ezelinur
Sun 24 January 2010, 08:41 pm GMT +0200
İMAM AZAM EBÛ HANÎFE
Asıl adı Numan b. Sabit olan ve İmam Azam lakabıyla tanınan Ebû Hanîfe, Hicrî 80 (Milâdî 699) yılında Kûfe´de doğdu. Önce burada Kur´an´ı hıfzetti. Arapçanın o zaman henüz kurulmakta olan sarf ve nahvi ile şiir ve edebiyatını öğrendi. Kûfe, Basra ve bütün Irak´ın en büyük üstadlarından hadîs ve fıkıh dersleri aldı. O zamanlar Küfe ve Basra´da çok ilerlemiş olan cedel ile İslâm´ın dinî felsefesi olan kelâm´ı öğrendi. Kaynaklar onun mantıkta ve hazır cevaplılıkta doğuştan üstün bir yeteneğe sahip olduğunu belirtmektedir. Kûfe´nin en ileri gelen İmamlarından Ebû Amr Âmir Şa´bî ile yakın münasebeti vardı. Hatta ilim yoluna girişinde bu zatın büyük etkisi olduğu anlaşılıyor. Yine kaynaklara göre, 16 yaşındayken babasıyla birlikte Hicaz´da bulunmuş ve 714 yılında, Mekke´de, Kabe´nin hareminde râvilerin ders halkalarında hadîsler dinlemiştir. Ebû Hanîfe bu seyahatinde Ata b. Ebî Rebah ve Nâfi gibi tabiînden bazıları ile temas etmiş ve onlardan da hadisler dinlemiştir. Ayrıca onun Irak´ta iken tabiînden 93 zat ile görüştüğü rivayet edilmektedir ki, bu durum Ebû Hanîfe´nin tabiînin küçüklerinden ve tebe-i tabiînin büyüklerinden olduğunu göstermektedir.
Ebû Hanîfe, bütün bu tahsili sırasında, bir yandan da ticâret hayatına girmiş bulunuyordu. Bu âlim-tüccarın, Hind, İran ve Arap Yarımadasının ticaret yollarının birleştiği ve aynı zamanda kelâmî münâkaşaların kaynaştığı Basra´ya 20 defadan fazla gidip geldiği söylenir. Artık olgunlaşmış bir genç olan Ebû Hanîfe, Basra´da ticâret işlerini yürütürken buradaki çeşitli ilmî ve fikrî gruplarla da temasa geçmişti. Bunlar arasında Haricîler, Şia, Kaderiye ve Dehriye mezheblerinin İmam ve müdafileri de vardı. Bunların en büyükleriyle tartışmalara ve sohbetlere girdiği ve böylece kelâm ve cedel´de epeyce ilerlediği bilinmektedir. Bütün bunlardan sonra nasslarda görülen, Hz. peygamber (s.a.s.) ve sahabelerinden anane yoluyla gelen ve başlıca cumhur-u ulemâ inanç asıllarının şekillendirilerek vecizeler halinde ifadeleri ve bunların Kur´an ve Hadîs sınırları içerisindeki akıl ve mantığın da yardımıyla savunulmaları hususunda büyük başarılar elde ettiği muhakkaktır.
Ebû Hanîfe, İslâm dünyasında yaklaşık bir yüzyıl içinde gelişmiş olan bilgilen elde etmekle birlikte, kendisi için bunları yeterli görmüyordu. Onun düşüncesine göre; bütün bunlar ancak hazırlık mahiyetindeki bilgilerden ibaretti. Bu bilgilerin de yardımıyla din ve dünya işlerinin düzenlenmesine yarayacak olan “fıkh”ı elde etmek gerekiyordu. O dönemde Fıkıh İlmi, genişçe ve daha genel bir çerçeve içinde olsa da, ayrı bir ihtisas bölümü olmak üzere yeni kurulmaya başlamıştı. Bu konuyla daha çok İslâm dünyasının müftüleri ve hâkimleri uğraşmaktaydı. Nihayet Ebû Hanîfe, fıkhı yeniden kurma konusundaki kararını verdi. Bu sırada yaşı yirminin üstünde bulunuyordu. Irak´ın en ileri gelen fakîhi Hammad b. Ebî Süleyman´ın Küfe camiindeki derslerine devam etti. Aynı zamanda oranın başka âlim ve fakîh muhaddislerinden ders dinledi. İmam Azâm´ın, İmam Cafer es-Sâdık ile, Hz. Ömer, Hz.AIi, İbn Mes´ud ve İbn Abbas kollarına mensup bilginlerden ve bunlara ilâveten daha 4000´e yakın din bilgininden hadîs dinlediği de rivayet edilmektedir. Ebû Hanîfe, Hammad’ın da en gözde öğrencisiydi. Hocası bulunmadığı zaman onun yerine vekâlet ederdi. Onun derslerine yaklaşık olarak 10 yıl devam ettikten sonra, bir ara ayrı bir tedris halkası kurmayı düşünmüş, fakat hocasına yaptığı iki aylık vekilliği zamanında verdiği 60 fetvadan yirmisinin hocası tarafından düzeltildiğini görerek, Hammad´ın vefatına kadar onun ders halkasından ayrılmamıştır.
