- İnsanlığın Hz. Muhammede Borcu

Adsense kodları


İnsanlığın Hz. Muhammede Borcu

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Tue 7 August 2012, 03:22 pm GMT +0200
İNSANLIĞIN HZ. MUHAMMED'E BORCU

Hz. Muhammed bütün insanlık için hidâ­yet rehberi olmuş, onları ahlâkî, manevî, siyasî, iktisadî ve toplumsal her türlü nitelik­lerini geliştirmek için davetinde mündemiç Hayat Kanunlarını benimsemeye çağırmıştır. Ayrıca onları çevreleri (afak) tarihleri ve ne­fisleri (enfüs) hakkında daha fazla bilgi sahi­bi olmaya, bilgi ve kabiliyetlerini tabiî kay­nakların insanlığın faydası İçin daha iyi kulla­nılması yönünde sarfetmeye teşvik etmiştir. Öğretisi ve ömek insan oluşuyla insanlara bü­yük birnasihatçı olmuş, kişi için çalıştığından başkasının olmadığını (53: 39) belirtmiştir. Bilgi ve yeteneklerini kullanmada insanların gayretli olmasını, ancak böylelikle muhtemel ilerleyişlerine bir smır olmadığını; ve gerçek­te yerin ve göklerin engellerini aşarak ötelere gidebileceklerini, çünkü aslî hedeflerinin yıl­dızların ve gökcisimlerinin (55: 33) çok öte­sinde olduğunu söylemiştir. Ebedî ve Ezelî olan Allah da insanlara bilgi ve ilim alanında sürekli ilerleme yoluyla kültür ve medeniyet­lerini zenginleştirmeleri için sınırsız fırsatlar bağışlamıştır. Bu şu anlama da gelir: bizim bilgi ve ilim arayışımız mutlak ve nihai ilmî hakikatle sonuçlanacak bir şey değildir, çün­kü geçmişte ilmen doğru kabul gören birşey bugün son ilmî keşiflerin ışığında kabul edil­meyebilir: meselâ, atomun parçalanamayaca-ğı tezinde olduğu gibi. Yine bunun gibi günü­müzde ilmen doğru kabul edildiği halde ke­şiflerin ışığında yarın kabul edilemeyecek olan teoriler de vardır. (Ayrıntılar için lütfen bkz., Sîret Ansiklopedisi, c. I, "İnsanlığın eği­ticisi" başlıklı 2. bölüm).

İnsanın bilgi ve ilminin bu değişken tabiatı, kazanılmış bilgi seviyesinin hiçbir devirde mükemmel veya nihai olmadığının açık deli­lidir. Ancak, bizler bilgimizin mükemmelliğine ulaşmasını âtıl şekilde beklemek yerine hayatımızın niteliğini artırmak için sahip ol­duğumuz bilinen ilmi her şekilde kullanmalı­yız. Çünkü ilmî malûmatımızın mükemmelli­ğe erişeceği zamanı göremeyeceğimizden âtıl bir şekilde beklemek anlamsız ve abes bir iş olacaktır. Üstelik bu hâl, insanlığın ilerleme­sinin sonu olur. Bizim ilerlememiz bilgi ve ilim alanındaki gelişmelerle ilgilidir, hatta bunların neticesidir. Eğer ilimde gelişme ol­masaydı, inanç kültürü ve müesseseleri atâlet konumunda olurdu. Modern Batı toplumları­nın Üçüncü Dünya ülkelerinin çok önünde ilerlemesi sürekli ve ardarda ilmî buluşlar ne­deniyle gerçekleşmektedir. Üçüncü Dünya'nın geriliğinin temel nedeni ise bilgi ve ili­mi arama yolunda tamamen ve çaresizce ba­şarısız olmasıdır; halbuki onların Batı Dünya­sındaki sözde yardımcıları araştırma çabaları­na devam ederek ve kendilerini yalnızca bilgi alanında değil, siyasî ve iktisadî nüfuz ve ikti­dar alanında da sürekli zenginleştiren yeni ilmî malûmatları keşfederek bütün bilgi ve il­mi tekellerinde tutmaktadırlar.

