katlamak ve bir araya getirmek anlamındadır. İnsanlar onun önünde haşrolunacaklardır. Sanki o, insanları hasretmek için peygamber olarak görevlendirilmiştir.
Âkıb: Peygamberlerin en sonuncusu olarak gelen. O'ndan sonra peygamber gelmeyecektir. Çünkü Âkıb kelimesi "âhirden sonuncu'/ anlamındadır. O, mühür gibidir. Bundan dolayı kayıtsız şartsız Âkıb diye ad aridı-nlmıştır. Yani peygamberlerin ardından en son olarak gelen.
Mukaffî: Yine aynı anlamdadır. Kendisinden Öncekilerin izlerini kapatan anlamına gelmektedir. Allah, onunla daha önceki peygamberlerin izlerini kapatmıştır. Bu kelime "izlemek, geride kalmak" kökünden türetilmiştir. Bir kimse birinden geri kaldığı zaman ( tâ ) "Ondan geri kaldı "Ondan geri kalır" denir. ( .-Başın ense kısmı" ve"Beytin kâfiyesi" sözleri de buradan gelmektedir. O halde Mukaffî: Kendisinden önceki peygamberleri takip edip onların mühürleyi-cisi ve sonuncusu olan demektir.
Nebiyyü't-Tevbe (Tevbe Peygamberi): Allah'ın kendisi ile yeryüzü halkına tevbe kapısını açtığı kimse demektir. Allah onların tevbelerini, ondan önceki yeryüzü halkına benzeri nasip olmayan bir tarzda kabul etti. Hz. Peygamber (s.a.) en çok af dileyen ve tevbe eden insandı. Hatta bir tek oturumda yüz kere şöyle dediğini saymışlardı: "Rabbim! Beni bağışla, tev-betnizi kabul et. Doğrusu tevbeleri kabul eden ve günahları bağışlayan ancak Sen'sin."[136]
Derdi ki: "Ey insanlar! Rabbiniz Allah'a tevbe edin. Zira ben, günde yüz kere Allah'a tevbe ederim."[137]. Aynı şekilde onun ümmetinin tevbesi diğer ümmetlerin tevbelerinden daha mükemmel, kabulü daha çabuk ve yapılması daha kolaydır. Onlardan öncekilerin tevbeleri ı güç işlerdendi. Hatta İsrâiloğullarının buzağıya tapmalarının tevbesi, kendilerini öldürmekti. Bu ümmete gelince, Allah Teâlâ katında bir üstünlüğe sahip olduklarından dolayı Allah, onların tevbelerini pişmanlık ve günahı terketmek saymıştır.
Nebiyyü'l-Melhame (Savaş Peygamberi): Allah'ın düşmanları ile cihad etmek görevi verilen demektir. Hiçbir peygamber ile ümmeti, Allah Rasülü (s.a.) ile ümmetinin yaptığı cihad kadar asla cihad yapmamışlardır. O'nun ümmeti ile kâfirler arasında meydana gelen ve meydana gelecek olan büyük savaşların benzerleri ondan önce hiç görülmemiştir. Zira O'nun ümmeti, birbirini kovalayan asırlar boyunca yeryüzünün her tarafında kâfirleri öldürmüşler ve onlara öyle savaşlar açmışlardır ki, kendilerinden başka hiçbir ümmet bunu yapmamıştır.
Nebiyyu'r-Rahme (Merhamet Peygamberi): Allah'ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği peygamber demektir. Allah, O'nun sayesinde mü'min, kâfir demeden bütün yeryüzü halkına merhamet etmiştir. Mü'minler, merhametten en çok nasib alanlardır. Kâfirlere gelince, onların ehl-i kitap olanları onun gölgesinde, onun eman ve güvencesinde yaşamışlar; O'nun ve ümmetinin öldürdüğü kâfirler ise O'ndan dolayı derhal cehenneme atılmışlar ve böylece, sırf ahiretteki azaplarının şiddetini artıran uzun hayattan kurtulmuş oldular.
Fâtih: Allah'ın kendisiyle, kilitlenmiş hidayet kapısını açtığı kimse demektir. Allah, O'nunla kör gözleri, sağır kulakları ve kapalı kalpleri açtığı ve O'na kâfirlerin ülkelerini fetih nasib etti. O'nunla cennetin kapılarını açtı. Faydalı ilmin ve salih amelin yollarını O'nunla gösterdi. O halde O'nunla dünya ve âhireti, kalbleri, kulakları, gözleri ve ülkeleri açtı.
