- İnhiraftan istikamete

Adsense kodları


İnhiraftan istikamete

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Fri 26 November 2010, 11:32 am GMT +0200
İnhiraftan İstikamete


İslam Dini’nin özünü tevhid inancı oluşturur. Tevhid, herşeyden önce ALLAH Teâlâ’yı zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir kabul edip; zatında, sıfatlarında ve fiillerinde O'na bir baş­kasını denk, emsal ve ortak tutmamak demektir. İnsan itikat, düşünce vb. gibi hayatının bütün alanlarında tevhide dayalı bir bakış açısı geliştirmedikçe ortaya çıkan boşluğu “şirk” adı verilen bir ikilem ve parçalanma dolduracaktır. Parçalanmış böyle bir zihniyet; ALLAH'a, kendisine ve kader birliği ettiği toplumunun değerlerine yabancılaşmayı beraberinde getirir. Zihni ve ruhi hayatta meydana gelen bu parçalanma, fert bazında tek bir insanla da sınırlı kalmaz, sosyal hayatta haksız yere insanın "kan dökücü ve ayrılık çıkarıcı”1 özelliğini de ön plana çıka­rır. İşte bundan dolayı İslam, mensuplarının hangi dile, hangi renge ve hangi bölgeye ait olursa olsunlar -ki ırk ve renklerin çeşitliliği ALLAH'ın bir sünnetidir- birlik ruhu içerisinde olmalarını tevhidin bir gereği olarak görür.2 Bu sebeple muvahhit bir mü’min, tevhidi bozucu her türlü davranış ve hareketler­den kaçınmalıdır.3 Çünkü ALLAH’ın birliği inancı,  İslam binâsının su basmanı gibidir. İnsana gönülde, dilde ve davranışlarda istikamet alışkanlığı kazandırır. Bu sebeple kıldığımız namazların her rekatında okuduğumuz Fatiha Suresi'nde: “Bizi doğru yola ilet”4 duası,  insanın hakka, iyiye, güzele yönelmesinin ve her türlü sapık­lıktan uzak kalmayı isteme arzusunun bir yansımasıdır. Hz. Peygamber: “Doğru yol” (es-Sırâtu’l-Müstakîm) ifadesini bir şekilde sahabeye bizzat açıkladığını Cabir İbn Abdullah şöyle rivayet ediyor:5 "Rasulullah (a.s.)'ın yanında idik. O, yere bir çizgi çizdi. Bu çizginin sağına iki, soluna da iki paralel çizgi daha çizdi. Sonra elini ortadaki çizginin üzerine koydu ve dedi ki: “Bu, ALLAH'ın yoludur.” Sonra şu ayeti okudu: “Bu benim dosdoğru yolumdur, ona uyunuz; başka yollara uymayınız ki, onlar sizi ALLAH'ın yolundan ayırır.”6 Sırat-ı Müstakim, ifrat ve tefritten uzak, dengeli bir ümmetin yoludur.  

Tevhidin zıddı, tefrikadır. Tefrika, iki varlığı birbirinden ayırmak ve parçalamaktır.7 Kur'an-ı Kerim'de değişik türevleriyle birlikte "tefrika”  kelimesinin geçtiği yaklaşık 77 ayet vardır.8 Kur'an'a göre "açık hükümler karşısında ayrılığa düşmek”9; “dini ikame etmemek"10; “ALLAH ve Resulünü birbirine rakip iki güç olarak karşı karşıya getirmek”11; “peygamberler arasında ayrımcılık yapmak”12; “bireysel ve toplumsal hayatın düzenlenmesinde Kur'an'a uygun davranışlarda bulunmamak”13; "dini parçalamak"14 gibi davranışların herbiri dinde tefrika çı­karmaktır. Tefrikanın sonu rahmet değil, azap getirir.15

 

İHTİLÂF VE HILÂF FARKI

 

