- İnsan Düşüncesinin Yönünü Değiştirdi

Adsense kodları


İnsan Düşüncesinin Yönünü Değiştirdi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Wed 8 August 2012, 02:20 pm GMT +0200
İnsan Düşüncesinin Yönünü Değiştirdi

İnsanoğlunu eski soyut felsefe ve irrasyonel dünyadan modern mantık, gözlem ve deney dünyasına; peşin hükümlü, ısmarlama yargı, seçim ve hareket tarzı çağından mantık ve eleştirel düşünce çağına taşıyan ve tarihin başlangıç devirlerinden gelen ruhî kuvvetin rasyonel olmayan bilinç şekillerine dönüşme­si hadisesini önleyen kimse Hz. Muhammed'dir. Dr. Muhammed İkbal'in ifadesiyle: ''İslâm Peygamberi antik ve modern çağ ara­sında yer alıyor gibidir. Vahiy söz konusu ol­duğunda artık dünyaya aittir; vahyin mesajı ve taşıdığı ruh söz konusu olduğunda ise mo­dern dünyaya aittir. Hayat, yeni yönüyle uyumlu diğer bilgi kaynaklarını, O'nunla keş­feder. İslâm'ın doğuşu kıyascı anlayışın da doğuşudur. İslâm'da peygamberlik (sona erdirilme-ortadan kaldırılma) gereği keşfedile­cek derecede mükemmeliyete ulaşmıştır. Bu, hayatın birbirini takip eden zincirler (peygamberler zinciri) şeklinde devam edemiye-ceğinin ve insanın kendi-öz idrakinin tama­men farkına varabilmesi için sonunda yalnız­ca kendi kaynaklarıyla başbaşa kalması ge­rektiğinin kesin bir biçimde algılanışıdır. Sal­tanatın ve ruhbanlığın İslâm'da yerinin olma­yışı ve Kur'ân'da sürekli mantık ve tecrübeye başvurulmasının öngörülmesi ve insan bilgi­sinin kaynakları olarak tabiat ve tarihin öne­minin sürekli vurgulanması bu aynı ölümlü­lük fikrinin değişik veçheleridir.

Ancak, bu fikir nitelik olarak Hz. Muhammed'e yaşadığı tecrübeden hiç de farklı olma­yan mistik tecrübenin hayatî bir gerçek olarak varlığını artık sürdürmediği anlamına gelmez. Gerçekte Kur'ân hem enfüs'ü (kendi) ve hem de afak'ı (âlem) bilginin kaynaklan olarak görür. Allah âyetlerini (belgelerini) iç ve dış (batını ve zahirî) tecrübeler olarak açıklar. Bütün bu tecrübe çeşitlerinin bilgi ve ilim ka­zandırma kapasitelerini değerlendirmek insa­nın vazifesidir. Bu sebeple sonluluk fikri, ha­yatın nihai kaderinin, hissiyatın yerini tama­men mantığa bırakması şeklinde algılanma­malıdır. Böyle bir şey ne mümkündür ve ne de arzu edilir. Bu sonluluk fikrinin entellektü-el değeri şurada yatmaktadır: Bu fikir tabiatüstü bir kökeni olduğunu iddia eden bütün kişisel otoritelerin bu iddiasının insanlık tari­hi içinde artık geçerli olmadığı düşüncesini oluşturarak daha sonraki bütün mistik tecrü­belere karşı müstakil eleştirel bir tavır oluş­turma eğilimini gerçekleştirmiştir. Bu eleşti­rel bakış böylesi otoritelerin ortaya çıkmasını engelleyen psikolojik bîr güçtür. Bu fikrin fonksiyonu insanın dahilî (enfusi) tecrübeleri sayesinde taze bilgi ve ilim manzaralarına pencere açmaktır." (The Reconsîruction of Religions Thought in İslam, Lahore, 1977, sh. 125-127).

Kur'ân'a göre dahilî tecrübeye ilave olarak iki bilgi kaynağı daha vardır. Ve İslâm'ın ruhu en iyi şekilde bu bilgi kaynaklan açığa çıktı­ğında anlaşılır. Dr. Muhammed İkbal'e göre: "Kur'ân, güneşte, ayda, gölgelerin uzayıp kısalmasında, gündüzün birbiri ardınca gidip gelmesinde, insanların renklerinin ve dilleri­nin çeşitliliğinde, günlerin insanlar arasında döndürmüşünde -yani duyularla algılanan tüm tabiatta- Mutlak Hakikatin âyetlerini (belgelerini) görür. Ve Müslümanın vazifesi "kör ve sağircasına" onları es geçmeden bu âyetler hakkında düşünmektir, çünkü "haya­tında bu âyetleri görmeyen kimse ..ilecekte karşılaşacağı hayatın gerçeklerine karşı da kör kalacaktır." Somut olana karşı gösterilen bu teveccüh Kur'ân'ın öğretilerine göre kâinatın menşei itibariyle dinamik, sonlu ve büyümeye yetenekli olduğu gerçeğinin yavaş yavaş anlaşılması ile birleşince, nihayet Müs­lüman mütefekkirler, entellektüel hayatlarının başlangıcında büyük bir coşkuyla araştırdık­ları Yunan düşüncesiyle çelişir ve çatışır hâle geldiler. Müslüman âlimler Kur'ân'm ruhu­nun özde anti-klâsik olduğunu farketmeksizin ve Yunan düşünürlere tam bir güven duyarak, ilk önce Kur'ân'ı Yunan felsefesinin ışığı al­tında anlamaya çalıştılar. Kur'ân'ın müşahhas ruhu ve Yunan felsefesinin teoriyi seven, ha­kikatlere kayıtsız spekülatif tabiatı karşı kar­şıya gelince bu teşebbüs başarısızlığa önce­den mahkûm oldu. Onların bu başarısızlığını takibeden dönem ise İslâm kültürünün gerçek ruhunu ortaya koydu ve modern kültürün pek çok önemli veçhesinin temellerini oluşturdu."