Hammad b. Süleyman´ın Hicrî 120 yılında ölümü üzerine, yaşı kırk dolaylarında olan Ebû Hanîfe, hocasının diğer ileri gelen öğrencilerinin ve arkadaşlarının ısrarlı ricaları üzerine, hocasından boşalan kürsüye geçmiş ve dersleri devam ettirmeye başlamıştır. Zaten Ebû Hanîfe, öteden beri yüksek vekarı, samimiyeti ve ciddiyetiyle kendisini çevresine kabul ettirmişti. Aynı zamanda o, resmî görevlerden ve devlet kapısından uzak kalmaya da azmetmişti. Derin takvasından başka, fıkıhtaki ilham ve sezgi derecesini bulan kavrayışlı bilgisini tatlı ve güler yüzlü bir şekilde, vecizelerle süsleyerek anlatma hususundaki müstesna yeteneği sayesinde kısa zamanda ders halkası dolup taşmaya başladı. İslâm dünyasının hemen her yerinden akın akın gelen öğrenciler ve aynı zamanda halktan dinleyicilerle ders kürsüsü sımsıkı sarıldı. Bazı aralıklarla 30 yıl kadar süren ders ve fetva halkalarında yetişen öğrencilerin sayısının 4000´i aştığı ve bunlardan en az 40 kadarının ictihad derecesine ulaştığı bilinmektedir. Halkasında yetişen öğrencilerinin adlan, künyeleri ve şehirlerini gösteren kitaplar yazılmıştır. Ebû Yusuf Yakub b. İbrahim el-Ensarî Zufer b. el-Huzeyl el-Ensâri, Dâvud et-Tâî, Esed b. Amr, Afiyet b. Yezid el-Avdî, Hasan b. Ziyâd, Kasım b. Maan, Ali b. Mushir, Mindel b. Ali, Hibban b. Ali ve Muhammed b. Hasan el-Şeybânî gibi büyük âlim ve müctehidler İmamın halkasında yetişenlerin en büyüklerindendir.
Ebû Hanîfe´nin tedris ve fetva verme hususunda izlediği yol, başka bilginlerin yolundan farklıydı. Onun halkasında iki türlü müzâkere yapılırdı:
1- Öğrenci için izlenen muntazam fıkıh dersleri.
2- Dışardan ve halk tarafından cevabı istenilen sorular.
Ebû Hanîfe, ele alınacak konuyu ortaya koyar ve mesele açık bir şekilde, tartışmalı olarak müzâkere edilirdi. Meselenin incelenmesinde hazırlığı olanlar ve ictihad derecesine yükselenler, düşünce ve ictihadlarını söyledikten sonra sıra Ebû Hanîfe´ye gelirdi. İmam, meseleyi yeniden tasvir ve izah ileten sonra kendi düşünce ve ictihadlarını delilleriyle ortaya koyar ve gerekli düzeltmeler yapılarak cevaplar verildikten sonra, alınan karar, çoğunlukla delillerinden tecrit edilerek, son derece veciz cümlelerle bizzat kendisi tarafından yazıya geçirilirdi. Bu yazılı vecizeler daha sonra fıkıh kaideleri haline gelmiştir.
İmam Azam, müzâkeresini yeterli görmediği ve olgunlaştığına kanaat getirmediği meselelerin yazı ile tesbitini yasaklardı. Ebû Hanîfe´nin bu ılım halkaları, başta kendilerinin, sonra da arkadaşlarının fıkhî nezâret ve salahiyetleri altında çalışan ilmî bir istişare meclisi niteliğindeydi. İşte böylece İslâm dininin amellerle ilgili bütün talimi yeni baştan gözden geçirilerek incelenmiştir. İbadetlerden başka aile hukuku, muamelât, hudut, ukûbat, sulh ve cihad hükümleri, miras ve benzeri konuları içeren ve daha sonra kendisinin öğrencisi İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed tarafından tedvin edilip Zahir el-Rivâyât adıyla anılan büyük teliflerin metinleri bu halkalarda karara bağlanmış ve tesbit edilmiş olan konulardır. Rivayete göre İmam´ın huzurundaki ders halkalarında karara bağlanan meselelerin sayısı yarım milyonu bulmaktadır.