Emîn: Varlıklar dünyasında bu isme en lâyık olan O'dur. Vahiy ve din konularında Allah'ın kendisine güvendiği kimse O'dur. O, hem gökte-kilerin ve hem de yerdekilerin güvendiği şahıstır. Bundan dolayı peygamberlikten önce O'na "el-Emîn" derlerdi.
Dahûk-Kattâl (Çok gülen-çok öldüren): Bu iki isim birbiriyle iç içedir; biri diğerinden ayrılmaz. Zira Hz. Peygamber (s.a.) mü'minlerin yüzlerine karşı çok tebessüm eder ve onlara yüzünü ekşitmez, kaşlarını çatmaz, öfkelenmez ve sert davranmazdı. Allah düşmanlarını ise perişan eder,.bu konuda hiç kimsenin kınamasından çekinmezdi.
Beşîr: İtaat edene sevap müjdesi veren, Nezîr: İsyan edeni a2apla k< kutan. Allah, kitabının pekçok yerinde O'nu, kendisinin Kulu olarak a landirmıştır:
"Allah'ın kulu, O'na dua etmek için namaza durduğunda neredey üzerine örtülüyorlardı. "[138]
"Hakkı bâtıldan ayırdeden Kur'ân'ı kuluna indiren Allah yücelercesidir.[139]
"O anda Allah artık kuluna vahyedeceğini vahyetti[140]"Kulumuza indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe ediyorsanız...[141]
Sahih bir hadiste Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğu aktarılmaktadır: "Ben, kıyamet günü, Âdemoğullarının efendisiyim ( = Seyyidu veled-i Âdem). Bunda övünç yok. "[142]
Allah, O'nu, aydınlatan bir kandil, es-Sirâcu'l-Münîr[143]ve ziyası yanıp ışık veren bir kandil, es-Sirâcu'l-Vehhâc[144]olarak adlandırmıştır. Münir; Vehhâc'ın aksine yakmaksızın aydınlatan, ışık veren demektir. Veh-hâc'da ise bir tür yakma ve yanma anlamı vardır. [145]
[133] Ebu'l-Kâsım Abdurrahman b. Abdullah b. Ahmed el-Has'amî es-Süheylî (508/1114-581/1185). Endülüs'teki Malaka'dan olup lügat ve siyer âlimidir. Malaka'-da doğdu. 17 yaşında kör oldu. Mükemmel şiirler söylemeye başladı. Adı Merakeş sultanının kulağına ulaştı; sultan onu çağırtıp ikramda bulundu. Vefat edinceye kadar orada kitaplarını yazıp durdu. Süheyl, Malaka köylerindendir. Bazı eserleri: Îbn Hişam'm es-Siretii'n-Nebeviyye'sinin şerhi olan er-Ravdu'l-Unf, el-fzah ve't-Tebyîn limâl Übhime min Tefsîri't-Kitâbi'l-Mübîn, Netâicu'i-Fikr... vs.
[134] Kâ'b b. Züheyr, Divan, s.21.
[135] Buharı, 65/3 (Fetih), 34/54; Ahmed, 2/174.
[136] Tirmizî, 3430; Ebu Davud, 1516; tbn Mâce, 3814; Ahmed, 2/84. İsnadı sahihtir. İbn Hibbân (2459) sahih olduğunu söylemiş ve Tirmizî: "Bu hadis hasen-sahihtir" demiştir.
[137] Müslim, 2702; Ebu Davud, 1515.
[138] Cin, 72/19. ~
[139] Furkân, 25/1.
[140] Necm, 53/10.
[141] Bakara, 2/23.
[142] Tirmizî, 3618; İbn Mâce, 4308; Ahmed, 3/2. Hadisin metninin tamamı şöyledir: "Ben, kıyamet günü âdem oğullarının efendisîyim, bunda övünç yok. Hamd sancağı elimde olacaktır; bunda övünç yok. O gün Adem ve diğer bütün peygamberler benim sancağım altında toplanacaklardır. îlk defa yerden ben çıkartılıp diriltileceğim;
bunda övünç yok," Biri dışında râvileri sikadır. Bu hadisin, Ahmed'de (3/144) Enes'ten ve Übey b. Kâ'b'dan (5/138) rivayet edilen iki şahid hadisi vardır; bunlar sayesinde sahihlik derecesine ulaşır.