İnsanların bilgi arayışında somut ve sonlu olana da yönelmesini sağlayan kişi İslâm Peygamber'i Hz. Muhammed olmuştur. O, gerçek ilmin "tecrübe" veya her ikisi vasıta­sıyla elde edilen "açık deliller ve tartışmasız işaretler"den elde edilebileceğini vurgulamış­tır. Böylelikle, deney, tefekkür, gözlem ve tecrübe vasıtasıyla şevk içinde ilim talep eden ve bunu teşvik eden ilk otorite Kur'ân'dır. Ta­biat ve bütün kâinat ilim ve Hakikatin açık ve daimi izah edici hazineleridir. Kur'ân bu zen­gin ilim kaynaklarına ilk işaret eden Kitap'tır. Kur'ân ispat edici delil ve işareti olmayan hiç bir kendinden menkul "gerçeği" veya doğru­luk iddiasını kabul etmez. Kur'ân kendisi muhteşem bir entellektüel davettir. Kur'ân insanoğlunu sürekli -eğer gücü yeterse- Kur'ânî hakikata mantık yoluyla karşı çıkmaya davet etmektedir. Kur'ân'ın her sûresi insanlardan tabiatın sonsuz kaynakları vasıtasıyla bilginin araştırılmasını en yumuşak bir yaklaşımla is­ter. Hakiki ilme bağlanmak İslâm'da gerçek mânada Allah'a bağlanmak demektir.'1 (Ham-mudah Abdalati, islam in Focus, Indiana-pols, Indiana, 1975, sh. 107-108).

Kur'ân kâinat ile ilgili olarak da dinamik bir kavram getirir ve insanoğlunu tabiatın ve kendi tarihinin hayrete düşürücü olayları kar­şısında düşünmeye davet eder: Milletlerin na­sıl birbiri ardınca doğduğunun, kendi işledik­leri fiillere göre nasıl geliştikleri ya da eziyet çektiklerinin görülmesini ister. Kur'ân bunu eyyamullah (Allah'ın Günleri) olarak adlan­dırırken enfüs ve âfâk&an sonra insanoğlu­nun üçüncü ilim kaynağı olarak kabul eder. Milletlerin topluca yargılandığı ve dünyada işledikeri kötülükler yüzünden helak oldukla­rı gerçeğini ispatlamak için Kur'ân değişik toplumlardan misaller getirir; okuyanları in­sanoğlunun geçmiş ve şimdiki tecrübeleri üzerinde tefekkür etmeye teşvik eder." (The Reconstruction of Religious Thought in is­lam, sh. 138).

ibrahim sûresinde şu ifadeler yer almaktadır: "Andolsun biz, Musa'yı da 'Kavmini karan­lıklardan aydınlığa çıkar, onlara Allah'ın gün­lerini (geçmiş milletlerin başlarına gelen olayları) hatırlat!' diye âyetlerimizle gönder­miştik. Şüphesiz bunda sabreden, şükreden herkes için âyetler (ibret verici işaretler) var­dır." (14: 5).

Araf sûresinde şöyle buyrulmaktadır: "Yarat­tıklarımızdan (öyle) bir ümmet var ki Hakk'a iletirler ve hak ile adalet yaparlar. Ayetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecek­leri yerden, yavaş yavaş helake yaklaştıraca­ğız. Onlara mühlet veriyorum, çünkü benim tuzağım çetindir." (7: 181-183).

Al'i'lmran sûresinde şu âyet vardır: "Sizden Önce de (Allah'ın kanunlaştırdığı) nice olaylar gelip geçti. Yeryüzünde dolaşın da, yalan-layıcılarm sonunun nasıl olduğunu görün." (3: 137).

Yine aynı sûrede şu ifadeleri okumaktayız: "Eğer size bir yara dokundu ise, o topluluğa da benzeri bir yara dokunmuştu. O günler... (evet) onları biz insanlar arasında çevirip du­ruyoruz (kâh bir kavme, kâh ötekine galibiyet veriyoruz; bazen bir topluma iyi veya kötü günler gösteriyoruz, bazen ötekine). Allah, mü'minleri ortaya çıkarsın, sizden şâhidler edinsin diye (zamanı kâh lehinize, kâh aleyhi­nize çevirmektedir). Allah, zâlimleri sev­mez." (3: 140).

Araf sûresinde şöyle buyrulmaktadır: "Her ümmetin belirli bir süresi vardır. Süreleri ge­lince (onlar), ne bir an geri kalırlar, ne de öne geçerler, (tam vaktinde batıp giderler)." (7: 34).

Bu âyetler Kur'ân'ın insan topluluklarını or­ganizmalar olarak gördüğünü ve insan toplu­luklarının hayatına ilmî bir yaklaşım getirdi­ğini açıkça göstermektedir. Gerçekte, Kur'ân, tarihin kronolojik olarak araştırılmasını teşvik eden ve onu ilmî esaslara oturtan ilk Kitap'tir. Sadece tarihî genellemeler yapmanın çok öte­sine giderek bizlere tarihî tenkidin temel prensiplerini sağlamıştır. Tarihî olaylardan bahsederken hiç bir şeyi dişarda bırakmamış­tır, hatta kötü insanları ve zâlim toplulukları bile ele alarak herşey hakkındaki bütün ger­çekleri ve muhtelif milletlerin kültürlerini ta­mamı tamamına tarif etmiş, böylece tarihin malzemesini oluşturan gerçeklerin bütünüyle kaydedilmesi esasını getirmiştir.

Hz. Hud aleyhisselâmın kavminden bahseder­ken Kur'ân şöyle buyurmaktadır: "Siz her yüksek yere1 koca bir bina kurup boş şeylerle mi uğraşırsınız? Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz? Yakaladığınızı zorbaca mı yakalarsınız?" (26: 128-130). Ve daha sonra: "...davarları, oğullan, bahçeleri ve akarsuları size O vermiştir." (26: 133-134).

Salih Peygamber'in kavmi hakkında ise şun­ları okumaktayız: "Burada bahçelerde, pınar başlarında, ekinler, salkımları sarkmış hurma­lıklar arasında güven içinde bırakılır mısınız? Dağlarda ustalıkla evler oyar mısınız?" (26: 146,149). Â'raf sûresinde ise şu âyet vardır: "Düşünün ki (Allah), Âd'dan sonra sizi hü­kümdarlar yaptı ve yeryüzünde sizi yerleştir­di: Onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsu­nuz, dağlarında evler yontuyorsunuz, artık Allah'ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde bozgunculuk yapıp karışıklık çıkarmayın." (7: 74).

