saniyenur
Wed 8 August 2012, 02:20 pm GMT +0200
İnsan Düşüncesinin Yönünü Değiştirdi
İnsanoğlunu eski soyut felsefe ve irrasyonel dünyadan modern mantık, gözlem ve deney dünyasına; peşin hükümlü, ısmarlama yargı, seçim ve hareket tarzı çağından mantık ve eleştirel düşünce çağına taşıyan ve tarihin başlangıç devirlerinden gelen ruhî kuvvetin rasyonel olmayan bilinç şekillerine dönüşmesi hadisesini önleyen kimse Hz. Muhammed'dir. Dr. Muhammed İkbal'in ifadesiyle: ''İslâm Peygamberi antik ve modern çağ arasında yer alıyor gibidir. Vahiy söz konusu olduğunda artık dünyaya aittir; vahyin mesajı ve taşıdığı ruh söz konusu olduğunda ise modern dünyaya aittir. Hayat, yeni yönüyle uyumlu diğer bilgi kaynaklarını, O'nunla keşfeder. İslâm'ın doğuşu kıyascı anlayışın da doğuşudur. İslâm'da peygamberlik (sona erdirilme-ortadan kaldırılma) gereği keşfedilecek derecede mükemmeliyete ulaşmıştır. Bu, hayatın birbirini takip eden zincirler (peygamberler zinciri) şeklinde devam edemiye-ceğinin ve insanın kendi-öz idrakinin tamamen farkına varabilmesi için sonunda yalnızca kendi kaynaklarıyla başbaşa kalması gerektiğinin kesin bir biçimde algılanışıdır. Saltanatın ve ruhbanlığın İslâm'da yerinin olmayışı ve Kur'ân'da sürekli mantık ve tecrübeye başvurulmasının öngörülmesi ve insan bilgisinin kaynakları olarak tabiat ve tarihin öneminin sürekli vurgulanması bu aynı ölümlülük fikrinin değişik veçheleridir.
Ancak, bu fikir nitelik olarak Hz. Muhammed'e yaşadığı tecrübeden hiç de farklı olmayan mistik tecrübenin hayatî bir gerçek olarak varlığını artık sürdürmediği anlamına gelmez. Gerçekte Kur'ân hem enfüs'ü (kendi) ve hem de afak'ı (âlem) bilginin kaynaklan olarak görür. Allah âyetlerini (belgelerini) iç ve dış (batını ve zahirî) tecrübeler olarak açıklar. Bütün bu tecrübe çeşitlerinin bilgi ve ilim kazandırma kapasitelerini değerlendirmek insanın vazifesidir. Bu sebeple sonluluk fikri, hayatın nihai kaderinin, hissiyatın yerini tamamen mantığa bırakması şeklinde algılanmamalıdır. Böyle bir şey ne mümkündür ve ne de arzu edilir. Bu sonluluk fikrinin entellektü-el değeri şurada yatmaktadır: Bu fikir tabiatüstü bir kökeni olduğunu iddia eden bütün kişisel otoritelerin bu iddiasının insanlık tarihi içinde artık geçerli olmadığı düşüncesini oluşturarak daha sonraki bütün mistik tecrübelere karşı müstakil eleştirel bir tavır oluşturma eğilimini gerçekleştirmiştir. Bu eleştirel bakış böylesi otoritelerin ortaya çıkmasını engelleyen psikolojik bîr güçtür. Bu fikrin fonksiyonu insanın dahilî (enfusi) tecrübeleri sayesinde taze bilgi ve ilim manzaralarına pencere açmaktır." (The Reconsîruction of Religions Thought in İslam, Lahore, 1977, sh. 125-127).
Kur'ân'a göre dahilî tecrübeye ilave olarak iki bilgi kaynağı daha vardır. Ve İslâm'ın ruhu en iyi şekilde bu bilgi kaynaklan açığa çıktığında anlaşılır. Dr. Muhammed İkbal'e göre: "Kur'ân, güneşte, ayda, gölgelerin uzayıp kısalmasında, gündüzün birbiri ardınca gidip gelmesinde, insanların renklerinin ve dillerinin çeşitliliğinde, günlerin insanlar arasında döndürmüşünde -yani duyularla algılanan tüm tabiatta- Mutlak Hakikatin âyetlerini (belgelerini) görür. Ve Müslümanın vazifesi "kör ve sağircasına" onları es geçmeden bu âyetler hakkında düşünmektir, çünkü "hayatında bu âyetleri görmeyen kimse ..ilecekte karşılaşacağı hayatın gerçeklerine karşı da kör kalacaktır." Somut olana karşı gösterilen bu teveccüh Kur'ân'ın öğretilerine göre kâinatın menşei itibariyle dinamik, sonlu ve büyümeye yetenekli olduğu gerçeğinin yavaş yavaş anlaşılması ile birleşince, nihayet Müslüman mütefekkirler, entellektüel hayatlarının başlangıcında büyük bir coşkuyla araştırdıkları Yunan düşüncesiyle çelişir ve çatışır hâle geldiler. Müslüman âlimler Kur'ân'm ruhunun özde anti-klâsik olduğunu farketmeksizin ve Yunan düşünürlere tam bir güven duyarak, ilk önce Kur'ân'ı Yunan felsefesinin ışığı altında anlamaya çalıştılar. Kur'ân'ın müşahhas ruhu ve Yunan felsefesinin teoriyi seven, hakikatlere kayıtsız spekülatif tabiatı karşı karşıya gelince bu teşebbüs başarısızlığa önceden mahkûm oldu. Onların bu başarısızlığını takibeden dönem ise İslâm kültürünün gerçek ruhunu ortaya koydu ve modern kültürün pek çok önemli veçhesinin temellerini oluşturdu."