Lügatte ihtilaf; ayrılık, uymayış, uymama, anlaşmazlıklar, ayrılıklar16 gibi manalara ge­lir. Istılahta ise, herhangi bir konunun varlığı kabul edildikten sonra, muhteva ve mahiyeti üze­rinde idrak ve anlayış yeteneğine göre değişik sonuçlar çıkarmaktır.  Bir başka ifade ile ihtilaf,  durgun giden fikri yapının tartışmalarla hareketlenmesidir. Bir nevi, değişmek ve farklılaşmak anlamına gelir. Dolayısıyla ihtilaf; hedefleri bir, yöntemleri farklı olmayı; hilâf ise, hem yöntemleri ve hem de hedefleri farklı olmayı ifade eder. Bu sebeple İslam’da çoğulculuğun bir simgesi olan ihtilaf hoşgörü ile karşılanırken, içtimaî farklılaşmanın ve toplumsal bölünmenin bir simgesi olan hilâf bir başka deyimle iftirâk kınanmıştır. Çünkü her ne kadar, Müslümanlar arasında yorum farklılıkları,   bazı sınırlar içinde doğal karşılanırsa da sosyal ayrılıkları derinleştirici yorumlar toplumsal hayatın yapısını sarsacağı, Müslüman topluluğu parçalara ayırıp onların şevket ve kudretini zaafa uğratacağı için haram sayılmıştır.  Nitekim bu konuyla alakalı olarak Kur’an’da: “Siz kendilerine apa­çık ayetler, deliller geldikten sonra parçalanıp dağılanlar gibi olmayın”17 buyrulmak suretiyle hakkında kesin delil bulunan konuların mevcudiyeti konusunda dinde ihtilaf edilemeyeceği belirtilmiştir. Yoksa dini hükümlerin anlaşılması ve yorumlanması konu­sunda delillere dayanılarak farklı görüşlerin beyanı tefrika değil, rahmet olarak telakki edilir.18 Ben Müslümanım diyen ve kelime-i tevhidi ikrar eden herkes delile dayanarak yorum yapıyorsa bir başka kimsenin onu tekfir etmesi asla doğru değildir.19 Müslümanlar arasında ihtilaf konusu olarak ortaya çıkan ilmi bir mesele Müslümanlar arasında düşmanlık, kin ve ayrılıklara yol açmadığı sürece makbuldür. Eğer herhangi bir mesele, Müslümanlar arasında düşmanlık kin ve tefrika meydana getiriyorsa anlarız ki o, dini ve meşru sayılmaz.20 Örneğin, işte bu bağlamda, akait konularında mezhepleşmeyi reddeden bulunduğu mevcut duruşla bir mezhebi temsil eden dini anlayışların Kur'an'ın müteşâbih âyetlerini okuma bi­çimi hiçbir zaman onları heteredoks bir kategoride değerlendirmeye götürmemelidir. İslam düşünce tarihinde ortaya çıkan farklı İslam yorumlarını temsil eden dini akımların genel görünümlerine, Kur'an ve sahih sünnetin ruhuna uygun bir düşünce ve inanç formunu yakalama girişimleri olarak bakılabilir. Ayrıca,  gerek dinin inanç esasları ve gerekse fer’i konularda ortaya çıkan görüş farklılıkları, İslam düşünce ırmağının ne denli coşkulu, canlı bir düşünce ve zengin bir kültürel birikim oluşturduğunun kanıtlarıdır. Hiçbir müçtehidin ya da hiçbir dini akımın görüşü asla İslam’ın bütünlüğünü temsil edemez. Hepsi de İslam'ın anlaşılmasına katkı sağlar. Unutmayalım ki mezhepler, dinin kendisi değil, din anlayışlarıdır, insanın bir yorumudur. Asıl üzerinde durulması gereken husus, Müslümanlar arasında İslami düşünce geleneğini güçlendirici ve İslam uyanışını motive edecek olan ihtilaflardan korkmak değil, cemaatin sosyal dokusunu ayakta tutan oluşumları çatlatacak ayrılıkçı ve bölücü tefrika/hılâf hastalığından şiddetle uzaklaşmaktır.