Ebû Hanîfe, bir taraftan fıkhın eski olaylara verdiği cevaplardan meydana gelen hükümleri öğrencilerine öğretirken, bir taraftan da yeni olaylara ait hükümleri araştırırdı. Bunun yanında aynı türden olan geleceğe ait bir takım olayların meydana çıkması da mümkün olduğu için, bunlara ait farazî meseleler de Ebû Hanîfe´nin meşgul olduğu konular arasındaydı. İşte böylece yeni bir ictihad kapısından fıkhın külli kaidelerine doğru yürümek için geniş bir yol açılmış bulunuyordu. İmama göre geçmiş, bazı şartlara bağlı olarak bugün (hâl) için örnek teşkil ettiği gibi, gelecek için de örnek olabilirdi. Öyleyse gelecekte çıkması mümkün olan meseleler için cevaplar arayıp bulmakta bir mahzur yoktu; hatta bu zorunluydu. İşte bu surette fıkıh, geçmiş ile hâlin dar çerçevelerini aşarak geleceğe girmiş ve bu yolda geçmiş ve hâlin somut meselelerinden sonsuz geleceğin ideal fıkıh düşüncesine doğru geçilmiş oluyordu. Nitekim böylece Ebû Hanîfe´nin halkasında bulunan fiilî ve teorik hükümler belki yüz binleri geçiyordu. Artık bu kadar çok sayıdaki hükümlerin bir zapt ve rapt altına alınması şart olmuştu. Her gün hacmi artmakta olan meselelerin bazılarının aynı cins ve neviden oldukları görülerek, ona göre tasnif edilebileceği meydana çıkmış oluyordu. Bu suretle fıkıh meseleleri cinslerine göre kitaplara, kitaplar da nevilerine göre bab ve fasıllara ayrılıyor ve başta taharet olmak üzere ibadetler, münâkehat, muamelat, hudut, ukûbât konularıyla devam ediyor ve nihayet miras kitapları olmak üzere sıralanarak fıkıh´ın tedvini Ebû Hanîfe´ye nasip oluyordu.
Fikıh´ı, “insanın leh ve aleyhinde olan, yani iyi veya kötü olan şeyleri bilmesi” şeklinde tarif eden Ebû Hanîfe, bu konuda önce Kur´an ve Hadisten ibaret olan nass´lara başvurur, sonra bu nasslarda hakkında kesin hüküm bulunmayan meselelerde, yine nassın şümul ve gölgesinde kıyâs´a ve ümmetin icmâına bakardı. Sünnet´in Hz. Muhammed (s.a.s.) e dayanmasını tayin hususunda, İmam Azâm´ın kendisine göre, esaslarını üstadlarından aldığı ve Usûl-i Fıkıh´ta ayrıntılı olarak bildirilen özel metodları vardı. Bu metoda göre her an´ane bir sünnet olmayabilirdi. Bundan dolayı İslâm´ın esaslarına ve asıllarına uymayan “haber-i vâhid”leri reddederdi. Doğrudan doğruya Kitab ve Sünnet´e bağlanamayan meseleler hakkında, iyi ve kötünün, yani mâruf ve münkerin tanınmasında ashabın ihtilâfı görülürse, bunlar arasında kendi görüşüne uygun olan birini tercih eder, fakat kesin olarak bunların sınırları dışına çıkmazdı. Çünkü Peygamber efendimizin sahabelerinden birine dayanan fetva ve hükümler, ya onların kendi ictihad ve görüşleri yahut da Hz. Peygamber (s.a.s.) e dayanan mürsel bir sünnettir. İmama göre, ashabın mürselleri, başkalarının müsnetlerinden daha kuvvetli sayılırdı ve mutlaka bunlardan herhangi birine uymak gerekirdi.
İmam Azam Ebû Hanîfe, bütün ehl-i sünnet tarafından saygı gören dört büyük müctehid mezheb İmamının birincisidir. Gerek kıdem ve gerekse mezhebindeki genişlik ve büyüklük bakımından, kendisine verilen “İmam Azam” unvanına hakikaten lâyık olduğunu göstermiştir. Aslında İslâmiyetin ilk feyizli çağlarında müslümanlar arasından birçok büyük müctehidler çıkmıştır. Fakat onların ictihadlan ve ictihad metodları hakkıyla zabt edilememiş, kendilerine tabi olanlar da bu dünyadan göçünce mezhebleri devam edememiştir, İmam Azam ise, yukarıda anlattığımız metodlarla, mezhebinin kalıcı olmasını sağlayacak çok büyük bir yol geliştirmiş ve dolayısıyla da mezhebi devam edegelmiştir.