İnsanların bilgi arayışında somut ve sonlu olana da yönelmesini sağlayan kişi İslâm Peygamber'i Hz. Muhammed olmuştur. O, gerçek ilmin "tecrübe" veya her ikisi vasıtasıyla elde edilen "açık deliller ve tartışmasız işaretler"den elde edilebileceğini vurgulamıştır. Böylelikle, deney, tefekkür, gözlem ve tecrübe vasıtasıyla şevk içinde ilim talep eden ve bunu teşvik eden ilk otorite Kur'ân'dır. Tabiat ve bütün kâinat ilim ve Hakikatin açık ve daimi izah edici hazineleridir. Kur'ân bu zengin ilim kaynaklarına ilk işaret eden Kitap'tır. Kur'ân ispat edici delil ve işareti olmayan hiç bir kendinden menkul "gerçeği" veya doğruluk iddiasını kabul etmez. Kur'ân kendisi muhteşem bir entellektüel davettir. Kur'ân insanoğlunu sürekli -eğer gücü yeterse- Kur'ânî hakikata mantık yoluyla karşı çıkmaya davet etmektedir. Kur'ân'ın her sûresi insanlardan tabiatın sonsuz kaynakları vasıtasıyla bilginin araştırılmasını en yumuşak bir yaklaşımla ister. Hakiki ilme bağlanmak İslâm'da gerçek mânada Allah'a bağlanmak demektir.'1 (Ham-mudah Abdalati, islam in Focus, Indiana-pols, Indiana, 1975, sh. 107-108).
Kur'ân kâinat ile ilgili olarak da dinamik bir kavram getirir ve insanoğlunu tabiatın ve kendi tarihinin hayrete düşürücü olayları karşısında düşünmeye davet eder: Milletlerin nasıl birbiri ardınca doğduğunun, kendi işledikleri fiillere göre nasıl geliştikleri ya da eziyet çektiklerinin görülmesini ister. Kur'ân bunu eyyamullah (Allah'ın Günleri) olarak adlandırırken enfüs ve âfâk&an sonra insanoğlunun üçüncü ilim kaynağı olarak kabul eder. Milletlerin topluca yargılandığı ve dünyada işledikeri kötülükler yüzünden helak oldukları gerçeğini ispatlamak için Kur'ân değişik toplumlardan misaller getirir; okuyanları insanoğlunun geçmiş ve şimdiki tecrübeleri üzerinde tefekkür etmeye teşvik eder." (The Reconstruction of Religious Thought in islam, sh. 138).
ibrahim sûresinde şu ifadeler yer almaktadır: "Andolsun biz, Musa'yı da 'Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar, onlara Allah'ın günlerini (geçmiş milletlerin başlarına gelen olayları) hatırlat!' diye âyetlerimizle göndermiştik. Şüphesiz bunda sabreden, şükreden herkes için âyetler (ibret verici işaretler) vardır." (14: 5).
Araf sûresinde şöyle buyrulmaktadır: "Yarattıklarımızdan (öyle) bir ümmet var ki Hakk'a iletirler ve hak ile adalet yaparlar. Ayetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden, yavaş yavaş helake yaklaştıracağız. Onlara mühlet veriyorum, çünkü benim tuzağım çetindir." (7: 181-183).
Al'i'lmran sûresinde şu âyet vardır: "Sizden Önce de (Allah'ın kanunlaştırdığı) nice olaylar gelip geçti. Yeryüzünde dolaşın da, yalan-layıcılarm sonunun nasıl olduğunu görün." (3: 137).
Yine aynı sûrede şu ifadeleri okumaktayız: "Eğer size bir yara dokundu ise, o topluluğa da benzeri bir yara dokunmuştu. O günler... (evet) onları biz insanlar arasında çevirip duruyoruz (kâh bir kavme, kâh ötekine galibiyet veriyoruz; bazen bir topluma iyi veya kötü günler gösteriyoruz, bazen ötekine). Allah, mü'minleri ortaya çıkarsın, sizden şâhidler edinsin diye (zamanı kâh lehinize, kâh aleyhinize çevirmektedir). Allah, zâlimleri sevmez." (3: 140).
Araf sûresinde şöyle buyrulmaktadır: "Her ümmetin belirli bir süresi vardır. Süreleri gelince (onlar), ne bir an geri kalırlar, ne de öne geçerler, (tam vaktinde batıp giderler)." (7: 34).
Bu âyetler Kur'ân'ın insan topluluklarını organizmalar olarak gördüğünü ve insan topluluklarının hayatına ilmî bir yaklaşım getirdiğini açıkça göstermektedir. Gerçekte, Kur'ân, tarihin kronolojik olarak araştırılmasını teşvik eden ve onu ilmî esaslara oturtan ilk Kitap'tir. Sadece tarihî genellemeler yapmanın çok ötesine giderek bizlere tarihî tenkidin temel prensiplerini sağlamıştır. Tarihî olaylardan bahsederken hiç bir şeyi dişarda bırakmamıştır, hatta kötü insanları ve zâlim toplulukları bile ele alarak herşey hakkındaki bütün gerçekleri ve muhtelif milletlerin kültürlerini tamamı tamamına tarif etmiş, böylece tarihin malzemesini oluşturan gerçeklerin bütünüyle kaydedilmesi esasını getirmiştir.
Hz. Hud aleyhisselâmın kavminden bahsederken Kur'ân şöyle buyurmaktadır: "Siz her yüksek yere1 koca bir bina kurup boş şeylerle mi uğraşırsınız? Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz? Yakaladığınızı zorbaca mı yakalarsınız?" (26: 128-130). Ve daha sonra: "...davarları, oğullan, bahçeleri ve akarsuları size O vermiştir." (26: 133-134).
Salih Peygamber'in kavmi hakkında ise şunları okumaktayız: "Burada bahçelerde, pınar başlarında, ekinler, salkımları sarkmış hurmalıklar arasında güven içinde bırakılır mısınız? Dağlarda ustalıkla evler oyar mısınız?" (26: 146,149). Â'raf sûresinde ise şu âyet vardır: "Düşünün ki (Allah), Âd'dan sonra sizi hükümdarlar yaptı ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz, artık Allah'ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde bozgunculuk yapıp karışıklık çıkarmayın." (7: 74).
