neslinur
Fri 22 January 2010, 07:21 pm GMT +0200
İmam Şafiî ve Mezhebi
İmam Şafiî (150 ?204h.)
Doğumu Ve Nesebi
Gençliği Ve Yetişmesi
İmam Mâlikin Himayesinde.
Vazifeye Tâyin Edilişi
Mihneti
Şafiî´nin İlme Tekrar Dönüşü.
Beytü´l-Harâm´â Gelîşî
Bağdad´a Tekrar Gelişi
Bağdad´tâ Kısa Bîr Îkâmeti
Şafiî Mısır´da.
Şafiî´nin İlmi
Îlme Yönelişi Ve Çağı
Şafiî´nin Şahsiyet Ve Karakteri
1- İdrâk Ve Hafıza Gücü.
2- İfade Gücü.
3- Basiret Ve Fîraseti
4- Îhlâsı
Şafiî´nin Görüşleri
Hilâfet Hakkındaki Görüşü.
Şafiî´nin Fıkhı
Şafiî Fıkhının Kaynakları
1, 2- Kîtab Ve Sünnet:
Şafiî´nin Sünneti Müdâfaası:
3- İcmâ´
4- Sâhâbîlerîn Sözleri
5- Kıyas.
Şafiî´nin Îstihsân´ı Îbtali
Şafiî´nin Usûl-İ Fıkıh Çalışmaları
Şafiî´nin Mezhebi
Şâfii Mezhebinde Tahric.
Şafii Mezhebinde Müctehîdler.
Şafiî Mezhebinin Yayılışı
İMAM ŞAFİÎ ve MEZHEBİ[1]
İmam Şafiî (150 ?204h.)
Hicri II. asrın son yıllarında Beytullah´ı ziyarete gidenler, tavaf sırasında etrafa göz atınca, esmer benizli ve boyu Uzuna yakın bir delikanlı ile karşılaşır, genç ve yaşlı talebeleri onun etrafında hal-kalanmış görürdü. Bu delikanlı onlara, fakîh ve muhaddislerden dinlemeye alışık olmadıkları bir üslûpla şer´î hakîkatları anlatıyordu. Irak gibi re´y fıkhının hâkim olduğu ülkelerden gelenler de, Medine gibi muhaddislerin fıkhının hâkim olduğu yerlerden gelenler de aynı durumla karşılaşıyorlardı.
Hac ibâdeti için ve bu arada hadîs bilgisini artırmak maksadıyla buraya gelen İmam Ahmed b. Hanbel, îmam .Şafiî´yi görmüş ve arkadaşı îshak b. Râhûye (Râhveyh)´ye: «Birinin dersini dinledim, ondan daha akıllı hiçbir kimse görmedim.» demiş ve onu alıp götürmüştür. Arkadaşı kendisine; İbni Uyeyne ve emsalinin hadîsini bırakıp bu delikanlıyı mı dinleyelim? diye sorunca Ahmed b. Hanbel şöyle cevap vermiştir: «Bu delikanlının aklından faydalanmazsan onun yerini tutacak başka birini bulamazsın. Âli hadîsi kaçırır-san, nazil hadîsi de kaçirmazsm ya!»[2].
îşte bu delikanlı îmam Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî el:Kuraşî´dir. Usûl-i Fıkıh ilmini kurup ilk önce tedvin etmek ve esaslarını açıklamak şerefine ulaşan odur. Kendinden sonraki nesiller, ilmi, ondan miras olarak almışlardır.[3]
Doğumu Ve Nesebi
Bütün rivayetler, İmam Şâfii?nin 150 H. yılında Gazze şehrinde doğmuş olduğunda birleşir. O, kıyas İmamı ve Irak fakîhlerinin başı olan İmam Ebu Hanîfe´nin vefat ettiği sene dünyaya gelmiştir. Bâzı yazarlar hayâle kapılarak, Şafiî´nin, Ebu Hanîfe´nin öldüğü gece doğduğu ve böylece yeryüzünün fıkıh İmamlarından hiçbir zaman hâli kalmadığı düşüncesini uyandırmak istemişlerdir. Böyle bir iddia, herhangi bir temele dayanmadığı gibi bir fayda da sağlamaz.
İttifakla rivayet edildiğine göre Şafiî´nin babası Kureyş kabilesine mensup olup Peygamber (S.A.V.)´in dedesi olan Hâşim´in kardeşi Muttalib oğullarına dayanır. Onun şeceresini tarihçilerin çoğu şöyle anlatır.- Muhammed b. îdrîs b. Abbas b. Osman b. Şâfi´ b. Sâ-ib b. Ubeyd b. Abdiyezid b. Hâşim b. Muttalib b. Abdimenaf. Bu silsilede alman Muttalib, Abdumenaf m dört. oğlundan biridir. Abdumenaf´uı oğulları şunlardı: 1 ? Muttalib, 2 ? Hâşim, 3 ? Abduşems ?Bu Emevîlerin dip dedesidir?, 4 ? Nevfel ?Bu da Cübeyr b. Mut´im´iri dedesidir?.
Peygamber (S.A.V.) Efendimiz´in dedesi^Abdulmuttalib´i yetiştiren, adı geçen Muttalib´dir. Muttalib oğulları hem câhiliye, hem de islâm çağmda Hâşim oğullarının yardımcısı idiler. Hattâ Kureyşli-ler, Mekke´de insanları Allah yoluna çağıran Peygamber´e yardım ettikleri ve Peygamber´e karşı kendilerini desteklemedikleri için Ha-şimîlerle bütün münasebetlerini kestikleri zaman, Muttalib oğulları Hâşimîlerle birlik olmuşlar, Şi´b[4] de yaşamışlar ve Hâşimîlere uygulanan zulüm ve işkenceye onlar ila aynı şekilde katlanmışlardır. Yalnız Uz. Peygamber´in amcası olan Ebu Leheb, bu boykot sırasında Kureyşlilere katılmıştır.
Bu sebeple Peygamber (S.A.V.), Muttalib oğullarına da Hâşim oğulları gibi ganimetten hisse ayırmıştır. Rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz, Hâşim oğullan gibi Muttalib oğullarına da ganimetten hisse verdiği zaman Umeyye ve Nevfel oğulları da aynı şekilde hisse talep etmişlerdir. Cübeyr b. Mut´im bu konuda şöyle bir rivayette bulunmuştur:
Peygamber (S.A.V.), Hayber´de elde edilen ganimetlerden Hâşim oğullan ile Muttalib oğullarına «Akrabalığı olanlarda ayrılan hisseleri verince ben ve Osman b. Affâri gidip; Yâ Resûlullah, dedik, onlar Hâşim oğulları olarak senin kardeşlerindir. Üstünlükleri inkâr, edilemez. Çünkü, Allahu Teâlâ, seni onların içinden seçmiştir. Ancak sen, Muttalib oğullanna da hisse verdiğin halde bizi bıraktın. Biz ve Muttaliboğulları akrabalık yönünden aynı derecedeyiz. Bunun üzerine Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurdu: «Çünkü onlar hem câhiliye, hem de islâmiyet devrinde bizden ayrılmadılar» ve iki elinin parmaklarını birbirine geçirerek, «Hâşim oğulları ile Muttalib oğulları bu bakımdan aynıdırlar» diye ilâve etti.
Şafiî´nin anası Yemenli olup Ezd kabîlesindendir. Kureyş kabilesine mensup değildir. Oğlunun yetişip olgunlaşmasında onun büyük bir payı vardır.[5]
Gençliği Ve Yetişmesi
Şafiî, Rureyşli bir babadan doğmuş, fakat beşikte iken onu kaybetmiş ve bu yüzden fakir olarak büyümüştür. Annesi, oğlunun ne-seb ve kendisini belki ihtiyaçtan kurtaracak olan hukukunun Ku-reyşlilerce tanınmayacak şekilde zayi olacağından korkmuştur. Bu sebeple oğlunu MekkeTdeki makamına sahip kılmak için gayret sar-fetmiştir. Hatîb Bağdadi, «Tarihu Bağdad» adlı eserinde Şafiî´ye dayanan bir senedle şöyle rivayet eder:
«Ben Yemen´de doğdum[6]. Anam, hukukumun zayi olmasından korktu ve bana; ailenin yanına gidip onlar gibi olman daha iyidir; çünkü ben nesebini kaybedersin diye korkuyorum, dedi ve yol hazırlığımı yaptı. Ben de Mekke´ye geldim. O zaman yaklaşık olarak on yaşımda idim. Bir akrabamın yanına indim ve ilim tahsiline başladım.»
Buna göre diyebiliriz ki: İmam Şâfii çocukluğunda, yüksek bir soya mensup olduğu halde fakir ve yetim çocuklar gibi yaşamıştır.. Yüksek soya mensup olan fakir çocuklar, gençlik çağlarında genel olarak bir eğitim bozukluğu olmazsa, soylarının tesiriyle yüksek işlere yönelirler. Şafiî´nin eğitiminde herhangi bir bozukluk veya gayri tabiîlik olmadığı için kendi özünden gelen bir insiyakla yüksek hedeflere yönelmiştir. Fakirliğine rağmen yüksek bir soya mensup oluşu, kendisini insanlara yaklaştırmış, cemiyete karışmasını sağlamış ve böylece içinde yaşadığı ortamın duygularına o da katılmıştır.
Şüphesiz bütün bunlar Şafiî´nin ruhunu içtimaî bir terbiye ile geliştirmiştir. Bu terbiye sayesinde O, insanlarla kaynaşmış, cemiyeti ve halkın duygularını yakından tanıyabilmiş tir. Çünkü cemiyeti yakından tanımak; toplumu ilgilendiren, toplumla ilgili muameleleri, toplumu´tanzim ve ferdler arasındaki ilişkileri sağlam esaslara göre tesis etmekle uğraşan kişiler için zarurîdir. Keza, şeriatı tefsir ve şeriatın hükümlerini çıkarıp ölçülerini ortaya koyma işi, cemiyeti yakından tanımayı gerektirir.
Şafiî´nin ruhunda yüksek işler yapma istidadı mevcuttu. Anası da oğlunu Gazze´den Mekke´ye gönderirken onu bu yola teşvik etmiş ve gerekli sebepleri hazırlamış, Şafiî de, ileride hedefine ulaşmıştır.
Şafiî, önce Gazze´de iken ilim tahsiline başlamış ve Kur´an-ı Ke-rîm´i hıfzetmiştir. Mekek´ye gelince de büyük hadis üstadlanndan Peygamberin hadislerini tahsile koyulmuştur. O, hadis-i şerifleri hem yazmak, hem de ezberlemek için büyük gayretler´ gösteriyordu. Hadîsleri elde ettiği şeylere yazıyordu. Bazan onları saksı üzerine, bazan da deri üzerine yazıyordu. O, hükümet konağına gidip öteki yüzüne yazı yazmak için kullanılmış kâğıt isterdi.
Henüz çocuk yaşta, iken tahsilini ilerletince, Arapçada derinleşmek cihetine gitti; böylece şehir ve kasabalardaki yabancılarla meydana gelen karışma yüzünden Arap dilini tahrip eden yabancı kelimelerin tesirinden kurtulmaya çalıştı. Bu maksatla Şafii, çöle gitti ve HUzeyl kabilesinin içinde yaşadı. O, bu konuda şöyle der: «Ben Mekke´den çıktım, çölde Hüzeyl kabilesinin yanma gittim. Bu kabilenin yaşayışını ve dilini öğrendim. Bu kabile, Arapların dil bakımından en fasihi idi. Onlarla birlikte gezdim, dolaştım. MeMçe´ye döndüğüm zaman birçok rivayet ve edebiyat bilgilerine sahip oh ustum.»
İmam Şafiî çöldeki haber, rivayet ve şiirleri ezberlemiş, Hüzeyl kabilesinin şiirinde ihtisas sahibi olmuştur. Hattâ câhiliye ve ilk îs-lâm asrının sanat ve edebiyatını rivayet eden el-Asma´î der ki: «Huzeyl kabilesinin şiirlerini Muhammed b. İdris isimli bir Kureyş genci sayesinde düzelttim.».