 

TESLİMİYETTEN TARTIŞMAYA

 

Bağlı olduğumuz kültür kodlarımızda Hz. Peygamber'in vefatından önce sahabe­nin dinin asıl ilkeleri üzerinde ihtilafa düştükleri konusunda bir bilgi bize ulaşmamıştır. O, hayatta iken soru sorma merci tek olduğu için sahabeler aldıkları cevap karşısında “niçin böyle, neden böyle Ya Resulallah?” dememişlerdir. Onların amacı, tartışmak değil, yaşamaktı. Dolayısıyla tam bir teslimiyet çizgisinde hareket etmişlerdir. Ne zaman ki Hz. Peygamber vefat etmiştir, işte birden fazla merci ortaya çıktığı için teslimiyetçi züht anlayışı yerini, tartışmaya bırakmıştır.  Hz. Peygamberin vefatından sonra sahabenin âlimleri,  şayet herhangi bir konuda zâhirinden ne kastedildiği açıkça anlaşılan bir nas bulamamışlarsa, Kur'an ve sünnet esprisine aykırı düşmeyecek tarzda farklı içtihatlara gitmişlerdir. Müçtehit sahabelere nasıl bir ictihadda bulunacakları yöntemi bizzat Resul-i Ekrem tarafından sözlü uygulama örneği ile gösterilmiştir.21 İslam bilginleri, İslami hayatta tıkanılan problemleri aşmada hakkında açık bir şer’î delil bulunmayan konularda fıkıh ilmindeki adı içtihat, Kelam ilmindeki adı istidlal olan yöntemlerle nebevi izin geleneğini sürdürmüşlerdir. Bugün hala İslam aktüel değerini koru­yorsa ilahi korumanın yanında, bir insan ürünü olan içtihat ve cihadın kaybolmamasından da kaynaklanmaktadır. İçtihad  faaliyeti, İslam’ın güncelliğine canlılık ve hayatiyet katmaktadır.

Müslümanlar arasında ilk ayrılık Mezhepler ve Fırkalar tarihçilerine göre Hz. Peygamber’in vefatıyla başlar.22 Nübüvvet nurundan Müslümanlar uzaklaştıkça buna ek olarak, itikâdî konulara ilişkin dini metinlerin yorumu, siyasi ihtilaflar, fetihler sebebiyle Müslümanların farklı kültür ve inançlarla karşılaşması sonucu etkileşim ve Yunan felsefesinin temel kla­sikleri gibi eserlerin tercümesiyle23 dini yorum farklılaşması derinleşmeye başlar.  Hatta İslam toplumlarında farklı yorum biçimlerinin görünür olması,  İslam toplumunda gerçek yüzlerini gizleyen münafıkların nifak hare­ketleri sebebiyle de Müslüman toplumun arasında meydana getirdiği derin etki sayesinde -ki Cemel ve Sıffın vak'aları-günümüze kadar gelebilmiştir. Zamanla bu kanlı kavgaların neticesi, siyasi boyutları aşarak itikadi şekle bürünür. Artık kitle haberleşme araçlarının baş döndürücü bir hızla geliştiği ve iletişim çağı adı verilen bir zaman diliminde bile, kökleri Cemel ve Sıffın vak’alarına dayanan anlaşmazlıkların hala canlı bir şekilde tartışmalara konu olması, tarihten ders çıkarıp birlik ve dirliğimizi korumamıza katkı sağlaması gerekirken, maalesef,  "tefrika" boyutlu kopmanın içimizde yaşatılmasına devam edilmektedir. Elbette bunda zihniyet çarpıklığı kadar, dış güçlerin de sorumluluğu vardır.  