Mısır Firavunu'nun maddî serveti ve siyasî iktidarı önyargısız şu şekilde tanımlanmaktadır: "... Çünkü Firavun, yeryüzünde çok ululanan ve çok aşırı gidenlerden idi." (10: 83). "Musa: 'Rabbİmiz, dedi, sen Firavun'a ve adamlarına dünya hayatında süs(Ier) ve nice mallar verdin..." (10: 88). "Firavun şehirlere (asker) toplayıcılar gönderdi. (Onlara şöyle dedi): 'Şunlar, (şu İsrail oğullan), az bir topluluktur. Ve onlar bizi kızdırmaktadırlar. Biz ihtiyatlı (koca) bir cemaatiz.' Böylece biz onları (Firavun ve kavmini) bahçelerden, pınar başlarından, hazinelerden ve şerefli makamdan (çıkardık). Böylece, bunları İsrail oğullarına miras yaptık." (26: 54-59). "Firavun, o yerde ululandı (zorbalığa kalktı), halkını çeşitli gruplara böldü. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak..." (28: 4). "Firavun dedi ki: 'Ey ileri gelenler! Ben sizin için, benden başka bir tanrı bilmiyorum; ey Hâmân, haydi benim için çamurun üzerinde ateş yak(arak tuğla-imâl et de) bana bir kule yap, belki Musa'nın tanrısına çıkarım, çünkü ben onu (Musa'yı) yalancılardan sanıyorum.' O (Firavun) ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve kendilerinin bize döndürül-meyeceklerini sandılar." (28: 38-39 ve 40: 36-37). "Firavun kavminin içinde seslenip dedi ki: 'Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altımdan akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz? Yahut, ben hakîr, nerdeyse söz anlatamayacak durumda olan kimselerden daha iyi değil miyim?" (43: 51 -52).
Daha sonra Firavun ve yakınlarının lüks içindeki yaşayışları ve bunun sonucu toplumda yaygınlaşan sosyal ve kültürel toplantı ve işlerdeki aşırı serbestİyet uygulaması şu âyetlerle açıklanmıştır: "Evinde bulunduğu kadın onu kendine çağırdı, kapıları sıkı sıkı kapadı ve 'gelsene' dedi. Yusuf: 'Günah işlemekten Allah'a sığınırım, doğrusu senin kocan benim efendimdir; bana iyi baktı. Haksızlık yapanlar şüphesiz başarıya ulaşamaz' dedi. Andolsun ki kadın Yusuf'a karşı istekli idi, Rabbinden bir İşaret görmeseydi Yusuf da onu isteyecekti. İşte ondan kötülüğü ve fenalığı böylece engelledik. Doğrusu o bizim çok samimi kullanmazdandır. İkisi de kapıya koctu, kadın arkadan Yusuf'un gömleğini ırttı; kapının önünde kocasına rastladılar. Kadm kocasına, "ailene fenalık etmek isteyen bir kimsenin cezası ya hapis ya da can yakıcı bîr azâb olmalıdır' dedi. Yusuf, 'Beni kendine o çağırdı' dedi. Kadın tarafından bir şâhid, 'eser aömleği önden yırtılmışsa kadın doğru söylemiş, erkek yalancılardandır; şayet göm-İeai arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylemiştir erkek doğrulardandır', diye şâhidlik etti. Kocası gömleğin arkadan |yırtılmış olduğunu görünce, karısına hitaben],'doğrusu bu sizin hilenizdir, siz kadınların fendi büyüktür' dedi. Yusuf'a dönerek, 'Yusuf! Sen bundan kimseye bahsetme'; kadına dönerek: 'Sen de günahının bağışlanmasını dile! Çünkü sen, günahkârlardan oldun!' dedi. Şehirde bir takım kadınlar: 'Vezir'in karısı kölesinin nefsinden murâd almak istemiş! Sevda onun bağrını yakmış! Biz onu açık bir sapıklık içinde görüyoruz!" dediler. (Kadın), onların (dedi-kodu yaparak kendisini dile düşürme) düzenlerini işitince, onlara (adam) gönderdi (yemeğe davet etti). Onlar için dayanacak yastıklar hazırladı ve her birine de bir bıçak verdi. (Kadınlar, önlerine konan meyvaları soyup yemekle meşgul iken) Yusuf'a: 'çık karşılarına!' dedi. Kadınlar Yusuf'u görünce onu (gözlerinde) büyüttüler (ona hayranlıklarından ötürü) ellerini kestiler ve: 'Allah için, hâşâ bu insan değildir; bu ancak güzel bir melektir!' dediler. (Vezirin karısı) dedi ki: 'İşte siz beni bunun için kınamıştınız! Andolsun ben kendisinden murad almak İstedim de o, iffetinden ötürü (beni) reddetti. Ama kendisine emrettiğimi yapmazsa, elbette zindana atılacak ve kahra uğrayanlardan olacaktır!' (Yusuf): 'Rabbim, dedi. bana göre zindan, bunla-nn beni davet ettiği şeyden iyidir. Eğer onla-nn düzenini benden savmazsan onlara meylederim ve câhillerden olurum!" (12: 23-33).
Bu âyetler Firavun devrindeki sosyal hayatın kültürel arka planını çok canlı ve açık bir şekilde tanımlamakta ve okuyucudan hiçbir şeyi saklamamaktadır. Her hâdise ve gerçeğin ona bir şey katmadan ya da ondan bir şey çıkarmadan anlatılıp kaydedilmesi gereği, tarihin en temel ilkesidir. Tarihî malzeme, gerçek oluş anındaki şekliyle gelecek nesillere bırakılmalıdır. Kur'ân'ın insanlık için gerçekleştirdiği budur.
Tarihî rivâyetlerdeki diğer Önemli bir husus gerçekleri nakleden kişi (veya kişilerin) karakteridir; çünkü karakterleri bu tarihi şahadetlerine de yansıyacaktır. Şurası muhakkak ki, tarihî hâdiselerin doğruluğu, nihai olarak nakleden kişiye bağlıdır. Kur'ân bu noktaya şu âyetle dikkat çekmektedir: "Ey iman edenler! Size fâsık (yoldan çıkmış) bir adam bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz." (49: 6). Bu âyette belirtilen prensibin uygulanması, tedricen tarih eleştirisi kaidelerinin doğmasına sebep olmuştur. Hz. Peygamber de kendisinden yalan rivayette bulunanları şiddetle uyararak bu prensibin önemini vurgulamıştır.