Şafiî, çölde bulunan iyi şeylerin hepsini öğrenmiştir. O, Arapçayı öğrenip incelerken aynı zamanda ok atmayı da öğrenmiş; hattâ bu konuda en yüksek mevkii ihraz etmiştir. Öyle ki on defa ok atsa hepsim hedefe isabet ettirirdi. Onun, bâzı talebelerine şöyle söylediği rivayet edilir: «Benim için iki mühim şey vardı: Biri ilim, diğeri de ok atmak. Ok atmak hususunda onda - on isabet kaydedecek bir dereceye geldim.» İlim konusunda bir şey söylememiş, fakat hazır bulunanlardan birisi; «Vallahi, sen, qk atma maharetinden daha çok ilme sahipsin.» demiştir. Bundan anlaşılıyor ki İmam Şafii, çağının en üstün eğitimi ile yetişmiştir. Bundan sonra kendisini bütünü ile ilme verip Mekke´deki fakih ve muhaddislerden fıkıh ve hadis tahsil etmiştir. Nihayet Mekkeîi gençler arasında parmakla gösterilmeye lâyık olmuştur. Süfyan b. Uyeyne, Müslim b. Hâlid ez-Zen-cî gibi bilgin ve hadîsçiler, onu özel olarak koruyup gözetmiş ve takdir etmiştir.[7]
İmam Mâlikin Himayesinde
Delikanlı, yirmi yaşına değdiği zaman fetva verecek´ ve hadis rivayet edecek bir mertebeye ulaşmıştı. Fakat onun ilim tahsilindeki gayreti, Mekke´nin surlarını aşmış ve bu şehrin ötelerine doğru Uzanmaya başlamıştı. Çünkü, ilmin hudut ve ülkeleri yoktur. Bu arada Medine´nin İmamı Mâlik b. Ene´s´in adı Şafii´ye ulaşmıştı. Zîra, bu büyük İmamın adı o derecede etrafa yayılmıştı ki, gelip gidenler hep onu anıyorlardı. Bu durumda Şafiî´nin gayreti ondan ilim tahsiline yönelmiş ve bu yüzden o, Medine´ye gitmek mecburiyetinde kalmıştır.
Fakat Şafiî, İmam Mâlik´in yanına eliboş gitmek istememiştir. Yani dağarcığına îmam Mâlik´in ilminden de bir miktar koymuştu. , Şöyle ki; İmam Mâlik´in meşhur bir kitabı vardı. İsmi hertarafa yayılan bu eser ?el-Muvatta´» idi. Şâfü, bu eseri Mekke´de birisinden emanet olarak alıp okumuştu. Medine´ye gitme arzusu üzerine bu kitabı defalarca okuyup îmam Mâlik´in fıkhına ünsiyet kazanmış ve onun rivayetteki yüksek derecesini öğrenmİşte
Şafiî, yola çıkmaya karar verince İmam Mâlik´le karşılaştığında kendisine kolaylık göstermesi için Mekke Valisinden Medine Valisine bir mektup almıştır.
Mu´cemu´l-Üdebâ, adlı kitabında Yakut el-Hamevî bu mektup ve Şafiî´nin înıairi Mâlik´le karşılaşma hikâyesini bizzat İmam Şafiî´den naklen şöyle anlatır:
«Mekke Valisinin hUzuruna girdim ve ondan Medine Valisine bir mektup aldım. Medine´ye gelip bu mektubu valiye sundum. Vali, onu okuduktan sonra şöyle dedi: Benim için Medine´den Mekke´ye kadar yaya ve yalınayak gitmek, Mâlik b. Enes´in kapısına gitmekten daha kolaydır. Ben, onun kapısında dikilmek kadar hiçbir zillet görmedim. Bunun üzerine ben de; Allah valinin işini rasgetir-sin, çünkü Vali dilerse onu hUzuruna çağırabilir, dedim. Vali de; heyhat! Nola ben ve maiyetim, binitlerimize binsek ve üzerimize kırmızı toprak bulaşsa da bâzı arzularımızı elde etsek! dedi. Vallahi onun dediği gibi oldu. Üzerimize kıpkırmızı toprak bulaştı. [Bir müddet gidip Malik´in evine vardıktan sonra) bîr adam ilerledi ve kapıyı çaldı. Bunun üzerine dışarıya siyah bir câriye çıktı. Vali, ona; Efendine benim kapıda olduğumu söyle, dedi. Câriye içeri girdi ve biraz gecikti. Sonra dışarı çıkıp şöyle söyledi: Efendim size selâm ediyor ve diyor ki: Valinin bir meselesi varsa bir şeye yazıp versin, cevap verelim. Hadîs için geldiyse, hadîs meclisinin gününü biliyor, gitsin. Bunun üzerine Vali, cariyeye; Ona söyle, yanımda Mekke Valisinden kendisine yazılmış mühim bir mesele ile ilgili bir mektup vardır, dedi. Câriye içeri girdi. Sonra elinde bir kürsü (sandalye) ile dışarı çıktı ve onu bir yere koydu. Az sonra îmam Mâlik, heybet ve vakarla içeriden çıktı: Uzun boylu ve değirmi sakallı idi. Sonra yerine oturdu... Vali mektubu ona takdim etti. Onu okudu ve: «Bu şahsa durumuna göre muamele et, ona hadîs öğret ve iyilikte bulun.» sözlerine gelince mektubu elinden bıraktı ve: «Sübhânallâh, Allah´ın Resûlü´nün ilmi vâsıtalarla mı öğretilir oldu?» dedi. Valiye baktım, onunla konuşmaktan çekiniyordu. Ona doğru yaklaştım ve: Allah işinizi rasgetirsin. Ben şöyle bir kimseyim; maksadım, durum ve hikâyem şudur... dedim. Sözümü dinledikten sonra bana iyice baktı... Onun kuvvetli bir firâseti vardı. Adın nedir? diye sordu, Muhammed´dir, dedim. Ey Muhammed, dedi, Allah´dan kork, günahlardan sakın. Çünkü senin ileride büyük bir şânm olacaktır. Allah senin kalbine bir nûr vermiştir. Onu mâsiyetle söndürme. Sen yarın buraya gelirsin, seni okutacak olan da gelir.»
Bu çağlarda hadîs rivayetinde gelenek şöyle idi: Hadîs tahsil eden kimse, hadîs rivayet ettiği veya hadîs okuduğu üstaddan. bir hadîs kitabı alır, onu yazar ve rivayet.ederdi. Bunun için Şafiî,"ertesi gün gelmiş ve yanında da İmam Malik´in hUzurunda okumak üzere onun el-Muvatta´ adlı kitabını getirmişti. Şafiî bu kitabı okumaya başlayınca, onun güzel okuyuşu İmam Malik´in çok hoşuna gitmiştir. Şafiî, kitabı fazla okumaktan çekinirse, îmam Mâlik, oha; Devam et, ey delikanlı, derdi. Bu sebeple Şafiî, el-Muvatta´ kitabını İmam Malik´in huzurunda birkaç gün içerisinde okuyup bitirmiştir.
Şafiî, Hicaz fakîhlerinin başı olan İmam Malik´in yanından ayrılmamış ve onun himayesinde yaşamıştır. Bununla beraber arasıra çöle gidip Arap kabilelerini tetkik eder ve bir müddet onlarla düşüp kalkardı. NitekînTânnesini ziyaret etmek ve onun öğütlerini dinlemek için arasıra da Mekke´ye giderdi. Annesi de asalet, güzel anlayış ve olayları takdir kabiliyetine sahipti. Buna göre Şafiî´nin, arasıra hocasının yanında kalmadığını söyleyebiliriz.[8]
Vazifeye Tâyin Edilişi
Şafiî fakir bir hayat geçiriyordu. Ancak ömrünün sonuna doğru ona Beytu´l-Maldan, Muttalip oğullarına ayrılan fasıldan bir tahsisat bağlanmıştır. İmam Mâlik ölünce Şafiî geçimini temin için bir iş aramış ve îmam Malik´in yanında dokuz yıl kaldıktan sonra Mekke´ye dönmüştür. Bu sırada Yemen Valisi Hicaz´a gelmişti. Bâzı Kureyşliler vali ile konuşmuş, o da Şafii´yi yanma alıp götürmüştü. Şafiî bu hususta şöyle der: «Annemin yanında yol harçlığımı verecek bir şey yoktu. Evimizi rehin olarak verip onunla yol masrafımı kaşıladım. Yemen´e gelince aldığım bu parayı ödemek için çalıştım.»
İmam Şafiî´nin dirayeti, bilhassa Yemen Valisinin maiyetinde aldığı ve kadılık mahiyetinde olan bu görevinde dikkati çekmiştir. Vazifesi Yemen´e bağlı olan Necrari´da idi. Şafiî, burada adaleti hakkıyla gerçekleştirmiştir. Her zaman ve her yerde olduğu gibi Nec-ran´daki halk da vali ve kadılara karşı dalkavukluk ederek, kendi çıkarlarını temine çalışıyorlardı. Fakat onlar, Şafii´nin şahsiyetinde adaletle karşılaştılar ve dalkavukluk yapmak suretiyle onun ruhunu istilâya imkân bulamadılar. Şafiî bu durumu tasvir ederken şöyle der: «Necran´da çalışmak üzere vazifelendim. el-Hâris b. Abdilmedân ve Sâkîf kabilesinin azatlıları orada idiler. Vali buraya gelince ona dalkavukluk ettiler, aynı şeyi bana yapmak istedilerse de benden yüz bulamadılar.»
îmam Şafiî, böylece, ruhuna hiçbir kimsenin işlememesi için dalkavukluk kapısını kapamış oldu. Çünkü ifsatçılar, valilerin ruhlarına bu kapıdan nüfuz ediyorlardı. Şafiî bu kapıcı kapatmakla nefsini fesat, şer ve zulümden korumuş oldu. Dolayısıyla adaleti tam olarak gerçekleştirdi. Fakat adaleti yerine getirmek güç bir iş olup onu ancak azimkar valiler gerçekleştirebilirler. Onlar da zamanın merhametsizliği ve fesatçıların hileleri ile karşılaşırlar.[9]
Mihneti
Bu itibarla İmam Şafii´nin şiddetli bir mihnetle karşılaşması tabü görülmelidir. Bu sırada Necran´a zâlim bir vali gelmişti. Şafiî, onun idaresi altındakilere zulüm etmesini önlemişti. İhtimal ki İmam Şafiî diğer bilginlerin sahip olduğu tenkit kılıcına mâlik olup bunu gayet güzel kullanıyordu. Belki de Şafiî, valiyi hem zulümden alıkoyuyor, hem de emrinde.olduğu halde dili veya tenkidi ile onu hırpalıyordu. Bunun üzerine vâîi, bir yolunu bulup Şafiî´ye karşı tezvir ve hileye başvurdu. Zîra herkes südünün icabını yerine getirecektir.
Abbasîler, Ali evlâtlarına karşı daima saltanatlarını kıskanıyorlardı. Çünkü onlar da, Abbasîler gibi Uz. Peygamberin soyuna dayanıyorlardı. Hattâ onlar, Uz. Peygamber´e Abbasilerden daha yar kın idiler. Ayrıca yapılan isyanların hepsi de Ali evlâtları tarafından oluyordu. Bu sebeple Abbasîler, daima onlardan çekmiyorlardı. Dolayısiyle herhangi bir alevî hareketi gördükleri zaman onu hızla bastırıyorlardı. Herhangi bir valinin Ali evlâtlarına karşı güzel davrandığını tesbit ederlerse derhal onu ya azlediyorlar, ya muhakemeye çekiyorlar, ya da öldürüyorlardı. Hattâ bunu, şüphelendikleri şahıslara da tatbik ediyorlardı. Zîra, onlara göre, memleket düzeninin iyi gitmesi için suçsUz bir adamı öldürmek, bu düzenin bozulmasına sebep olabilecek itham altındaki kimsenin serbest bırakılmasından daha iyidir.
Adı geçen zâlim vali, Abbâsîlerin ruhlarındaki bu zaaf noktasından faydalanarak, Şafiî´ye karşı bir tUzak hazırlamak istedi ve onu alevîlerle birlik olmakla itham etti. Bu maksatla o zamanki hilâfet makamını işgal eden Hânın er-Reşîd´e bir mektup gönderdi. O, bu mektubunda şöyle diyordu: «Alevîlerden dokUz kişi harekete geçti. Ben, bunların ayaklanmasından korkuyorum. Onlardan birisi Muttalib oğullarından Şafiî denilen bir adamdır. Benim ona ne emrim, ne de yasaklarım tesir ediyor. O, diliyle, savaşçıların kılıçlarıyla yapamadıklarını yapıyor.»