Ayrıca bu hadisi Buharı (İsrâ, 65/5) ve Müslim (194) de buna benzer bir metinle rivayet etmişlerdir. Müslim'deki (2278) bir başka metin şöyledir: "Ben, kıyamet günü âdemoğullarının efendisiyim. îlk defa yerden ben çıkartılıp diriltileceğim, tik şefaat edecek ve şefaati ilk kabul edilecek olan benim."
[143] Ahzâb, 33/46.
[144] Nebe, 78/13.
[145] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/84-92.
Muhammed: "Hamide" kökünden gelen "Hammede" fiilinden türetilmiş ism-i mef'ûl ( = edilgen çatı)dür. Övgüyle karşılanacak huyları çok olana "Muhammed" denir. Bu yüzden "Mahmûd" kelimesinden daha mübalağalıdır. Zira "Mahmûd" kelimesi asıl kökü üç harfli olan (-sülâsî mücerred) fiilden türetilmiş; "Muhammed" kelimesinin ise mübalağa ifade etmesi için harfleri artırılmıştır. O halde "Muhammed" övülen diğer insanlara göre daha çok övülen, yüceltilen demektir. Hem onun, hem dinin ve hem de ümmetinin Tevrat'ta ifade edilen övülmüş üstün niteliklerinin çokluğundan dolayı olacak ki, —Allah daha iyi bilir ya— bu yüzden Tevrat'ta bu adla anılmıştır. Hatta övülen niteliklerinin çokluğundan dolayı Hz. Musa (a.s.) bu ümmetten olmayı temenni etmiştir. Bu anlama şahid olacak hususları orada (yukarıda adı geçen eserde) anlattık. Ayrıca işi tersine çeviren, Hz. Peygamber'in (s.a.) Tevrat'taki adının Ahmed olduğunu söyleyen Ebu'l-Kâsım es-Süheylî'nin[133] yanılgısını da açıkladık.
Ahmed: "Ef'ale" vezninde ism-i tafdîldir (yani ismin daha üstünlük, en üstünlük bildiren halidir -Ş.Ö.). Bu da yine "hamd" kökünden türetil-, mistir. Fail ( = etken çatı) mi, mef'ûl (edilgen çatı) mü anlamında olduğun-j da insanlar görüş ayrılığına düşmüş; kimisi, fail anlamında olduğunu yanij onun Allah'a hamdedişi, diğerlerinin hamdedişinden daha fazladır, anla-j mına geldiğini söylemiştir. Bu durumda anlamı: "Rab-I bine hamdedenlerin en çok hamdedenidir." olur. Bu görüşü şundan tercih ediyorlar: İsm-İ tafdîl, gramer kaidelerine uygun ( = kıyası) olarak mef'ûlj ( = nesne) üzerinde gerçekleşen fiilden değil, fail ( = özne)in yaptığı fiildenj türetilir.
Diyorlar ki: Üzerinde gerçekleşen darb = vurma işi gözönüne alınarak; ne "Zeyd ne dövülmüştür!", ne "Zeyd,| Amr'dan daha dövülmüştür" denir; ne de"Suyu ne de içi-rilmiştir!" ve "Ekmeği ne de yedirilmiştir!" vs. denir. Çün-j kü ism-i tafdîl ile fiil-i taaccüb ( = şaşkınlık ve hayret ifade eden fiil) yal-j nızca lâzım ( = geçişsiz) fiilden türetilir. Bundan dolayı "feale" ve "feile" vezinlerinden "feule" veznine aktarıldığı takdir edilir. Bu sebeple hemzej ile mef'ûle geçişli yapılır. Şu halde hemzesi geçişlilik içindir. Meselâ: "Zeyd ne zarif!" ve"Amr ne cömert!" örneklerinde olduğu gibi. Bu iki kelimenin (ezrafe ve ekrame) aslı vedir. Hem şu da var ki, taaccub edilen şey aslında faildir. Doiayı-| siyla fiilinin müteaddî ( = geçişli) olmaması gerekir.l "Zeyd, Amr'ı ne dövdü!" vb. örneklere gelince buradaki edrabe taaccubl fiili, "feaîe" vezninden "feule" veznine aktarılmıştır. Sonra iş bu halde! iken hemze ile geçişli kılınmıştır. Bunun delili Arapların lâm ile getirerek demeleridir. Şayet geçişli olarak kalsa idi denirdi. Çünkü bu fiil, bir mef'ûle doğrudan doğruya, bir başkasına ise geçişlilik hemzesi ile geçişlidir. Araplar mef'ûle geçişlilik sağlayan hemze-ile geçişli kıldıklarında diğerine ise lâm ile geçişli kıldılar. İşte bu durum; ism-i tafdîl ile fiil-i taaccüb, mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiilden değil, failin yaptığı fiilden türetilirler, demelerini icap ettirmiştir.