Bilgi ve ilimle İlgili isabetli davranış, insanlı­ğın dikkatine sunulan yukarıda bahsedilen âyette (55: 33) olduğu gibi, sürekli araştırma ve gayret içinde bulunmaktır. İnsanlığın ka­deri, hayatın niteliğini mümkün olan her yolla artırmak için çevresinden giderek daha fazla bilgi ve ilmî veri kazanmak yönünde sürekli çaba göstermesine bağlıdır. Burada, insan ha­yatının niteliğini artırmak için değil de, yer­yüzündeki bütün hayatı yoketmek için yalnızca askerî güçlerini takviye etmeye çalışanlara bir uyan yapılmalıdır. Hz. Muhammed in­sanlığı, hayatlarının niteliğini maddî ve ma­nevi olarak geliştirmesi; yaratılış gayesini an­laması; yaratanla olan ilişkileri düzeyinde yeryüzündeki gerçek misyonlarını bilmeleri için bilgi ve ilim elde etmeye davet etmiştir. Kâinatın ve ondaki harikuladeliklerin ve sı­nırsız kaynakların incelenmesinin bir yandan, insanoğluna kültürünü madden bilinmeyen ve zirvelere ulaştırmaya ve geliştirmeye yardım­cı olacağı, diğer yandan onun bu harika dünyada ezelî ve ebedî olan yaratıcısına naza­ran geçici (fâni) tabiatını farketmesini sağla­yacağı beklenmektedir. Bu ikinci husus, in­sanda takva ve Allah korkusunu ihdas ederek onun manevî ve ruhî sahada kendi menfaatine olacak gelişme ve ilerlemesini temin eder.

Hz. Muhammed vasıtasıyla gönderilen İla­hi İrşâd'm gayesi buydu: İnsanoğlu ilim vası­tasıyla takvaya ve hayra ulaşsın, Allah ile olan ruhî irtibatını güçlendirsin; tabiat kuv­vetlerini işleme yönünde bilgi ve kabiliyetini kullanarak kültürünü maddî sahada da zen-ginleştirsin. Böylece, hayatın maddî ve manevî iki yönü, insanoğlunun eş zamanlı olarak hayatının vasfının yükselmesine yar­dımcı olacaktır. İnsanoğlu hayatının vasfım bu çizgilerde ve ilahi Rehberlik altında geliş­tirme çabalarına devam ettiği müddetçe, tabi­atın bilinmeyen hazinelerinden faydalanmaya ve ilerlemeye devam edecektir.

Ancak, insanoğlunun kendisini ve kültürünü dengeli bir şekilde geliştirmesi değişik insan­lar arasındaki meseleleri ırk, renk, kabile, inanç ve milliyet ayrımı yapmaksızın âdilâne ve hakkaniyet dairesinde çözümlemesiyle mümkün olabilir, aksi takdirde zorlu ve sü­rekli gayretlerle hayatın muhtelif sahalannda kazanılan bütün faydalar kaybedilecek, heba olacaktır. Rasûlullah bu durumu insanlara şu âyetle tebliğ etmiştir: "Bir şehir ve bölgeyi helak etmek istediğimizde, biz onun bolluklar içinde yaşayan cebbarlarına kötülüklerden sa­kınmayı emrederiz, onlar bizim buyruğumu­zun tersine olarak fâsık kesilirler ve bununla cezaya çarpılmağa müstehak olurlar. Biz artık o şehir ve bölgeyi yer ile düz bir hâle getiri­riz." (17: 16).

Tarih, aşırılıkların, zulmün ve adaletsizliğin fazlalaştığı, İnsanların bir kısmının lüks bir hayat sürerken diğer kısmının sefalet çektiği bir toplumun varlığını uzun süre sürdüremeyeceği, er veya geç sonunun geleceğine dair delillerle doludur. Bu yüzden, bir toplumun değişik sınıflar ve zümreler arasında ayrım gözetmeksizin uygun bir denge kurması yalnızca başarısı, gelişmesi ve refahı için de­ğil bizzat varlığını sürdürmesi için de çok hayatî öneme sahiptir. Bu iyilik ve adalet si­yasetinin hayatın her sahasına yansıtılması da gereklidir: Bu siyaset, savaşta ve barışta, dostluk ve düşmanlık zamanlarında millî ve milletlerarası olayları olduğu gibi ferdî ve toplumsal hadiseleri de yönlendirmelidir.