İşte Şafiî böyle bir töhmet altında kaldı. Aslında bu töhmetin sebebi psikolo)ik idi. Fiilî bir şeye dayanmıyordu. Çünkü, Şafiî´nin Uz. Ali evlâtlarına karşı sevgi beslediği herkesçe biliniyordu. Fakat, onun bu sevgisi kendisini şiîlik propagandasına ve onların iktidara gelmesi için fiili bir harekete sevkedecek durumda değildi. Fakat o, bu yüzden râfizîlikle itham edildi. Gûyâ o, Ebu Bekr ve Ömer (R.A.)´in hilâfetini reddediyordu. Şüphesiz Şafiî bundan beri´ idi. O, bu hususta bir beytinde şöyle der:
«Eğer Âli Muhammedi sevmem, râfizîHkse, îki cihan tanık olsun ben rafizîyim.»
Nihayet Şafiî, eli kelepçeli Bağdat´a gönderildi. Bu, Şafii´nin Bağdad´a ilk gelişidir. Bu olay 184 H. yılında cereyan etmiş olup Şafiî o tarihte takriben 34 yaşında idi. İmam Şafiî, Halîfe Harun er-Reşîd´in hUzuruna çıkarıldığı zaman güzel konuşması ve İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî´nin hüsnü şahadeti sayesinde canını kurtarmıştır. İhtimal ki İmam Şafiî, İmam Muhammed ile îmanı Mâlik´in derslerinde tanışmıştı. Zîra Şafiî, İmam Mâlik´in hayatının sonuna kadar dokUz yıl onun yanından ayrılmamıştı. İmam Muhammed de bu sırada tam üç yıl İmam Mâlik´in derslerine devam etmişti. Şafiî´nin güzel konuşması ve ifade gücü, Harun er-Reşîd´e, kendisini sorguya çektiği zaman verdiği şu cevaptan anlaşılmaktadır:
«Ey Emir´u´1-Mü´minin, iki kişi farzedelim, birisi beni kardeş olarak görendir, dedi. Şâfü de şöyle cevap verdi: İşte sen böylesin, ey Emîru´l-Mü´nıinîn. Çünkü siz Abbas oğullarısınız, onlar ise Ali oğullarıdır. Biz Muttalib oğullarıyız. Siz Abbas oğullan bizi kardeş görüyorsunUz, onlar ise köle görüyorlar.» Şafiî, bu ifade ile alevî-lik iddia eden bâzı şiîlerin sözünü imâ etmiştir. Aslında gerçek alevîler kendi soylarına karşı böyle bir şey düşünmezler[10].
İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî´nin tanıklığına gelince; o bu sırada Bağdat Kadısı idi. Şafiî, Harun er-Reşîd?in meclisinde itham edilerek sorguya çekilirken, İmam Muhammed´i görmüş ve ona yakınlık duymuştur. Çünkü, ilim sahipleri arasında manevî bir akrabalık vardır. Bunun için Şafiî, kendisini müdafaa sırasında şöyle demiştir: «Ben ilim adamıyım, bunu kadınız Muhammed b. el-Hasen bilir.» Bunun üzerine Hânın er-Reşîd, îmam Muhammed´e bu durumu sormuş, o da şöyle cevap vermiştir: «Evet, bunun ilimden büyük bir nasibi vardır, iddia edilen şeyle onun bir ilgisi olamaz.»
Pek kan dökmek heveslisi olmayan Harun er-Reşîd, bu işi incelemek için bir yol bulmuş ve acele etmemiştir. Büyük bir itimat duyduğu Muhammed b. el-Hasen´e, bunu yanma al ve durumunu incele, demiştir. Bu inceleme işi, Şafiî´ye yöneltilen töhmete iltifat edilmemekle neticelenmiştir.[11]
Şafiî´nin İlme Tekrar Dönüşü
Irak´ın büyük fakihi Muhammed b. el-Hasen, yalnız Şafiî´nin hayatım kurtarmamış, aynı zamanda onu kadılık memuriyetinin karanlığından çıkarıp tekrar ilmin nuruna kavuşturmuştur. İşte İmam Şafiî, bu tarihten, yani 184 H. yılından itibaren ölünceye kadar yirmi yıl ilimle uğraşmıştır. Memuriyet hayatı İmam-Şafiî´nin kısa ve kıymetli ömrünün beş yıl kadarını işgal etmiştir. Çünkü O, 54 yaşında vefat etmiştir.
Denilebilir ki, onun uğradığı mihnet, kendisi için çok hayırlı olmuştur. Eğer o, bu mihnetle karşılamadaydı memurluğu devam edecek ve belki de ilme hiç dönemiyecekti. Dolayısıyla, gelecek nesiller onun ölmez ilmî mirasından yoksun kalacaktı.
İmam Şafiî, Muhammed b. el-Hasen´in evinde konakladı. Daha önce îmanı Mâlik´e sığındığı gibi bu kez de İmam Muhammed´e sığınmış oldu. İlk önce Iraklıların fıkhına göre îmanı Muhammed´in telif ettiği kitapları okumaya başladı. Bu kitapları bizzat İmam Mu-hammed´den okudu. Nitekim bundan önce el-Muvatta´i da İmam Mâlik´ten okumuştu. Allah cümlesinden razı olsun!
Böylece İmam Şafiî, hem Irak´ın hem de Hicaz´ın fıkhını birleştirmiş ve çağının en büyük fakîhlerinden ders almıştır. Bu konuda îbni Hacer el-Askalânî «Tevali et-Te´sis fî Maâlî İbni İdrîs» adlı kitabında şöyle der: «Medine´de fıkhı Mâlik b. Eries temsil ediyordu. Şafiî onun yanma gidip derslerine devam etmiştir. Irak´ta da fıkhı İmam Ebu Hanife temsil ediyordu. Şafiî, Ebu Hanîfe´nin talebesi Muhammed b. el-Hasen´den bizzat ders aldı. Böylece o, hem re´y taraftarlarının, hem de hadîs taraftarlarının ilmini kendisinde birleştirdi. Bu ilmin kaide ve prensiplerini tesbit edecek kadar yüksek bir mevki ihraz etti. Bu konuda muvafık ve muhalif herkes onun bu mevkiini tanıdı. Böylece onun ünü her tarafa yayıldı, itibarı yükseldi ve nihayet o, hakkıyla İmamlık mertebesine erişti.»
Şafiî, Muhammed b. el-Hasen´den ilim tahsil etti. Ondan nakil ve rivayetlerde bulundu. Yaptığı bu nakil ve rivayetleri yazdı. Kendisi bu konuda şöyle der: «Muhammed b. el-Hasen´den bizzat kendisinden işitmek suretiyle bîr deve yükü ilim öğrendim.» Şafiî, Muhammed b. el-Hasen´i daima hürmet ve -tazimle anardı. Onun hakkında şöyle der: «Ancak Muhammed b, el-Hasen hariç, kendisine münakaşalı bir mesele sorulan herkesin yüzünde bir nâhoşluk görürdüm.»
Burada belirtmeliyiz ki, Şâfü, îmam Muhammed´den yalnız re´y ve kıyas fıkhını tahsil etmemiş, aynı zamanda ondan Iraklılarca meşhur olan ve fakat Hicazlılarca meşhur olmayan rivayetleri de öğrenmiştir. Şafiî´nin îmam Muhammed´den yaptığı rivayetlere şunu misâl olarak söyleyebiliriz: «Muhammed b. el-Hasen, Yakub b. İbrahim (Ebu Yusuf) ´den, o da Abdullah b. Dinar´dan, o da Abdullah b. Ömer´den, Peygamber (S.A.)´in şöyle buyurduğunu bana haber verdi; «Velâ´ (birinin azatlısı olma) soy bakımından akrabalık gibidir. (Azatlı) ne satılır, ne de hîbe edilir.» Şafiî, Bağdad´ta oturduğu sıralarda Iraklılarla fıkhî münakaaşlar yapar ve kendisini îmam Mâlik´in talebesi sayardı. Muayyen bir metod ortaya koymazdı. Fakat îmam Muhammed hariç, yaşça ona denk olanlarla tartışırdı, îmam Muhammed´le tartışmayı kendisine yakıştırmazdı. Çünkü, onu kendisinin hocası olarak görüyordu. Fakat, nasıl Ebu Hanîfe talebeleriyle münakaşa ediyor idiyse, Şafiî´nin hocası İmam Muhammed de onun kendisiyle münakaşa etmesini isterdi. Fakat, Şafiî, hocasıyla tartışırken utanırdı. Çünkü ilk hocası îmam Mâlik, talebelerine münakaşa kapısını açmaz ve onları cedelleşmeden menederdi.[12]
Beytü´l-Harâm´â Gelîşî
Tarihçiler, İmam Şafiî´nin Bağdat´ta İmam Muhammed´in yanında hoca ve talebelerle tartışarak, ne kadar kaldığını bildirmemektedirler. Büyük bir ihtimale göre o, burada iki sene kalmıştır. Bu müddet, ister Uzun ister kısa olsun, gerçek olan onun çok verimli oluşudur. Zîra, İmam Mâlik´in talebesi Şafiî, hocasından başka üstadlatın da görüş ve fıkıh metodlarım öğrenme imkânını bulmuştur. Bunun tabii bir neticesi olarak, Şafiî´nin, bu değişik görüş ve metodlar arasında karşılaştırmalı bir inceleme yapması zaruri idi. Keza, onun, bu karşılaştırmalı incelemelerinden sonra bu her iki görüş ve nıetodlardan birine yakın veya her ikisinden de Uzak bâzı görüşler ortaya atması gerekirdi.
Bu karşılaştırma, elbette görüş ve metodları süzgeçten geçirerek ve bunlardan hangisinin daha doğru ve gerçeğe daha yakın olduğunu ortaya koyacak esaslı ölçülere dayanmak mecburiyetinde idi. İmam Şafiî, böyle bir karşılaştırma yapmak üzere Beytü´l-Harâm´a çekilmiş; kendisini, keskin bir basiret ve anlayışlı bir teemmül içerisinde bu işe vermiştir. Şafiî, burada yaptığı karşılaştırmalarından şöyle iki netice elde etmiştir:
1 Şafiî, kendisine has bir mezheble ortaya çıkmıştır. O,daha önce îmam Mâlik´in talebesi olup onun görüşlerini yaymaya çakışıyordu. Şimdi ise îmam Mâlik´in görüşlerini müstakil olarak ele alıp inceliyen ve yerine göre tenkit eden, bazen ona muvafakat, ba-zan da muhalefet eden bir ilim adamı olarak davranıyordu. O, bu konuda «Hilafu Mâlik» adında bir kitap yazmıştır. Keza, Şafiî, îmam Muhammed ve onun hocası Ebu Hanîfe ile Ebu Yûsuf´un görûşlerl-in incelemiş, tenkid etmiş; bâzan bunlara muhalefet, bâzan da muvafakat etmiştir. Bu konuda yazdığı kitaba da «Hilâfu´I-Irâkiyyîn» adını vermiştir, İşte böylece İmam Şafii, fakîhlerden herhangi bir guruba bağlı kalmaktan kurtulmuş, Allah´ın Kitabı ve Resûlullah´ın Sünnetinin gölgesinde hür ve müstakil olarak, ictihad mertebesine yükselmiştir.
2 İstinbat (hüküm çıkarma) prensiplerini tesbit etmiştir ki, daha sonra bu usûl-i fıkıh adını almıştır. Şafiî, içtihadlarmda yalnız ortaya koyduğu bu prensiplere göre hareket ederdi. Ondan önceki-âlimler de, içtihatlarında birtakım metodlara bağlanırlar ve bu metodları kısaca işaret ederlerdi. Şafiî ise, bu metodlan işaret etmekle yetinmemiş, müctehidin ictihad ve istinbat sırasında hatâya düşmemesi ve içtihadının verdiği imkân nisbetinde hakîkata ulaşması için bağlı kalması gereken prensip ve kanunları tesbit ederek açıklamıştır.[13]
Bağdad´a Tekrar Gelişi
İmam Şafiî, Mekke-i Mükerreme´de inceleme ve araştırmalarıyla öğrencilerine daha önce alışık olmadıkları bir ilmi öğretmeye devam etmiştir. O, fıkıh derslerinde Kur´an ve Sünnetin gölgesinden dışarı çıkmazdı. Bu sırada bilhassa hac mevsiminde bütün Uzak islâm ülkelerinden gelen ilim adamları ondan feyz alırlardı. Meselâ, Iraklılar ve diğerleri gelip ondan faydalanırlardı. Mekke´de bu seferki ikameti dokUz yıl sürmüştür.