Kur'an-ı Kerim'de açıkça İslam ümmetini bölecek tefrika kaynaklı dinde ihtilaf çıkarmak şiddetle kınanmıştır: “Dinlerini parça parça edip grup­lara ayıranlar var ya, (Habibim) senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur.”24 Bu ayette geçen: “Dinlerini parça parça edenler” ifadesi, dinin bazı hükümlerini kendi hevasını onaylatıcı bir tarzda okuyan işine gelmediği için bazı hükümleri tanımayan ya da manevi tahrife giderek ALLAH'ın ayetlerini kendi aşağılık arzularına alet ederek parçalayanlar, tevhid için değil de Müslümanların bölünüp parçalanması için çaba sarf edenler anlamına gelir.25 Yine aynı ayetin devamında: “Gruplara ayıranlar” tabiri ise, her biri ayrı bir lidere uyarak vahye değil de bir sapma vesilesi olan heva duygusuna taraftarlık ederek fırka fırka olup tefrikaya düşenler manasınadır. Burada ayrı bir öndere tabi olmak kınanmamaktadır. Kınanma, herbir önderin bir ada konumunda olan kendi topluluğunu diğer adalar arası geçişleri sağlayıcı ara köprüler kurmamasından dolayıdır. Adalar arası köprülerin ortadan kaldırıldığı bir vasat,  ümmetin birliğine değil, ayrılığına hizmet eder. Böyle bir vasatın oluşturulmasından amaç, olsa olsa, ALLAH’ın rızasını kazanmak değil, cemaatin üzerinde bulunan bir takım menfaatleri kaybetmeme düşüncesidir.26 İşte peşinen irade ve arzularını İslam milletinin birliğine, beraber­liğine değil de şahsi kaprislerine tabi kılarak tefrika yönüne çevirenler hakkında Yüce ALLAH: “Kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık”27 buyurarak insa­nın seçimini bozgunculuk yönünde her zaman kullanabileceğine dikkatimizi çekmiş, böylesi bir tavrın yeryüzünde düzeltici bir mü'min tavrı olmadığına işaret etmiştir. Hâlbuki erdemli mü'minlerden beklenen olgun davranış çeşidi, ellerin, toplumun birlik ve beraberliğini boz­maya uzatılması değil, aksine, ellerin hareket gücüne yön veren manevi bir merkez konumun­daki kalbi ıslaha yönelik tedbir almaktır. Bedenlerin birliğinden önce, gönüllerin birliğinin tesis edilmesi gerekir. Buna ön hazırlık olarak her mü'min: “Rabbimiz, kalbi­mizde iman edenlere karşı kin bırakma”28 diye fiili dualarda bulunmalıdır. Ancak bu şekilde tefrika de­nilen ve toplumun sosyal dokusunu param parça eden nifak hastalığından kurtulunabilir. Çünkü aksi tavır, Müslüman tavrı değil, gayr-i Müslimlerin tavrıdır. Kur’an’da gayr-i Müslimlerin bu tavrı anlatılarak müslümanlar uyarılmak istenir:  "Yahudiler, Hıristiyanlığın bir temeli yoktur, dediler. Hıristiyanlar da Yahudiler bir şey üzerinde değiller, dediler.”29 Bu şekilde birbirlerine tahammül göstermeyen iki büyük dinin taraftarları, sonunda toplumsal bölünmeyi tetikleyen kavgalara düştüler. Üstelik onların, “hepsi de kitabı okuyorlardı.”  Hâlbuki aynı kitabı okuyan insanların birbirlerini tahkir değil tekmil etmeleri, birbirlerini tekfir değil tahkim etmeleri gerekirdi. Onlardan her fırka cenneti kendi tekellerinde görerek dinin furuunda değil, dinin asıllarında ihtilafı da aşan görüş ayrılıklarına düştüler.30 İşte Kur’an’ı okuyan mü’minler bu iki din mensubundan ibret alarak kendi aralarında kardeşliği bozucu her türlü söz ve davranışlardan uzak durmaları gerekir. Bundan dolayı, İslam’ın bağlıları mütemadiyen hidayete uymaya, iyilik ve takvada yardımlaşmaya, ayrılığa düşmemeye ve varolmak için birlikte hareket gücünün korumaya davet edilir. Bu anlamda İslam’ın kök değerleri bütün müslümanlar tarafından önplana çıkarıldığı sürece İslamî vahdet gerçekleştirilecektir. Bu yolda hedefler bir olduğu sürece yöntem farklılığı asla sorun oluşturmaz. İslam bütün dini akımların üzerinde kuşatıcı bir şemsiye gibidir. Herkes bu şemsiyenin altında toplanma hakkına ve sorumluluğuna sahiptir.31 Ehl-i kıble, farklı İslam yorumlarından dolayı asla tekfir edilemez. Bir kimse Ebû Hanife’nin dediği gibi tenzilin aslını inkâr etmedikçe, te’vilden dolayı tekfir edilmemelidir. Esasen Kur'an-ı Kerim’de: “Ey iman edenler! Size bir kimse Müslüman olduğunu deklare ediyorsa, sizin ona sen mü’min değilsin deme hakkınız yoktur”32 buyrulmuştur. Bu bakış açısını destekler mahiyette Hz. Peygamber’den de sayısız rivayetler gelmiştir. Nitekim O, İslam’a mensubiyetin temel ilkesi sayılan şahadeti ikrarla birlikte, “ben müslümanım” diyen bir kimseyi, asla, hayır sen Müslüman değilsin diye cemaatin dışına atmamıştır.33 İslamın Medine döneminde Hz. Peygamber'in münafıklarla ilişkisi hep bu İslamlaşma siyaseti yönünde yoğunlaşmıştır. İslam'a göre kişi dili ile açıkça ALLAH'ın ayetlerini inkâr etmedikçe bize düşen o kimseyi İslam cemaatinden dışlamamaktır. Kişilerin kalbine ancak ALLAH muttali olur, biz olamayız. Hele bir de İslam'ın otoriter olmadığı toplumlarda Müslümanların kendile­rini davetçi değil de yargıç rolü oynayıp insanları inanç bazında değişik sınıflandırmalara git­meleri, olayın vahameti açısından kayda değer bir hatadır. Bu hatalı gidişin izalesi için de dini konularda toplumu aydınlatma açısından din bilginlerine ve eğitimcilerine büyük sorumluluklar düşmektedir.