İmam Ebû Hanîfe´nin hayatı ve yaşayışı hakkında yüzlerce kitap yazılmıştır. Onun nezih hayatı, zühd ve takvası, yüksek ahlâkı, üstün ilim ve zekâsı herkes tarafından bilinmekte ve teslim edilmektedir. Bu husustaki bazı olayları okuyucularımıza sunmakta fayda görüyoruz:
Harun el-Reşid, İmam Eû Yusuf´tan İmam Azâm´ın ahlâkını anlatmasını istemesi üzerine İmam Ebû Yusuf: “Hiçbir söz söylemez ki, yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zabt eden (bir melek) hazır bulunmasın”[4] ayetini okuduktan ve her söz söyleyenin söylediği şeyi Allah´ın bildiğini belirttikten sonra şöyle dedi: “İmam Azam, Allahü Teâlâ´nin haram kıldığı şeylerin yapılmasını şiddetle engellemeye çalışırdı. Din hakkında bilmediği bir şeyi söylemekten şiddetle kaçınırdı. O, daima Hakk´a itaat olunmasını isterdi. Çokça sükût eder, daima tefekküre dalar ve ilim sahibi olmak için çalışırdı. istenildiği takdirde ilmini ve malını ziyadesiyle harcamaktan çekinmezdi. Hiçbir kimseyi hayırdan başka bir şeyle anmazdı.”
Zehebî´nin “Tezkiretü´l-Huffâz” adlı kitabında şu satırlar yer alır: ´İmam Azam, gerçek bir önder, müteverrî, âlim, müteabbid, büyük şan sahibi bir zattı. Sultanın atıyyelerini kabul etmez, bizzat kendisi ticâretle uğraşıp kazanırdı.”
İmam Azam gerçekten de son derece müteverri idi. Belki bir hükümde kusur ederim diye kadılığı kabul etmemişti. Aslında seleften birçok kişi de kaza mevkiinde bulunmaktan kaçınmışlardı. Çünkü gerçekten de, insanlar arasında adaleti hakkıyla temin oldukça güç ve manevî sorumluluğu gerektiren bir görevdi. İmam Azam ise, aynı zamanda büyük bir müctehid idi ve bütün zamanını ictihad için harcıyor, yüzlerce öğrenci yetiştiriyordu. Böyle bir görev üstlenmiş bir insan kaza işleriyle bağlanarak ilim ve ictihad alanındaki çalışmasını kısmen de olsa sekteye uğratamazdı. Buna rağmen hem Emevîler ve hem de Abbasîler tarafından göreve zorlanmıştı. Acaba bunun sebepleri nelerdi? Bu konuda bazı tarihî görüşler vardır:
Bazılarına göre İmam Azam, zamanın bütün icraatına, adalet ve hakkaniyet ölçüleri içinde bakıyor, fakat istediği şartları göremediğinden üzülüyordu. Bunu hisseden ve bir vehme kapılan idareciler ise İmamı hesaba çekmek ve başında bulunduğu topluluğu dağıtmak için bahane arıyor, ona kabul etmeyeceği bir görev teklif ediyor ve bundan kaçınmasını bahane ederek kendisine eziyette bulunuyorlardı. Hatta bazıları İmam Azâm´ın Emevîlere karşı kıyam etmek isteyen Hz. Zeynel Abidin´in oğlu Zeyd taraftarı olduğunu ve ona yardım ettiğini söylüyorlardı. Bu yüzden Emevî valisi İbn Hubeyre´nin işkencesine mâruz kalmıştı.
İmam Azâm´ın Abbasîler zamanında da Hz. Ali´nin torunlarından Muhammed ve İbrahim´e mütemayil olduğunu söyleyenler de olmuştur. Ebû Cafer Mansur, bu sebeple İmam Azâm´a düşmanlıkta bulunmuştur. Ancak bu rivayetin doğru olmadığı görüşünü de savunanlar vardır. Bunlara göre Ebû Cafer Hicrî 145 yılında Bağdat şehrini kurmaya başlamış ve 149 yılında tamamlamıştı. Burası İslâm´ın önemli ve en büyük merkezlerinden birisi olacaktı. Dolayısıyla bu merkezde kadı olacak kimsenin de Ebû Hanîfe gibi büyük bir müctehid olması gerekiyordu. Fakat Ebû Hanife´nin bu göreve yaklaşmaması Ebû Cafer için büyük bir hayal kırıklığı olmuştu. Nitekim Ebû Cafer Mansur, Ebû Hanîfe´nin görevi kabul etmeyeceğini bile bile, onun kadı olmasında ısrar etti. Fakat bunu kabul etmeyen İmamı hapsettirip işkence yaptırdı. Sağlık durumu bozulunca hapisten çıkardı, fakat vetva ve derslerinden menetti. Ebû Hanîfe ise kısa bir süre sonra Allah´ın rahmetine kavuştu. (H.150/M.767)
İmam Azam Ebû Hanîfe değeri çok yüce olan bir bilgindir. Onun meydana getirdiği ictihad müessesesi İslâm âlemi için bir rahmet vesilesi olmuştur. Adı da müslümanlar arasında hayır, rahmet ve şükranla anılmakta, bugün dünyanın çeşitli yerlerinde onun kurduğu mezhebe mensup milyonlarca insan yaşamaktadır.[5]