Şüphesiz Şafiî, ulaşmış olduğu neticeleri ve özellikle fıkh! istinbat için koymuş olduğu metodlan bütün islâm ülkelerine yayacaktı. O çağda islâm âleminde ilim nurunun yayıldığı yer islâm Dev-leti´nin merkezi olan Bağdad şehri idi. Şafiî bu şehre, bu şehir de ona ısınmıştı. Şafiî burayı, bura da kendisini tanımıştı. Bunun içindir ki Şafiî, 195 H. yılında tekrar Bagdad´a dönmüştür. Bu tarihte o, yaklaşık olarak 45 yaşında idi.
Bağdad´ta ona bütün âlimler önem vermiş ve talebeler etrafını´ sarmıştır. Bağdad âlimleri, ondan ders almak konusunda büyüklük saİmamıştır. Meselâ, daha önce Mekke´de Şafiî ile görüşen Ah-med b. Hanbel ona talebe olmuş, onun akıl ve fikrine hayran kalmıştır. Aşağı yukarı kendisinin yaşıtı olan İshak b, Rahûye de ondan tahsil görmüştür. Bunlar ve benzerleri, îmam Şafiî´den ilim tahsil eden asıl talebelerden ayrıdırlar.
Herkes onun dersine koşuyor ve verdiği cevaplara hayran kalıyordu. Çünkü O, Iraklıların alışık olmadıkları bir metoda dayanan yeni bir ilim getirmişti. Ayrıca o, kendisinden öncekilerde bulunmayan bir kısım sıfatlara sahipti. Şafiî´nin metodu, tafsilatıyla açıkladığı istinbat metodu olan usûl-i fıkıh ilmi idi. O, bu sayede açık lâfızlara dayanarak, kapalı olan mânaları ortaya koyuyordu. Bunun içindir ki İshak b. Rahûye: «Şafiî´den önce biz, nâsih ve mensûhu bilmiyorduk.» demiştir. Sahip olduğu sıfatlar ise, güzel ve açık konuşma, münazara ve münakaşa kudretidir. Onun ifadesi gayet açık, güzel ve tesir bakımından çok güçlü idi. Bunun için bir çağdaşı «O, âlimlerin hatibidir.» demiştir.
Şafiî, bu gelişinde Bağdad kitapları (el-Kütübu´1-Bağdadiyye) adını verdiği eserlerini yazdırmış (imlâ etmiş) tır. el-Umm veya el-Mebsût diye isimlendirilen eseri bunlar arasındadır. Bu eser, birkaç kitaptan meydana gelmiş olup çoğu fürû´a dairdir. Bunu kendisinden rivayet eden, talebesi ez-Zaferânî´dir. Keza, burada Şafiî, usûl-i fıkha ait olan kitabını imlâ etmiştir. Bu eser er-Risâle adını almış olup bunu rivayet eden de ez-Zaferânî´dir.
Böylece Şafiî´nin ilmi Irak´ın sınırlarını aşmış ve bütün Doğu İslâm ülkelerinde yayılmıştır. Onun ilmini yaymada talebelerinin tesiri çok olmuştur. Talebelerine tesir eden iki husus vardı:
Birisi ondan istifade arzusu, diğeri de Şafiî´nin eşsiz şahsiyetine karşı duydukları hayranlık idi.
Bu gelişinde Şafiî, iki seneden fazla Çalmış, sonra tekrar Mekke´ye dönmüştür. Belki Şafiî, tekrar Mekke´ye eşya ve işlerini toparlamak, Beytu´î-Harâm´ı ve Süfyayn b. Uyeyne gibi hocalarını ziyaret etmek için gelmiştir. Dolayısiyle burada fazla kalmamış, 198 H. yılında yeniden Bagdad´a dönmüştür.[14]
Bağdad´tâ Kısa Bîr Îkâmeti
Şafiî, Bagdad´a bu gelişinde kısa bir süre ikâmet ettikten sonra Mısır´a gitmek üzere yola çıkmış ve oraya 199 H. yılında varmıştır.
Şafiî, bu sefer Bağdad´ta niçin kısa bir süre kalmıştır? Halbuki umumî vaziyet onun bu şehirde Uzun müddet kalmasını gerektiriyordu. Çünkü burası, âlimlerin merkezi ve İslâm Devleti´nin başkenti idi. Öte yandan burada, Şafiî´nin birçok talebeleri vardı. Bu şehirden İslâm âleminin dört bucağına ilim nuru yayılıyordu. Öyle ise, İmam Şafiî burayı terkedip niçin Mısır´a gitmiştir? Halbuki Mısır, bu sırada ilim merkezi değildi. Gerçi yavaş yavaş bir ilim merkezi olmaya başlamıştı. İçimizi rahatsız eden bu soru bizden cevap beklemektedir.
Bu sorunun cevabı bizce şudur: 198 H. yılında hilâfet, Harun er-Reşîd´in oğlu Abdullah el-Me´mun´a geçmiştir. Arap.ve İranlılar arasında cereyan eden birçok savaş ve fitnelerden sonra el-Emin öldürülmüş (198 HÜ ve el-Me´mun .(öl. 218 H.) halifelik makamına oturmuştur. el-Me´mun devrinde hâkim bir durumda olan iki husus, Şafiî´nin Mısır´a gitmesinde etkili olmuştur ki, bu kanaati Şafiî´nin hayat ve ilmî metodu teyit etmektedir.
1 el-Me´mun devrinde duruma İranlılar hâkim olmuşlardı. Çünkü el-Emin´le el-Me´mun arasındaki taht kavgası, gerçekte Araplarla İranlılar arasında cereyan etmiştir. Neticede de el-Me´mun mUzaffer olmuş, dolayısıyla İranlılar, Araplara galip gelmişler ve nüfuz onların eline geçmiştir. Bu durumda Kureyşli Şafiî, İranlıların nüfUz ve otoritesine boyun eğmek istememiştir.
2 el-Me´mun, kelâmcı filozoflardan idi. Mu´tezilîleri. yanma almış, kendisini onlardan saymış, kâtip, hâcip ve nedimlerini onlardan seçmiş, ilimde ve âlimler arasında onları üstün tutmuştur. Şafii ise, mu´tezilîlerden ve onların metodlanndan nefret ederdi. Mu´-tezilîler gibi münakaşalara giren ve onların metoduyla akâid konularını anlatan kimselerin cezalandırılmasını isterdi. Şafiî gibi bir şahsiyet, elbette bunlarla beraber yaşıyamaz ve onlara yüzveren Halîfe el-Me´mun´un yanında kalamazdı. Öyle ki Hlîfe el-Me´mun, daha sonra mu´tezilîlerin tahrikiyle fakîh ve muhaddislere işkencelerde bulunmuştur. Bu işkencelerin başlıca sebebi, Kur´an-ı Ke-rîm´in yaratılmış olup olmaması meselesi idi. Bu yüzden îmanı Ah-med b. Hanbel de, türlü işkencelere uğramıştır.
Şafiî mezhebine bağlı olanlardan bâzısının rivayetine göre, Halîfe el-Me´mun, İmam Şafiî´ye kadılık teklifinde bulunmuş, o da bu konuda özür beyan etmiştir. Şüphesiz bu rivayet, İmam Mâlik´in talebesi olan Şafiî´nin hem düşüncesi, hem mantığı, hem de yaşayışla bağdaşmaktadır.[15]
Şafiî Mısır´da
Son gelişinde Bağdad´ta oturmak, Şafiî için hoş olmuyordu. Onun, ilim bakımından buraya yakın bir değer taşıyan başka bir memlekete gitmesi gerekiyordu. Gideceği bu memlekette O, Bağdad´taki gibi İranlıların AVaplara tahakkümü ile karşüaşmamalıydı. Şafiî aradığını Mısır´da buldu. Çünkü İmam Mâlik´in talebeleri ve Leys b. Sa´d Mısır´da idiler. Ayrıca Mısır, ilim bakımından Bağ-dad´a benzememekte ise de, ona yakındı. Buraya Araplar hâkimdi. Buranın valisi Kureyş´e mensup olup Abbas oğullarından idi. Yakut el-Hamevî «Mu´cemu´l-Üdebâ» smda bu konuda şöyle der: «Şafiî´nin Mısır´a gelişinin sebebi, bura valisinin Abbas b. Abdillah b. Abbas b. Musa b. Abdillah b. Abbas oluşudur.»
Şafiî, Mısır yolculuğuna karar verince şu mısraları söylemiştir:
«Durmadan Mısır´ı özlüyor ruhum?
Ondan gayri çöl ve ova kalmadı.
Kurtuluş ve zenginliğe mi? Vallahi bilmiyorum,
Yoksa kabre mi götürülüyorum?»
Kader, Şafii´nin bu arzusunu yerine getirdi ve onu burada zenginliğe ulaştırdı. Çünkü Mısır´ın Arap valisi, Peygamber´e akraba olanlara tahsis edilen ganimetlerden Şafiî için de bir hisse ayırmış ve böylece Şafii, nesebinin şerefiyle mütenasip bir duruma gelmiştir. Şafii, öte yandan ilmini, fıkhını ve görüşlerini burada yaymaya muvaffak olmuştur. Daha1 sonra ölümü tadarak Mısır´daki kabrine defnedilmiştir. Şafiî, Mısır´da 204 H. yılı Recep ayının son gecesi öldüğü zaman 54 yaşında idi. Halbuki İmam Ebu Hanîfe takriben 70 ve Şafiî´nin hocası İmam Mâlik 86 yaşma değinceye kadar hayatta kalmıştır. İmam Şafiî´nin hayatı mücadele içinde geçmiş olup hasta iken yatağında ölmüştür[16].
Zayıf bir rivayete göre Şâfü, Mâliki mezhebine mensup Fityan isimli budala ve yobaz bir kimsenin adamları tarafından dövülmüş ve bunun üzerine ölmüştür. Bu rivayeti Yakut el-Hamevi «Mulcemu´l-Udebâ» smda anlatırken aynen şöyle der:
«Mısır´da Fityan denilen ve Mâliki mezhebine bağlı olan hiddetli ve zâlim bir kimse sardı. Bu, çoğu zaman Şafiî ile münakaşa eder, halk da bunların etrafına toplanırdı. Bir gün hür bir insanın satılması meselesi üzerine tartışıyorlardı. Meselenin aslı şu idi: Rehin olarak verilmiş olan bir köleyi, onu rehin olarak veren sahibi âzâd etse ve borcunu verecek başka malı bulunmasa durum ne olacaktır? Şafiî, bir kavline göre bu âzâd edilmiş kölenin satılabileceğini söyledi. Görüşünü isbat için birçok delil serdetti. Bunun üzerine öfkelenen Fityan Şafiî´ye ağır şekilde küfretti. Şafiî, ona hiç cevap vermedi ve meseleyi açıklamaya devam etti. Bir şahıs bu durumu Mısır Valisine haber verdi, Vali de, Şafiî´yi çağırıp durumu sordu. Şafiî olanları anlattı ve bâzı kimseler de Fityan´m aleyhinde şahitlik ettiler. Bunun üzerine Vali, Şafiî gibi bir kişi daha Fityan aleyhinde şahitlik etseydi Fityan´ın boynunu vurdururdunı, dedi. Valinin emriyle Fityan kırbaçla dövüldü ve bir deve üzerine bindirilip sokaklarda dolaştırıldı. Önünden giden bir tellâl: İşte Peygamber´in soyuna küfredenlerin cezası budur, diye bağırdı. Daha sonra bayağı kimselerden meydana gelen bir topluluk, Fityan lehine harekete geçip. Şafii´yi takibe başladılar. Şafiî, talebelerinden ayrılıp yalnız kalınca üzerine saldırdılar ve dövdüler. Bundan sonra evine gelen Şafiî ölünceye kadar iyileşemedi.»
Bu rivayete göre, Şafiî´nin ölüm sebebi bu dövülme olayıdır. Biz, bu rivayeti yerinde bulmuyorUz. Çünkü Şâfiîye küfreden kimseyi, nerede ise ölüm cezası ile cezalandıracak olan Mısır Valisi onu dövenlere karşı susmaz, durumu Şafiî´den mutlaka sorup suçluları en ağır şekilde cezalandırırdı. Bu dövme olayı, ister doğru olsun ister doğru olmasın, gerçek olan şudur ki, Şafiî´nin ölümünün sebebi, basur hastalığına yakalanmış olmasıdır. Şafiî bu yüzden şiddetli bir kanama geçirmiş ve neticede Rabbma kavuşmuştur. Allah ondan razı olsun!
İmam Şafiî, kendisinden sonrakiler için zengin bir miras ve fıkıh için hâlâ tükenme bilmeyen bir hazine bırakmıştır. Bu sayede onun adı, her yerde hürmetle anılmaktadır.[17]
İmam Şafiî (150 ?204h.)