Mısır Firavunu'nun maddî serveti ve siyasî iktidarı önyargısız şu şekilde tanımlanmaktadır: "... Çünkü Firavun, yeryüzünde çok ulu­lanan ve çok aşırı gidenlerden idi." (10: 83). "Musa: 'Rabbİmiz, dedi, sen Firavun'a ve adamlarına dünya hayatında süs(Ier) ve nice mallar verdin..." (10: 88). "Firavun şehirlere (asker) toplayıcılar gönderdi. (Onlara şöyle dedi): 'Şunlar, (şu İsrail oğullan), az bir top­luluktur. Ve onlar bizi kızdırmaktadırlar. Biz ihtiyatlı (koca) bir cemaatiz.' Böylece biz on­ları (Firavun ve kavmini) bahçelerden, pınar başlarından, hazinelerden ve şerefli makam­dan (çıkardık). Böylece, bunları İsrail oğulla­rına miras yaptık." (26: 54-59). "Firavun, o yerde ululandı (zorbalığa kalktı), halkını çe­şitli gruplara böldü. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak..." (28: 4). "Firavun dedi ki: 'Ey ileri gelenler! Ben sizin için, benden baş­ka bir tanrı bilmiyorum; ey Hâmân, haydi be­nim için çamurun üzerinde ateş yak(arak tuğ­la-imâl et de) bana bir kule yap, belki Mu­sa'nın tanrısına çıkarım, çünkü ben onu (Mu­sa'yı) yalancılardan sanıyorum.' O (Firavun) ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyük­lük tasladılar ve kendilerinin bize döndürül-meyeceklerini sandılar." (28: 38-39 ve 40: 36-37). "Firavun kavminin içinde seslenip de­di ki: 'Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altım­dan akıp giden ırmaklar benim değil mi? Gör­müyor musunuz? Yahut, ben hakîr, nerdeyse söz anlatamayacak durumda olan kimselerden daha iyi değil miyim?" (43: 51 -52).

Daha sonra Firavun ve yakınlarının lüks için­deki yaşayışları ve bunun sonucu toplumda yaygınlaşan sosyal ve kültürel toplantı ve iş­lerdeki aşırı serbestİyet uygulaması şu âyetlerle açıklanmıştır: "Evinde bulunduğu kadın onu kendine çağırdı, kapıları sıkı sıkı kapadı ve 'gelsene' dedi. Yusuf: 'Günah işle­mekten Allah'a sığınırım, doğrusu senin ko­can benim efendimdir; bana iyi baktı. Haksız­lık yapanlar şüphesiz başarıya ulaşamaz' de­di. Andolsun ki kadın Yusuf'a karşı istekli idi, Rabbinden bir İşaret görmeseydi Yusuf da onu isteyecekti. İşte ondan kötülüğü ve fe­nalığı böylece engelledik. Doğrusu o bizim çok samimi kullanmazdandır. İkisi de kapıya koctu, kadın arkadan Yusuf'un gömleğini ırttı; kapının önünde kocasına rastladılar. Kadm kocasına, "ailene fenalık etmek isteyen bir kimsenin cezası ya hapis ya da can yakıcı bîr azâb olmalıdır' dedi. Yusuf, 'Beni kendi­ne o çağırdı' dedi. Kadın tarafından bir şâhid, 'eser aömleği önden yırtılmışsa kadın doğru söylemiş, erkek yalancılardandır; şayet göm-İeai arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylemiş­tir erkek doğrulardandır', diye şâhidlik etti. Kocası gömleğin arkadan |yırtılmış olduğunu görünce, karısına hitaben],'doğrusu bu sizin hilenizdir, siz kadınların fendi büyüktür' de­di. Yusuf'a dönerek, 'Yusuf! Sen bundan kimseye bahsetme'; kadına dönerek: 'Sen de günahının bağışlanmasını dile! Çünkü sen, günahkârlardan oldun!' dedi. Şehirde bir ta­kım kadınlar: 'Vezir'in karısı kölesinin nef­sinden murâd almak istemiş! Sevda onun bağrını yakmış! Biz onu açık bir sapıklık içinde görüyoruz!" dediler. (Kadın), onların (dedi-kodu yaparak kendisini dile düşürme) düzenlerini işitince, onlara (adam) gönderdi (yemeğe davet etti). Onlar için dayanacak yastıklar hazırladı ve her birine de bir bıçak verdi. (Kadınlar, önlerine konan meyvaları soyup yemekle meşgul iken) Yusuf'a: 'çık karşılarına!' dedi. Kadınlar Yusuf'u görünce onu (gözlerinde) büyüttüler (ona hayranlıkla­rından ötürü) ellerini kestiler ve: 'Allah için, hâşâ bu insan değildir; bu ancak güzel bir me­lektir!' dediler. (Vezirin karısı) dedi ki: 'İşte siz beni bunun için kınamıştınız! Andolsun ben kendisinden murad almak İstedim de o, iffetinden ötürü (beni) reddetti. Ama kendisi­ne emrettiğimi yapmazsa, elbette zindana atı­lacak ve kahra uğrayanlardan olacaktır!' (Yu­suf): 'Rabbim, dedi. bana göre zindan, bunla-nn beni davet ettiği şeyden iyidir. Eğer onla-nn düzenini benden savmazsan onlara meyle­derim ve câhillerden olurum!" (12: 23-33).

Bu âyetler Firavun devrindeki sosyal hayatın kültürel arka planını çok canlı ve açık bir şe­kilde tanımlamakta ve okuyucudan hiçbir şe­yi saklamamaktadır. Her hâdise ve gerçeğin ona bir şey katmadan ya da ondan bir şey çıkarmadan anlatılıp kaydedilmesi gereği, tari­hin en temel ilkesidir. Tarihî malzeme, gerçek oluş anındaki şekliyle gelecek nesillere bıra­kılmalıdır. Kur'ân'ın insanlık için gerçekleş­tirdiği budur.

Tarihî rivâyetlerdeki diğer Önemli bir husus gerçekleri nakleden kişi (veya kişilerin) ka­rakteridir; çünkü karakterleri bu tarihi şaha­detlerine de yansıyacaktır. Şurası muhakkak ki, tarihî hâdiselerin doğruluğu, nihai olarak nakleden kişiye bağlıdır. Kur'ân bu noktaya şu âyetle dikkat çekmektedir: "Ey iman eden­ler! Size fâsık (yoldan çıkmış) bir adam bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursu­nuz." (49: 6). Bu âyette belirtilen prensibin uygulanması, tedricen tarih eleştirisi kaidele­rinin doğmasına sebep olmuştur. Hz. Pey­gamber de kendisinden yalan rivayette bu­lunanları şiddetle uyararak bu prensibin öne­mini vurgulamıştır.