Sonraları, hadis ilmi, Hz. Peygamber'in hadislerinden, ona izafe edilen mevzular ile sahih olanları birbirinden ayırdetme ihtiyacından doğmuştur. Bu işi üstlenen kimseler hadis râvilerinin hayatları ile ilgili ayrıntıları kaydederden mükemmel bir dürüstlük, tarafsızlık, adalet, İhtimam ve kusursuzlukla davranmi şiardır. Yine benzer olarak, metinlerin sahihliği ile ilgili olarak da belirli kurallar getirildi. Râvinin güvenilirliği bir hadisin şahinliğinde zahirî delil olarak ele alınırken, metin eleştirisi de dahilî burhan olarak kabul edilmiştir. Müslümanlar tarafından Hz. Peygamber'in hadislerinin sahihliğini tesbit için bütün bir ilm-ül rical geliştirilmiştir. (Abdülhamid Sıddıkî, Sahih Müslim, English translation, Lahor, 1972, sh. iv). Muhammed İkbal'in ifadesiyle: "İslâm'da tarih şuurunun gelişimi çok çarpıcı ve ilginç bir çalışma konusudur. Kur'ân'ın tecrübeye teveccühü, Hz. Peygamber'in hadislerinin kökeninin kesinleştirilmesi ve gelecek nesillere kalıcı ilham kaynakları bırakma arzusu gibi, bütün bu faktörler İbn-i İshak, Taberî, Mesudî, ve îbn-i Haldun gibi şahsiyetlerin ortaya çıkmasına katkıda bulundu." (The Reconstruciion ofRe-ligions Thought in islam, sh. 139-140).
Kur'ân'ın incelenmesi sonucunda onun "insa-noğlunda Allah ve kâinatla olan çok yönlü ilişkileri hakkında yüksek bir şuur geliştirme" gayreti güttüğü anlaşılır. Kur'ân'ın bu yönünü göz önünde bulunduran Goethe, İslâm'ın eğitici bir güç olarak genel bir tanımını yaparken Eckermann'a şöyle demiştir: "Bu öğretinin hiç başarısızlığa uğradığını göremezsin; bizim bütün sistemlerimizle bundan daha ileri gidemeyiz, genellemek gerekirse kimse gidemez. Hıristiyan hayat felsefesinin zıddına olarak insanın manevî hayatının maddî dünyaya yabancı olmayıp, bilakis onun içinde yeniden canlandığını vurgulayan öğreti İslâm'dır." Çünkü İslâm'da ideal ile gerçek uzlaştırılması mümkün olmayan iki zıt güç değildir. İdeal hayat, hayatın organik bütünlüğünü elem verici zıtlıklara parçalama eğiliminde olan gerçekle arasında tam bir gedik açmaksızın, idealin, gerçeği nihai planda özümlemek ve dönüştürüp onun bütün varlığını aydınlatmak gibi bir görüş ışığında gerçeği elde etmek gayesine matuf ezelî gayretini ihtiva eder. (The Reconsîrucîion of Religious Thought in islam).
Gerçek ile ideal olanı uzlaştırmak için Kur'ân maddî âlemin gerçekliğine önem vererek onun beyhude yaratılmadığını vurgular. "Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları eğlenmek için yaratmadık! (oyuncak değil bu yarattıklarımız). Onları sadece gerçek bir sebeple, (hikmetli bir gaye ile) yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar." (44: 38-39). Kur'ân bu dünyanın çok ehemmiyetli bir sebeple yaratıldığını ve bunun arkasında büyük bir hikmet ve bir gaye olduğunu belirtir. Dünyanın yaratılışı, üzerinde cidden durulup tefekkür edilmesi gereken büyük bir gerçektir. "Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahiplerine şüphesiz deliller vardır. Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler: 'Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen münezzehsin..." (3: 190-191) Müminûn sûresinde şunları okumaktayız: "Sizi boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?" (23: 115). Yunus sûresinde şu âyetler vardır: "... Allah, bunları (boş yere değil), gerçek ile (hikmeti uyarınca) yaratmıştır. (Allah), bilen bir kavim için âyetleri açıklamaktadır. Gece ile gündüzün değişmesinde ve Allah'ın, göklerde ve yerde yarattığı şeylerde (Allah'ın azabından) korunan bir topluluk için nice ibretler vardır." (10: 5-6). Nur Sûresinde şu âyeti görmekteyiz: "Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir. Doğrusu görebilenler için bunda ibretler vardır." (24: 44).
Bize günün ve gecenin hareketi olarak gözüken zamanın sessizce geçişi Kur'ân tarafından Allah'ın en büyük âyetlerinden olarak kabul edilmiştir: "Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da O'nun emriyle boyun eğdirilmiştir. (Varlıkların hepsi sizin yaşamanız, beslenmeniz için ayrı ayrı hizmet etmektedir.) Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için (Allah'ın varlığına ve hikmetine) işretler vardır." (16: 12). Lokman sûresinde şu âyeti görmekteyiz: "Görmediniz mi Allah, göklerde ve yerde bulunan herşeyı sîze boyun eğdirdi ve size zahir ve bâtın (dış ve iç; görülen ve görülmeyen; bildiğiniz ve bilmediğiniz) nimetlerini bol bol verdi? Yine de insanlardan kimi var ki ne bilgisi, ne yol göstereni ve ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışır (durur)." (31: 20). Hacc sûresinde şu mealde bii âyet yer almaktadır: "Allah'ın yerde olanları ve emriyle denizlerde yürüyen gemileri buyruğunuz altına vermiş olduğunu; buyruğu olmaksızın yere düşmemesi için göğü O'nun tuttuğunu görmez misiniz?..." (22: 65). İbrahim sûresinde şöyle buyrulmaktadır: "Allah O'dur ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten su indirdi de onunla size rızık olarak çeşitli mey-valar çıkardı. Buyruğuyla denizde akıp gitmesi için gemileri emrinize verdi, ırmakları emrinize verdi. Sürekli olarak (seyir ve aydınlatma) görevlerini yapan güneşi ve ayı emrinize verdi. Ve size her İstediğinizden verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymak isterseniz sayamazsınız! (Buna rağmen) yine de insan çok haksızlık edendir, çok nankördür!" (14: 32-34). Ve Câsiye sûresinde şu âyetler vardır: "Allah'tır ki denizi size boyun eğdirdi, tâ kî gemiler onun içinde buyruğuyla akıp gitsin ki, siz O'nun kereminden (nasibinizi) arayasınız da şükredesiniz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size boyun eğdirdi. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır." (45: 12-13).
