- İliştirilmiş kimlikler

Adsense kodları


İliştirilmiş kimlikler

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Tue 30 November 2010, 03:56 pm GMT +0200
'İliştirilmiş Kimlikler' ya da

Kula Kulluğun Değişen Vecheleri




   [YÜCELERDEN] bir ilahî kelâm indirildi sana -artık gönlünde bu konuda herhangi bir şüpheye yer verme- ki, onunla, [yoldan sapanları] uyarabilesin ve inananlara da [şu] öğüdü verebilesin:

   “Rabbinizin katından size indirilene uyun; O'ndan başka önderlerin ardından gitmeyin. Ne kadar az tutuyorsunuz aklınızda, bu (öğüdü).

  (Araf Suresi 2–3)

 

     Peygamberin siretinde iman edenler için güzel örnekler vardır. Bu örnekler bireysel veya toplumsal tüm alanları etkileyebilecek tarzda örneklerdir. Kendini bu örneklerden mahrum eden karanlıklar içerisinde bocalar durur. Karanlıklardan kurtulan ise aydınlığı (hak ve hakikati) yakalamıştır ki, aydınlığın her yere ve herkese faydası vardır. Peygamberde bulacağımız örneklerden öyleleri vardır ki bilim adamları bunlara ‘tarih felsefesi’ derler bunlar ‘tarihi yönlendirecek’ yasalar nevindendir. Siret bu dikkatle okunduğunda her yeni durum karşısında uygulanabilecek örnekler sunacaktır. İşte o zaman birey ve toplumlar karanlıklardan kurtulup aydınlıkları çevrelerine taşır hale geleceklerdir. Fakat bu türden okuma ve değerlendirmeler yapmak için seküler kirlerden arınmak, ezberlerden ve alışkanlıklardan sıyrılıp zihnin sınırlarını zorlamak gereklidir. Çağı etkileyebilecek bu türden siret okumaları yorulmayı ve düşünürken bunalmayı göze alabilenlere nasip olacaktır.

     Örnekliğini Peygamberde gördüğümüz ‘ilâhi’ metotta birey ve ümmetin inşasında bir içiçelik hâkimdir. Biri ihmal edilerek diğeri inşa edilemez bir metottur. ‘Bireyi’ ele alır, onu ‘yalnızca Allah’a kul olma’ mertebesine yükseltir ve sonrasında bu bireylerin oluşturacağı bir ‘millet\ ümmet\ cemaat’ ihdas eder. Belki de hiçbir sosyolojik modele uymadığını görecek ve ‘modernizmin dar kalıplarında’ anlamaya çalışacaksın bu mücadeleyi, lakin bu bir ‘dindir’ ‘kervan yolda düzülür’ nevinde insanlığın başına tebelleş olan beşeri bir ideoloji değil… Ona ilke koymaya değil ilkelerini anlama, anladığın bu ilkeleri koruyarak değişen şartlara uygun bir tarzda sunmakla mükellefsin.

     Tarihte devrimler yapmış ve devlet kurmuş nice ideolojiler vardır. Bunlar iktidarlarını kendilerinin koyduğu ilkelere rağmen, yeri geldiğinde onları da çiğneyerek gerçekleştirmişlerdir. ‘Her devrim ilk önce kendi çocuklarını yer’ sözü sebepsiz söylenmiş bir söz değildir. İşte bu ideolojiler için aslolan bir öncekini her şeyiyle yok etmek ve ‘iktidara gelmektir’, bütün plan ve ilkeler buna göre şekillenir gerisi laf-ı güzaftır. Fakat yukarıda bahsettiğimiz ve Peygamberin de işlettiğine inandığımız yasada asla ‘rastgeleliğe’ şahit olmanız mümkün değildir. Belirlenen ilke ve prensiplere rağmen hareket etme söz konusu değildir. Çünkü İslâm’ın oluşmasını arzuladığı ‘ümmet ya da cemaat’ insanlardaki derin şuur, Allah’a koşulsuz teslimiyet, güçlü bir irade, aklî bir iman sayesinde ‘zihinlerde yaşanacak devrimle’ mümkün olacaktır. Bunun için de mevcut ‘sosyolojik modellerde’ resmedilen ‘tabandan tavana’ veyahutta ‘tavandan tabana’ değişimden ziyade konuşulması gereken bahsettiğimiz sürecin birey açısından nasıl seyrettiğidir… Birey açısından süreç aklî melekelerini harekete geçirme, özgüveni kurma, iradeyi güçlendirme yönünde bir seyir mi izlemektedir yoksa süreç kişilik ve şahsiyeti zedeleyen ve zamanla yok edip aklı iptal eden yönde mi seyretmektedir? Kanaatimce problem buradadır.