Ötekiler bu konuda onlara karşı gelerek diyorlar ki: İsm-i tafdîl ile fiil-i taaccübün hem failin yaptığı fiilden, hem de mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiilden türetilmeleri caizdir. Bunun Arapçada çok kullanımı caizliğinin en açık delillerinden di r. Arap:"Şu şeyle ne kadar da meşgul oldu!" der ki, buradaki "eşgale" "şugile = meşgul oldu" kelimesinden gelmekte olup "meşgul" anlamındadır. Aynı şekilde Araplar: "Şu şeye ne kadar meftun oldu!" derler ki buradaki "Şu şeye meftun oldu, gönlünü kaptırdı" cümlesinde olduğu gibidir ve "Gönlü kaptırılmış" anlamındadır ki, bu yalnız ve yalnız mef'ûl için kurulmuştur."O bana ne kadar sevimli!" derler ki, bu da mefûlün fiilinden ve sana mahbûb olmasından bir taaccübdür."O bana ne kadar menfur!" ve "O bana göre ne kadar kızılan biri!" cümleleri de böyledir.
Burada Sîbeveyh'in (v.180/796) sözünü ettiği meşhur bir mesele vardır: Hoşlanmayıp nefret eden sen isen: "Ona ne kadar buğ-zettim!"; seven sen isen: "Onu ne kadar sevdim!" ve kızan sen isen: "Ona ne kadar kızdım!" dersin. Ama nefret edilen sen isen: "Ona göre ben ne kadar menfur biriyim!"; kızılan sen isen: "Ona göre ben ne kadar kızılacak biriyim!" ve sevilen sen isen: "onun tarafından ne kadar sevilen biriyim!" dersin. Böylece mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiilden taaccüb eden sen olursun. O halde "lâm" ile olan fail içindir; "ilâ" ile olan mef'ûl içindir. Nahivcilerin (gramercilerin) çoğunluğu bu şekilde sebep gösterip değerlendirmiyorlar. Sebep olarak söylenen —Allah daha iyi blir ya— şudur: "Lâm", anlam itibariyle fail içindir. Meselâ: "bu kimin?" sorusuna"Zeydin" cevabı verilir, lâm ile getirilir. "İlâ" ise anlam itibariyle mef'ûl içindir. "Bu kitap (yahut mektup) kime ulaşacak?" sorusuna cevaben: "Abdullah'a"dersin. Bunun sırrı şudur: Aslında "lâm" mülkiyet ve bir şeye aidiyet (= ihtisas) bildirmek içindir. İstihkak ise ancak mâlik ve hak sahibi olan faile aittir. "İlâ" ise gayeye (sona) eriş ifade eder. Gaye, fiilin icap ettirdiği şeyin sonudur ve mef'ûle daha lâyıktır. Çünkü fiilin icap ettirdiği şeyin tamamındandır. Şâir Kâ'b b. Züheyr'in Hz. Peygamber (s.a.) hakkında söylediği şu beyitler mef-ûlün fiiline taaccüb örneklerindendir:
"Artık o, kendisiyle konuştuğum vakit benim gözümde -daha önce bana: 'Sen yakalanıp öldürüleceksin' denildiğinden— peşpeşe inlerin sıralandığı Asser vadisindeki korulukta mesken edinmiş yatıp duran arslanla-
rın kralından daha korkulacak halde idi.[134]
Buradaki kelimesi "korktu" kelimesinden değil "korkuldu" kelimesinden gelmektedir ki"korkunç ve tehlikeli yer" anlamındadır. Aynı şekilde: "Zeyd ne kadar çılgın!" cümlesindeki kelimesi de "delirdi, çıldırtıldı" kelimesinden gelmektedir ki "deli, çarpılmış, çıldırtılmış" anlamındadır. Bu Kûfelilerin ve onlara katılanların görüşüdür.
Basralılar diyorlar ki: Bunların hepsi kaide dışıdır, itimad edilemez. Bunlarla kîdeleri altüst edemeyiz. Araplar arasında kullanıldığı kadarıyla kalmaları gerekir.