Sonraları, hadis ilmi, Hz. Peygamber'in hadislerinden, ona izafe edilen mevzular ile sahih olanları birbirinden ayırdetme ihtiya­cından doğmuştur. Bu işi üstlenen kimseler hadis râvilerinin hayatları ile ilgili ayrıntıları kaydederden mükemmel bir dürüstlük, taraf­sızlık, adalet, İhtimam ve kusursuzlukla davranmi şiardır. Yine benzer olarak, metinlerin sahihliği ile ilgili olarak da belirli kurallar ge­tirildi. Râvinin güvenilirliği bir hadisin şa­hinliğinde zahirî delil olarak ele alınırken, metin eleştirisi de dahilî burhan olarak kabul edilmiştir. Müslümanlar tarafından Hz. Pey­gamber'in hadislerinin sahihliğini tesbit için bütün bir ilm-ül rical geliştirilmiştir. (Abdülhamid Sıddıkî, Sahih Müslim, English translation, Lahor, 1972, sh. iv). Muhammed İkbal'in ifadesiyle: "İslâm'da tarih şuurunun gelişimi çok çarpıcı ve ilginç bir çalışma ko­nusudur. Kur'ân'ın tecrübeye teveccühü, Hz. Peygamber'in hadislerinin kökeninin ke­sinleştirilmesi ve gelecek nesillere kalıcı il­ham kaynakları bırakma arzusu gibi, bütün bu faktörler İbn-i İshak, Taberî, Mesudî, ve îbn-i Haldun gibi şahsiyetlerin ortaya çıkmasına katkıda bulundu." (The Reconstruciion ofRe-ligions Thought in islam, sh. 139-140).

Kur'ân'ın incelenmesi sonucunda onun "insa-noğlunda Allah ve kâinatla olan çok yönlü ilişkileri hakkında yüksek bir şuur geliştirme" gayreti güttüğü anlaşılır. Kur'ân'ın bu yönünü göz önünde bulunduran Goethe, İslâm'ın eği­tici bir güç olarak genel bir tanımını yaparken Eckermann'a şöyle demiştir: "Bu öğretinin hiç başarısızlığa uğradığını göremezsin; bi­zim bütün sistemlerimizle bundan daha ileri gidemeyiz, genellemek gerekirse kimse gide­mez. Hıristiyan hayat felsefesinin zıddına ola­rak insanın manevî hayatının maddî dünyaya yabancı olmayıp, bilakis onun içinde yeniden canlandığını vurgulayan öğreti İslâm'dır." Çünkü İslâm'da ideal ile gerçek uzlaştırılması mümkün olmayan iki zıt güç değildir. İdeal hayat, hayatın organik bütünlüğünü elem ve­rici zıtlıklara parçalama eğiliminde olan ger­çekle arasında tam bir gedik açmaksızın, ide­alin, gerçeği nihai planda özümlemek ve dö­nüştürüp onun bütün varlığını aydınlatmak gibi bir görüş ışığında gerçeği elde etmek ga­yesine matuf ezelî gayretini ihtiva eder. (The Reconsîrucîion of Religious Thought in is­lam).

Gerçek ile ideal olanı uzlaştırmak için Kur'ân maddî âlemin gerçekliğine önem vererek onun beyhude yaratılmadığını vurgular. "Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları eğlenmek için yaratmadık! (oyuncak değil bu yarattıklarımız). Onları sadece gerçek bir se­beple, (hikmetli bir gaye ile) yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar." (44: 38-39). Kur'ân bu dünyanın çok ehemmiyetli bir se­beple yaratıldığını ve bunun arkasında büyük bir hikmet ve bir gaye olduğunu belirtir. Dün­yanın yaratılışı, üzerinde cidden durulup te­fekkür edilmesi gereken büyük bir gerçektir. "Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gün­düzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahiple­rine şüphesiz deliller vardır. Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler: 'Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen münezzehsin..." (3: 190-191) Müminûn sûre­sinde şunları okumaktayız: "Sizi boşuna ya­rattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?" (23: 115). Yunus sûresinde şu âyetler vardır: "... Allah, bunları (boş yere de­ğil), gerçek ile (hikmeti uyarınca) yaratmıştır. (Allah), bilen bir kavim için âyetleri açıkla­maktadır. Gece ile gündüzün değişmesinde ve Allah'ın, göklerde ve yerde yarattığı şeylerde (Allah'ın azabından) korunan bir topluluk için nice ibretler vardır." (10: 5-6). Nur Sûresinde şu âyeti görmekteyiz: "Allah gece­yi gündüze, gündüzü geceye çevirir. Doğrusu görebilenler için bunda ibretler vardır." (24: 44).

Bize günün ve gecenin hareketi olarak gözü­ken zamanın sessizce geçişi Kur'ân tarafın­dan Allah'ın en büyük âyetlerinden olarak ka­bul edilmiştir: "Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da O'nun emriyle boyun eğdirilmiştir. (Varlıkla­rın hepsi sizin yaşamanız, beslenmeniz için ayrı ayrı hizmet etmektedir.) Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için (Allah'ın var­lığına ve hikmetine) işretler vardır." (16: 12). Lokman sûresinde şu âyeti görmekteyiz: "Görmediniz mi Allah, göklerde ve yerde bulunan herşeyı sîze boyun eğdirdi ve size zahir ve bâtın (dış ve iç; görülen ve görülmeyen; bildiğiniz ve bilmediğiniz) nimetlerini bol bol verdi? Yine de insanlardan kimi var ki ne bil­gisi, ne yol göstereni ve ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışır (du­rur)." (31: 20). Hacc sûresinde şu mealde bii âyet yer almaktadır: "Allah'ın yerde olanları ve emriyle denizlerde yürüyen gemileri buy­ruğunuz altına vermiş olduğunu; buyruğu ol­maksızın yere düşmemesi için göğü O'nun tuttuğunu görmez misiniz?..." (22: 65). İbra­him sûresinde şöyle buyrulmaktadır: "Allah O'dur ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten su in­dirdi de onunla size rızık olarak çeşitli mey-valar çıkardı. Buyruğuyla denizde akıp gitme­si için gemileri emrinize verdi, ırmakları em­rinize verdi. Sürekli olarak (seyir ve aydınlat­ma) görevlerini yapan güneşi ve ayı emrinize verdi. Ve size her İstediğinizden verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymak isterseniz sayamaz­sınız! (Buna rağmen) yine de insan çok hak­sızlık edendir, çok nankördür!" (14: 32-34). Ve Câsiye sûresinde şu âyetler vardır: "Al­lah'tır ki denizi size boyun eğdirdi, tâ kî ge­miler onun içinde buyruğuyla akıp gitsin ki, siz O'nun kereminden (nasibinizi) arayasınız da şükredesiniz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size bo­yun eğdirdi. Elbette bunda düşünen bir top­lum için ibretler vardır." (45: 12-13).