     İslâm, aldatıcı, kaypak ve göstermelik değişimleri değil ‘tarihin seyrini değiştirecek ve insanlığı etkileyecek’ bir anlayış değişimini hedeflemektedir. Değişimi yalnızca görüneni değiştirmek üzerine kurmak sığ ve de köksüz bir hedeftir. Bugün Müslümanlar gerek batı vesayetinden gerekse modernizmin baskısından dolayı İslam’ın ‘tarihin seyrini değiştirecek ve şuurları köklü bir devrimle teslimiyete yönlendirecek’ gücü temsil edecek entelektüel ve ilmi birikimden uzaktırlar. Çünkü akletmeyi yalnızca bir sınıfa tahvil edip insanı görünene meftun eden batı ve modernizmin kibri, ukalalığı ve otoriteryen tavrı yetmiyormuş gibi Müslümanlığını iddia edenler de kendi içlerinde, cemaatlerinde ve ilişkilerinde benzeri ciddiyetsiz tavır ve anlayışları ihdas etmekte bir beis görmemişlerdir. İslâm insan iradesine ve aklına ipotek koyan anlayışları yıkmak için gelmemiş midir? İşte bu süreç ‘iliştirilmiş kişilikler’, ‘iliştirilmiş düşünceler’ ve ‘iliştirilmiş guruplar’ ortaya çıkarmaktadır… İnsan iradesini zamanla yok eden, aklını iptal eden bir anlayış sürecidir bu… ‘İliştirilmişlik’ kendisini İslâm’a nispet eden birey, cemaat ve toplumlarda safra bir anlayışı ifade etmesi açısından önemlidir… Bugün İslâm âlemini resmettiğine inandığımız ‘iliştirilmişlik’ ekonomik, siyasi ve sosyal her alanda kendisini hissettirmiyor mu dersiniz? ‘Kişilikler’ yok edilip ‘yapay kişilik ve kimlikler’ iliştirilmiyor mu yakalara? Ve sonra ‘iliştirilen kimliği’ benimsemeniz telkin edilmiyor mu? Akabinde iliştirilen kimliğe uygun düşünceye sıra geliyor… Size ait fikir ve düşünceleri değil ‘iliştirilen’ düşünceyi anlamaya ve de anlatmaya çalışacaksınızdır artık… Hemen ardından o düşünceyi en iyi temsil ettiği söylenen bir ‘kahraman’ peydah edilir. ‘Kahraman’ yıkanır, cilalanır, övülür, adına türküler yakılır, olağanüstü olaylar uydurulur, üstün nitelikler yakıştırılır… Artık o kahraman da değil, ‘yarı-ilahtır’ şuuraltınızda. Artık her düşüncesinde bir hikmet, her hareketinde keramet, her eşyasında bir kutsiyet arayacaksınızdır. Bir konuda nasıl düşündüğünüz sorulduğunda ilk aklınıza gelen soru ‘O olsa nasıl düşünür veya (ben değil) biz nasıl düşünmeliyiz’dir. Çünkü artık siz yoksunuz ‘iliştirilmiş’ kimliğiniz, iliştirilmiş ‘kahramanınız’ vardır ve söz konusu olan onun düşüncesi ve düşünce metodudur… Bugün İslam toplumlarındaki ‘cemaat’lerin kahir ekseriyeti bu anlayıştan beslenmekte değil midir? Müslüman halkların bilinçaltlarına sonradan monte edilmiş bu düşünce, şahıs ve hikâyelere çok mu yabancıyız dersiniz? İslâm’ın insanı erdemli kılan, insana ‘ben böyle düşünüyorum’ deme cesareti veren, hayata ‘iliştirilmiş’ değil ‘kendi şahsiyet ve kanaatiyle’ tutunan ruhu ne zamandır kayboldu? Ne zamandır düşünce üretilemez, İslâm medeniyeti üzerinde ne zamandır kafa yorulmaz oldu? İslam kişiyi yetiştiren manevi derinliğini, ahlaki olgunluğunu mu yitirdi yoksa! Yoksa ‘cemaat’ bildiğimiz veya ‘cemaat önderi’ denilen üstatlar mı İslâm’ın kişilikler üreten ve ‘birey’e şahsiyet katan derinliğinden uzaklaştılar?