Hz. Muhammed'in vaz ettiği Kanunlar (Şeriat) hayatın bütün yönlerini kapsamakta­dır. Bunlar, insan şahsiyetinin eğitimi, tezki­yesi ve gelişmesi içindir. Kulluğun yalnızca âlemlerin Yaratıcısı ve Hâkimi olan Allah'a yapılması gibi yüce ve asîl İdealler getirmiş; takva, iyilik ve adalet ruhunu oluşturmuştur. Bu ruh, gerçekte, Tevhid (Allah'ın Birliği) inancının tabiî sonucudur. İnsanları başkaları ile olan münasebetlerinde muttaki, sâlih, fedakâr, âdil ve faziletli yapan Allah inancıdır. İnsan hayatındaki tek yaratıcı, fonksiyo­nel ve gerçek unsur olan bu inanç, insanlığı geçici ve maddî çıkarlarının üzerine çıkararak Diriliş Gününde ebedî mükâfat beklentisiyle Allah'ın rızasını kazanmak için toplumun ge­nel yararına çalışmasını temin eder. Bir başka maddî gaye ve felsefe hem bilgi ve ilim zen­ginliği ile hem de manevî mükemmellikle do­nanmış böyle yüksek ve asalet sahibi iffetli şahsiyetler meydana getiremez. Maddî bilgi zenginliği, insanlığa çevresini etkili ve uygun bir şekilde kullanmada, kültürlerini maddî ve siyasî olarak zenginleştirmede ve güçlendir­mede, İlmî keşif ve icat yarışında ön sırada kalmada yardımcı olurken; manevî zenginlik toplumda işlemekte olan değişik güçler ara­sında, Özellikle de dünyevî ve kudsî güçler arasında uygun ve âdil bir denge kurmada yardımcı olur.

Hz. Muhammed'in başlatıp teşvik ettiği, hayata karşı bu tarz bir tavır özelliği dengeli ve sağlıklı bir toplumun oluşup gelişmesine yol açarken, toplumun zengin ve müreffeh bir kültür ve medeniyete sahip şekilde varlığını sürdürmesini ve gelişen bir toplumun karşıla­şacağı her türlü talep ve zorluklara karşı daima hazır olmasını garantiler. Buna onun öğretilerinden çıkarılacak dersler sonucunda ulaşılır; sözde ve ruhta onun Rehberliğini ka­bul eden ve onun şeriatun dar ve geniş an­lamlarıyla birlikte uygulayan kişilerce erişilir. Bu kimseler onun felsefesinden ve hayat sis­teminden tam bir fayda elde ederler. Herkes için barış ve güvenliğin olduğu bir ortamda bolluk ve refah içinde iyilik ve takva dolu bir hayat sürerler; ve hiç bir ayrım olmaksızın uygulanan eşitlik, kardeşlik, hürriyet ve adalet kavramlarından tam manasıyla fayda­lanırlar.

Bu Hz. Muhammed'in bütün insanlığa bı­raktığı ve herkesin eşit olarak faydalanabile­ceği mirasıdır. Ne yazık ki sonraki nesiller onun bütün bu imkânlarını kavramaktan âciz kaldılar. Hz. Muhammed'e inananlar daha sonra onun Tebliğinin asıl gaye ve önemini unuttular. Tebliğin "lafzına" ve "şekline" ta­kılı kalıp hedef ve gayesini tamamen gözardı ettiler. Ve "lafız" ve "şeklin" gerekli şart ve taleplerini yerine getirmekte bile çaresiz ve tamamen başarısız oldular. Böylece Hz. Mu­hammed'in şeriattın izlemekle sahip ola­cakları manevî, ruhî ve toplumsal faydaları elde edemediler. Gaye ve maksadıyla Din'i yanlış anlamalarından ötürü bu dünyanın maddî faydalarından mahrum kaldıkları gibi diğer milletlerden her sahada geri kaldılar.

İslâm'ın ilk devirlerinde müslümanlar, Hz. Muhammed'in ulaştırdığı Tebliğin hakiki ruhuyla dolu ve ondan ilham alarak askerî, siyasî ve fikrî sahada dünyada yeni bir çığır açtılar. Müslümanların ulaştıkları bu başarıyı takdir eden bir Batılı yazar şöyle demektedir:

"Çoğu zaman, fikirlerin yaygınlaşması için yeni bir tahrik gerekir. Hıristiyanlıktan 600 yıl sonra gelen İslâm yeni ve güçlü bir tahrik idi. Önce sonu belirsiz bölgesel bir olay ola­rak başladı, ancak Hz. Muhammed M.S. 630'da Mekke'yi fethedince İslâm bütün güneyi rüzgâr gibi kapladı. Yüzyıl içinde İslâm İskenderiye'yi fethetti. Bağdat'ta muhteşem bir ilim merkezi tesis etti, sınırlarını İran'da İsfahan Önlerine kadar ilerletti. M.S. 730 iti­bariyle İslâm İmparatorluğu İspanya ve Gü­ney Fransa'dan Çin ve Hindistan sınırlarına kadar uzanıyordu: Avrupa karanlıklar için­deyken İslâm muhteşem, güçlü ve şerefli cihanşümul bir devletti..