Bu âyetlerden, bütünüyle dünyanın mahiyeti­nin insanlığın ihtiyaçlarını ve isteklerini kar­şılamaya amade olduğunu görmekteyiz. An­cak insanoğlu dinamiktir ve daima kendini ifade etmek için geniş bir hareket sahası elde etme mücadelesi verir. Bir çok başarısızlıkla­ra rağmen, tabiata ve onun güçlerine karşı üs­tündür, çünkü insanoğlu onları Allah'tan emanet olarak alarak kendi faydasına kullan­ma sorumluluğunu üstlenmiştir. Kur'ân bütün mahlâkâtın bu emanet ve sorumluluğu üstle­nmediğini, ancak insanın bu yükü omuzları­na alacak kadar (gözüpek, cesur) olduğunu ifade etmektedir: "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, on(un sorumluluğumdan korktular; onu insan yüklendi; (bununla beraber onun hakkı­nı tam yerine getirmedi) çünkü o, çok zâlim, çok câhildir." (33:72).

"Bu, insanın dünyada önemli bir rolü olduğu­nu gösterir. Çok mütevazi bir başlangıcı ve Çok zayıf ve narin bir vücudu olmasına rağ­men, kâinatın temel varoluşunda kalıcı bir unsur olmak nasip olmuştur." (The Recons-îruction of Religious Though in islam, sh. 11). Bu durum Kur'ân'da şöyle ifade edilmiş­tir: "İnsan, başı boş bırakılacağını mı sanır? Kendisi dökülen meniden bir nutfe (sperma) değil miydi? Sonra kan pıhtısı oldu (Rabb'i onu) yarattı, ona şekil verdi. Ondan iki çifti; erkeği ve dişiyi var etti. Şimdi bun(ları yapan Allah)ın, ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?" (75: 36-40). Diğer bir ifadeyle, İnsanın köke­ni bayağılık ve zaafiyet ile doludur. Ancak büyük zorluklarla karşılaşsa da kaderi büyüklüktür. "Hiç bir hakikat insan ruhu kadar güç­lü, ilham dolu ve güzel değildir! Böylece Kur'ân'da ifade edildiği üzere insanoğlu enfüsî âlemde yaratıcı bir faaliyet ve yükselen bir ruhtur ve ileriye doğru olan yürüyüşünde bir durumdan diğerine uğratılacaktır." (Dr. Muhammed İkbal, Lectures, sh. 12). "Akşa­mın alacakaranlığına andolsun; geceye ve (gecenin bağrında) toplayıp ürettiği şeylere, dolunay şeklini alan aya ki, siz mutlaka taba­kadan tabakaya bineceksiniz!" (84: 16-19).

"Şüphesiz insan maddî ve manevî âlemde da­ha derin ve yüce Özlemleri paylaşmaya yönel­tilmiştir, ancak etrafındaki âlem ile birlikte kendi yönlendirildiği kaderini de tesbit etmeli ve şekİllendirmelidir. Ancak bu şekilde ken­disini değişen şartlara uyarlayıp, fizik görüş­leri kendi yararına şekillendirerek kâinattaki hâli ve durumu sabitleştırebilir. Bu tedricî ve sürekli değişim sürecinde insanoğlu İnsiyatifi ele alıp ileri doğru hareket ettikçe Allah ona yardımcı olacaktır." (Dr. İkbal, Lectures). "... Bir millet, kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez..." (13: 11). Bu âyet insiyatifi açıkça insanoğlunun eline vermektedir; insan kaderini yapabilir ya da yıkabilir. Eğer insanoğlu enfüsi tabiatına tepki vermez, ilerleyen hayatın iç tazyikini hissetmez, fizik âlemin sürekli değişen ve renklenen görünümüne kör kalır ve bütün po­tansiyel güç ve kabiliyetlerini âtıl bırakırsa "O vakit içindeki ruh taşa dönüşür ve İnsa­noğlu cansız madde seviyesine iner." Haya­tındaki ilerleme ve gelişmenin ve ruhunun ileriye doğru atağa geçmesinin kendisini dün­yada çevreleyen gerçekleri nasıl göğüslediğîne bağlı olduğu da burada belirtilmelidir. Ha­kikat ile bağlantısını ise bilgi vasıtasıyla kura­bilir ve böylece gerçekleri kendi yararına kul­lanabilir.

İnsanın eşyayı kavramlarla tanımlamak yo­luyla bilgi edinme kabiliyeti gibi bir meziyet­le donandığı daha önce açıklanmıştı (2: 28-31). Diğer bir ifadeyle, insanın elde ettiği il­min özelliği kavramsal olmasıdır ve insan hakikatin gözlenebilir yönleriyle bu vasıtalar sa­yesinde temas kurabilir. Kur'ân hakikatin bu müşahade edilebilir yönlerine büyük önem at­fetmiştir. (Dr. İkbal, Lectures): "Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbi­ri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şey­lerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre âmâde duran bulutlan döndürmesinde, düşünen kim­seler için deliller vardır." (2: 164).

Enam sûresindt şu âyetleri okumaktayız: "Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Al­lah'tır: Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur, nasıl yüz çevirirsiniz?

Tanyerini ağartan, geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı vakit ölçüsü kılandır. Bu güçlü olanın, bilenin nizâmıdır.

O, yıldızlan kara ve denizin karanlıklarında yol bulaşınız diye sîzin için varedendir. Ger­çekten biz, bilen bir toplum için âyetleri uzun uzadıya açıkladık.

O, sizi bir tek nefisten, babaların sulbünde kararlaşmış ve anaların rahminde kararlaş­makta olarak yaratandır. Gerçekten biz, anla­yan bir toplum İçin âyetleri uzun uzadıya açıkladık.