Asıl adı Numan b. Sabit olan ve İmam Azam lakabıyla tanınan Ebû Hanîfe, Hicrî 80 (Milâdî 699) yılında Kûfe´de doğdu. Önce burada Kur´an´ı hıfzetti. Arapçanın o zaman henüz kurulmakta olan sarf ve nahvi ile şiir ve edebiyatını öğrendi. Kûfe, Basra ve bütün Irak´ın en büyük üstadlarından hadîs ve fıkıh dersleri aldı. O zamanlar Küfe ve Basra´da çok ilerlemiş olan cedel ile İslâm´ın dinî felsefesi olan kelâm´ı öğrendi. Kaynaklar onun mantıkta ve hazır cevaplılıkta doğuştan üstün bir yeteneğe sahip olduğunu belirtmektedir. Kûfe´nin en ileri gelen İmamlarından Ebû Amr Âmir Şa´bî ile yakın münasebeti vardı. Hatta ilim yoluna girişinde bu zatın büyük etkisi olduğu anlaşılıyor. Yine kaynaklara göre, 16 yaşındayken babasıyla birlikte Hicaz´da bulunmuş ve 714 yılında, Mekke´de, Kabe´nin hareminde râvilerin ders halkalarında hadîsler dinlemiştir. Ebû Hanîfe bu seyahatinde Ata b. Ebî Rebah ve Nâfi gibi tabiînden bazıları ile temas etmiş ve onlardan da hadisler dinlemiştir. Ayrıca onun Irak´ta iken tabiînden 93 zat ile görüştüğü rivayet edilmektedir ki, bu durum Ebû Hanîfe´nin tabiînin küçüklerinden ve tebe-i tabiînin büyüklerinden olduğunu göstermektedir.
Ebû Hanîfe, bütün bu tahsili sırasında, bir yandan da ticâret hayatına girmiş bulunuyordu. Bu âlim-tüccarın, Hind, İran ve Arap Yarımadasının ticaret yollarının birleştiği ve aynı zamanda kelâmî münâkaşaların kaynaştığı Basra´ya 20 defadan fazla gidip geldiği söylenir. Artık olgunlaşmış bir genç olan Ebû Hanîfe, Basra´da ticâret işlerini yürütürken buradaki çeşitli ilmî ve fikrî gruplarla da temasa geçmişti. Bunlar arasında Haricîler, Şia, Kaderiye ve Dehriye mezheblerinin İmam ve müdafileri de vardı. Bunların en büyükleriyle tartışmalara ve sohbetlere girdiği ve böylece kelâm ve cedel´de epeyce ilerlediği bilinmektedir. Bütün bunlardan sonra nasslarda görülen, Hz. peygamber (s.a.s.) ve sahabelerinden anane yoluyla gelen ve başlıca cumhur-u ulemâ inanç asıllarının şekillendirilerek vecizeler halinde ifadeleri ve bunların Kur´an ve Hadîs sınırları içerisindeki akıl ve mantığın da yardımıyla savunulmaları hususunda büyük başarılar elde ettiği muhakkaktır.
Ebû Hanîfe, İslâm dünyasında yaklaşık bir yüzyıl içinde gelişmiş olan bilgilen elde etmekle birlikte, kendisi için bunları yeterli görmüyordu. Onun düşüncesine göre; bütün bunlar ancak hazırlık mahiyetindeki bilgilerden ibaretti. Bu bilgilerin de yardımıyla din ve dünya işlerinin düzenlenmesine yarayacak olan “fıkh”ı elde etmek gerekiyordu. O dönemde Fıkıh İlmi, genişçe ve daha genel bir çerçeve içinde olsa da, ayrı bir ihtisas bölümü olmak üzere yeni kurulmaya başlamıştı. Bu konuyla daha çok İslâm dünyasının müftüleri ve hâkimleri uğraşmaktaydı. Nihayet Ebû Hanîfe, fıkhı yeniden kurma konusundaki kararını verdi. Bu sırada yaşı yirminin üstünde bulunuyordu. Irak´ın en ileri gelen fakîhi Hammad b. Ebî Süleyman´ın Küfe camiindeki derslerine devam etti. Aynı zamanda oranın başka âlim ve fakîh muhaddislerinden ders dinledi. İmam Azâm´ın, İmam Cafer es-Sâdık ile, Hz. Ömer, Hz.AIi, İbn Mes´ud ve İbn Abbas kollarına mensup bilginlerden ve bunlara ilâveten daha 4000´e yakın din bilgininden hadîs dinlediği de rivayet edilmektedir. Ebû Hanîfe, Hammad’ın da en gözde öğrencisiydi. Hocası bulunmadığı zaman onun yerine vekâlet ederdi. Onun derslerine yaklaşık olarak 10 yıl devam ettikten sonra, bir ara ayrı bir tedris halkası kurmayı düşünmüş, fakat hocasına yaptığı iki aylık vekilliği zamanında verdiği 60 fetvadan yirmisinin hocası tarafından düzeltildiğini görerek, Hammad´ın vefatına kadar onun ders halkasından ayrılmamıştır.