     İslam kişilikler ortaya çıkartmak, şahsiyetler inşa etmek için gelmişken ustalıklı bir manevrayla nasıl da ‘bir veya birkaç kişinin’ fikri tasallutuna râm oldu kendisini İslâm’a nispet edenler? Değerler dünyamızda var mıydı ‘yarı-ilahı’ andırır kahramanlar, yoksa bu ‘kahramanlar’ sonradan mı iliştirildi zihinlere? Hep ‘iliştirildi’… İşin acı yanı ise Müslüman halklar kendilerine Allah’ın hak gördüğünü değil ‘iliştirilenleri’ daha çok sever oldu. İliştirilmiş isimler, düşünceler, cemaatler! Ve de iliştirilmiş ‘kahramanlar’… O halde tekrar sormak gerekir! İnsan şahsiyetini yok eden, kişiliği ezen ve silikleştiren, düşünceyi tıkayan, düşünce üzerinde ‘otorite kurup aklı donuklaştıran’ kalıpları yok etmek için mücadele etmemiş midir İslam? İşte temel problemimiz hangi maslahat için olursa olsun insan kişilik ve kimliğini eriten anlayışın İslâm ve Müslümanlara ne tür zararlar verdiğidir. Peygamberin nasıl bir çağrıyla bu anlayışı ortadan kaldırdığıdır. Başka yolu yok, bu kalıpları kırıp yeni düşünce okyanuslarına yelken açmak zorundayız… Çünkü bu kalıplar en başta ifade ettiğimiz gibi, bireyleri ‘İslam Milletine ve ümmetine’ taşıyacak olan İslâm’ın yasasına uymamaktadır. 