Bu âyetlerden, bütünüyle dünyanın mahiyetinin insanlığın ihtiyaçlarını ve isteklerini karşılamaya amade olduğunu görmekteyiz. Ancak insanoğlu dinamiktir ve daima kendini ifade etmek için geniş bir hareket sahası elde etme mücadelesi verir. Bir çok başarısızlıklara rağmen, tabiata ve onun güçlerine karşı üstündür, çünkü insanoğlu onları Allah'tan emanet olarak alarak kendi faydasına kullanma sorumluluğunu üstlenmiştir. Kur'ân bütün mahlâkâtın bu emanet ve sorumluluğu üstlenmediğini, ancak insanın bu yükü omuzlarına alacak kadar (gözüpek, cesur) olduğunu ifade etmektedir: "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, on(un sorumluluğumdan korktular; onu insan yüklendi; (bununla beraber onun hakkını tam yerine getirmedi) çünkü o, çok zâlim, çok câhildir." (33:72).
"Bu, insanın dünyada önemli bir rolü olduğunu gösterir. Çok mütevazi bir başlangıcı ve Çok zayıf ve narin bir vücudu olmasına rağmen, kâinatın temel varoluşunda kalıcı bir unsur olmak nasip olmuştur." (The Recons-îruction of Religious Though in islam, sh. 11). Bu durum Kur'ân'da şöyle ifade edilmiştir: "İnsan, başı boş bırakılacağını mı sanır? Kendisi dökülen meniden bir nutfe (sperma) değil miydi? Sonra kan pıhtısı oldu (Rabb'i onu) yarattı, ona şekil verdi. Ondan iki çifti; erkeği ve dişiyi var etti. Şimdi bun(ları yapan Allah)ın, ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?" (75: 36-40). Diğer bir ifadeyle, İnsanın kökeni bayağılık ve zaafiyet ile doludur. Ancak büyük zorluklarla karşılaşsa da kaderi büyüklüktür. "Hiç bir hakikat insan ruhu kadar güçlü, ilham dolu ve güzel değildir! Böylece Kur'ân'da ifade edildiği üzere insanoğlu enfüsî âlemde yaratıcı bir faaliyet ve yükselen bir ruhtur ve ileriye doğru olan yürüyüşünde bir durumdan diğerine uğratılacaktır." (Dr. Muhammed İkbal, Lectures, sh. 12). "Akşamın alacakaranlığına andolsun; geceye ve (gecenin bağrında) toplayıp ürettiği şeylere, dolunay şeklini alan aya ki, siz mutlaka tabakadan tabakaya bineceksiniz!" (84: 16-19).
"Şüphesiz insan maddî ve manevî âlemde daha derin ve yüce Özlemleri paylaşmaya yöneltilmiştir, ancak etrafındaki âlem ile birlikte kendi yönlendirildiği kaderini de tesbit etmeli ve şekİllendirmelidir. Ancak bu şekilde kendisini değişen şartlara uyarlayıp, fizik görüşleri kendi yararına şekillendirerek kâinattaki hâli ve durumu sabitleştırebilir. Bu tedricî ve sürekli değişim sürecinde insanoğlu İnsiyatifi ele alıp ileri doğru hareket ettikçe Allah ona yardımcı olacaktır." (Dr. İkbal, Lectures). "... Bir millet, kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez..." (13: 11). Bu âyet insiyatifi açıkça insanoğlunun eline vermektedir; insan kaderini yapabilir ya da yıkabilir. Eğer insanoğlu enfüsi tabiatına tepki vermez, ilerleyen hayatın iç tazyikini hissetmez, fizik âlemin sürekli değişen ve renklenen görünümüne kör kalır ve bütün potansiyel güç ve kabiliyetlerini âtıl bırakırsa "O vakit içindeki ruh taşa dönüşür ve İnsanoğlu cansız madde seviyesine iner." Hayatındaki ilerleme ve gelişmenin ve ruhunun ileriye doğru atağa geçmesinin kendisini dünyada çevreleyen gerçekleri nasıl göğüslediğîne bağlı olduğu da burada belirtilmelidir. Hakikat ile bağlantısını ise bilgi vasıtasıyla kurabilir ve böylece gerçekleri kendi yararına kullanabilir.
İnsanın eşyayı kavramlarla tanımlamak yoluyla bilgi edinme kabiliyeti gibi bir meziyetle donandığı daha önce açıklanmıştı (2: 28-31). Diğer bir ifadeyle, insanın elde ettiği ilmin özelliği kavramsal olmasıdır ve insan hakikatin gözlenebilir yönleriyle bu vasıtalar sayesinde temas kurabilir. Kur'ân hakikatin bu müşahade edilebilir yönlerine büyük önem atfetmiştir. (Dr. İkbal, Lectures): "Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre âmâde duran bulutlan döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır." (2: 164).
Enam sûresindt şu âyetleri okumaktayız: "Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır: Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur, nasıl yüz çevirirsiniz?
Tanyerini ağartan, geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı vakit ölçüsü kılandır. Bu güçlü olanın, bilenin nizâmıdır.
O, yıldızlan kara ve denizin karanlıklarında yol bulaşınız diye sîzin için varedendir. Gerçekten biz, bilen bir toplum için âyetleri uzun uzadıya açıkladık.
O, sizi bir tek nefisten, babaların sulbünde kararlaşmış ve anaların rahminde kararlaşmakta olarak yaratandır. Gerçekten biz, anlayan bir toplum İçin âyetleri uzun uzadıya açıkladık.
O gökten su indirendir. Her bitkiyi onunla bitirdik, ondan bitirdiğimiz yeşilden -birbirine benzeyen ve benzemeyen- yığın yığın taneler, hurmaların tomurcuklarından sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar çıkardık. Ürün verdiklerinde ürünlerine, olgunlaşmalarına bir bakın. Şüphesiz bu size gösterilenlerde mü'miriler toplumu için elbette çok ibretler vardır." (6: 95-99).