Doğumu Ve Nesebi
Gençliği Ve Yetişmesi
İmam Mâlikin Himayesinde.
Vazifeye Tâyin Edilişi
Mihneti
Şafiî´nin İlme Tekrar Dönüşü.
Beytü´l-Harâm´â Gelîşî
Bağdad´a Tekrar Gelişi
Bağdad´tâ Kısa Bîr Îkâmeti
Şafiî Mısır´da.
Şafiî´nin İlmi
Îlme Yönelişi Ve Çağı
Şafiî´nin Şahsiyet Ve Karakteri
1- İdrâk Ve Hafıza Gücü.
2- İfade Gücü.
3- Basiret Ve Fîraseti
4- Îhlâsı
Şafiî´nin Görüşleri
Hilâfet Hakkındaki Görüşü.
Şafiî´nin Fıkhı
Şafiî Fıkhının Kaynakları
1, 2- Kîtab Ve Sünnet:
Şafiî´nin Sünneti Müdâfaası:
3- İcmâ´
4- Sâhâbîlerîn Sözleri
5- Kıyas.
Şafiî´nin Îstihsân´ı Îbtali
Şafiî´nin Usûl-İ Fıkıh Çalışmaları
Şafiî´nin Mezhebi
Şâfii Mezhebinde Tahric.
Şafii Mezhebinde Müctehîdler.
Şafiî Mezhebinin Yayılışı
İMAM ŞAFİÎ ve MEZHEBİ[1]
İmam Şafiî (150 ?204h.)
Hicri II. asrın son yıllarında Beytullah´ı ziyarete gidenler, tavaf sırasında etrafa göz atınca, esmer benizli ve boyu Uzuna yakın bir delikanlı ile karşılaşır, genç ve yaşlı talebeleri onun etrafında hal-kalanmış görürdü. Bu delikanlı onlara, fakîh ve muhaddislerden dinlemeye alışık olmadıkları bir üslûpla şer´î hakîkatları anlatıyordu. Irak gibi re´y fıkhının hâkim olduğu ülkelerden gelenler de, Medine gibi muhaddislerin fıkhının hâkim olduğu yerlerden gelenler de aynı durumla karşılaşıyorlardı.
Hac ibâdeti için ve bu arada hadîs bilgisini artırmak maksadıyla buraya gelen İmam Ahmed b. Hanbel, îmam .Şafiî´yi görmüş ve arkadaşı îshak b. Râhûye (Râhveyh)´ye: «Birinin dersini dinledim, ondan daha akıllı hiçbir kimse görmedim.» demiş ve onu alıp götürmüştür. Arkadaşı kendisine; İbni Uyeyne ve emsalinin hadîsini bırakıp bu delikanlıyı mı dinleyelim? diye sorunca Ahmed b. Hanbel şöyle cevap vermiştir: «Bu delikanlının aklından faydalanmazsan onun yerini tutacak başka birini bulamazsın. Âli hadîsi kaçırır-san, nazil hadîsi de kaçirmazsm ya!»[2].
îşte bu delikanlı îmam Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî el:Kuraşî´dir. Usûl-i Fıkıh ilmini kurup ilk önce tedvin etmek ve esaslarını açıklamak şerefine ulaşan odur. Kendinden sonraki nesiller, ilmi, ondan miras olarak almışlardır.[3]
Doğumu Ve Nesebi
Bütün rivayetler, İmam Şâfii?nin 150 H. yılında Gazze şehrinde doğmuş olduğunda birleşir. O, kıyas İmamı ve Irak fakîhlerinin başı olan İmam Ebu Hanîfe´nin vefat ettiği sene dünyaya gelmiştir. Bâzı yazarlar hayâle kapılarak, Şafiî´nin, Ebu Hanîfe´nin öldüğü gece doğduğu ve böylece yeryüzünün fıkıh İmamlarından hiçbir zaman hâli kalmadığı düşüncesini uyandırmak istemişlerdir. Böyle bir iddia, herhangi bir temele dayanmadığı gibi bir fayda da sağlamaz.
İttifakla rivayet edildiğine göre Şafiî´nin babası Kureyş kabilesine mensup olup Peygamber (S.A.V.)´in dedesi olan Hâşim´in kardeşi Muttalib oğullarına dayanır. Onun şeceresini tarihçilerin çoğu şöyle anlatır.- Muhammed b. îdrîs b. Abbas b. Osman b. Şâfi´ b. Sâ-ib b. Ubeyd b. Abdiyezid b. Hâşim b. Muttalib b. Abdimenaf. Bu silsilede alman Muttalib, Abdumenaf m dört. oğlundan biridir. Abdumenaf´uı oğulları şunlardı: 1 ? Muttalib, 2 ? Hâşim, 3 ? Abduşems ?Bu Emevîlerin dip dedesidir?, 4 ? Nevfel ?Bu da Cübeyr b. Mut´im´iri dedesidir?.
Peygamber (S.A.V.) Efendimiz´in dedesi^Abdulmuttalib´i yetiştiren, adı geçen Muttalib´dir. Muttalib oğulları hem câhiliye, hem de islâm çağmda Hâşim oğullarının yardımcısı idiler. Hattâ Kureyşli-ler, Mekke´de insanları Allah yoluna çağıran Peygamber´e yardım ettikleri ve Peygamber´e karşı kendilerini desteklemedikleri için Ha-şimîlerle bütün münasebetlerini kestikleri zaman, Muttalib oğulları Hâşimîlerle birlik olmuşlar, Şi´b[4] de yaşamışlar ve Hâşimîlere uygulanan zulüm ve işkenceye onlar ila aynı şekilde katlanmışlardır. Yalnız Uz. Peygamber´in amcası olan Ebu Leheb, bu boykot sırasında Kureyşlilere katılmıştır.
Bu sebeple Peygamber (S.A.V.), Muttalib oğullarına da Hâşim oğulları gibi ganimetten hisse ayırmıştır. Rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz, Hâşim oğullan gibi Muttalib oğullarına da ganimetten hisse verdiği zaman Umeyye ve Nevfel oğulları da aynı şekilde hisse talep etmişlerdir. Cübeyr b. Mut´im bu konuda şöyle bir rivayette bulunmuştur:
Peygamber (S.A.V.), Hayber´de elde edilen ganimetlerden Hâşim oğullan ile Muttalib oğullarına «Akrabalığı olanlarda ayrılan hisseleri verince ben ve Osman b. Affâri gidip; Yâ Resûlullah, dedik, onlar Hâşim oğulları olarak senin kardeşlerindir. Üstünlükleri inkâr, edilemez. Çünkü, Allahu Teâlâ, seni onların içinden seçmiştir. Ancak sen, Muttalib oğullanna da hisse verdiğin halde bizi bıraktın. Biz ve Muttaliboğulları akrabalık yönünden aynı derecedeyiz. Bunun üzerine Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurdu: «Çünkü onlar hem câhiliye, hem de islâmiyet devrinde bizden ayrılmadılar» ve iki elinin parmaklarını birbirine geçirerek, «Hâşim oğulları ile Muttalib oğulları bu bakımdan aynıdırlar» diye ilâve etti.
Şafiî´nin anası Yemenli olup Ezd kabîlesindendir. Kureyş kabilesine mensup değildir. Oğlunun yetişip olgunlaşmasında onun büyük bir payı vardır.[5]
Gençliği Ve Yetişmesi
Şafiî, Rureyşli bir babadan doğmuş, fakat beşikte iken onu kaybetmiş ve bu yüzden fakir olarak büyümüştür. Annesi, oğlunun ne-seb ve kendisini belki ihtiyaçtan kurtaracak olan hukukunun Ku-reyşlilerce tanınmayacak şekilde zayi olacağından korkmuştur. Bu sebeple oğlunu MekkeTdeki makamına sahip kılmak için gayret sar-fetmiştir. Hatîb Bağdadi, «Tarihu Bağdad» adlı eserinde Şafiî´ye dayanan bir senedle şöyle rivayet eder:
«Ben Yemen´de doğdum[6]. Anam, hukukumun zayi olmasından korktu ve bana; ailenin yanına gidip onlar gibi olman daha iyidir; çünkü ben nesebini kaybedersin diye korkuyorum, dedi ve yol hazırlığımı yaptı. Ben de Mekke´ye geldim. O zaman yaklaşık olarak on yaşımda idim. Bir akrabamın yanına indim ve ilim tahsiline başladım.»
Buna göre diyebiliriz ki: İmam Şâfii çocukluğunda, yüksek bir soya mensup olduğu halde fakir ve yetim çocuklar gibi yaşamıştır.. Yüksek soya mensup olan fakir çocuklar, gençlik çağlarında genel olarak bir eğitim bozukluğu olmazsa, soylarının tesiriyle yüksek işlere yönelirler. Şafiî´nin eğitiminde herhangi bir bozukluk veya gayri tabiîlik olmadığı için kendi özünden gelen bir insiyakla yüksek hedeflere yönelmiştir. Fakirliğine rağmen yüksek bir soya mensup oluşu, kendisini insanlara yaklaştırmış, cemiyete karışmasını sağlamış ve böylece içinde yaşadığı ortamın duygularına o da katılmıştır.
Şüphesiz bütün bunlar Şafiî´nin ruhunu içtimaî bir terbiye ile geliştirmiştir. Bu terbiye sayesinde O, insanlarla kaynaşmış, cemiyeti ve halkın duygularını yakından tanıyabilmiş tir. Çünkü cemiyeti yakından tanımak; toplumu ilgilendiren, toplumla ilgili muameleleri, toplumu´tanzim ve ferdler arasındaki ilişkileri sağlam esaslara göre tesis etmekle uğraşan kişiler için zarurîdir. Keza, şeriatı tefsir ve şeriatın hükümlerini çıkarıp ölçülerini ortaya koyma işi, cemiyeti yakından tanımayı gerektirir.
Şafiî´nin ruhunda yüksek işler yapma istidadı mevcuttu. Anası da oğlunu Gazze´den Mekke´ye gönderirken onu bu yola teşvik etmiş ve gerekli sebepleri hazırlamış, Şafiî de, ileride hedefine ulaşmıştır.
Şafiî, önce Gazze´de iken ilim tahsiline başlamış ve Kur´an-ı Ke-rîm´i hıfzetmiştir. Mekek´ye gelince de büyük hadis üstadlanndan Peygamberin hadislerini tahsile koyulmuştur. O, hadis-i şerifleri hem yazmak, hem de ezberlemek için büyük gayretler´ gösteriyordu. Hadîsleri elde ettiği şeylere yazıyordu. Bazan onları saksı üzerine, bazan da deri üzerine yazıyordu. O, hükümet konağına gidip öteki yüzüne yazı yazmak için kullanılmış kâğıt isterdi.
Henüz çocuk yaşta, iken tahsilini ilerletince, Arapçada derinleşmek cihetine gitti; böylece şehir ve kasabalardaki yabancılarla meydana gelen karışma yüzünden Arap dilini tahrip eden yabancı kelimelerin tesirinden kurtulmaya çalıştı. Bu maksatla Şafii, çöle gitti ve HUzeyl kabilesinin içinde yaşadı. O, bu konuda şöyle der: «Ben Mekke´den çıktım, çölde Hüzeyl kabilesinin yanma gittim. Bu kabilenin yaşayışını ve dilini öğrendim. Bu kabile, Arapların dil bakımından en fasihi idi. Onlarla birlikte gezdim, dolaştım. MeMçe´ye döndüğüm zaman birçok rivayet ve edebiyat bilgilerine sahip oh ustum.»
İmam Şafiî çöldeki haber, rivayet ve şiirleri ezberlemiş, Hüzeyl kabilesinin şiirinde ihtisas sahibi olmuştur. Hattâ câhiliye ve ilk îs-lâm asrının sanat ve edebiyatını rivayet eden el-Asma´î der ki: «Huzeyl kabilesinin şiirlerini Muhammed b. İdris isimli bir Kureyş genci sayesinde düzelttim.».