O gökten su indirendir. Her bitkiyi onunla bi­tirdik, ondan bitirdiğimiz yeşilden -birbirine benzeyen ve benzemeyen- yığın yığın taneler, hurmaların tomurcuklarından sarkan salkım­lar, üzüm bağları, zeytin ve nar çıkardık. Ürün verdiklerinde ürünlerine, olgunlaşmala­rına bir bakın. Şüphesiz bu size gösterilenler­de mü'miriler toplumu için elbette çok ibret­ler vardır." (6: 95-99).

Gün ve gecenin sırrından şu âyetlerde söz edilmiştir: "Rabb'ini görmedin mi gölgeyi nasıl uzattı? Rabb'in dileseydi onu durgun yapardı. Sonra nasıl güneşi ona delil kıldık (gölgenin görünmesini, ışığa bağlı kıldık)? Sonra (güneş yükseldikçe) onu yavaş yavaş çekip aldık." (25; 45-46). Gâşiye sûresi diğer mahlûkattan şöyle bahsetmektedir: "Bakmı­yorlar mı develere, nasıl yaratıldı? Göğe, na­sıl yükseltildi? Dağlara, nasıl dikildi? Yere, nasıl yayılıp, döşendi?" (88: 17-20). Rum sûresinde ise şu âyeti okumaktayız: "Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O'nun varlığının belgelerin-dendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için ders­ler vardır." (3: 22).

"Şüphesiz, tabiatın tefekküre yönelik müşa-hadesini öngören Kur'ân'ın ilk gayesi, insan­da tabiatın sembol kabul edilmesi vasıtasıyla bir ruhî şuur uyandırmaktır. Belirtilmesi gere­ken husus Kur'ân'ın mü'minlerde hakikate karşı hürmet uyandıran genel tecrübî tavrıdır ve bu, müzminleri, sonunda modern bilimin kurucusu yapmıştır. Allah'ı bulmada, görüne­nin pek değersiz kabul edildiği bir çağda tec­rübe ruhunu uyandırmak büyük bir hâdisedir. Daha önce gördüğümüz gibi Kur'ân'a göre, kâinatın bir sonu vardır. Kâinatın değişken gerçeklikleri varlığımızı taze oluşumlara zor­lar. Bu durumun meydana getirdiği zorlukla­rın üstesinden gelmek için sarfedilen zihnî gayret hayatımızı zenginleştirme ve genişlet­menin yanısıra basiretimizi de keskinleştirir. Böylece bizi insan tecrübesinin daha karma­şık veçhelerine ustalıkla yaklaşmaya hazırlar. Bize. geçici olmayana entellektüel bakış yete­neği kazandıran, eşyanın geçici akışı ile olan temaslarımızın teşkil ettiği eğitim sürecidir. Hakikat kendi görüntüleri ile yaşar; ve engel­leyici bir çevrede hayatını idame ettirmek zo­runda olan insan gibi bir varlık, görüneni ih­male tahammül edemez. Kur'ân, gözlerimizi, çevrenin kadrini bilmek ve kontrol etmek va­sıtasıyla değişim gerçeğine açmamızı sağla­mıştır; İşte bu sayede kalıcı bir medeniyet kurmak mümkündür. Asya'nın ve gerçekte bütün antik dünyanın kültürleri Hakikate bâtını veçhesinden yaklaşıp oradan zahire ha­reket ettikleri için başarısızlığa uğramışlardır. Bu durum onlara iktidarsız bir teori sağlamış­tır. Şurası bir gerçektir ki, yalnızca teori üzerine kalıcı bir medeniyet inşa edilemez.

Şüphesiz, İlahî Bilgi kaynağı olarak dinî tec­rübe tarihi, aynı gayeyi güden bütün diğer beşerî tecrübe sahalarından öncelikli bir yere sahiptir. Ancak Kur'ân tecrübî tavrı insanlı­ğın ruhî hayatında zaruri bir merhale olarak tanımakla Mutlak Hakikatin ilmini elde etme­de diğer beşeri tecrübe sahalarına eşit önem vermiş oldu ve bunu enfüs ve afaktan sem­boller getirerek açığa koydu. Karşımıza çıkan Hakikatlerle irtibat kurmanın dolaylı bir yolu tefekküre yönelik müşahade ve Hakikatin duyularca algılanabilen zahirî kısmının kontro­lünü elde etmektir. Diğer yol ise Hakikat ile doğrudan içeriden (batını) bir bağ kurmaktır. Kur'ân'ın naturalizmi yalnızca insanın tabiat­la ilgisi olduğu gerçeğinin ve bu ilginin hak­sız bir hükmetme arzusu için değil, fakat manevî hayatta yüce mevkilere ilerlemek gibi asîl bir fayda için diğer güçleri kontrol etme vasıtası olarak kullanılabilme ihtimalinin ta­nınmasından ibarettir." (Dr. İkbal, Lecîures).

Ancak, Hakikatin tam bir görüntüsünü elde etmek için hissî idrak ile kalbî idrak (meselâ, enfüs) arasında uygun bir koordinasyon sağ­lanması arzu edilir olduğu kadar lüzumludur da. Kur'ân bu duruma şu âyetlerle atıfta bulu­nur: "O'dur ki, herşeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmağa çamurdan başladı.

Selçuklu dönemine ait bir Daru'ş-Şifâ'nın dahilî görünüşü.

Sonra onun neslini bir özden, hâkîr bir su(yun özü)nden yaptı. Sonra onu düzeltti, ona kendi ruhundan üfleyedi. Ve sizin için kulak(la)r, gözler ve gönüller yarattı Ne kadar az şükre­diyorsunuz!" (32: 7-9). Bu âyet insanın fizyo­lojik (bedenî) dünyası kadar gerçek olan psi­kolojik dünyasının gerçeklerine de işaret et­mektedir. Mutlak Hakikat insana kapılarını bu her iki tecrübe (psikolojik ve fizyolojik) kanalıyla açar ve insanın hakiki ilerlemesi bu her iki bilgi kaynağının tam bir ahenk içinde olmasına bağlıdır. Dr. Muhammed İkbal'in sözleriyle: "Şuurumuzda yer eden ve tecrübî bir hakikat olarak yorumlanmaya hazır duran Mutlak Hakikatin idrakimize nüfuz etmek için diğer bazı usûlleri de vardır ve başka yo­rumlanma tarzlarına da açıktır. İnsanoğlunun ortaya koyduğu bilinen mistik eserleri dinî tecrübenin İnsanlık tarihi içinde yalnızca (il­lüzyon - gözaldatmacası) denerek reddedile­meyecek derecede kalıcı ve hâkim olması gerçeğine yeterli bir şehadettir. Bu sebeple insanların gözlenebilir seviyedeki tecrübeleri­ni kabul edip diğer seviyelerdeki tecrübelerini mistik ve hissî diyerek reddetmek için geçerli hiçbir sebep yoktur. Dinî tecrübenin gerçekle­ri, beşerî tecrübeninkileri gibi bir gerçektir ve yorumlanarak bilgiye ulaşılması bakımından her bir gerçek, bir diğeri kadar muteberdir.

