saniyenur
Sun 12 August 2012, 02:51 pm GMT +0200
1- İnsan Haysiyeti Ve Hürriyeti
Allah'ın Elçileri tarafından, kâinatın yegane sahibi olan Allah'ın yoluna uymaya çağrılmalarının neticesi olarak insanlar, diğer yaratıkların Üzerindeki yerlerini almışlardır. İnsanoğlu kendisini Allah'ın hükümdarlığına verip O'nun kanunlarına sarıldığı vakit diğer yaratıkların gerçekten tartışılmaz yöneticisi ve lideri haline gelmiştir. Böylece insan diğer yaratıkların üzerinde bir mevki ve şeref sahibi olmuştur. Allah'tan başka hiçbir güce boyun eğmeyeceğini anlamış ve üstünlüğünü kavramıştır. Bu yüzden başka şeylerin hürmetine lâyık bir mevkidedir. Kendi rızası olmaksızın hiç kimse bir başkasının işine karışamaz.
Bu hususlar insanın hürriyet duygusunu güçlendirmiş, onu şereflendirmiştir. Bir kişinin bir başkasına kendi istek ve arzularım, onun rızası olmaksızın kabul ettirmek için hiç bir hak ve güce sahib olmadığı anlaşılmıştır.
Bütün bu haysiyet ve hürriyet duyguları, her rasûlün ümmetine öğrettiği tevhid inancının, İslâm'ın, temel ilkesi olan "Allah"tan başka ilâh yoktur" (Lâ ilahe illallah) sözünün doğrudan bir sonucu, bir meyvesidir. Çünkü bu söz, bütün kâinatta mutlak olarak Allah'tan başka ibadete lâyık bir başkasının reddi demektir.
Câhil insan, tabiat olaylarının ihtişam ve büyüleyiciliğinden korkar ve tabiata tapar. Atalarının âdet ve geleneklerinin doğruluğunu sorgulamadan, aynen onları taklit eder. Fakat bilgisi arttıkça bu yanlış yollar onu tatmin etmez olur ve Allah Rasûllerinin getirdiği ilahi bilgiyi aramaya başlar. Yeryüzüne gönderilişinin başlangıcında Âdem aleyhisselâm'a verilen bu bilgiydi (2: 31); Nuh, İbrahim ve İsa aleyhisselâm'a indirilen bilgi hep aynı bilgi idi (4: 163-165). Bu bilgi saf ve mutlak olan, üzerinde hiç bir şüphe bulunmayan bir bilgidir.
Bu bilgi, diğer bütün bilgilerin başlangıç noktası, en üstünüdür. O'nun üzerinde ne kadar çok aklederseniz, o kadar derin kavrayabilirsiniz. Her İlim sahasında, fizik, kimya, astronomi, iktisat, siyaset, sosyoloji veya beşerî bilimlerde İleri gidildikçe Lâ ilahe illallah'm gerçeği ve Hakikatin aydınlığı daha belirgin ve açık hâle gelmektedir. "Allah mü'minlerin dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır." (2: 257). Allah'ın bütün rasülleri bu maksat için gönderilmiştir. Hz. Musa'ya şöyle buyrulmuştu: "Andolsun ki Musa'yı da kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın (geçmiş kavimlerin başına getirdiği felâket) günlerini hatırlat' diye mucizelerimizle gönderdik. Bunlarda, çokça sabreden ve şükreden herkes için dersler vardır." (14: 5).
Diğer yandan Allah'ın Dinini inkâr edenler ise küfre batmışlardır. "İnkâr edenlerin ise dostları azgın putlardır. Onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. İşte onlar orada temelli kalacaklardır." (2: 257).
Hakikati inkâr edenler veya onunla alay edenler her adımda emeklerinin boşa çıktığını göreceklerdir, çünkü Hakkın inkâr edilmesiyle birlikte eşya gerçek önemim ve anlamını yitirir. Tüm kâinat anlamsız hâle gelir, ilerleme ve gelişme yolları kapanır (Mevdûdî, Towards Understanding islam, sh. 66-72).
Daha önce de açıklandığı gibi, bu inanç kişinin izzet ve şeref kazanmasını sağlar. İnsan, tüm şeref ve izzetin kudret sahibi Allah'a ait olduğuna inanır. Bu inanç onun Allah'tan başka hiç bir güçten korkmamasını sağlar. Hiç bir kimsenin ne dünyevî ihtişamı, zenginliği ne de gücü onu etkileyip yolundan alıkoyabilir. Böyle bir kişiyi beşer kanunlarına ve kararlarına boyun eğdirmek imkânsızdır.