 

SORUNDAN ÇÖZÜME

 

İslam'ın temel hedefi, tekfircilik değil,  İslamlaştırmaktır. Bu nedenle ALLAH'ın sağlam ve doğru yolunun tek olması; ayrı ayrı metot izleyen Müslüman cemaat ve grupların aynı yolda birlikte yürümesine hiçbir şekilde engel değildir. Ama gel-gör ki, İslam ümmetinin ekseriyeti tarafından ehl-i bid’at olarak tanımlanmış hariciliğin "aşırı dini  yoruma dayalı” bakış açısıyla hareket eden itici bir İslam anlayışına sahip gruplar tarafından kimi zaman İslam ahla­kının o güzelim cezbedici ve hoşgörü anlayışı, maalesef, ucuz çıkarlar için feda edilmektedir. Bu tip bedevi çıkışlardan da İslam'ın yayılıp gelişmesi, kitleleşmesi zarar görmektedir.

Bir başka açmazlık örneği de şöyledir. Bazı Müslüman cemaat ve grupların kendi ko­numlarını mensuplarına “fırkak-ı nâciye” olarak ilan etmesi, aynı İslam yolunda yürüyen, ama değişik metot izleyen bir başka Müslüman cemaat ve grubu geliştirdikleri zihni tasavvur­lara ters düştüğü için ehl-i bid'at olarak dışlamaları hangi dengeli bir mantığın ve aklın ürünü­dür? Hâlbuki böylesi çarpık ve dar anlayışın, hoşgörüden yoksun bir hareketin İslami bir tavır olmadığının bilinmesi gerekirdi. Çünkü böylesi bir üslup birleştirici değil, parçalayıcıdır. Kur'an-ı Kerim "ben Müslümanlardanım" diyen bir bireyin istikamet sahibi olması gerektiğini şöyle beyan eder: "Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun; namazı kılın ve ALLAH'a ortak koşanlardan olmayın (O, ortak koşanlar ki) dinlerini parçaladı­lar ve bölük bölük oldular. Her hizip kendi yanındakiyle sevinip övünmek­tedir.”34 Maalesef bugün müslümanlar, ağyara tanıdıkları hoşgörü anlayışını kendilerine çok görüyorlar. Bugünkü İslam dünyasının parçalanmışlığını işte böyle bir zihniyette aramamız gerekir. Şu cümlenin altını çizerek ifade etmek istiyorum ki, bütün İslam sevmezler, Müslümanların tefrika kaynaklı bölünmüşlüğünden azami derecede istifade edeceklerdir, etmektedirler. Bunun en bariz acı örnekleri Irak, Pakistan ve Filistin’de yaşanmaktadır. Hiçbir görüş farklılığı Müslümanların birbirlerine silah çekmelerini meşrulaştıramaz.  