Hammad b. Süleyman´ın Hicrî 120 yılında ölümü üzerine, yaşı kırk dolaylarında olan Ebû Hanîfe, hocasının diğer ileri gelen öğrencilerinin ve arkadaşlarının ısrarlı ricaları üzerine, hocasından boşalan kürsüye geçmiş ve dersleri devam ettirmeye başlamıştır. Zaten Ebû Hanîfe, öteden beri yüksek vekarı, samimiyeti ve ciddiyetiyle kendisini çevresine kabul ettirmişti. Aynı zamanda o, resmî görevlerden ve devlet kapısından uzak kalmaya da azmetmişti. Derin takvasından başka, fıkıhtaki ilham ve sezgi derecesini bulan kavrayışlı bilgisini tatlı ve güler yüzlü bir şekilde, vecizelerle süsleyerek anlatma hususundaki müstesna yeteneği sayesinde kısa zamanda ders halkası dolup taşmaya başladı. İslâm dünyasının hemen her yerinden akın akın gelen öğrenciler ve aynı zamanda halktan dinleyicilerle ders kürsüsü sımsıkı sarıldı. Bazı aralıklarla 30 yıl kadar süren ders ve fetva halkalarında yetişen öğrencilerin sayısının 4000´i aştığı ve bunlardan en az 40 kadarının ictihad derecesine ulaştığı bilinmektedir. Halkasında yetişen öğrencilerinin adlan, künyeleri ve şehirlerini gösteren kitaplar yazılmıştır. Ebû Yusuf Yakub b. İbrahim el-Ensarî Zufer b. el-Huzeyl el-Ensâri, Dâvud et-Tâî, Esed b. Amr, Afiyet b. Yezid el-Avdî, Hasan b. Ziyâd, Kasım b. Maan, Ali b. Mushir, Mindel b. Ali, Hibban b. Ali ve Muhammed b. Hasan el-Şeybânî gibi büyük âlim ve müctehidler İmamın halkasında yetişenlerin en büyüklerindendir.
Ebû Hanîfe´nin tedris ve fetva verme hususunda izlediği yol, başka bilginlerin yolundan farklıydı. Onun halkasında iki türlü müzâkere yapılırdı:
1- Öğrenci için izlenen muntazam fıkıh dersleri.
2- Dışardan ve halk tarafından cevabı istenilen sorular.
Ebû Hanîfe, ele alınacak konuyu ortaya koyar ve mesele açık bir şekilde, tartışmalı olarak müzâkere edilirdi. Meselenin incelenmesinde hazırlığı olanlar ve ictihad derecesine yükselenler, düşünce ve ictihadlarını söyledikten sonra sıra Ebû Hanîfe´ye gelirdi. İmam, meseleyi yeniden tasvir ve izah ileten sonra kendi düşünce ve ictihadlarını delilleriyle ortaya koyar ve gerekli düzeltmeler yapılarak cevaplar verildikten sonra, alınan karar, çoğunlukla delillerinden tecrit edilerek, son derece veciz cümlelerle bizzat kendisi tarafından yazıya geçirilirdi. Bu yazılı vecizeler daha sonra fıkıh kaideleri haline gelmiştir.
İmam Azam, müzâkeresini yeterli görmediği ve olgunlaştığına kanaat getirmediği meselelerin yazı ile tesbitini yasaklardı. Ebû Hanîfe´nin bu ılım halkaları, başta kendilerinin, sonra da arkadaşlarının fıkhî nezâret ve salahiyetleri altında çalışan ilmî bir istişare meclisi niteliğindeydi. İşte böylece İslâm dininin amellerle ilgili bütün talimi yeni baştan gözden geçirilerek incelenmiştir. İbadetlerden başka aile hukuku, muamelât, hudut, ukûbat, sulh ve cihad hükümleri, miras ve benzeri konuları içeren ve daha sonra kendisinin öğrencisi İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed tarafından tedvin edilip Zahir el-Rivâyât adıyla anılan büyük teliflerin metinleri bu halkalarda karara bağlanmış ve tesbit edilmiş olan konulardır. Rivayete göre İmam´ın huzurundaki ders halkalarında karara bağlanan meselelerin sayısı yarım milyonu bulmaktadır.