Şafiî, çölde bulunan iyi şeylerin hepsini öğrenmiştir. O, Arapçayı öğrenip incelerken aynı zamanda ok atmayı da öğrenmiş; hattâ bu konuda en yüksek mevkii ihraz etmiştir. Öyle ki on defa ok atsa hepsim hedefe isabet ettirirdi. Onun, bâzı talebelerine şöyle söylediği rivayet edilir: «Benim için iki mühim şey vardı: Biri ilim, diğeri de ok atmak. Ok atmak hususunda onda - on isabet kaydedecek bir dereceye geldim.» İlim konusunda bir şey söylememiş, fakat hazır bulunanlardan birisi; «Vallahi, sen, qk atma maharetinden daha çok ilme sahipsin.» demiştir. Bundan anlaşılıyor ki İmam Şafii, çağının en üstün eğitimi ile yetişmiştir. Bundan sonra kendisini bütünü ile ilme verip Mekke´deki fakih ve muhaddislerden fıkıh ve hadis tahsil etmiştir. Nihayet Mekkeîi gençler arasında parmakla gösterilmeye lâyık olmuştur. Süfyan b. Uyeyne, Müslim b. Hâlid ez-Zen-cî gibi bilgin ve hadîsçiler, onu özel olarak koruyup gözetmiş ve takdir etmiştir.[7]
İmam Mâlikin Himayesinde
Delikanlı, yirmi yaşına değdiği zaman fetva verecek´ ve hadis rivayet edecek bir mertebeye ulaşmıştı. Fakat onun ilim tahsilindeki gayreti, Mekke´nin surlarını aşmış ve bu şehrin ötelerine doğru Uzanmaya başlamıştı. Çünkü, ilmin hudut ve ülkeleri yoktur. Bu arada Medine´nin İmamı Mâlik b. Ene´s´in adı Şafii´ye ulaşmıştı. Zîra, bu büyük İmamın adı o derecede etrafa yayılmıştı ki, gelip gidenler hep onu anıyorlardı. Bu durumda Şafiî´nin gayreti ondan ilim tahsiline yönelmiş ve bu yüzden o, Medine´ye gitmek mecburiyetinde kalmıştır.
Fakat Şafiî, İmam Mâlik´in yanına eliboş gitmek istememiştir. Yani dağarcığına îmam Mâlik´in ilminden de bir miktar koymuştu. , Şöyle ki; İmam Mâlik´in meşhur bir kitabı vardı. İsmi hertarafa yayılan bu eser ?el-Muvatta´» idi. Şâfü, bu eseri Mekke´de birisinden emanet olarak alıp okumuştu. Medine´ye gitme arzusu üzerine bu kitabı defalarca okuyup îmam Mâlik´in fıkhına ünsiyet kazanmış ve onun rivayetteki yüksek derecesini öğrenmİşte
Şafiî, yola çıkmaya karar verince İmam Mâlik´le karşılaştığında kendisine kolaylık göstermesi için Mekke Valisinden Medine Valisine bir mektup almıştır.
Mu´cemu´l-Üdebâ, adlı kitabında Yakut el-Hamevî bu mektup ve Şafiî´nin înıairi Mâlik´le karşılaşma hikâyesini bizzat İmam Şafiî´den naklen şöyle anlatır:
«Mekke Valisinin hUzuruna girdim ve ondan Medine Valisine bir mektup aldım. Medine´ye gelip bu mektubu valiye sundum. Vali, onu okuduktan sonra şöyle dedi: Benim için Medine´den Mekke´ye kadar yaya ve yalınayak gitmek, Mâlik b. Enes´in kapısına gitmekten daha kolaydır. Ben, onun kapısında dikilmek kadar hiçbir zillet görmedim. Bunun üzerine ben de; Allah valinin işini rasgetir-sin, çünkü Vali dilerse onu hUzuruna çağırabilir, dedim. Vali de; heyhat! Nola ben ve maiyetim, binitlerimize binsek ve üzerimize kırmızı toprak bulaşsa da bâzı arzularımızı elde etsek! dedi. Vallahi onun dediği gibi oldu. Üzerimize kıpkırmızı toprak bulaştı. [Bir müddet gidip Malik´in evine vardıktan sonra) bîr adam ilerledi ve kapıyı çaldı. Bunun üzerine dışarıya siyah bir câriye çıktı. Vali, ona; Efendine benim kapıda olduğumu söyle, dedi. Câriye içeri girdi ve biraz gecikti. Sonra dışarı çıkıp şöyle söyledi: Efendim size selâm ediyor ve diyor ki: Valinin bir meselesi varsa bir şeye yazıp versin, cevap verelim. Hadîs için geldiyse, hadîs meclisinin gününü biliyor, gitsin. Bunun üzerine Vali, cariyeye; Ona söyle, yanımda Mekke Valisinden kendisine yazılmış mühim bir mesele ile ilgili bir mektup vardır, dedi. Câriye içeri girdi. Sonra elinde bir kürsü (sandalye) ile dışarı çıktı ve onu bir yere koydu. Az sonra îmam Mâlik, heybet ve vakarla içeriden çıktı: Uzun boylu ve değirmi sakallı idi. Sonra yerine oturdu... Vali mektubu ona takdim etti. Onu okudu ve: «Bu şahsa durumuna göre muamele et, ona hadîs öğret ve iyilikte bulun.» sözlerine gelince mektubu elinden bıraktı ve: «Sübhânallâh, Allah´ın Resûlü´nün ilmi vâsıtalarla mı öğretilir oldu?» dedi. Valiye baktım, onunla konuşmaktan çekiniyordu. Ona doğru yaklaştım ve: Allah işinizi rasgetirsin. Ben şöyle bir kimseyim; maksadım, durum ve hikâyem şudur... dedim. Sözümü dinledikten sonra bana iyice baktı... Onun kuvvetli bir firâseti vardı. Adın nedir? diye sordu, Muhammed´dir, dedim. Ey Muhammed, dedi, Allah´dan kork, günahlardan sakın. Çünkü senin ileride büyük bir şânm olacaktır. Allah senin kalbine bir nûr vermiştir. Onu mâsiyetle söndürme. Sen yarın buraya gelirsin, seni okutacak olan da gelir.»
Bu çağlarda hadîs rivayetinde gelenek şöyle idi: Hadîs tahsil eden kimse, hadîs rivayet ettiği veya hadîs okuduğu üstaddan. bir hadîs kitabı alır, onu yazar ve rivayet.ederdi. Bunun için Şafiî,"ertesi gün gelmiş ve yanında da İmam Malik´in hUzurunda okumak üzere onun el-Muvatta´ adlı kitabını getirmişti. Şafiî bu kitabı okumaya başlayınca, onun güzel okuyuşu İmam Malik´in çok hoşuna gitmiştir. Şafiî, kitabı fazla okumaktan çekinirse, îmam Mâlik, oha; Devam et, ey delikanlı, derdi. Bu sebeple Şafiî, el-Muvatta´ kitabını İmam Malik´in huzurunda birkaç gün içerisinde okuyup bitirmiştir.
Şafiî, Hicaz fakîhlerinin başı olan İmam Malik´in yanından ayrılmamış ve onun himayesinde yaşamıştır. Bununla beraber arasıra çöle gidip Arap kabilelerini tetkik eder ve bir müddet onlarla düşüp kalkardı. NitekînTânnesini ziyaret etmek ve onun öğütlerini dinlemek için arasıra da Mekke´ye giderdi. Annesi de asalet, güzel anlayış ve olayları takdir kabiliyetine sahipti. Buna göre Şafiî´nin, arasıra hocasının yanında kalmadığını söyleyebiliriz.[8]
Vazifeye Tâyin Edilişi
Şafiî fakir bir hayat geçiriyordu. Ancak ömrünün sonuna doğru ona Beytu´l-Maldan, Muttalip oğullarına ayrılan fasıldan bir tahsisat bağlanmıştır. İmam Mâlik ölünce Şafiî geçimini temin için bir iş aramış ve îmam Malik´in yanında dokuz yıl kaldıktan sonra Mekke´ye dönmüştür. Bu sırada Yemen Valisi Hicaz´a gelmişti. Bâzı Kureyşliler vali ile konuşmuş, o da Şafii´yi yanma alıp götürmüştü. Şafiî bu hususta şöyle der: «Annemin yanında yol harçlığımı verecek bir şey yoktu. Evimizi rehin olarak verip onunla yol masrafımı kaşıladım. Yemen´e gelince aldığım bu parayı ödemek için çalıştım.»
İmam Şafiî´nin dirayeti, bilhassa Yemen Valisinin maiyetinde aldığı ve kadılık mahiyetinde olan bu görevinde dikkati çekmiştir. Vazifesi Yemen´e bağlı olan Necrari´da idi. Şafiî, burada adaleti hakkıyla gerçekleştirmiştir. Her zaman ve her yerde olduğu gibi Nec-ran´daki halk da vali ve kadılara karşı dalkavukluk ederek, kendi çıkarlarını temine çalışıyorlardı. Fakat onlar, Şafii´nin şahsiyetinde adaletle karşılaştılar ve dalkavukluk yapmak suretiyle onun ruhunu istilâya imkân bulamadılar. Şafiî bu durumu tasvir ederken şöyle der: «Necran´da çalışmak üzere vazifelendim. el-Hâris b. Abdilmedân ve Sâkîf kabilesinin azatlıları orada idiler. Vali buraya gelince ona dalkavukluk ettiler, aynı şeyi bana yapmak istedilerse de benden yüz bulamadılar.»
îmam Şafiî, böylece, ruhuna hiçbir kimsenin işlememesi için dalkavukluk kapısını kapamış oldu. Çünkü ifsatçılar, valilerin ruhlarına bu kapıdan nüfuz ediyorlardı. Şafiî bu kapıcı kapatmakla nefsini fesat, şer ve zulümden korumuş oldu. Dolayısıyla adaleti tam olarak gerçekleştirdi. Fakat adaleti yerine getirmek güç bir iş olup onu ancak azimkar valiler gerçekleştirebilirler. Onlar da zamanın merhametsizliği ve fesatçıların hileleri ile karşılaşırlar.[9]
Mihneti
Bu itibarla İmam Şafii´nin şiddetli bir mihnetle karşılaşması tabü görülmelidir. Bu sırada Necran´a zâlim bir vali gelmişti. Şafiî, onun idaresi altındakilere zulüm etmesini önlemişti. İhtimal ki İmam Şafiî diğer bilginlerin sahip olduğu tenkit kılıcına mâlik olup bunu gayet güzel kullanıyordu. Belki de Şafiî, valiyi hem zulümden alıkoyuyor, hem de emrinde.olduğu halde dili veya tenkidi ile onu hırpalıyordu. Bunun üzerine vâîi, bir yolunu bulup Şafiî´ye karşı tezvir ve hileye başvurdu. Zîra herkes südünün icabını yerine getirecektir.
Abbasîler, Ali evlâtlarına karşı daima saltanatlarını kıskanıyorlardı. Çünkü onlar da, Abbasîler gibi Uz. Peygamberin soyuna dayanıyorlardı. Hattâ onlar, Uz. Peygamber´e Abbasilerden daha yar kın idiler. Ayrıca yapılan isyanların hepsi de Ali evlâtları tarafından oluyordu. Bu sebeple Abbasîler, daima onlardan çekmiyorlardı. Dolayısiyle herhangi bir alevî hareketi gördükleri zaman onu hızla bastırıyorlardı. Herhangi bir valinin Ali evlâtlarına karşı güzel davrandığını tesbit ederlerse derhal onu ya azlediyorlar, ya muhakemeye çekiyorlar, ya da öldürüyorlardı. Hattâ bunu, şüphelendikleri şahıslara da tatbik ediyorlardı. Zîra, onlara göre, memleket düzeninin iyi gitmesi için suçsUz bir adamı öldürmek, bu düzenin bozulmasına sebep olabilecek itham altındaki kimsenin serbest bırakılmasından daha iyidir.
Adı geçen zâlim vali, Abbâsîlerin ruhlarındaki bu zaaf noktasından faydalanarak, Şafiî´ye karşı bir tUzak hazırlamak istedi ve onu alevîlerle birlik olmakla itham etti. Bu maksatla o zamanki hilâfet makamını işgal eden Hânın er-Reşîd´e bir mektup gönderdi. O, bu mektubunda şöyle diyordu: «Alevîlerden dokUz kişi harekete geçti. Ben, bunların ayaklanmasından korkuyorum. Onlardan birisi Muttalib oğullarından Şafiî denilen bir adamdır. Benim ona ne emrim, ne de yasaklarım tesir ediyor. O, diliyle, savaşçıların kılıçlarıyla yapamadıklarını yapıyor.»