Bu anlayış, farklı zamanlarda ve değişik toplumlarda muhtelif şekillerde ferdin hürriyeti yolunda hareketlere yol açmış, beslemiş, geliştirmiş ve devletlere 'halkın yönetiminin halkla birlikte' olması anlayışını yerleştirmiştir. Bu anlayışın temellerim Allah'ın elçilerinin öğretilerinde aramak gerekir, özellikle İbrahim'in neslinden gelen rasûllerde... Her rasul toplumla ilgili meselelerde halkın katılımını arttırmıştır. Bu siyasî felsefe Hz. İbrahim'in ahfadının siyaseti içinde, Hz. Davud ve Süleyman devirlerinde köklerini güçlendirmek için en geniş imkânı bulmuştur.
Onlardan sonra gelenler bu anlayışı daha da geliştirmiş; M.Ö. 3000 yıllarının sonu ve 2000 yıllarının başlarında, önce Sümerler sonra da Amurlularm kurduğu şehir devletlerinin bulunduğu ülkelere ve diğer insanlara bu anlayışı ulaştırmışlardır. Bu, Suriye, Mezopotamya bölgesi, Filistin ve daha sonra Eski Yunan'da, İbrahim'ın neslinden gelen peygamberlerin etkisini açıkça göstermektedir. Tarihî kayıtlara göre Mezopotamya İmparatorluğu "Muhtemelen Suriye'nin doğusundan gelen yeni Semitİk İşgalciler, Amurlularm baskısı altında (M.Ö. 2000) yok oldu. Amurlular zamanla buralara yerleşerek eski krallıklar ve şehir devletlerinin üzerinde, toprakları Suriye'den, Diyale bölgesine ve güney Mezopotamya'ya kadar uzanan hanedanlar kurdular." (The Times Atlas of World His-tory, sh. 55).
İlk şehir devletini kuran Sümerler (M.Ö. 3000) Semitik değillerdi, fakat komşuları ve 2000 yıllarındaki halefleri, Akkatlar ve Asur-lular kuzeydoğu Semitik kolunu temsil ederler. Yakın Doğu'nun kıyı ve yakın bölgelerinde, kuzey-doğu komşuları olan şehirleşmiş Kananlılar, Aramenler, Fenikeliler, İbrâniler; güney-batıda Semitik dili konuşan büyük Mısır medeniyeti; güneydoğuda da daha çok, sonraları kültürlerini ve İslâm dinini Atlas Okyanusu'ndan Hind Okyanusuna kadar taşıyacak olan göçebe Araplar yaşamaktaydı.
Milattan önceki bin yılda bile Semitik dil ve kültür Yakın Doğunun denize kıyısı olan topraklarından gemilerle Akdeniz'e taşınmış ve yayılmıştır. Daha gerilere gidersek, Tunç Devrinde ikinci bin yılın ilk yüzyıllarındaki iktisadî çöküşün ardından, deniz ticaret ağı ve sömürgeler anavatandan çok uzak düşmeye başladı. Sömürgecilerin ve tacirlerin başını Yunanlar ve Semitik Fenikeliler çekmekteydi. Büyük Yakın Doğu limanlan olan Tire ve Sidon'dan açılan Fenikeliler Ege'deki Yunan sömürge alanının ötesine geçmiş, Kartaca (M.Ö. 814), Utika gibi Kuzey Afrika şehirlerine ve İspanya'ya, Kadiz'e ulaşmışlardı. Romalıların Punik savaşlarında ilk çarpıştıkları deniz gücü, bu Semitik Batı Akdeniz sömürgeleriydi." (The Times Atlas of World History, sh. 60)
Bereketli Fırat havzasında, Suriye, Filistin, Mısır, hatta Kuzey Afrika'ya uzanan Akdeniz ülkelerinde, özellikle Grek ülkesinde ve onun sömürgelerinde, yaşayan kavimlerin kültür ve medeniyetlerinin, İbrahim'ın neslinden belirgin bir şekilde etkilendiği aşikârdır. Tevhid inancının ve insana saygı, insan şeref ve haysiyeti, fikre saygı gibi bu inancın sonuçlarının bu bölgelere onların etkisiyle girdiği hususunda şüphe yoktur.