Ebû Hanîfe, bir taraftan fıkhın eski olaylara verdiği cevaplardan meydana gelen hükümleri öğrencilerine öğretirken, bir taraftan da yeni olaylara ait hükümleri araştırırdı. Bunun yanında aynı türden olan geleceğe ait bir takım olayların meydana çıkması da mümkün olduğu için, bunlara ait farazî meseleler de Ebû Hanîfe´nin meşgul olduğu konular arasındaydı. İşte böylece yeni bir ictihad kapısından fıkhın külli kaidelerine doğru yürümek için geniş bir yol açılmış bulunuyordu. İmama göre geçmiş, bazı şartlara bağlı olarak bugün (hâl) için örnek teşkil ettiği gibi, gelecek için de örnek olabilirdi. Öyleyse gelecekte çıkması mümkün olan meseleler için cevaplar arayıp bulmakta bir mahzur yoktu; hatta bu zorunluydu. İşte bu surette fıkıh, geçmiş ile hâlin dar çerçevelerini aşarak geleceğe girmiş ve bu yolda geçmiş ve hâlin somut meselelerinden sonsuz geleceğin ideal fıkıh düşüncesine doğru geçilmiş oluyordu. Nitekim böylece Ebû Hanîfe´nin halkasında bulunan fiilî ve teorik hükümler belki yüz binleri geçiyordu. Artık bu kadar çok sayıdaki hükümlerin bir zapt ve rapt altına alınması şart olmuştu. Her gün hacmi artmakta olan meselelerin bazılarının aynı cins ve neviden oldukları görülerek, ona göre tasnif edilebileceği meydana çıkmış oluyordu. Bu suretle fıkıh meseleleri cinslerine göre kitaplara, kitaplar da nevilerine göre bab ve fasıllara ayrılıyor ve başta taharet olmak üzere ibadetler, münâkehat, muamelat, hudut, ukûbât konularıyla devam ediyor ve nihayet miras kitapları olmak üzere sıralanarak fıkıh´ın tedvini Ebû Hanîfe´ye nasip oluyordu.
Fikıh´ı, “insanın leh ve aleyhinde olan, yani iyi veya kötü olan şeyleri bilmesi” şeklinde tarif eden Ebû Hanîfe, bu konuda önce Kur´an ve Hadisten ibaret olan nass´lara başvurur, sonra bu nasslarda hakkında kesin hüküm bulunmayan meselelerde, yine nassın şümul ve gölgesinde kıyâs´a ve ümmetin icmâına bakardı. Sünnet´in Hz. Muhammed (s.a.s.) e dayanmasını tayin hususunda, İmam Azâm´ın kendisine göre, esaslarını üstadlarından aldığı ve Usûl-i Fıkıh´ta ayrıntılı olarak bildirilen özel metodları vardı. Bu metoda göre her an´ane bir sünnet olmayabilirdi. Bundan dolayı İslâm´ın esaslarına ve asıllarına uymayan “haber-i vâhid”leri reddederdi. Doğrudan doğruya Kitab ve Sünnet´e bağlanamayan meseleler hakkında, iyi ve kötünün, yani mâruf ve münkerin tanınmasında ashabın ihtilâfı görülürse, bunlar arasında kendi görüşüne uygun olan birini tercih eder, fakat kesin olarak bunların sınırları dışına çıkmazdı. Çünkü Peygamber efendimizin sahabelerinden birine dayanan fetva ve hükümler, ya onların kendi ictihad ve görüşleri yahut da Hz. Peygamber (s.a.s.) e dayanan mürsel bir sünnettir. İmama göre, ashabın mürselleri, başkalarının müsnetlerinden daha kuvvetli sayılırdı ve mutlaka bunlardan herhangi birine uymak gerekirdi.
İmam Azam Ebû Hanîfe, bütün ehl-i sünnet tarafından saygı gören dört büyük müctehid mezheb İmamının birincisidir. Gerek kıdem ve gerekse mezhebindeki genişlik ve büyüklük bakımından, kendisine verilen “İmam Azam” unvanına hakikaten lâyık olduğunu göstermiştir. Aslında İslâmiyetin ilk feyizli çağlarında müslümanlar arasından birçok büyük müctehidler çıkmıştır. Fakat onların ictihadlan ve ictihad metodları hakkıyla zabt edilememiş, kendilerine tabi olanlar da bu dünyadan göçünce mezhebleri devam edememiştir, İmam Azam ise, yukarıda anlattığımız metodlarla, mezhebinin kalıcı olmasını sağlayacak çok büyük bir yol geliştirmiş ve dolayısıyla da mezhebi devam edegelmiştir.
