saniyenur
Wed 8 August 2012, 03:07 pm GMT +0200
İLİM VE ÇEVRE: SAHABE VE TABİÎN
İman ve ilim zenginliğiyle müzeyyen Peygamber Hz. Muhammed'in ashabı bu nuru; dünyaya, diğer kültür ve medeniyetlere nüfuz eden ve onların tavırlarını, tabiata bakış açılarını ve tabiat güçlerinin insan hayatındaki fonksiyonlarını değiştiren iman ve ilim nurunu yaydılar. "Miladî 632'de Muhammed'in vefatından sonra, İslâm tartışılmaz olarak dünyanın en dinamik medeniyeti, eski Yunan hâkimiyetinin vârisi... dünya tarihinde Roma'nın batışından Avrupa keşif gezilerine kadarki bin yılda İslâm'ın yükselişinden daha önemli hiçbir olay yoktur." (The Times Atlas of World History, sh. 97-104).
Daha önce açıklandığı gibi, ilim sahibi olmak, kadın erkek her müslüman için farzdır. Çünkü ilimsiz ne toplumun ihtiyaç ve istekleri, ne de mahrukatın mükellefiyetleri bilinemez. Bu İkisi ise gerçek iman sahibi olmak için zaruridir. Hatta temel kaide ve İslâm'ın esası olan tevhid inancı ilimsiz şüpheli ve belirsiz olarak kalır. Kişi, tevhidin manâsını kavrayabilmek için Allah'ın sıfatları, hükümleri ve kudreti hakkında tam bir bilgiye sahip olmalıdır. Bu yüzden ilim imandan sonra en önemli şeydir ve hatta doğru olmayan bilgiyle karışık iman zayıf ve muğlak kalmaya mahkûmdur.
İlim sahibi, korkudan uzak ve güvenle aydınlıkta yürüyen kişi gibidir. Câhil ise, Önüne çıkabilecek tehlikelerden habersiz karanlıkta yürüyen kişi gibidir. İşte Kur'ân'ın, aydınlığı (nûr) ilimle (İslâm ilmiyle) ve karanlığı cahi-liyetle (küfür) özdeşleştirmesinin sebebi budur: "Allah'tan sana bir nur ve apaçık bir kitap geldi ki onunla Allah, O'nun rızasını arayanları barış ve selamet yollarına yöneltir ve onları kudretiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır." (5: 17-18) Ve yine Bakara sûresinde şu ifadeleri görüyoruz: "Allah iman edenlerin velisidîr; onları (zulmün) karanlıklarından kurtarıp nura çıkarır, küfredenlerin dostları ise tağutlardır. Onlar küfredenleri nurdan karanlıklara çıkarırlar." (2: 257).
Hz. Ali'ye göre ilim servetten daha üstündür. İlim seni korur, ama serveti sen korumak zorundasın. İlim adaleti yayar, halbuki servet adalete muhtaçtır. Servet harcandığında azalır, ilim ise harcandıkça çoğalır. Bu yüzden ilmin kıymeti kendinden kaynaklanır, çünkü bu ve Öbür dünyadaki saadet ancak onun yardımıyla sağlanacaktır. İlim sahibi olmanın neticesi öbür dünyada Allah'a yakınlık, melekler ve takva sahibi müslümanlarla dostluktur, bu dünyada ise şeref, güç ve dünyadaki diğer toplum ve kültürlerin üstünde nüfuz sahibi olmaktır. Binaenaleyh bu dünyada ve öbür dünyada hayır arayanlar için ilim sahibi olmak ve onu Öğretmek en mükemmel iştir. (İmam-ı Gazali, İhya'u Ulumiddîn, c. I).