Kûfeliler diyorlar ki: Bunun gerek nesir, gerekse nazım şeklinde arap-ların konuşmalarında çokça rastlanması, kaide dışı olduğunu söylemekten bizi ahkoyar. Zira kaide dışı olan, onların kullanımlarına ve konuşmalarında sık sık geçene aykırı düşen demektir. Bu ise onlara aykırı düşmemektedir. Sizin, fiilin "feule" vezninde olması gerektiği ve bu vezne aktarıldığı, şeklindeki düşünce ve yorumunuza gelince, bu delilsiz bir söz söylemedir ve keyfîliktir. Tutunduğunuz hemze ile geçişlilik sağlama deliline gelince,, bu konuda iş sizin savunduğunuz gibi değildir. Bu yapıda hemze geçişlilik için değil, yalnızca taaccüb ve tafdîl ( = üstün tutma) anlamını göstermek içindir. Meselâ "fail" kelimesindeki elif, "mef'ûl" kelimesindeki mim ve vâv harfleri; iftiâl veznindeki ve mutavaat için olan vezinlerdeki tâ harfi ve bunlara benzer asıl kökü üç harfli olan fiile, yalın halindeki anlamından fazla bir anlam taşıdığım göstermek için getirilen ilâve harfler gibidir. İşte bu hemzeyi çeken, fiilin geçişli kılınması değil bu sebeptir.
Diyorlar ki: Bunun delili şudur: Hemze ile geçişli kılınan fiilin harf-icer ve şedde ile de geçişli yapılması caizdir. Meselâ:"Onu oturttum" ve "Onu ayağa kaldırdım" vb. örneklerde olduğu gibi. Burada hemze yerine başkası geçemez. Böylece hemzenin yine sırf geçişlilik için olmadığı anlaşılmıştır. Çünkü geçişlilik sağiayan "bâ" harfi ile bir arada getirilir. Meselâ "ne kadar cömert!" ve.. "Ne kadar güzel!" örneklerinde böyle olmuştur. Bir fiil üze-> rinde iki geçişlilik birleştirilemez.
Hem Araplar şu cümleleri kullanırlar: "Ona ne dirhemler verdi!" ve "Ona ne elbiseler giydirdi!" Buradaki
taaccüb fiilleri "verdi" geçiş "giydirdi" fiillerindendir. Anlam bozulacağından dolayı "el uzatıp almak" anlamındaki kelimesine aktarılıp sonra ona geçişlilik hemzesi getirildiğini düşünmek doğru olmaz. Çünkü taaccüb atv'dan yani el uzatıp almaktan değil, i'tâ'dan ( = vermekten) kaynaklanmaktadır. Ondaki hemze, taaccüb ve tafdîl hem-zesidir ve fiilindeki hemzesi hazfedilmiştir. Şu halde bu hemzenin geçişlilik için olduğunu söylemek doğru olmaz.
Diyorlar ki: vb. örneklerde olduğu gibi Iâm ile geçişli yapılmıştır, sözünüze gelince; burada lâm'ın getirilmesi, söylediğiniz gibi fiilin lâzım (-geçişsiz) olmasından kaynaklanmıyor. Fiil, tasarruftan ( = çekimden) men olunmakla zayıfladığı ve fiillerin yollarından dışarı bir yola sevkedilip görev ve amelini ifadan zayıf kaldığı için destek olarak Iâm getirilmiştir. Nasıl ki ma'mûlü (yani i'rabında etkili olduğu kelime) kendisinden Öce geldiğinde ve yan cümle olduğunda fiil Iâm ile takviye edilir, tıpkı aynı şekilde burada da Iâm ile takviye edilmiştir... Gördüğünüz gibi tercih edilecek görüş budur.