İşte Şafiî böyle bir töhmet altında kaldı. Aslında bu töhmetin sebebi psikolo)ik idi. Fiilî bir şeye dayanmıyordu. Çünkü, Şafiî´nin Uz. Ali evlâtlarına karşı sevgi beslediği herkesçe biliniyordu. Fakat, onun bu sevgisi kendisini şiîlik propagandasına ve onların iktidara gelmesi için fiili bir harekete sevkedecek durumda değildi. Fakat o, bu yüzden râfizîlikle itham edildi. Gûyâ o, Ebu Bekr ve Ömer (R.A.)´in hilâfetini reddediyordu. Şüphesiz Şafiî bundan beri´ idi. O, bu hususta bir beytinde şöyle der:
«Eğer Âli Muhammedi sevmem, râfizîHkse, îki cihan tanık olsun ben rafizîyim.»
Nihayet Şafiî, eli kelepçeli Bağdat´a gönderildi. Bu, Şafii´nin Bağdad´a ilk gelişidir. Bu olay 184 H. yılında cereyan etmiş olup Şafiî o tarihte takriben 34 yaşında idi. İmam Şafiî, Halîfe Harun er-Reşîd´in hUzuruna çıkarıldığı zaman güzel konuşması ve İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî´nin hüsnü şahadeti sayesinde canını kurtarmıştır. İhtimal ki İmam Şafiî, İmam Muhammed ile îmanı Mâlik´in derslerinde tanışmıştı. Zîra Şafiî, İmam Mâlik´in hayatının sonuna kadar dokUz yıl onun yanından ayrılmamıştı. İmam Muhammed de bu sırada tam üç yıl İmam Mâlik´in derslerine devam etmişti. Şafiî´nin güzel konuşması ve ifade gücü, Harun er-Reşîd´e, kendisini sorguya çektiği zaman verdiği şu cevaptan anlaşılmaktadır:
«Ey Emir´u´1-Mü´minin, iki kişi farzedelim, birisi beni kardeş olarak görendir, dedi. Şâfü de şöyle cevap verdi: İşte sen böylesin, ey Emîru´l-Mü´nıinîn. Çünkü siz Abbas oğullarısınız, onlar ise Ali oğullarıdır. Biz Muttalib oğullarıyız. Siz Abbas oğullan bizi kardeş görüyorsunUz, onlar ise köle görüyorlar.» Şafiî, bu ifade ile alevî-lik iddia eden bâzı şiîlerin sözünü imâ etmiştir. Aslında gerçek alevîler kendi soylarına karşı böyle bir şey düşünmezler[10].
İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî´nin tanıklığına gelince; o bu sırada Bağdat Kadısı idi. Şafiî, Harun er-Reşîd?in meclisinde itham edilerek sorguya çekilirken, İmam Muhammed´i görmüş ve ona yakınlık duymuştur. Çünkü, ilim sahipleri arasında manevî bir akrabalık vardır. Bunun için Şafiî, kendisini müdafaa sırasında şöyle demiştir: «Ben ilim adamıyım, bunu kadınız Muhammed b. el-Hasen bilir.» Bunun üzerine Hânın er-Reşîd, îmam Muhammed´e bu durumu sormuş, o da şöyle cevap vermiştir: «Evet, bunun ilimden büyük bir nasibi vardır, iddia edilen şeyle onun bir ilgisi olamaz.»
Pek kan dökmek heveslisi olmayan Harun er-Reşîd, bu işi incelemek için bir yol bulmuş ve acele etmemiştir. Büyük bir itimat duyduğu Muhammed b. el-Hasen´e, bunu yanma al ve durumunu incele, demiştir. Bu inceleme işi, Şafiî´ye yöneltilen töhmete iltifat edilmemekle neticelenmiştir.[11]
Şafiî´nin İlme Tekrar Dönüşü
Irak´ın büyük fakihi Muhammed b. el-Hasen, yalnız Şafiî´nin hayatım kurtarmamış, aynı zamanda onu kadılık memuriyetinin karanlığından çıkarıp tekrar ilmin nuruna kavuşturmuştur. İşte İmam Şafiî, bu tarihten, yani 184 H. yılından itibaren ölünceye kadar yirmi yıl ilimle uğraşmıştır. Memuriyet hayatı İmam-Şafiî´nin kısa ve kıymetli ömrünün beş yıl kadarını işgal etmiştir. Çünkü O, 54 yaşında vefat etmiştir.
Denilebilir ki, onun uğradığı mihnet, kendisi için çok hayırlı olmuştur. Eğer o, bu mihnetle karşılamadaydı memurluğu devam edecek ve belki de ilme hiç dönemiyecekti. Dolayısıyla, gelecek nesiller onun ölmez ilmî mirasından yoksun kalacaktı.
İmam Şafiî, Muhammed b. el-Hasen´in evinde konakladı. Daha önce îmanı Mâlik´e sığındığı gibi bu kez de İmam Muhammed´e sığınmış oldu. İlk önce Iraklıların fıkhına göre îmanı Muhammed´in telif ettiği kitapları okumaya başladı. Bu kitapları bizzat İmam Mu-hammed´den okudu. Nitekim bundan önce el-Muvatta´i da İmam Mâlik´ten okumuştu. Allah cümlesinden razı olsun!
Böylece İmam Şafiî, hem Irak´ın hem de Hicaz´ın fıkhını birleştirmiş ve çağının en büyük fakîhlerinden ders almıştır. Bu konuda îbni Hacer el-Askalânî «Tevali et-Te´sis fî Maâlî İbni İdrîs» adlı kitabında şöyle der: «Medine´de fıkhı Mâlik b. Eries temsil ediyordu. Şafiî onun yanma gidip derslerine devam etmiştir. Irak´ta da fıkhı İmam Ebu Hanife temsil ediyordu. Şafiî, Ebu Hanîfe´nin talebesi Muhammed b. el-Hasen´den bizzat ders aldı. Böylece o, hem re´y taraftarlarının, hem de hadîs taraftarlarının ilmini kendisinde birleştirdi. Bu ilmin kaide ve prensiplerini tesbit edecek kadar yüksek bir mevki ihraz etti. Bu konuda muvafık ve muhalif herkes onun bu mevkiini tanıdı. Böylece onun ünü her tarafa yayıldı, itibarı yükseldi ve nihayet o, hakkıyla İmamlık mertebesine erişti.»
Şafiî, Muhammed b. el-Hasen´den ilim tahsil etti. Ondan nakil ve rivayetlerde bulundu. Yaptığı bu nakil ve rivayetleri yazdı. Kendisi bu konuda şöyle der: «Muhammed b. el-Hasen´den bizzat kendisinden işitmek suretiyle bîr deve yükü ilim öğrendim.» Şafiî, Muhammed b. el-Hasen´i daima hürmet ve -tazimle anardı. Onun hakkında şöyle der: «Ancak Muhammed b, el-Hasen hariç, kendisine münakaşalı bir mesele sorulan herkesin yüzünde bir nâhoşluk görürdüm.»
Burada belirtmeliyiz ki, Şâfü, îmam Muhammed´den yalnız re´y ve kıyas fıkhını tahsil etmemiş, aynı zamanda ondan Iraklılarca meşhur olan ve fakat Hicazlılarca meşhur olmayan rivayetleri de öğrenmiştir. Şafiî´nin îmam Muhammed´den yaptığı rivayetlere şunu misâl olarak söyleyebiliriz: «Muhammed b. el-Hasen, Yakub b. İbrahim (Ebu Yusuf) ´den, o da Abdullah b. Dinar´dan, o da Abdullah b. Ömer´den, Peygamber (S.A.)´in şöyle buyurduğunu bana haber verdi; «Velâ´ (birinin azatlısı olma) soy bakımından akrabalık gibidir. (Azatlı) ne satılır, ne de hîbe edilir.» Şafiî, Bağdad´ta oturduğu sıralarda Iraklılarla fıkhî münakaaşlar yapar ve kendisini îmam Mâlik´in talebesi sayardı. Muayyen bir metod ortaya koymazdı. Fakat îmam Muhammed hariç, yaşça ona denk olanlarla tartışırdı, îmam Muhammed´le tartışmayı kendisine yakıştırmazdı. Çünkü, onu kendisinin hocası olarak görüyordu. Fakat, nasıl Ebu Hanîfe talebeleriyle münakaşa ediyor idiyse, Şafiî´nin hocası İmam Muhammed de onun kendisiyle münakaşa etmesini isterdi. Fakat, Şafiî, hocasıyla tartışırken utanırdı. Çünkü ilk hocası îmam Mâlik, talebelerine münakaşa kapısını açmaz ve onları cedelleşmeden menederdi.[12]
Beytü´l-Harâm´â Gelîşî
Tarihçiler, İmam Şafiî´nin Bağdat´ta İmam Muhammed´in yanında hoca ve talebelerle tartışarak, ne kadar kaldığını bildirmemektedirler. Büyük bir ihtimale göre o, burada iki sene kalmıştır. Bu müddet, ister Uzun ister kısa olsun, gerçek olan onun çok verimli oluşudur. Zîra, İmam Mâlik´in talebesi Şafiî, hocasından başka üstadlatın da görüş ve fıkıh metodlarım öğrenme imkânını bulmuştur. Bunun tabii bir neticesi olarak, Şafiî´nin, bu değişik görüş ve metodlar arasında karşılaştırmalı bir inceleme yapması zaruri idi. Keza, onun, bu karşılaştırmalı incelemelerinden sonra bu her iki görüş ve nıetodlardan birine yakın veya her ikisinden de Uzak bâzı görüşler ortaya atması gerekirdi.
Bu karşılaştırma, elbette görüş ve metodları süzgeçten geçirerek ve bunlardan hangisinin daha doğru ve gerçeğe daha yakın olduğunu ortaya koyacak esaslı ölçülere dayanmak mecburiyetinde idi. İmam Şafiî, böyle bir karşılaştırma yapmak üzere Beytü´l-Harâm´a çekilmiş; kendisini, keskin bir basiret ve anlayışlı bir teemmül içerisinde bu işe vermiştir. Şafiî, burada yaptığı karşılaştırmalarından şöyle iki netice elde etmiştir:
1 Şafiî, kendisine has bir mezheble ortaya çıkmıştır. O,daha önce îmam Mâlik´in talebesi olup onun görüşlerini yaymaya çakışıyordu. Şimdi ise îmam Mâlik´in görüşlerini müstakil olarak ele alıp inceliyen ve yerine göre tenkit eden, bazen ona muvafakat, ba-zan da muhalefet eden bir ilim adamı olarak davranıyordu. O, bu konuda «Hilafu Mâlik» adında bir kitap yazmıştır. Keza, Şafiî, îmam Muhammed ve onun hocası Ebu Hanîfe ile Ebu Yûsuf´un görûşlerl-in incelemiş, tenkid etmiş; bâzan bunlara muhalefet, bâzan da muvafakat etmiştir. Bu konuda yazdığı kitaba da «Hilâfu´I-Irâkiyyîn» adını vermiştir, İşte böylece İmam Şafii, fakîhlerden herhangi bir guruba bağlı kalmaktan kurtulmuş, Allah´ın Kitabı ve Resûlullah´ın Sünnetinin gölgesinde hür ve müstakil olarak, ictihad mertebesine yükselmiştir.
2 İstinbat (hüküm çıkarma) prensiplerini tesbit etmiştir ki, daha sonra bu usûl-i fıkıh adını almıştır. Şafiî, içtihadlarmda yalnız ortaya koyduğu bu prensiplere göre hareket ederdi. Ondan önceki-âlimler de, içtihatlarında birtakım metodlara bağlanırlar ve bu metodları kısaca işaret ederlerdi. Şafiî ise, bu metodlan işaret etmekle yetinmemiş, müctehidin ictihad ve istinbat sırasında hatâya düşmemesi ve içtihadının verdiği imkân nisbetinde hakîkata ulaşması için bağlı kalması gereken prensip ve kanunları tesbit ederek açıklamıştır.[13]
Bağdad´a Tekrar Gelişi
İmam Şafiî, Mekke-i Mükerreme´de inceleme ve araştırmalarıyla öğrencilerine daha önce alışık olmadıkları bir ilmi öğretmeye devam etmiştir. O, fıkıh derslerinde Kur´an ve Sünnetin gölgesinden dışarı çıkmazdı. Bu sırada bilhassa hac mevsiminde bütün Uzak islâm ülkelerinden gelen ilim adamları ondan feyz alırlardı. Meselâ, Iraklılar ve diğerleri gelip ondan faydalanırlardı. Mekke´de bu seferki ikameti dokUz yıl sürmüştür.