Sahabiler bütün imkânlarıyla daha çok din ve dünya ilmi edinmek için gayret sarfediyorlardı. Biri, imanlarını daha sağlamlaştırmak için diğeri dünyanın nimetlerinden daha fazla yararlanmak ve fizikî âlemdeki gizlilikleri insanlığın faydasına sunmak içindi,
Adaletle hükmeden halifeler İlimde ashabın en ileri gelenleriydiler. Hakikatte onlar ilim gözleri ve âlimlerin liderleriydiler. Onlar dinî meselelerde topluma yön veriyor, toplumu ahlâkî ve manevî mükemmelliğe ulaştırmaya yönlendiriyorlardı. Onlar, müminleri, imanlarını korumak için cihada sevkediyor, gelişmiş sulama sistemleri yaptırarak topraklarının üretimini arttırmaya teşvik ediyorlardı. Bunları, iktisadî, sosyal ve askerî durumlarını, teknik ve sistemlerini geliştirmek için lüzumlu görüyorlardı. Böylece dinleri dünyada sağlamlaşacak ve kimse İslâm devletinin sınırlarına saldırmayı düşünemeyecekti (8: 60). Bütün bu tedbirler sadece Allah'ın rızasını kazanmak için almıyordu. Çünkü İslâm'da maddî ve manevî kurtuluş, Allah yolunda savaş alanlarında cehdetmek veya günlük hayatta haramlardan kaçınarak dürüst yaşamaya bağlıdır, yoksa hayattan el-etek çekerek ve inzivaya kapanmak değildir. Bunun sebebi, bu dinin insan için kıyamete kadar en son ve mükemmel bir hayat tarzı olmasıdır. O, hayatın her yönünü kapsar ve diğer dinler gibi manevî, dinî, dünyevî işler diye bir ayırıma gitmez. Allah'a ve Rasûlüne itaat yolunda yapılmış her hareket din ile ilgilidir. Savaşanın cihadı; iş adamının iş görüşmesi; öğretmenin öğrencilerine ders vermesi; doktorun hastasını muayenesi; bilim adamının yeni bir şeyler icad etmek için laboratuvarında çalışması; veya nikâhlı kan-kocanm münasebetleri. Bunların hepsi Allah'dan korkarak ve onun kanunlarına uyma yolunda yapılmışsa bir fazilet olarak sayılır. İslâm mesajının bu ruhu ilim öğrenme ve insanlığın faydası için tabiatta yeni bilgi ve enerji kanaklan arama yolunda müslümanlara güç ve cesaret vermektedir. Neticede müslümanlar araştırma ve inceleme yoluyla her sahada ilerlediler ve manevî ilimlerde olduğu kadar tecrübî ilimlerde de dünyanın önderleri konumuna geldiler. Bu, İslâm'ın insan tabiatının gizliliklerini bilen ve insan ihtiyaçlarının âdil ve hakkaniyete uygun şekilde tatmin etme yolunu gösteren yegane din olduğu gerçeğini açığa çıkarır.
(Geniş bilgi bilgi için bkz., Sîret Ansiklopedisi, c. II, bölüm 3). Şüphesiz İslâm hak manada medenî olan tek dindir. Çünkü İslâm, içinde, insanların haklarına tecavüz edilmeden huzurlu, ahlâklı ve muttaki bir hayat sürebileceği, sağlıklı, zengin bir kültür ve medeniyetin kurulmasını ve geliştirilmesini sağlar.
Diğer dinlerin, onların liderlerinin ve takipçilerinin medeniyete ve maneviyata bakış açılarını İslâm ile karşılaştırırsak, İslâm'ın bu açık durumu bütün parlaklığıyla ortaya çıkacaktır. Budizm'in kurucusu, hanımını ve uyuyan bebeğini terkederek ormana yerleşir ve hayatını zorluklar içinde, medenî ve kültürlü topluma ait herşeyden uzak, inziva halinde geçirir.
İncil'de geçen bir bahiste, Allah'ın rızasını elde etmek için hadım etme olayı hıristiyanh-ğın medenî topluma karşı gerçek tavrı hakkında bilgi verir. Sonra hıristiyan ve budist manastır ve pagadalarındaki (Budist Mabedi) aile hayatından kaçman ve böyle bir hayata alışmış yüzlerce ve binlerce rahip ve rahibe bu dinlerin kültürlü ve medenî hayata olan nefretlerinin açık delilidir. Artık bu dinlerin hürmete şayan ve medenî bir toplumun gelişimine sağlıklı bir yaklaşım göstermelerini nasıl bekleyebiliriz? Hinduizm'de en güzel hayat dağlarda, vadilerde, ormanlarda inzivaya çekilmek ve eğlencenin, hatta yeme ve içmenin her türlüsünden sakınmak ile gerçekleştiğine inanılır. Yüzlerce kız (Allah'ın hizmetçileri kabulüyle) taştan putlarla evlendirilir; yaban ve gayri ahlâkî bir hayata sürüklenirler. Bu suretle insan neslini kurutma planlarını merasimlerle kutlarlar.