Başkalarını ihtida gayesi güden bu din diğer milletlerin ilmini büyük bir iştiha ile aldı. Bu aynı zamanda önemsenmeyen yerli hünerlere müdahale etmedi... Böyle merkezlerde Yunan ve diğer Doğu ilimlerinden istifade ederek onları yorumlayarak geliştirdiler.

Muhammed İslâm'ın mucizelere dayalı din olmadığını, onun tefekkür ve tezekkür dini olduğunu özellikle vurguladı. Müslüman mü­tefekkirlere göre Allah hiçbir şeye benzetilemez, müşahhas bir hâle getirilemez. İslâm'ın tasavvufu kan ve şarap, et ve ekmek değil ilahî bir vecddir. "Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nuru, içinde lamba bulunan bir kandil yuvasına benzer. Lamba cam için­dedir. Cam, sanki inciden bir yıldız... Nur üzerine nurdur... (Bu kandil) Allah'ın, yük-sekseltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerdedir. Onların içinde sabah akşam O'nu teşbih eder (sânının yüceliğini anar)lar." (24: 35-37) (I. Bronowski, The Ascent of Man, Londra, 1973, sh. 165-166).

Sonraki müslüman nesiller, fen ilimlerinde atalarının çizgisine uygun araştırma ve ince-leme hızını sürdürmede başarısız kaldılar; Yeni Dünya'nın ilmî ilerlemesinden istifade etmekte beceri gösteremediler. Müslümanla­rın son üç-dört asırlık bu başarısızlığının ve güç dengesinin Yeni Dünya'nın lehine değiş­mesinin ana sebebi onların fen ve teknoloji­deki ilerlemeleridir.

Batı dünyasının hatası ve nankörlüğü şurada­dır: Onlar Hz. Muhammed'in şeriatmm ahlâkî ve manevî yönlerini bütünüyle gözardı ederken ve Şeriatın genel esaslarım gereğince tanımazken, bu ilkeleri sistemlerine uygu­lamışlar ve dolayısıyla maddî ilerleme sağla­mışlardır. Tabiat kanunları bilgisini kullana­rak maddî refah ve siyasî güç elde etmişler­dir. Bu güç onlara, hiç bir ahlâkî kaygı taşı­madan zevklerini tatmin yolu açmıştır. So­nuçta, ahlâkî ve manevî değerlerin yokluğu sebebiyle Batı toplumları dümensiz bir sürat motoruna veya kontrolsüz bir rokete benze­mektedir. Bünyesinde hiçbir kontrol unsuru barındırmayan bu toplumların uzun süre ya­şaması beklenemez. Çünkü bu toplumdaki her insanın amacı "zevk, eğlence, şarap, ka­dın ve şarkı"dır. Bunlar onların tek gayesi hâline gelmiştir. Böyle bir toplum hiçkimseye huzur ve mutluluk veremez.

Artık Batının fen ve teknolojisinin insanlığa getirdiği, yok edici nükleer silah yığınları ve hiç bir manevî, ahlâkî sınırlama olmaksızın bedenî hazza hitap eden araçlarıdır. İkincisi insanı ahlaken ve ruhen öldürürken diğeri de insanlığı kendi kendini yoketmeğe yol açmış­tır. Burada yerinde bir soru ortaya çıkmakta­dır: Bütün bu ilmî ve teknolojik gelişmenin gayesi nedir?

Rasûlullah, insanları dünya hayatının alda­tıcı cazibesi konusunda uyarmıştır (3: 14). Ayrıca onlara Takva Yolunu benimseyenlerin İyi ve başarılı sonunu da bildirmiştir (3: 15). Batı toplumları müslümanların meydana ge­tirdiği fen ve ilimlerden istifade etmişler, an­cak onların ahlâkî değerlerini reddederek bu ilimleri kontrolsüz bırakmışlardır. Dolayısıyla bugün Batı sanki koca bir makinanın başında olduğu hâlde onun kontrol mekanizmasından habersizdir, bunu bilmeyi de arzu etmemekte­dir. Bunların çaresi de bu makinanın ilk mucidlerine başvurmaktır.

"Hiçbirşey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın, ama biz onu bilinen bir miktar ile indiririz. Rüzgârları, aşılayıcı ola­rak gönderdik de gökten su indirdik, böylece sizi suladık. (Yoksa) siz, suyu depo edemez­diniz. Biziz, elbette biz ki, yaşatır ve öldürü­rüz; gerçek vâris olan da biziz (her fâninin mülkü bize geçer. Ölmeyen, daima kalan bi­ziz). Andolsun, sizden önce geçenleri de bil­dik, sonra gelenleri de bildik. Gerçekten on­ları toplayacak olan, Rabb'indir. O hikmet sa­hibidir, bilendir." (15: 21-25).