Bütün bir dünyada Müslümanların aynı tevhide dayalı bir istikamet sahibi olmamalarının temelinde zihin tekelciliği yatmaktadır. Hâlbuki Kur'an cadde­sinde olmak şartıyla; yürüyüşü, metodu ve anlayışı ne olursa olsun, bütün mü'minler birbiri­nin kardeşidir. Dolayısıyla aynı caddede her mü'min yürüme hakkına sahiptir. Çağımızın mücadeleci bir âliminin ifadesiyle, bizim yolumuz ve metodumuz en doğru demek, diğerlerine o yolu kapatmak anlamına gelir. İşin doğrusu, bir Müslüman bizim metodumuz haktır diyebilir, ama bizim metodumuz ehaktır diyemez. Her Müslüman kendi gruplarından olmayan ve sadece kendi grubunu ve cemaatini ehl-i tevhid olarak gören grup ve anlayışlara "Müslümanların ALLAH'a en yakın olanları selamı önce verenlerdir”35 Peygamber sözünü hatırlatmaları gerekir. Burada selam, Müslümanların birbirlerine iletişim kanallarını kapatmamaları anlamına gelir.

Tevhide dayalı istikametten ayrılmanın ve bölünmenin bir diğer sebebi de grupların başlarındaki liderleri, hatasız ve masum görmeleridir. Böyle bir inanç beraberinde itikadi bir sapmayı meydana getirir. Ünlü İslam âlimi, eş-Şatibi'nin belirttiği gibi, “kim de kendisi hakkında ismet iddia ederse, peygamberliğini iddia eden yalancının yaptığını yapmış olur.”36 Aslında hiç kimse doğrudan kendisi hakkında ismet nitelemesi yapmaz, ona aşırı derecede sevgi besleyenler yapar. Çünkü aşırı sevgi gözü kör eder. Böylece mecazi anlamda kör bir kimse, aşırı derecede muhabbet duyduğu kimsenin eksik ve kusurlarını görmez olur. Aşırı nefret de gözü kör eder. Kişi, sevmediği kimsenin hep olumsuz taraflarını görür. Bunun ikisi de yanlıştır. Ortasını bulmak gerekir. İmâm-ı Gazâli’nin dediği gibi, tahkike dayalı bir iman ve İslam anlayışına sahip olmamak da taassubu derinleştirir ve Müslümanların istikametten ayrılmasına hizmet eder.37 Ancak bu problemin üstesinden gelmek, dini önderlerin kendilerini değil, delillerini taklit etmektir. Bu manada bilgi düzeyleri yükseltilmedikçe birlik çevresinde tartışılan sorunumuz varolmaya devam edecektir.