Şüphesiz Şafiî, ulaşmış olduğu neticeleri ve özellikle fıkh! istinbat için koymuş olduğu metodlan bütün islâm ülkelerine yayacaktı. O çağda islâm âleminde ilim nurunun yayıldığı yer islâm Dev-leti´nin merkezi olan Bağdad şehri idi. Şafiî bu şehre, bu şehir de ona ısınmıştı. Şafiî burayı, bura da kendisini tanımıştı. Bunun içindir ki Şafiî, 195 H. yılında tekrar Bagdad´a dönmüştür. Bu tarihte o, yaklaşık olarak 45 yaşında idi.
Bağdad´ta ona bütün âlimler önem vermiş ve talebeler etrafını´ sarmıştır. Bağdad âlimleri, ondan ders almak konusunda büyüklük saİmamıştır. Meselâ, daha önce Mekke´de Şafiî ile görüşen Ah-med b. Hanbel ona talebe olmuş, onun akıl ve fikrine hayran kalmıştır. Aşağı yukarı kendisinin yaşıtı olan İshak b, Rahûye de ondan tahsil görmüştür. Bunlar ve benzerleri, îmam Şafiî´den ilim tahsil eden asıl talebelerden ayrıdırlar.
Herkes onun dersine koşuyor ve verdiği cevaplara hayran kalıyordu. Çünkü O, Iraklıların alışık olmadıkları bir metoda dayanan yeni bir ilim getirmişti. Ayrıca o, kendisinden öncekilerde bulunmayan bir kısım sıfatlara sahipti. Şafiî´nin metodu, tafsilatıyla açıkladığı istinbat metodu olan usûl-i fıkıh ilmi idi. O, bu sayede açık lâfızlara dayanarak, kapalı olan mânaları ortaya koyuyordu. Bunun içindir ki İshak b. Rahûye: «Şafiî´den önce biz, nâsih ve mensûhu bilmiyorduk.» demiştir. Sahip olduğu sıfatlar ise, güzel ve açık konuşma, münazara ve münakaşa kudretidir. Onun ifadesi gayet açık, güzel ve tesir bakımından çok güçlü idi. Bunun için bir çağdaşı «O, âlimlerin hatibidir.» demiştir.
Şafiî, bu gelişinde Bağdad kitapları (el-Kütübu´1-Bağdadiyye) adını verdiği eserlerini yazdırmış (imlâ etmiş) tır. el-Umm veya el-Mebsût diye isimlendirilen eseri bunlar arasındadır. Bu eser, birkaç kitaptan meydana gelmiş olup çoğu fürû´a dairdir. Bunu kendisinden rivayet eden, talebesi ez-Zaferânî´dir. Keza, burada Şafiî, usûl-i fıkha ait olan kitabını imlâ etmiştir. Bu eser er-Risâle adını almış olup bunu rivayet eden de ez-Zaferânî´dir.
Böylece Şafiî´nin ilmi Irak´ın sınırlarını aşmış ve bütün Doğu İslâm ülkelerinde yayılmıştır. Onun ilmini yaymada talebelerinin tesiri çok olmuştur. Talebelerine tesir eden iki husus vardı:
Birisi ondan istifade arzusu, diğeri de Şafiî´nin eşsiz şahsiyetine karşı duydukları hayranlık idi.
Bu gelişinde Şafiî, iki seneden fazla Çalmış, sonra tekrar Mekke´ye dönmüştür. Belki Şafiî, tekrar Mekke´ye eşya ve işlerini toparlamak, Beytu´î-Harâm´ı ve Süfyayn b. Uyeyne gibi hocalarını ziyaret etmek için gelmiştir. Dolayısiyle burada fazla kalmamış, 198 H. yılında yeniden Bagdad´a dönmüştür.[14]
Bağdad´tâ Kısa Bîr Îkâmeti
Şafiî, Bagdad´a bu gelişinde kısa bir süre ikâmet ettikten sonra Mısır´a gitmek üzere yola çıkmış ve oraya 199 H. yılında varmıştır.
Şafiî, bu sefer Bağdad´ta niçin kısa bir süre kalmıştır? Halbuki umumî vaziyet onun bu şehirde Uzun müddet kalmasını gerektiriyordu. Çünkü burası, âlimlerin merkezi ve İslâm Devleti´nin başkenti idi. Öte yandan burada, Şafiî´nin birçok talebeleri vardı. Bu şehirden İslâm âleminin dört bucağına ilim nuru yayılıyordu. Öyle ise, İmam Şafiî burayı terkedip niçin Mısır´a gitmiştir? Halbuki Mısır, bu sırada ilim merkezi değildi. Gerçi yavaş yavaş bir ilim merkezi olmaya başlamıştı. İçimizi rahatsız eden bu soru bizden cevap beklemektedir.
Bu sorunun cevabı bizce şudur: 198 H. yılında hilâfet, Harun er-Reşîd´in oğlu Abdullah el-Me´mun´a geçmiştir. Arap.ve İranlılar arasında cereyan eden birçok savaş ve fitnelerden sonra el-Emin öldürülmüş (198 HÜ ve el-Me´mun .(öl. 218 H.) halifelik makamına oturmuştur. el-Me´mun devrinde hâkim bir durumda olan iki husus, Şafiî´nin Mısır´a gitmesinde etkili olmuştur ki, bu kanaati Şafiî´nin hayat ve ilmî metodu teyit etmektedir.
1 el-Me´mun devrinde duruma İranlılar hâkim olmuşlardı. Çünkü el-Emin´le el-Me´mun arasındaki taht kavgası, gerçekte Araplarla İranlılar arasında cereyan etmiştir. Neticede de el-Me´mun mUzaffer olmuş, dolayısıyla İranlılar, Araplara galip gelmişler ve nüfuz onların eline geçmiştir. Bu durumda Kureyşli Şafiî, İranlıların nüfUz ve otoritesine boyun eğmek istememiştir.
2 el-Me´mun, kelâmcı filozoflardan idi. Mu´tezilîleri. yanma almış, kendisini onlardan saymış, kâtip, hâcip ve nedimlerini onlardan seçmiş, ilimde ve âlimler arasında onları üstün tutmuştur. Şafii ise, mu´tezilîlerden ve onların metodlanndan nefret ederdi. Mu´-tezilîler gibi münakaşalara giren ve onların metoduyla akâid konularını anlatan kimselerin cezalandırılmasını isterdi. Şafiî gibi bir şahsiyet, elbette bunlarla beraber yaşıyamaz ve onlara yüzveren Halîfe el-Me´mun´un yanında kalamazdı. Öyle ki Hlîfe el-Me´mun, daha sonra mu´tezilîlerin tahrikiyle fakîh ve muhaddislere işkencelerde bulunmuştur. Bu işkencelerin başlıca sebebi, Kur´an-ı Ke-rîm´in yaratılmış olup olmaması meselesi idi. Bu yüzden îmanı Ah-med b. Hanbel de, türlü işkencelere uğramıştır.
Şafiî mezhebine bağlı olanlardan bâzısının rivayetine göre, Halîfe el-Me´mun, İmam Şafiî´ye kadılık teklifinde bulunmuş, o da bu konuda özür beyan etmiştir. Şüphesiz bu rivayet, İmam Mâlik´in talebesi olan Şafiî´nin hem düşüncesi, hem mantığı, hem de yaşayışla bağdaşmaktadır.[15]
Şafiî Mısır´da
Son gelişinde Bağdad´ta oturmak, Şafiî için hoş olmuyordu. Onun, ilim bakımından buraya yakın bir değer taşıyan başka bir memlekete gitmesi gerekiyordu. Gideceği bu memlekette O, Bağdad´taki gibi İranlıların AVaplara tahakkümü ile karşüaşmamalıydı. Şafiî aradığını Mısır´da buldu. Çünkü İmam Mâlik´in talebeleri ve Leys b. Sa´d Mısır´da idiler. Ayrıca Mısır, ilim bakımından Bağ-dad´a benzememekte ise de, ona yakındı. Buraya Araplar hâkimdi. Buranın valisi Kureyş´e mensup olup Abbas oğullarından idi. Yakut el-Hamevî «Mu´cemu´l-Üdebâ» smda bu konuda şöyle der: «Şafiî´nin Mısır´a gelişinin sebebi, bura valisinin Abbas b. Abdillah b. Abbas b. Musa b. Abdillah b. Abbas oluşudur.»
Şafiî, Mısır yolculuğuna karar verince şu mısraları söylemiştir:
«Durmadan Mısır´ı özlüyor ruhum?
Ondan gayri çöl ve ova kalmadı.
Kurtuluş ve zenginliğe mi? Vallahi bilmiyorum,
Yoksa kabre mi götürülüyorum?»
Kader, Şafii´nin bu arzusunu yerine getirdi ve onu burada zenginliğe ulaştırdı. Çünkü Mısır´ın Arap valisi, Peygamber´e akraba olanlara tahsis edilen ganimetlerden Şafiî için de bir hisse ayırmış ve böylece Şafii, nesebinin şerefiyle mütenasip bir duruma gelmiştir. Şafii, öte yandan ilmini, fıkhını ve görüşlerini burada yaymaya muvaffak olmuştur. Daha1 sonra ölümü tadarak Mısır´daki kabrine defnedilmiştir. Şafiî, Mısır´da 204 H. yılı Recep ayının son gecesi öldüğü zaman 54 yaşında idi. Halbuki İmam Ebu Hanîfe takriben 70 ve Şafiî´nin hocası İmam Mâlik 86 yaşma değinceye kadar hayatta kalmıştır. İmam Şafiî´nin hayatı mücadele içinde geçmiş olup hasta iken yatağında ölmüştür[16].
Zayıf bir rivayete göre Şâfü, Mâliki mezhebine mensup Fityan isimli budala ve yobaz bir kimsenin adamları tarafından dövülmüş ve bunun üzerine ölmüştür. Bu rivayeti Yakut el-Hamevi «Mulcemu´l-Udebâ» smda anlatırken aynen şöyle der:
«Mısır´da Fityan denilen ve Mâliki mezhebine bağlı olan hiddetli ve zâlim bir kimse sardı. Bu, çoğu zaman Şafiî ile münakaşa eder, halk da bunların etrafına toplanırdı. Bir gün hür bir insanın satılması meselesi üzerine tartışıyorlardı. Meselenin aslı şu idi: Rehin olarak verilmiş olan bir köleyi, onu rehin olarak veren sahibi âzâd etse ve borcunu verecek başka malı bulunmasa durum ne olacaktır? Şafiî, bir kavline göre bu âzâd edilmiş kölenin satılabileceğini söyledi. Görüşünü isbat için birçok delil serdetti. Bunun üzerine öfkelenen Fityan Şafiî´ye ağır şekilde küfretti. Şafiî, ona hiç cevap vermedi ve meseleyi açıklamaya devam etti. Bir şahıs bu durumu Mısır Valisine haber verdi, Vali de, Şafiî´yi çağırıp durumu sordu. Şafiî olanları anlattı ve bâzı kimseler de Fityan´m aleyhinde şahitlik ettiler. Bunun üzerine Vali, Şafiî gibi bir kişi daha Fityan aleyhinde şahitlik etseydi Fityan´ın boynunu vurdururdunı, dedi. Valinin emriyle Fityan kırbaçla dövüldü ve bir deve üzerine bindirilip sokaklarda dolaştırıldı. Önünden giden bir tellâl: İşte Peygamber´in soyuna küfredenlerin cezası budur, diye bağırdı. Daha sonra bayağı kimselerden meydana gelen bir topluluk, Fityan lehine harekete geçip. Şafii´yi takibe başladılar. Şafiî, talebelerinden ayrılıp yalnız kalınca üzerine saldırdılar ve dövdüler. Bundan sonra evine gelen Şafiî ölünceye kadar iyileşemedi.»
Bu rivayete göre, Şafiî´nin ölüm sebebi bu dövülme olayıdır. Biz, bu rivayeti yerinde bulmuyorUz. Çünkü Şâfiîye küfreden kimseyi, nerede ise ölüm cezası ile cezalandıracak olan Mısır Valisi onu dövenlere karşı susmaz, durumu Şafiî´den mutlaka sorup suçluları en ağır şekilde cezalandırırdı. Bu dövme olayı, ister doğru olsun ister doğru olmasın, gerçek olan şudur ki, Şafiî´nin ölümünün sebebi, basur hastalığına yakalanmış olmasıdır. Şafiî bu yüzden şiddetli bir kanama geçirmiş ve neticede Rabbma kavuşmuştur. Allah ondan razı olsun!
İmam Şafiî, kendisinden sonrakiler için zengin bir miras ve fıkıh için hâlâ tükenme bilmeyen bir hazine bırakmıştır. Bu sayede onun adı, her yerde hürmetle anılmaktadır.[17]