Artık maksada dönelim. Diyoruz ki: "Ahmed" kelimesinin takdiri, birincilerin görüşüne göre: "İnsanların Rabbini en çok hamdedeni" şeklinde; bunların görüşüne göre ise "Övülmeye insanların en lâyık ve en münasibi" şeklindedir. Bu durumda anlam itibariyle "Muhammed" gibi olur. Ancak aralarındaki fark şudur: "Muhammed" kelimesi, "övülen nitelikleri çok olan"; "Ahmed" kelimesi ise "O övülen, başka övülenlerden daha üstündür." anlamındadır. Şu halde çokluk ve nicelik bakımından "Muhammed", özellik ve nitelik bakımından da "Ahmed"dir. Hz. Peygamber (s.a.), lâyık olan öteki insanlardan daha çok övülmeye lâyık ve diğerlerinin lâyık olduğundan daha üstün övgüye lâyıktır. İnsanların yaptığı en çok ve en üstün övgüler ona yapılır. Böylece her iki ismi de mefûl üzerinde gerçekleşmektedir. Bu, hem onu övgüde daha edebî ve daha yerinde ve hem de anlam itibariyle daha mükemmeldir. Şayet fail anlamı kastedilmiş olsa, "Hammâd" yani çok ham-deden adı verilirdi. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), Rabbine en çok hamde-den insandır. Eğer Rabbine hamdetmesi gözönüne alınarak "Ahmed" ismi verilmiş olsa "Hammâd" adının konması şüphesiz daha münasip olurdu. Nitekim ümmeti bu adla anılmıştır.
Hem bu iki isim onun Muhammed ve Ahmed adlarını almasına sebep olan övülmüş ahlâkından ve niteliklerinden türetilmişlerdir. Sayanların, hesap edenlerin sayamayacaklan kadar çok olan övülen niteliklerinden dolayı göktekiler, yerdekiler, dünyadakiler, ahirettekiler hep O'nu öveceklerdir. Bu konuyu es-Salâtu ve's-Selâmu Aleyhi adlı yukarıda anılan kitapta doyurucu genişlikte anlattık. Burada yalnızca yolcunun halinin, kaib ve zihninin dağınıklığının müsaade ettiği ölçüde birkaç söz söyledik. Yardım Allah'tan beklenir ve O'na güvenilir.
Mütevekkil: Sahih-i Buhârî'deki bir rivayette Abdullah b. Amr diyor ki: Tevrat'ta Hz. Peygamber'in (s.a.) şu şekilde anlatıldığını okudum: "Muhammed, Allah'ın rasûlüdür. Kurumdur, rasülümdür. O'na Mütevekkil adını koydum. Ne kabadır, ne katı kalblidir ve ne de çarşıda, pazarda bağırıp çağırır. Kötülüğe kötülükle karşılık vermez. Aksine affeder, bağışlar. Çarpıtılmış dini onunla düzeltip insanlar: "Lâ ilahe illallah" deyinceye kadar asla onun canını almayacağım."[135]. Hz. Peygamber (s.a.) bu isme en lâyık insandır. Çünkü dini düzeltmek, yerleştirmek yolunda Allah'a gösterdiği tevekkülde hiç kimse ona ortak olamaz.
Mâhî, Haşir, Mukaffî ve Âkıb isimlerine gelince; bunlar Cübeyr Mut'im'in aktardığı hadiste açıklanmıştır.
Mâhî: Allah'ın kendisiyle küfrü mahvedeceği kişi demektir. Küfür, Hz. Peygamber (s.a.) ile mahvedildiği kadar hiçbir kimse ile mahvedilmemiştir. O, peygamber olarak görevlendirildiğinde —Ehl-i Kitab'dan arta kalanlar dışında— yeryüzünde yaşayanların hepsi kâfir idiler. İnsanlar ya putperestlerden, gazaba uğramış yahudilerden, sapık hristiyanlardan, ne Rab ne âhiret tanıyan materyalist sâbiîlerden; ya da yıldızlara tapanlardan, ateşperestlerden, peygamberlerin getirdikleri şeriatları tanımayan ve kabullenmeyen filozoflardan oluşmaktaydı. Allah Teâlâ bunları Rasûlü ile mahvetti ve Allah'ın dini her dine galip geldi. O'nun dini gece ve gündüzün ulaştığı yere (yani dünyanın her yerine) ulaştı. O'nun daveti, güneş ışınlarının yayılışı gibi bütün bölgelere yayıldı.
Haşir: Bu kelimenin kökü olan "haşr", katlamak ve bir araya getirmek anlamındadır. İnsanlar onun önünde haşrolunacaklardır. Sanki o, insanları hasretmek için peygamber olarak görevlendirilmiştir.
Âkıb: Peygamberlerin en sonuncusu olarak gelen. O'ndan sonra peygamber gelmeyecektir. Çünkü Âkıb kelimesi "âhirden sonuncu'/ anlamındadır. O, mühür gibidir. Bundan dolayı kayıtsız şartsız Âkıb diye ad aridı-nlmıştır. Yani peygamberlerin ardından en son olarak gelen.