Modem tecrübî anlayışın doğuşu ile başlayan kültürel canlılık, Kur'ânî inceliğin daha iyi takdir edilmesine yol açmış bir hâdisedir... Ve modern psikoloji, mistik şuurun muhteva­sının özenle araştırılması lüzumunu daha yeni yeni kavramaya başlamıştır." (Dr. İkbal, Lec-tures).

Dinin, tabiatın nedensel bir izahını yapmaya çalışan bir fizik veya kimya ilmi olmadığı be­lirtilmelidir. Din, beşerî tecrübenin hiçbir ilmî verisine indirgenemiyecek olan tamamen farklı bir sahasını -dinî tecrübeyi- yorumla­mayı amaçlamaktadır. Gerçekte, din için (özellikle İslâm için) "ilimden çok önce dinî hayatta müşahhas tecrübelerin lüzumu üzerin­de durmuştur" demek zorundayız. İkisi arasındaki çelişki birinin müşahhas (somut) tec­rübelere dayanıp diğerinin dayanmıyor olma­sına bağlı değildir. Çıkış noktası olarak her ikisi de somut tecrübeler ararlar. Onların çe­lişkisi her ikisinin de aynı tecrübî verileri yo­rumladıkları şeklindeki yanlış anlamadan doğmaktadır. Dinin insan tecrübesinin özel bir türünün gerçek manâsına ulaşmayı amaç­ladığını unutuyoruz.

Dinî tecrübe temelde bilmeye ve kavramaya ait bir yönü olan duygu durumu olduğu için, içeriği diğerlerine ancak hüküm şeklinde bil­dirilmenin dışında aktarılamaz. Yine de, bu tecrübenin şahinliği diğer bilgi şekillerine uygulananlardan farklı olmayan testlerle anlaşı­labilir. Peygamberlerin uyguladıkları pratik test dinî tecrübeyi ürünlerine göre değerlen­dirmekten ibaretti. Gerçekte, zihnî kıstas, beşerî tecrübeyle ilişkili hiçbir tahmin olmaksızın, yorumlarımızın nihayette dinî tecrübe­nin açığa çıkardığı hakikatle aynı karakterde olup olmadığını görmek için kullanılan eleşti­rel bir yorumdur." (Dr. İkbal, Lectures).

İnsan tecrübesi kendisini üç temel mertebede ortaya koyar: Madde seviyesi, hayat seviyesi, zihin ve şuur seviyesi. Her biri sırayla fiziğin, biyolojinin ve psikolojinin mevzûsudur. Tar­tışmamızı sadece üçüncü mertebeyle yani zi­hin ve şuur seviyesiyle sınırlayacağız. "Şuur hayatın tamamen (ruhî-manevî) olan esasla­rından biridir; maddî değildir, düzenleyici bir ilkedir, dışarıdan çalıştırılan makinenin dav­ranışından özde farklı bir davranış tarzıdır. Ancak, Newton ve Darwin gibi ilim adamları mekanizmin tabiatı tamamen açıklayıcı saf fizikî bir kavram olduğunu savundular. O hal­de mesele şudur: Hisle, idrak vasıtasıyla olan vahiyler yoluyla Mutlak Hakikate geçiş, aca­ba, esasında dinin bu Mutlak Hakikatin nihaî mahiyeti hakkındaki fikrine zıt bir görüşe gö­türür mü? Tabiat ilmi nihayetinde materyaliz­me mi teslim ediliyor? İlmî teorilerin çoğun­lukla güvenilir olduklarına şüphe yoktur, çün­kü bu teorilerin tahkiki mümkündür ve tabiat hadiselerini Önceden haber verip kontrol etmemİzi mümkün kılar. Ancak unutulmamalı­dır ki, müsbet ilim denilen şey, Mutlak Haki­katin bir tek sistematik görünüşü değildir. Mutlak Hakikatin kısımlardan ibaret kitle ha­linde nazariyeleri -külli tecrübenin, birbirine uymaz gibi görünen kısımlarıdır. Tabiat ilmi maddeden, hayattan ve akıldan bahseder; an­cak madde, hayat ve akıl birbiriyle nasıl bağlı olur, sualini sorduğumuz anda, bunlardan bahseden muhtelif ilimlerin kısmî hususiyeti­ni, teker teker alındıkları takdirde, bu ilimle­rin sizin sorunuza tam bir cevap vermekten âciz olduğunu görürsünüz.

Gerçekten, muhtelif tabiî ilimler, tabiatın leşi­ne üşüşen ve herbiri bir et parçası kapıp ka­çan bir akbaba sürüsüne benzer. Tabiat bir müsbet ilim konusu olarak son derecede sûn'î bir meseledir, bu sûn'îlik ise, o seçici ameli­yenin neticesidir ki, kat'iyet ve doğruluk uğ­runa fen onu bu hâle maruz kılar. İlmin konu­larını beşerî tecrübeler bütününün içine koy­duğunuz anda, o değişik bir karakter arzetmeğe başlar. Bundan dolayı, bir bütün hâlinde Mutlak Hakikati talep eden ve bu sebepten, bütün beşer tecrübesinin verilerinin herhangi bir sentezinde merkezî bir yer işgal eden di­nin, Mutlak Hakikatin münferit görüntülerin­den korkması için hiç bir sebep yoktur.

Tabiî ilimler haliyle münferittirler; eğer ma­hiyet ve fonksiyonuna sâdıksa hiç bir ilim da­lı, Mutlak Hakikatin mükemmel bir görüşü olarak kendi teorisini öne süremez. Bu itibar­la ilmin teşekkülünde kullandığımız kavram­lar, mahiyet itibariyle münferit karakterdedir, bunların pratiği, tatbik edildikleri tecrübe mertebesine nisbetledir.