Gün ve gecenin sırrından şu âyetlerde söz edilmiştir: "Rabb'ini görmedin mi gölgeyi nasıl uzattı? Rabb'in dileseydi onu durgun yapardı. Sonra nasıl güneşi ona delil kıldık (gölgenin görünmesini, ışığa bağlı kıldık)? Sonra (güneş yükseldikçe) onu yavaş yavaş çekip aldık." (25; 45-46). Gâşiye sûresi diğer mahlûkattan şöyle bahsetmektedir: "Bakmıyorlar mı develere, nasıl yaratıldı? Göğe, nasıl yükseltildi? Dağlara, nasıl dikildi? Yere, nasıl yayılıp, döşendi?" (88: 17-20). Rum sûresinde ise şu âyeti okumaktayız: "Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O'nun varlığının belgelerin-dendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır." (3: 22).
"Şüphesiz, tabiatın tefekküre yönelik müşa-hadesini öngören Kur'ân'ın ilk gayesi, insanda tabiatın sembol kabul edilmesi vasıtasıyla bir ruhî şuur uyandırmaktır. Belirtilmesi gereken husus Kur'ân'ın mü'minlerde hakikate karşı hürmet uyandıran genel tecrübî tavrıdır ve bu, müzminleri, sonunda modern bilimin kurucusu yapmıştır. Allah'ı bulmada, görünenin pek değersiz kabul edildiği bir çağda tecrübe ruhunu uyandırmak büyük bir hâdisedir. Daha önce gördüğümüz gibi Kur'ân'a göre, kâinatın bir sonu vardır. Kâinatın değişken gerçeklikleri varlığımızı taze oluşumlara zorlar. Bu durumun meydana getirdiği zorlukların üstesinden gelmek için sarfedilen zihnî gayret hayatımızı zenginleştirme ve genişletmenin yanısıra basiretimizi de keskinleştirir. Böylece bizi insan tecrübesinin daha karmaşık veçhelerine ustalıkla yaklaşmaya hazırlar. Bize. geçici olmayana entellektüel bakış yeteneği kazandıran, eşyanın geçici akışı ile olan temaslarımızın teşkil ettiği eğitim sürecidir. Hakikat kendi görüntüleri ile yaşar; ve engelleyici bir çevrede hayatını idame ettirmek zorunda olan insan gibi bir varlık, görüneni ihmale tahammül edemez. Kur'ân, gözlerimizi, çevrenin kadrini bilmek ve kontrol etmek vasıtasıyla değişim gerçeğine açmamızı sağlamıştır; İşte bu sayede kalıcı bir medeniyet kurmak mümkündür. Asya'nın ve gerçekte bütün antik dünyanın kültürleri Hakikate bâtını veçhesinden yaklaşıp oradan zahire hareket ettikleri için başarısızlığa uğramışlardır. Bu durum onlara iktidarsız bir teori sağlamıştır. Şurası bir gerçektir ki, yalnızca teori üzerine kalıcı bir medeniyet inşa edilemez.
Şüphesiz, İlahî Bilgi kaynağı olarak dinî tecrübe tarihi, aynı gayeyi güden bütün diğer beşerî tecrübe sahalarından öncelikli bir yere sahiptir. Ancak Kur'ân tecrübî tavrı insanlığın ruhî hayatında zaruri bir merhale olarak tanımakla Mutlak Hakikatin ilmini elde etmede diğer beşeri tecrübe sahalarına eşit önem vermiş oldu ve bunu enfüs ve afaktan semboller getirerek açığa koydu. Karşımıza çıkan Hakikatlerle irtibat kurmanın dolaylı bir yolu tefekküre yönelik müşahade ve Hakikatin duyularca algılanabilen zahirî kısmının kontrolünü elde etmektir. Diğer yol ise Hakikat ile doğrudan içeriden (batını) bir bağ kurmaktır. Kur'ân'ın naturalizmi yalnızca insanın tabiatla ilgisi olduğu gerçeğinin ve bu ilginin haksız bir hükmetme arzusu için değil, fakat manevî hayatta yüce mevkilere ilerlemek gibi asîl bir fayda için diğer güçleri kontrol etme vasıtası olarak kullanılabilme ihtimalinin tanınmasından ibarettir." (Dr. İkbal, Lecîures).
Ancak, Hakikatin tam bir görüntüsünü elde etmek için hissî idrak ile kalbî idrak (meselâ, enfüs) arasında uygun bir koordinasyon sağlanması arzu edilir olduğu kadar lüzumludur da. Kur'ân bu duruma şu âyetlerle atıfta bulunur: "O'dur ki, herşeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmağa çamurdan başladı.
Selçuklu dönemine ait bir Daru'ş-Şifâ'nın dahilî görünüşü.
Sonra onun neslini bir özden, hâkîr bir su(yun özü)nden yaptı. Sonra onu düzeltti, ona kendi ruhundan üfleyedi. Ve sizin için kulak(la)r, gözler ve gönüller yarattı Ne kadar az şükrediyorsunuz!" (32: 7-9). Bu âyet insanın fizyolojik (bedenî) dünyası kadar gerçek olan psikolojik dünyasının gerçeklerine de işaret etmektedir. Mutlak Hakikat insana kapılarını bu her iki tecrübe (psikolojik ve fizyolojik) kanalıyla açar ve insanın hakiki ilerlemesi bu her iki bilgi kaynağının tam bir ahenk içinde olmasına bağlıdır. Dr. Muhammed İkbal'in sözleriyle: "Şuurumuzda yer eden ve tecrübî bir hakikat olarak yorumlanmaya hazır duran Mutlak Hakikatin idrakimize nüfuz etmek için diğer bazı usûlleri de vardır ve başka yorumlanma tarzlarına da açıktır. İnsanoğlunun ortaya koyduğu bilinen mistik eserleri dinî tecrübenin İnsanlık tarihi içinde yalnızca (illüzyon - gözaldatmacası) denerek reddedilemeyecek derecede kalıcı ve hâkim olması gerçeğine yeterli bir şehadettir. Bu sebeple insanların gözlenebilir seviyedeki tecrübelerini kabul edip diğer seviyelerdeki tecrübelerini mistik ve hissî diyerek reddetmek için geçerli hiçbir sebep yoktur. Dinî tecrübenin gerçekleri, beşerî tecrübeninkileri gibi bir gerçektir ve yorumlanarak bilgiye ulaşılması bakımından her bir gerçek, bir diğeri kadar muteberdir.