     Madem ‘iliştirilmiş’ kimliklerin aklı donuklaştırmasından, bu kimliklerle yol alınamayacağından bahsettik güncel bir örnek vermeden geçmeyelim. Birkaç gün öncesinde ‘Sünni’ Âlim Üstad Yusuf el-Karadavi ile ‘Şii’ Âlim Üstad Fadlallah arasında geçen ve temelinde ‘tarihsel kin ve düşmanlığın yattığı’ ‘şia ve sünni’ tartışması kaç müslümanın canını yakmadı acaba? Tartışma canınızı yakmamalı, hala bin dört yüz yıl önceden taşınılan öfkeler üzerinden konuşuluyor olması canınızı yakmalıdır. Tartışma özetle şuydu: Üstad Karadavi, Şiiler’in ‘şiileştirme’ çalışmaları içinde olduğunu ve Sünniler’in şiileştirildiğini iddia ediyordu. Ve Karadavi, Şiiler’in ‘kâfir’ değil ama ‘sapık’ olduklarını, kurtulacak tek fırkanın (fırka-ı naciyenin) Sünniler olacağını söylüyordu… Tartışmanın derinliği bir yana Üstad Fadlallah’tan ve Üstad Karadavi’den beklenen de önderi oldukları toplumlara bugüne kadar şu yönde telkinlerde bulunulması değil miydi? ‘Şiiliğin de Sünniliğin de’ iliştirilmiş bir kimlik olduğu, Müslümanın ‘hak ve hakikat arayıcısı’ olup batıl ve bid’atı nerede görürse görsün acilen reddetmesi gerektiği, ‘fırka-i Naciye’nin’ Sünniler veya Şiiler değil doğruyu bulma yönünde mücadele edip, İslâm’ın sahih anlayışını arayan, yaşayan ve tebliğ edenler olduğunu, insanlara ‘Şiiliğin’ veya ‘Sünniliğin’ değil İslâm’ın tebliğinin yapılması gerektiğinin şimdiye kadar söylenmesi, toplumların bu aşamadan sonra kendi hata ve bid’atlarını kendileri eleştirmesi gerekmez miydi? Cemaatler ve kanaat önderleri mensuplarını doğrunun arayıcısı olmaları yönünde telkinde bulunmaları gerekmez mi? İnsan korkularının esiridir. Mensuplarını kaybetmek, çevresindekileri dağıtmak gibi bir kaygıdan hareket edenler ‘korkularının esiri olduklarından’ onların güdümündedirler gibi geliyor bana… Bir mütefekkirin ifadesiyle bunlara söylenecek bir şey vardır o da: ‘bir düşünce meydan okumalardan kaçmak suretiyle korunamaz. Aksine başkalarına söz konusu düşünceyle ilgili ortaya attıkları şüphelerle doğrudan yüzleşmek suretiyle daha güçlenir.’ Şii ve Sünni dünyanın yaşadıkları budur da ‘yanı başımızdakiler’ çok mu farklıdır. Yerel anlamda düşündüğümüzde de durum çok farklı değildir. ‘Hak ve hakikat biziz, dışımızdakiler kazanılması gereken sapıklardır’, ‘bizim dışımızdakileri kazanmalıyız!’ anlayışı ve üslubunu siz de modern ve çirkin bir paradigma olan politikacı ağzına benzetebiliyor musunuz? Şu soruları cevaplamalıyız. Bir cemaate aidiyetiniz mi övünç ve güç katıyor size yoksa ilmi yetkinliğiniz ve akledebilen bir Müslüman oluşunuz mu? Üstatlarınız… Üstatlarınızı aştığınız zamanlar hiç oldu mu? Yoksa ‘tabii olabilir’ deyip onun aklına râm olmayı mı tercih ediyorsunuz çoğu zaman! Nerede duruyorsunuz? Neyin araştırıcısı, neyin tebliğcisisiniz? İşte iliştirilmişlikten kastım budur!           

     …

     İslâm’ın bireye değer verdiğinden, kişiliği oluşturduğundan bahsettik. Bundan sonra da ‘Peygamberin bunu nasıl bir üslup ve tebliğle yaptığı’ sorusuna cevap arayalım.

     Kuranda insanı akletmeye davet eden birçok ayet-i kerimede vurgulanan ‘sorgulamak’, ‘araştırmak’, ‘bulmaktır’. Her insan doğruyu bulmaya kabiliyetli yaratılmıştır. Fakat tarihte ‘müstekbir’ denilen bir sınıf her zaman var olmuş, bu sınıf insanı fikren köleleştirmiş ve fikren köleleşen insan da bedenini müstekbirlere adamakta bir beis görmemiştir. Bugün Müslüman toplumlar bu köleleşmeyi batıya ve modernizme karşı yaşamaktadırlar. Bugün Müslüman toplumlar Modernizmi aşacak felsefe, entelektüel birikim ve pratiği hala üretilebilmiş gözükmemektedirler. Üretmek şöyle dursun, modernizmin İslâm’a ve insana karşı takındığı ‘tahammülsüz, kibirli ve tek sesli’ edayı cemaatler de mensuplarına reva görmüşlerdir. Bu ufuksuzluktur, İslâm mefkûresine yabancılaşmaktır. Önderin bakış açısıyla sınırlı fikir dünyası, liderinin yanında söz söylemeyi ar telakki eden bir ahlak anlayışı, iradesini kullanmakta korkak bir birey… Hülasa kimlik bozumu yaşayan bir birey erdemli bir hayata ulaşamayacağı gibi Modernizmi aşacak bakış açısı da geliştiremeyecektir.