 
SONUÇ

 

Elbette her hastalığın bir tedavi yöntemi ve bir ilacı vardır. Müslümanları zillete düşü­ren, birlik ruhunu zaafa uğratan ve sosyal bünyemizde derin yaraların açılmasına kaynaklık ede­cek olan tefrika ve hılaf hastalığından kurtulmanın yegâne yolu, Müslümanların dinin asıllarında aynı inanç esaslarını paylaştıklarını unutmamaları, birbirlerini iman kardeşliğinin verdiği cesaretle içten sevmeleri ve aralarında hoşgörü erdemini birbirlerine karşı asla esirgememeleridir. Her Müslüman grup dinde zaruri olan noktalarda ittifak edip aralarında fer'i mes'eleleri anlaşmazlık sebebi yapmamalıdır. Çünkü asıl temel esas iman olup, ahkam ise usul-i furuya ait konulardır. Nasıl ki, içtihada dayalı olarak furu-i dinde farklı bakış açıları benimsenmişse,  usul-i dinde de farklı yorumların olmasını kabulde hiçbir beis olmaması gerekir. Gerek fıkhi ve gerekse itikadi mezhepler Kur'an ve Sünnet'ten çıkarılan pratik yorumlardır ve ümmet için dini yaşamada bir kolaylıktır.

Unutmayalım ki birlikte kuvvet, hizipçilikte azap vardır.

 

1 el-Bakara 2/30.

2 Bkz. el-Hucurat 49/13.

3 Bkz. el-Mâide 5/2.

4 el-Fâtiha 1/6.

5 İbn Mace, Sünen, Kahire, 1372, “Mukaddime” 1, I, 6.

 6 el-En’âm 6/153.

7 Cürcânî, Seyyid Şerif, et-Ta'rifat, İstanbul, ts. s. 213; Asım Efendi, Okyanus,   İstanbul, 1220, III,  41.

8 Bkz. Abdiilbaki, M. Fuad, el-Mu'cemu'l-Miifehres li el-Fazi'1-Kur'ani'l-Kerim, İstanbul,  1984, s. 517–518.

 9 Âl-i İmrân 3/105.

10 eş-Şûrâ 42/3.

11 en-Nisa 4/150.

12 el-Bakara 2/136; Âl-i İmran 3/184.

13 Âl-i İmran 3/103.

14 el-En’âm 6/159.

15 İbn Kudame,  Lum'atü'l-‘İ’tikad, (neşr. Bekir Topaloğlu), İstanbul, 1981, s. 38.

16 DeveIioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara, 1962, s. 501.

17 Âl-i İmrân 3/105.

18 lbn Kudame, a.g.e., s. 38.

19 Gazzali, Ebu Hâmid Muhammed, Faysalu’t-Tefrika,  (çev. A.T.Arslan), İstanbul,  1992, s. 151-165.

20 eş-Şatıbî,   Ebu İshak, el-İ'tisam, Mısır, ts. III, 200–202.

21 Bkz. Ibn. Abdilber, Ebu Ömer, Câmiu'l-Beyani'I-İIm ve Fadlih, Mısır,  1346, II,  72. (Meşhur Muaz Hadis'i).

22 el-Bağdadî, Abdülkâhir, el-Fark Beyne’l-Firak, (tahk. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Mısır, 1990, s. 14.

23 Teftazani, Ebu'l-Vefa, Kelam İlminin Belli Başlı Mcs'eleleri, (çev. Şerafeddin Gölcük), İstanbul, 1990, s. 12,13.

24 el-En’âm 6/159.

25 Beyzavî,  Kadı, Envâru’t-Tenzil ve Esrâru’t-Te’vîl,  Mısır,  ts. I, 382.

26 Yazır, M. Hamdi, Hak Dini Kur'aıı Dili, İstanbul,  1979, III, 2110.

27 el-Maide 5/14.

28 el-Haşr 59/10.

29 el-Bakara 2/113.

30 ez-Zuhruf 43/4–66.

31 el-Eş'ari, Ebu’l-Hasan,   Makâlâtü’l-İslâmiyyîn, (tahk. H. Ritter), Wıesbaden, 1980,  s.2.

32 en-Nisâ 4/94.

33 Bkz.  Klavuz A.,  Saim, İman-Küfür Sınırı, İstanbul, 1990,  s. 310.

34 er-Rûm 30/30–32.

35 Ebu Davut, Sünen, “Sünnet” I, IV, 198.

36 eş- Şatibi, a.g.e. II, 97.

37 Gazzâli,  Faysalü’t-Tefrika,  s. 148.



Ramazan Altıntaş