Greklerin entellektüel gelişiminin, İbrahim'in neslinden gelen peygamberlere vahyo-lunan ilim sayesinde oluştuğu hususunda elimizde kesin deliller bulunmasa da, en azından ilk devirlerinde bu ilim ve hikmetin onları teşvik etmiş olması muhtemeldir. Bu yönden Avrupalılar, ortada, başkalarından istifade ettiklerini İspat edecek somut deliller veya izler bırakmamaya özellikle dikkat etmişlerdir.
Hz. Muhammed'e, Batının ilmî gelişmelerine katkıları sebebiyle şükrandan kaçınmaları hususu bile inkâr edilemez bir şekilde ortaya koymaktadır. Fakat İbrahim'ın neslinden gelen peygamberlerin öğretilerinin, Akdeniz kıyıları da dahil olmak üzere bölge kültürlerinin ve medeniyetinin oluşmasında büyük etkileri olduğu hakkında bir çok tarihî iz ve delil vardır. Bu etki özellikle bilgi alanında, beşerî ilimlerde ve siyaset felsefesinde daha barizdir. Beyt-i İbrahim'in bu çok yönlü etkileri, Roma döneminin sonunda bu bölge İnsanları değerlerini yitirip yanlış yollara sa-pmcaya kadar, onların kültür ve irfanlarını şekillendirmeye ve geliştirmeye yüzyıllarca devam etti. Bu bölgelerdeki kavimlerin arasında bilgi ve hikmetin yayılmasında etkisi çok belirgindir. Onların kültürlerini, çeşitli yönlerden zenginleştirmiş, onlara yüksek değerler bahşetmiş, ruh yüceliğine eriştirmiş, fert hürriyetine saygıyı öğretmiş ve siyaset alanında müşavere fikrini benimsetmiştir.
Müşavere fikrinin belirli sınırları olan, toplumun seviyesi ile yakından ilişkili bir anlayış olduğu doğrudur. Esasları, Allah'ın Hz. Musa'ya çeşitli kabilelerden temsilciler almasını buyurması ile konulmuştur: "Musa, tayin ettiğimiz müddette kavminden yetmiş kişi seçti." (7: 155). Yine A'rtaf sûresinde şöyle buyrul-maktadır: "Biz onları (İsrail oğullarını, Yâkûb'un oniki oğlundan gelen) on iki kabileye ayırdık. Kavmi kendisinden su isteyince, Musa'ya: 'Asanla taşa vur!' diye vahyettik. Taştan on iki göze (pınar) fışkırdı. Her kabile içeceği yeri bildi..." (7: 160). (Ayrıntılı bilgi için bkz. Stret Ansiklopedisi, c. I, 3. bölüm, Kısım 7).
O vakitler halkın yönetime katılımı, bölgedeki bir kaç devlet dışında ancak bir hayâl idi.
Kişi hürriyeti fikrini geliştiren ve bunun önemini vurgulayan Yunanlıların şehir devletleri kurmaları ile bu husus son noktasına ulaştı. Fakat, ne yazık ki bütün bu haklar yalnız Yunanlara verildi; Yunan olmayan, köleler ve yabancılar ise bundan mahrum edildiler.
"Yunanlılar Fenike kültüründen büyük ölçüde etkilenmişlerdi. Ancak, dar görüşlü oluşları yüzünden geliştirdikleri milletlerarası kanunlar sistemi Yunan yarımadasındaki şehir devletleri arasındaki ilişkileri düzenlemekten öte gidememişti. Yunanlıların dışındaki bütün kavimler barbar olarak nitelendirilmiş; Aristo, barbarların Yunanlıların köleleri olmalarının tabiatın bir gereği olduğunu iddia etmiştir. Kendi insanlarına nâzik olmalarım öğütlemesine rağmen, Yunan olmayanların da bu nezakete lâyık olduklarını hiç bir zaman düşünmemiştir." (Dr. M. Hamidullah, The Müslim Conduct of State, Lahore, 1977, sh. 48-49).
Hiç şüphe yok ki, Beyt-i İbrahim peygamberleri o çağlardaki toplumların hayatlarını ve müesseselerini değişik yönleriyle etkileyerek, onların kültür ve medeniyetlerinde belirgin bir iz bırakmıştır. Sahip olduğu üstün akide ve bilgi nesilleri teşvik etmiş ve onlar da diğer toplumların gelişmesine yardım etmiş, kendi kültür ve medeniyetlerini zenginleştirmişlerdir.