İmam Ebû Hanîfe´nin hayatı ve yaşayışı hakkında yüzlerce kitap yazılmıştır. Onun nezih hayatı, zühd ve takvası, yüksek ahlâkı, üstün ilim ve zekâsı herkes tarafından bilinmekte ve teslim edilmektedir. Bu husustaki bazı olayları okuyucularımıza sunmakta fayda görüyoruz:
Harun el-Reşid, İmam Eû Yusuf´tan İmam Azâm´ın ahlâkını anlatmasını istemesi üzerine İmam Ebû Yusuf: “Hiçbir söz söylemez ki, yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zabt eden (bir melek) hazır bulunmasın”[4] ayetini okuduktan ve her söz söyleyenin söylediği şeyi Allah´ın bildiğini belirttikten sonra şöyle dedi: “İmam Azam, Allahü Teâlâ´nin haram kıldığı şeylerin yapılmasını şiddetle engellemeye çalışırdı. Din hakkında bilmediği bir şeyi söylemekten şiddetle kaçınırdı. O, daima Hakk´a itaat olunmasını isterdi. Çokça sükût eder, daima tefekküre dalar ve ilim sahibi olmak için çalışırdı. istenildiği takdirde ilmini ve malını ziyadesiyle harcamaktan çekinmezdi. Hiçbir kimseyi hayırdan başka bir şeyle anmazdı.”
Zehebî´nin “Tezkiretü´l-Huffâz” adlı kitabında şu satırlar yer alır: ´İmam Azam, gerçek bir önder, müteverrî, âlim, müteabbid, büyük şan sahibi bir zattı. Sultanın atıyyelerini kabul etmez, bizzat kendisi ticâretle uğraşıp kazanırdı.”
İmam Azam gerçekten de son derece müteverri idi. Belki bir hükümde kusur ederim diye kadılığı kabul etmemişti. Aslında seleften birçok kişi de kaza mevkiinde bulunmaktan kaçınmışlardı. Çünkü gerçekten de, insanlar arasında adaleti hakkıyla temin oldukça güç ve manevî sorumluluğu gerektiren bir görevdi. İmam Azam ise, aynı zamanda büyük bir müctehid idi ve bütün zamanını ictihad için harcıyor, yüzlerce öğrenci yetiştiriyordu. Böyle bir görev üstlenmiş bir insan kaza işleriyle bağlanarak ilim ve ictihad alanındaki çalışmasını kısmen de olsa sekteye uğratamazdı. Buna rağmen hem Emevîler ve hem de Abbasîler tarafından göreve zorlanmıştı. Acaba bunun sebepleri nelerdi? Bu konuda bazı tarihî görüşler vardır:
Bazılarına göre İmam Azam, zamanın bütün icraatına, adalet ve hakkaniyet ölçüleri içinde bakıyor, fakat istediği şartları göremediğinden üzülüyordu. Bunu hisseden ve bir vehme kapılan idareciler ise İmamı hesaba çekmek ve başında bulunduğu topluluğu dağıtmak için bahane arıyor, ona kabul etmeyeceği bir görev teklif ediyor ve bundan kaçınmasını bahane ederek kendisine eziyette bulunuyorlardı. Hatta bazıları İmam Azâm´ın Emevîlere karşı kıyam etmek isteyen Hz. Zeynel Abidin´in oğlu Zeyd taraftarı olduğunu ve ona yardım ettiğini söylüyorlardı. Bu yüzden Emevî valisi İbn Hubeyre´nin işkencesine mâruz kalmıştı.
İmam Azâm´ın Abbasîler zamanında da Hz. Ali´nin torunlarından Muhammed ve İbrahim´e mütemayil olduğunu söyleyenler de olmuştur. Ebû Cafer Mansur, bu sebeple İmam Azâm´a düşmanlıkta bulunmuştur. Ancak bu rivayetin doğru olmadığı görüşünü de savunanlar vardır. Bunlara göre Ebû Cafer Hicrî 145 yılında Bağdat şehrini kurmaya başlamış ve 149 yılında tamamlamıştı. Burası İslâm´ın önemli ve en büyük merkezlerinden birisi olacaktı. Dolayısıyla bu merkezde kadı olacak kimsenin de Ebû Hanîfe gibi büyük bir müctehid olması gerekiyordu. Fakat Ebû Hanife´nin bu göreve yaklaşmaması Ebû Cafer için büyük bir hayal kırıklığı olmuştu. Nitekim Ebû Cafer Mansur, Ebû Hanîfe´nin görevi kabul etmeyeceğini bile bile, onun kadı olmasında ısrar etti. Fakat bunu kabul etmeyen İmamı hapsettirip işkence yaptırdı. Sağlık durumu bozulunca hapisten çıkardı, fakat vetva ve derslerinden menetti. Ebû Hanîfe ise kısa bir süre sonra Allah´ın rahmetine kavuştu. (H.150/M.767)
İmam Azam Ebû Hanîfe değeri çok yüce olan bir bilgindir. Onun meydana getirdiği ictihad müessesesi İslâm âlemi için bir rahmet vesilesi olmuştur. Adı da müslümanlar arasında hayır, rahmet ve şükranla anılmakta, bugün dünyanın çeşitli yerlerinde onun kurduğu mezhebe mensup milyonlarca insan yaşamaktadır.[5]