Modem tecrübî anlayışın doğuşu ile başlayan kültürel canlılık, Kur'ânî inceliğin daha iyi takdir edilmesine yol açmış bir hâdisedir... Ve modern psikoloji, mistik şuurun muhtevasının özenle araştırılması lüzumunu daha yeni yeni kavramaya başlamıştır." (Dr. İkbal, Lec-tures).
Dinin, tabiatın nedensel bir izahını yapmaya çalışan bir fizik veya kimya ilmi olmadığı belirtilmelidir. Din, beşerî tecrübenin hiçbir ilmî verisine indirgenemiyecek olan tamamen farklı bir sahasını -dinî tecrübeyi- yorumlamayı amaçlamaktadır. Gerçekte, din için (özellikle İslâm için) "ilimden çok önce dinî hayatta müşahhas tecrübelerin lüzumu üzerinde durmuştur" demek zorundayız. İkisi arasındaki çelişki birinin müşahhas (somut) tecrübelere dayanıp diğerinin dayanmıyor olmasına bağlı değildir. Çıkış noktası olarak her ikisi de somut tecrübeler ararlar. Onların çelişkisi her ikisinin de aynı tecrübî verileri yorumladıkları şeklindeki yanlış anlamadan doğmaktadır. Dinin insan tecrübesinin özel bir türünün gerçek manâsına ulaşmayı amaçladığını unutuyoruz.
Dinî tecrübe temelde bilmeye ve kavramaya ait bir yönü olan duygu durumu olduğu için, içeriği diğerlerine ancak hüküm şeklinde bildirilmenin dışında aktarılamaz. Yine de, bu tecrübenin şahinliği diğer bilgi şekillerine uygulananlardan farklı olmayan testlerle anlaşılabilir. Peygamberlerin uyguladıkları pratik test dinî tecrübeyi ürünlerine göre değerlendirmekten ibaretti. Gerçekte, zihnî kıstas, beşerî tecrübeyle ilişkili hiçbir tahmin olmaksızın, yorumlarımızın nihayette dinî tecrübenin açığa çıkardığı hakikatle aynı karakterde olup olmadığını görmek için kullanılan eleştirel bir yorumdur." (Dr. İkbal, Lectures).
İnsan tecrübesi kendisini üç temel mertebede ortaya koyar: Madde seviyesi, hayat seviyesi, zihin ve şuur seviyesi. Her biri sırayla fiziğin, biyolojinin ve psikolojinin mevzûsudur. Tartışmamızı sadece üçüncü mertebeyle yani zihin ve şuur seviyesiyle sınırlayacağız. "Şuur hayatın tamamen (ruhî-manevî) olan esaslarından biridir; maddî değildir, düzenleyici bir ilkedir, dışarıdan çalıştırılan makinenin davranışından özde farklı bir davranış tarzıdır. Ancak, Newton ve Darwin gibi ilim adamları mekanizmin tabiatı tamamen açıklayıcı saf fizikî bir kavram olduğunu savundular. O halde mesele şudur: Hisle, idrak vasıtasıyla olan vahiyler yoluyla Mutlak Hakikate geçiş, acaba, esasında dinin bu Mutlak Hakikatin nihaî mahiyeti hakkındaki fikrine zıt bir görüşe götürür mü? Tabiat ilmi nihayetinde materyalizme mi teslim ediliyor? İlmî teorilerin çoğunlukla güvenilir olduklarına şüphe yoktur, çünkü bu teorilerin tahkiki mümkündür ve tabiat hadiselerini Önceden haber verip kontrol etmemİzi mümkün kılar. Ancak unutulmamalıdır ki, müsbet ilim denilen şey, Mutlak Hakikatin bir tek sistematik görünüşü değildir. Mutlak Hakikatin kısımlardan ibaret kitle halinde nazariyeleri -külli tecrübenin, birbirine uymaz gibi görünen kısımlarıdır. Tabiat ilmi maddeden, hayattan ve akıldan bahseder; ancak madde, hayat ve akıl birbiriyle nasıl bağlı olur, sualini sorduğumuz anda, bunlardan bahseden muhtelif ilimlerin kısmî hususiyetini, teker teker alındıkları takdirde, bu ilimlerin sizin sorunuza tam bir cevap vermekten âciz olduğunu görürsünüz.
Gerçekten, muhtelif tabiî ilimler, tabiatın leşine üşüşen ve herbiri bir et parçası kapıp kaçan bir akbaba sürüsüne benzer. Tabiat bir müsbet ilim konusu olarak son derecede sûn'î bir meseledir, bu sûn'îlik ise, o seçici ameliyenin neticesidir ki, kat'iyet ve doğruluk uğruna fen onu bu hâle maruz kılar. İlmin konularını beşerî tecrübeler bütününün içine koyduğunuz anda, o değişik bir karakter arzetmeğe başlar. Bundan dolayı, bir bütün hâlinde Mutlak Hakikati talep eden ve bu sebepten, bütün beşer tecrübesinin verilerinin herhangi bir sentezinde merkezî bir yer işgal eden dinin, Mutlak Hakikatin münferit görüntülerinden korkması için hiç bir sebep yoktur.
Tabiî ilimler haliyle münferittirler; eğer mahiyet ve fonksiyonuna sâdıksa hiç bir ilim dalı, Mutlak Hakikatin mükemmel bir görüşü olarak kendi teorisini öne süremez. Bu itibarla ilmin teşekkülünde kullandığımız kavramlar, mahiyet itibariyle münferit karakterdedir, bunların pratiği, tatbik edildikleri tecrübe mertebesine nisbetledir.