Mukaffî: Yine aynı anlamdadır. Kendisinden Öncekilerin izlerini kapatan anlamına gelmektedir. Allah, onunla daha önceki peygamberlerin izlerini kapatmıştır. Bu kelime "izlemek, geride kalmak" kökünden türetilmiştir. Bir kimse birinden geri kaldığı zaman ( tâ ) "Ondan geri kaldı "Ondan geri kalır" denir. ( .-Başın ense kısmı" ve"Beytin kâfiyesi" sözleri de buradan gelmektedir. O halde Mukaffî: Kendisinden önceki peygamberleri takip edip onların mühürleyi-cisi ve sonuncusu olan demektir.
Nebiyyü't-Tevbe (Tevbe Peygamberi): Allah'ın kendisi ile yeryüzü halkına tevbe kapısını açtığı kimse demektir. Allah onların tevbelerini, ondan önceki yeryüzü halkına benzeri nasip olmayan bir tarzda kabul etti. Hz. Peygamber (s.a.) en çok af dileyen ve tevbe eden insandı. Hatta bir tek oturumda yüz kere şöyle dediğini saymışlardı: "Rabbim! Beni bağışla, tev-betnizi kabul et. Doğrusu tevbeleri kabul eden ve günahları bağışlayan ancak Sen'sin."[136]
Derdi ki: "Ey insanlar! Rabbiniz Allah'a tevbe edin. Zira ben, günde yüz kere Allah'a tevbe ederim."[137]. Aynı şekilde onun ümmetinin tevbesi diğer ümmetlerin tevbelerinden daha mükemmel, kabulü daha çabuk ve yapılması daha kolaydır. Onlardan öncekilerin tevbeleri ı güç işlerdendi. Hatta İsrâiloğullarının buzağıya tapmalarının tevbesi, kendilerini öldürmekti. Bu ümmete gelince, Allah Teâlâ katında bir üstünlüğe sahip olduklarından dolayı Allah, onların tevbelerini pişmanlık ve günahı terketmek saymıştır.
Nebiyyü'l-Melhame (Savaş Peygamberi): Allah'ın düşmanları ile cihad etmek görevi verilen demektir. Hiçbir peygamber ile ümmeti, Allah Rasülü (s.a.) ile ümmetinin yaptığı cihad kadar asla cihad yapmamışlardır. O'nun ümmeti ile kâfirler arasında meydana gelen ve meydana gelecek olan büyük savaşların benzerleri ondan önce hiç görülmemiştir. Zira O'nun ümmeti, birbirini kovalayan asırlar boyunca yeryüzünün her tarafında kâfirleri öldürmüşler ve onlara öyle savaşlar açmışlardır ki, kendilerinden başka hiçbir ümmet bunu yapmamıştır.
Nebiyyu'r-Rahme (Merhamet Peygamberi): Allah'ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği peygamber demektir. Allah, O'nun sayesinde mü'min, kâfir demeden bütün yeryüzü halkına merhamet etmiştir. Mü'minler, merhametten en çok nasib alanlardır. Kâfirlere gelince, onların ehl-i kitap olanları onun gölgesinde, onun eman ve güvencesinde yaşamışlar; O'nun ve ümmetinin öldürdüğü kâfirler ise O'ndan dolayı derhal cehenneme atılmışlar ve böylece, sırf ahiretteki azaplarının şiddetini artıran uzun hayattan kurtulmuş oldular.
Fâtih: Allah'ın kendisiyle, kilitlenmiş hidayet kapısını açtığı kimse demektir. Allah, O'nunla kör gözleri, sağır kulakları ve kapalı kalpleri açtığı ve O'na kâfirlerin ülkelerini fetih nasib etti. O'nunla cennetin kapılarını açtı. Faydalı ilmin ve salih amelin yollarını O'nunla gösterdi. O halde O'nunla dünya ve âhireti, kalbleri, kulakları, gözleri ve ülkeleri açtı.
Emîn: Varlıklar dünyasında bu isme en lâyık olan O'dur. Vahiy ve din konularında Allah'ın kendisine güvendiği kimse O'dur. O, hem gökte-kilerin ve hem de yerdekilerin güvendiği şahıstır. Bundan dolayı peygamberlikten önce O'na "el-Emîn" derlerdi.
