- İnşallah Demeyince

Adsense kodları


İnşallah Demeyince

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
rabia
Thu 29 April 2010, 05:19 pm GMT +0200
İnşallah Demeyince

Dinimiz bizden içi dışı bir insanlar olmamızı istiyor. Söylediklerimiz ve işlediklerimiz kalbimizdekinin yansıması olmalı. Mümin kalbi bu; orada imandan, güzel niyetlerden başka ne olabilir ki...

Biz Müslümanlar, kâinatta ne varsa hepsinin Allah’a ait olduğuna iman ederiz.

Bir yaprağın rüzgârda sallanmasına kadar her şeyin Allah’ın yaratmasıyla meydana geldiğini bütün varlığımızla kabul ederiz.

Kısaca “Allah’ın izni” olmadan hiçbir şeyin var olamayacağına, gerçekleşemeyeceğine inanırız.

Ne var ki bu inancımızı hayata yansıtmada, dile getirmede, sözlü olarak ifade etmede biraz cimri davranırız.

Şöyle ki:
Günlük konuşmalarda sıkça sarfettiğimiz “yarın görüşürüz”, “haftaya size geleceğim”, “merak etme ben o işi yaparım” gibi sözleri pek düşünmeden söyleriz. Burada düşünmediğimiz şey, bütün bunların olmasının Cenab-ı Mevlâmızın izin ve dilemesine bağlı olduğu gerçeğidir.

Böyle ağzımızdan bir çırpıda çıkan sözleri söylerken, kalbimizdeki imana aykırılık kastı elbette taşımayız. Ama bizim ve bütün mevcudatın tek sahibi Yüce Mevlâ, içimizdeki imanı sözlerimize yansıtmamızı istiyor.

Bu o kadar önemlidir ki, Saadet Asrı’nda yaşanan bir olayla bütün müslümanlara öğretilmiştir.

Yarın Size Açıklarım

Peygamberliğin ilk yıllarıdır. Mekke’de bir görüşme yapılıyor. Bir tarafta Mekke müşriklerinin ileri gelenleri var; diğer tarafta Rasul-i Ekrem s.a.v…

Görüşme teklifi müşriklerden gelmiştir.. Aralarında Ukbe ve Nadr isminde iki kişi vardır. Bunlar bir süre önce Yesrib’e yani Medine’ye gitmişler veYahudilerin alimleriyle görüşmüşlerdi. Onlardan öğrendikleri bazı soruları Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz’e soracaklardır. Yahudi alimlerinin dediklerine göre bu sorulara cevap vermesi halinde o bir peygamberdir. Aksi halde sıradan bir insandır ve işlerine nasıl geliyorsa ona karşı öyle davranabileceklerdir.
Müşrikler, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e üç soru sordular: Mağaraya sığınmış olan yiğitlerin ilginç hallerini, doğudan batıya dünyayı gezip dolaşmış olan büyük hükümdarı ve ruhun ne olduğunu...

Rasulullah s.a.v. Efendimiz de “size yarın bilgi vereyim” diyerek oradan ayrıldı. Bu soruların cevaplarını Cebrail a.s.’ın hemen getireceğini umuyordu. Ama öyle olmadı. Müşriklerin dedikoduları arttı. Peygamber s.a.v. Efendimiz’in yalancı olduğunu, artık bu işin sonunun geldiğini söylediler. Hakaretlerini artırdıkça artırdılar.

Rasul-i Ekrem s.a.v. çok üzülüyordu, büyük bir ıstırap içindeydi. Aradan tam on beş gün geçti. Nihayet Cebrail a.s. geldi. Onun gelmesi ve gitmesi elbette kendi arzusuyla olmuyordu. Onu gönderen de, geciktiren de Yüce Mevlâ idi. Şüphe yok ki bunda büyük hikmetler saklıydı.

Üç Cevap Bir de Ders


İşte Yüce Mevlâ, Cibril-i Emin’i göndermişti. Bir sure ile, Kehf Suresi ile. Orada mağaradaki gençlerin haberi vardı, hükümdar Zülkarneyn’in ilginç seyahatleri anlatılıyordu, ruhla ilgili cevap yer alıyordu.

Surenin ilk ayetlerinde Yüce Mevlâ önce Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’i teskin ediyordu:

“Demek sen, bu söze (Kur’an’a) inanmazlarsa, arkalarından üzülerek âdeta kendini tüketeceksin!” (Kehf, 6)

Daha sonra mağara arkadaşları hakkında ayrıntılı bilgi veriyordu. Müşrikleri de bilmedikleri şeylerle ilgili ileri geri konuştukları için kınıyordu.

Ayetler müşriklerin yüzlerine okundu, hayranlıkla dinlediler. Ama yine bir bahane bulup inkârlarına devam ettiler.

Yüce Mevlâ bundan sonra Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz’e önemli bir
edebi hatırlatıyordu:

“Hiçbir şey hakkında sakın ‘yarın şunu yapacağım’ deme! Ancak ‘Allah dilerse yapacağım’ de!

Unuttuğun zaman Rabbini an ve ‘umarım Rabbim beni bundan daha doğru olana ulaştırır’ de!” (Kehf, 23-24)

Böylece vahyin gecikmesinin sebebi ortaya çıkıyordu. “Yarın size bilgi vereyim” ifadesinin içinde “inşallah: Allah dilerse” olması gerekiyordu. Tabii ki bu inanç Efendimiz s.a.v.’in kalbinde hiçbir kulda olmadığı kadar vardı. Ama Yüce Mevlâ sözlü olarak da ifade edilmesini istiyordu. Başta Peygamber s.a.v. Efendimiz olmak üzere her müminin hem gönlünde, hem de sözünde bu hakikat yerini almalı ve belirleyici olmalıydı.

(Geniş bilgi için bk. Taberî, Tefsir, c.8, s.174 vd.; İbn Kesir, Tefsir, c.3, s.98; Ahmet Lütfi Kazancı, Saadet Devrinden 2, Aydınlıklara doğru, s. 202-207)