Meselâ "illiyet (nedensellik)" kavramı, -ki, esas vasfı onun "netice"ye takaddümüdür- bir tek hususi faaliyeti tetkik eden ve başkalarının müşahade ettiği farklı tarzda faaliyetleri tamamen dışarıda bırakan fizik ilminin konusuna dairdir. Hayat ve akıl mertebesine yükseldiğimizde, "nedensellik" kavramı yetersiz kalır, biz de kendimizi başka bir düşünüş nizamı içinde bir takım kavramlara muhtaç hâlde buluruz. Canlı organizmaların, bîr gaye maksadıyla başlanmış ve plânlanmış fiili, nedensel fiildeen tamamen farklıdır. Bu yüzden bizim araştırmalarımızın konusu, neticeye nisbetle haricî olan ve dıştan tesir eden "nedensellik" mefhumunun aksine, içten işleyen "gaye" ve "maksat" mefhumlarını ister. (Dr. İkbal, Lecîures).
Bu da göstermektedir ki, "hayat emsalsiz bir hâdisedir ve mekanizm fikriyle onu analiz etmek yetersiz kalır. Bir biyoloji bilgini olan Driesch'in tabiriyle, hayatın gerçek bütünlüğü bir başka açıdan bakıldığında çokluk içinde bir nevi birliktir. Hayat, gelişme ve çevreye uyum sağlama gayesine yönelik bir süreçtir. Yeni alışkanlıklar oluşturmakla ya da eski alışkanlıkların adapte edilmesiyle sağlanan bu süreç bir makina için düşünülemez. Dolayısıyla hayatî faaliyetlerin kaynağının çok uzak bir geçmişe izafe edilmeden izah edilemez.
Bu kaynağın kökü ancak vahiy ve ilhanı yolu ile keşfedüebilir; yoksa fizikî ilim ve tecrübelerle izah etmek mümkün değildir. Bu yüzden hayatın kaynağı maddî dünyanın dışındadır ve fizik ve kimya kaidelerine tâbi değildir." (Dr. İkbal, Lectures).
Kur'ân-ı Kerîm bize, şuurun sürekli sınırsız hareket hâlinde olduğunu bildirir. İnsan ruhunun dahilî devamlı değişiri içinde olduğunu belirtir: "Biz her şeyi bir kadere, (nezdimizde bulunan bir düzene, bir plâna) göre yarattık. Bizim buyruğumuz yalnız bir tektir, göz açıp yumma gibidir. (Bir şeyi bir kere buyurduk mu o, göz açıp yumma süresi gibi kısa bir zamanda oluverir)." (54: 49-50).
Furkan sûresinde şu âyetleri okumaktayız: "Ve ölmeyen (diriy)e tevkkül et ve O'nu överek teşbih et. Kullarının günahlarını, O'nun bilmesi yeter. O ki gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattı, sonra Arş'a oturdu (oradan mülkünü yönetmektedir. O) Rahman'dır (O'nun rahmeti, bütün varlıkları kaplamıştır. Varlık ve hayat, O'nun rahmetinin eseridir. Bütün kâinata Allah'ın Arş'ından hayat ve vücut dağılmaktadır). Bunu, bir bilene sor (sana gerçekten böyle olduğunu anlatacaktır)." (25: 58-59). Zaman eşyanın özünü oluşturan kader olarak kabul edilmektedir. Kur'ân'm buyurduğu üzere: "Allah bütün mahlukatı yaratmış ve herbirine bir kader tayin etmiştir." O halde bir şeyin kaderi, dışarıdan angarya yükleyen amansız bir karayazı değildir; gerçekleştirilebilir ihtimalleri yapısının derinliklerinde saklı bulunan ve dışarıdan zorlama hissi olmaksızın eşyanın gerçekleştirebileceği yapıda bulunan Allah'ın tasarrufudur.
Kur'ân'a göre: "Göklerde ve yerde bulunanlar, (her şeyi) O'ndan isterler (çünkü tüm varlıklarını O'na borçludurlar), O, her gün (her an) yeni bir iştedir (kimilerini yaratırken, kimilerini öldürür, her an hayatı tazeler, bir hâli giderir, başka hâller getirir). Şimdi Rabbini-zin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?" (55: 29-30). Bu âyet şunu düşündürmektedir: Gerçek zamanda varoluş, kaydedilen zamanın prangalarına mahkûm değildir, bilakis varoluş zamanı an be an yaratır ve yaratış bakımından tamamıyla hür ve orjinaldir. Gerçekte bütün yaratıcı faaliyetler hür faaliyetlerdir. Yaratış, mekanik bir faaliyetin Özelliği olan taklide zıttır. İlim ve tecrübe aynılıkları tesis etmeyi arar, mesela mekanik tekrar kanunları gibi. Hayat, içerdiği yoğun kendiliğinden vâki hassasiyet ile bir kararsızlık merkezi oluşturur, ve böylece zaruret sahasının da dışında kalır. Bu sebeple ilim, hayatı kavraya-maz.
Konumuzu özetleyecek olursak, "tecrübeye dayanan bütün hakikatler, Mutlak Hakikatin akılcılıkla yönlendirilen yaratıcı bir hayat olduğunu gösterir. Hayatın şekilsiz bir sıvı değil, fakat yaşayan organizmanın dağınık hallerini yapıcı bir gayeyle biraraya getiren düzenleyici bir ilke olduğunu söylemek tecrübenin ortaya koyduğu basit gerçeği kabul etmek demektir... Bu suretle, 'tecrübenin keyfiyetleri, Mutlak Hakikatin nihaî mahiyeti ruhanidir ve bir "ene" olarak telakki edilmeli' neticesine varılmasını haklı çıkarmaktadır. Ancak dinin emel ve arzusu, felsefeninkinden çok daha yükseklerde uçar. Felsefe, eşyayı akıl ve idrak yoluyla görür; ve bundan dolayı tecrübenin her tür zenginliğini bir sisteme bağlamak istemez. Mutlak Hakikati uzaktan müşahede eder. Din, Mutlak Hakikatle daha yakın bir temas ister. Birisi teori, diğeri ise tecrübe, münasebet ve samimi yakınlıktır." (Dr. Muhammed İkbal, Lectures).