     İslâm’ın her yeni durum ve döneme uygulanabilirliği sözkonusudur. Toplumları etkileme ve yönlendirme gücüne sahip oluşu evrensel ilkeler sahip olup grupçuluğun ve grup asabiyetlerinin dışında olmasındandır. İslâm gurupların üzerinde bir mefkûre ve yaşam biçimidir. Bu mefkûreye sahip olanların mümeyyiz vasfı ‘abid olması’ ve hayatın her anını ‘kulluk bilinciyle yaşaması’dır. Kulluğunun farkında ve bilincinde olarak yaşayan her birey ‘İslâm Milletinin, ümmetinin’ doğal bir ferdidir. İşte bu noktada karşımıza ‘millet’ ve ‘ümmet’ kavramları çıkar ki bunlar İslam’ın toplumsal boyutunu ifade eder. Zihin sağlığını ve iç bünyesini güçlendiren, aklını her türlü sapmalardan korumaya çalışan, İslamî tavır ve tutum anlamında kaypaklık ve her türlü kararsızlıklardan uzak durmaya çalışan Müslüman aynı zamanda ‘İslâm ümmetinin’ bünyesini güçlendirmektedir. Gerek ferdi gerekse toplumsal anlamda bünyeyi güçlü kılacak olan mesajın özeti şudur: ‘Kula kulluktan kurtulup Allah’a kulluğa yönelmek’…

     Sirete baktığımızda Peygamberimizin tebliğinin özü ‘kula kulluktan kurtulup Allah’a kul olma’ ilkesidir. Peygamberin mesajındaki bu sadelik ve netliğe yani sadece Allah’a kul olup, yönelişi sadece Allah’a olanlar ‘İslam Milletini’ ortaya çıkaracaktır. Bu, Allah’ın vaadidir. ‘Ümmetlerden her birinin bir yönü vardır, o ona yönelin, haydin, hep hayırlara koşun, yarışın. Her nerede olsanız Allah sizi toplar, bir araya getirir. Şüphesiz ki Allah her şeye kâdirdir.’ (2\148)

     Bu çağrı aynı zamanda bireyin kişiliğinin oluşum safhasıdır. Kişiliği oluşmamış bireylerin oluşturacağı ‘cemaat’ İslam cemaati vasfını taşıyamaz. Kendisini esir alan kişilere, düşüncelere, beşeri akımlara kul\ köle eden bağlardan kurtulmak ve tüm bu yetkileri yalnızca Allah’a vermek bireyin kendi sorumluluğundadır. İşte ‘kişilik oluşumunu’ ancak bu ilkeyle köklü kılabiliriz kanaatindeyim. Bu teslimiyetten sonra ‘Kur’an’ devreye girecek ve ‘ittika edenlere yollarını’ bir bir gösterecektir.

     Devlet başkanlarından ‘bedevilere’, kendi kabilesinden çok ötelerdeki kabilelere varana dek herkese yapılan çağrı ‘kula kulluktan Allah’a kulluğa çağrıdır’. Bu, moda ifadeyle bir ‘yaşam felsefesidir’, ‘insanın tüm ilişkilerinde oturtması gereken sistematik’tir. Ne zamanki bu ilke sistematik bir bakış açısı alır işte o zaman ‘modernizmin’ hâkimiyetinin yerini İslâm alacaktır. Bu tevhidi çağrı sistematik hale getirilmediği; birey, toplum, cemaat ve de devlet sathında bir anlayış olarak yerleşmediği müddetçe ne İslâm cemiyetinden bahsedilebilir ne Müslümanlara özgü bir ‘tarih felsefesinden’ ne de tarihi etkileme gücüne sahip ‘sosyolojik bir modelden’…



Fatih Bütün