Meselâ "illiyet (nedensellik)" kavramı, -ki, esas vasfı onun "netice"ye takaddümüdür- bir tek hususi faaliyeti tetkik eden ve başkaları­nın müşahade ettiği farklı tarzda faaliyetleri tamamen dışarıda bırakan fizik ilminin konu­suna dairdir. Hayat ve akıl mertebesine yük­seldiğimizde, "nedensellik" kavramı yetersiz kalır, biz de kendimizi başka bir düşünüş ni­zamı içinde bir takım kavramlara muhtaç hâlde buluruz. Canlı organizmaların, bîr gaye maksadıyla başlanmış ve plânlanmış fiili, ne­densel fiildeen tamamen farklıdır. Bu yüzden bizim araştırmalarımızın konusu, neticeye nisbetle haricî olan ve dıştan tesir eden "ne­densellik" mefhumunun aksine, içten işleyen "gaye" ve "maksat" mefhumlarını ister. (Dr. İkbal, Lecîures).

Bu da göstermektedir ki, "hayat emsalsiz bir hâdisedir ve mekanizm fikriyle onu analiz et­mek yetersiz kalır. Bir biyoloji bilgini olan Driesch'in tabiriyle, hayatın gerçek bütünlü­ğü bir başka açıdan bakıldığında çokluk için­de bir nevi birliktir. Hayat, gelişme ve çevre­ye uyum sağlama gayesine yönelik bir süreç­tir. Yeni alışkanlıklar oluşturmakla ya da eski alışkanlıkların adapte edilmesiyle sağlanan bu süreç bir makina için düşünülemez. Dolayısıyla hayatî faaliyetlerin kaynağının çok uzak bir geçmişe izafe edilmeden izah edilemez.

Bu kaynağın kökü ancak vahiy ve ilhanı yolu ile keşfedüebilir; yoksa fizikî ilim ve tecrübe­lerle izah etmek mümkün değildir. Bu yüzden hayatın kaynağı maddî dünyanın dışındadır ve fizik ve kimya kaidelerine tâbi değildir." (Dr. İkbal, Lectures).

Kur'ân-ı Kerîm bize, şuurun sürekli sınırsız hareket hâlinde olduğunu bildirir. İnsan ruhu­nun dahilî devamlı değişiri içinde olduğunu belirtir: "Biz her şeyi bir kadere, (nezdimizde bulunan bir düzene, bir plâna) göre yarattık. Bizim buyruğumuz yalnız bir tektir, göz açıp yumma gibidir. (Bir şeyi bir kere buyurduk mu o, göz açıp yumma süresi gibi kısa bir za­manda oluverir)." (54: 49-50).

Furkan sûresinde şu âyetleri okumaktayız: "Ve ölmeyen (diriy)e tevkkül et ve O'nu öve­rek teşbih et. Kullarının günahlarını, O'nun bilmesi yeter. O ki gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattı, sonra Arş'a oturdu (oradan mülkünü yönetmekte­dir. O) Rahman'dır (O'nun rahmeti, bütün varlıkları kaplamıştır. Varlık ve hayat, O'nun rahmetinin eseridir. Bütün kâinata Allah'ın Arş'ından hayat ve vücut dağılmaktadır). Bu­nu, bir bilene sor (sana gerçekten böyle oldu­ğunu anlatacaktır)." (25: 58-59). Zaman eşya­nın özünü oluşturan kader olarak kabul edil­mektedir. Kur'ân'm buyurduğu üzere: "Allah bütün mahlukatı yaratmış ve herbirine bir ka­der tayin etmiştir." O halde bir şeyin kaderi, dışarıdan angarya yükleyen amansız bir kara­yazı değildir; gerçekleştirilebilir ihtimalleri yapısının derinliklerinde saklı bulunan ve dı­şarıdan zorlama hissi olmaksızın eşyanın ger­çekleştirebileceği yapıda bulunan Allah'ın ta­sarrufudur.

Kur'ân'a göre: "Göklerde ve yerde bulunan­lar, (her şeyi) O'ndan isterler (çünkü tüm var­lıklarını O'na borçludurlar), O, her gün (her an) yeni bir iştedir (kimilerini yaratırken, ki­milerini öldürür, her an hayatı tazeler, bir hâli giderir, başka hâller getirir). Şimdi Rabbini-zin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?" (55: 29-30). Bu âyet şunu düşündürmektedir: Gerçek zamanda varoluş, kaydedilen zamanın prangalarına mahkûm değildir, bilakis varo­luş zamanı an be an yaratır ve yaratış bakı­mından tamamıyla hür ve orjinaldir. Gerçekte bütün yaratıcı faaliyetler hür faaliyetlerdir. Yaratış, mekanik bir faaliyetin Özelliği olan taklide zıttır. İlim ve tecrübe aynılıkları tesis etmeyi arar, mesela mekanik tekrar kanunları gibi. Hayat, içerdiği yoğun kendiliğinden vâki hassasiyet ile bir kararsızlık merkezi oluşturur, ve böylece zaruret sahasının da dı­şında kalır. Bu sebeple ilim, hayatı kavraya-maz.

Konumuzu özetleyecek olursak, "tecrübeye dayanan bütün hakikatler, Mutlak Hakikatin akılcılıkla yönlendirilen yaratıcı bir hayat ol­duğunu gösterir. Hayatın şekilsiz bir sıvı de­ğil, fakat yaşayan organizmanın dağınık hal­lerini yapıcı bir gayeyle biraraya getiren dü­zenleyici bir ilke olduğunu söylemek tecrübe­nin ortaya koyduğu basit gerçeği kabul etmek demektir... Bu suretle, 'tecrübenin keyfiyetle­ri, Mutlak Hakikatin nihaî mahiyeti ruhanidir ve bir "ene" olarak telakki edilmeli' neticesi­ne varılmasını haklı çıkarmaktadır. Ancak di­nin emel ve arzusu, felsefeninkinden çok da­ha yükseklerde uçar. Felsefe, eşyayı akıl ve idrak yoluyla görür; ve bundan dolayı tecrübenin her tür zenginliğini bir sisteme bağla­mak istemez. Mutlak Hakikati uzaktan müşa­hede eder. Din, Mutlak Hakikatle daha yakın bir temas ister. Birisi teori, diğeri ise tecrübe, münasebet ve samimi yakınlıktır." (Dr. Muhammed İkbal, Lectures).