Dahûk-Kattâl (Çok gülen-çok öldüren): Bu iki isim birbiriyle iç içedir; biri diğerinden ayrılmaz. Zira Hz. Peygamber (s.a.) mü'minlerin yüzlerine karşı çok tebessüm eder ve onlara yüzünü ekşitmez, kaşlarını çatmaz, öfkelenmez ve sert davranmazdı. Allah düşmanlarını ise perişan eder,.bu konuda hiç kimsenin kınamasından çekinmezdi.
Beşîr: İtaat edene sevap müjdesi veren, Nezîr: İsyan edeni a2apla k< kutan. Allah, kitabının pekçok yerinde O'nu, kendisinin Kulu olarak a landirmıştır:
"Allah'ın kulu, O'na dua etmek için namaza durduğunda neredey üzerine örtülüyorlardı. "[138]
"Hakkı bâtıldan ayırdeden Kur'ân'ı kuluna indiren Allah yücelercesidir.[139]
"O anda Allah artık kuluna vahyedeceğini vahyetti[140]"Kulumuza indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe ediyorsanız...[141]
Sahih bir hadiste Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğu aktarılmaktadır: "Ben, kıyamet günü, Âdemoğullarının efendisiyim ( = Seyyidu veled-i Âdem). Bunda övünç yok. "[142]
Allah, O'nu, aydınlatan bir kandil, es-Sirâcu'l-Münîr[143]ve ziyası yanıp ışık veren bir kandil, es-Sirâcu'l-Vehhâc[144]olarak adlandırmıştır. Münir; Vehhâc'ın aksine yakmaksızın aydınlatan, ışık veren demektir. Veh-hâc'da ise bir tür yakma ve yanma anlamı vardır. [145]
[133] Ebu'l-Kâsım Abdurrahman b. Abdullah b. Ahmed el-Has'amî es-Süheylî (508/1114-581/1185). Endülüs'teki Malaka'dan olup lügat ve siyer âlimidir. Malaka'-da doğdu. 17 yaşında kör oldu. Mükemmel şiirler söylemeye başladı. Adı Merakeş sultanının kulağına ulaştı; sultan onu çağırtıp ikramda bulundu. Vefat edinceye kadar orada kitaplarını yazıp durdu. Süheyl, Malaka köylerindendir. Bazı eserleri: Îbn Hişam'm es-Siretii'n-Nebeviyye'sinin şerhi olan er-Ravdu'l-Unf, el-fzah ve't-Tebyîn limâl Übhime min Tefsîri't-Kitâbi'l-Mübîn, Netâicu'i-Fikr... vs.
[134] Kâ'b b. Züheyr, Divan, s.21.
[135] Buharı, 65/3 (Fetih), 34/54; Ahmed, 2/174.
[136] Tirmizî, 3430; Ebu Davud, 1516; tbn Mâce, 3814; Ahmed, 2/84. İsnadı sahihtir. İbn Hibbân (2459) sahih olduğunu söylemiş ve Tirmizî: "Bu hadis hasen-sahihtir" demiştir.
[137] Müslim, 2702; Ebu Davud, 1515.
[138] Cin, 72/19. ~
[139] Furkân, 25/1.
[140] Necm, 53/10.
[141] Bakara, 2/23.
[142] Tirmizî, 3618; İbn Mâce, 4308; Ahmed, 3/2. Hadisin metninin tamamı şöyledir: "Ben, kıyamet günü âdem oğullarının efendisîyim, bunda övünç yok. Hamd sancağı elimde olacaktır; bunda övünç yok. O gün Adem ve diğer bütün peygamberler benim sancağım altında toplanacaklardır. îlk defa yerden ben çıkartılıp diriltileceğim;
bunda övünç yok," Biri dışında râvileri sikadır. Bu hadisin, Ahmed'de (3/144) Enes'ten ve Übey b. Kâ'b'dan (5/138) rivayet edilen iki şahid hadisi vardır; bunlar sayesinde sahihlik derecesine ulaşır.
Ayrıca bu hadisi Buharı (İsrâ, 65/5) ve Müslim (194) de buna benzer bir metinle rivayet etmişlerdir. Müslim'deki (2278) bir başka metin şöyledir: "Ben, kıyamet günü âdemoğullarının efendisiyim. îlk defa yerden ben çıkartılıp diriltileceğim, tik şefaat edecek ve şefaati ilk kabul edilecek olan benim."
[143] Ahzâb, 33/46.
[144] Nebe, 78/13.
[145] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 1/84-92.