Muhtelif felsefelerin, dinî İnançların ve yanlış öğretilerin sonucu olan tüm bu gösteri ve uygulamalar insanı ve onun tabiatının ihtiyaçlarını anlamayı veya onun ihtiyaçlarını bulup çıkarmaya önem vermeyi başaramadılar. Ancak İslâm'dır ki, bu hurafelerin kökünü kazımış, böyle korkuları yok etmiş ve böyle tuhaf fikirleri yıkmıştır. Sadece zanlara ve ataların taklidine dayanan geleneksel örf ve âdetler iptal edilmiş; insanlığın ilerlemesine, kültür ve medeniyetine mâni olan adaletsiz, insafsız ve zalim uygulamalar kaldırılmıştır. Bu suretle insanın müsbet-menfi güç ve kabiliyetlerini birleştiren İslâm insan kültür ve medeniyetinin en üst düzeyde büyüme ve gelişmesinin yolunu tam olarak açmış oldu. İslâm, ruhbanlığı çok sert bir şekilde yasaklar (57: 27). Kadınlar erkeklerle eşit bir seviyeye getirir (2: 228). Çocukların öldürülmesini yasaklar (6: 151 ve 17: 31) anaya, babaya iyi davranmayı (2: 83 ve 4: 36); yetimlere karşı, adaletli olmayı (6: 152 ve 17: 34); ticaret yaparken ölçüde ve tartıda insaflı davranmayı (17: 35); iyilikte ve adalette (müslü-man) yönetimle (4: 59) ve halkla (5: 2) işbirliği yapmayı emreder. Günahta ve zulümde işbirliği yapmayı yasaklar (5: 2); antlaşma ve sözleşmelerin yerine getirilmesini emreder (5: 1). Dost ve düşmana (5: 9), akraba ve zenginlere (6: 152) ve herkese karşı (42: 15 ve 4: 58) adaletli davranmayı, diğer ülkelerdeki zor durumda ve zulüm altında olan müslümanlara yardım etmeyi emreder (8: 82). Zulmün her çeşidini ve fesadı lanetler (5: 64 ve 28: 77). Sağlıklı bir toplum oluşturabilmek için toplumun olduğu kadar tek tek fertlerin de haklarını korumayı emreder (25: 67 ve 25: 63). Diğer yandan toplumda haramı yayan, fesat çıkaran (25: 72), huzuru bozmaya çalışan (25: 68), insan neslini yok etmeye çabalayan adet ve davranışları yasaklar. Sağlıklı ve huzurlu bir ekonomik sistemin korunması için taahhütleri ilgilendiren iş görüşmelerinin kaydının tutulmasını emreder (2: 282). Şahitliğin gizlenmesini yasaklayarak şahidle-rin şehadetlerini vermelerini emreder.
Kur'ân'ın bu emirlerinin yakından incelenmesi, Kur'ân'ın, kültürün sağlıklı ve dengeli bir şekilde gelişmesi, muhafaza edilmesi için muhteşem kaideler koyduğunu gösterir. Ve İslâm'ın özelliği, ahlâkî ve ruhî eğitim ile tecrübî bilgilerin öğretimine aşırı önem vermesidir. Çünkü İslâm'ın amacı her insanın Allah'ın hakiki ve mûtî bir kulu, inancında muhlis; ana-babasınm vâsisi; kültürün koruyucusu ve zulmün, adaletsizliğin, ve zorbalığın düşmanı; imanlı, dürüst, haksever insanlar olmasıdır (Kadı Muhammed S. Selman Mansurpurî, Rahmetun lı I- 'Alemin, c. III).
İslâm, zarif ve güzel şeyler için kültür ve medeniyetin taleplerine gereken itibarı da gösterir. İslâm, Allah'ın lütfü ve inayeti olarak kabul edilen kendi güzellik anlayışına sahiptir. Onun gözünde tüm yaratma olayı bir güzellik timsalidir ve bu dünyadaki herşey bu güzelliğin yansımasıdır. İnsan en mükemmel bir şekilde yaratılmış (95: 5), güzel bir şekil ve bünye verilmiştir (64: 3). Allah'ın yaratması güzel ve hatasızdır (32: 7). Allah İnsana en saf ve güzel bir nitelik verdi. İnsanın görevi Allah'ın kendini yarattığı şekliyle muhafaza etmektir. (30: 30) (A. Yusuf Ali, The Holy Qur'an, sh. 1759). Allah insanı ve insanın çevresindeki herşeyi en güzel bir şekilde yarattı ve O, İnsandan çalışmasını, bu dünyada güzel ve salih amel işlemesini bekliyor. Böylelikle insanlığın kültür ve medeniyeti tüm dünyada kemiyet ve keyfiyet bakımından gerçek ve hak olan güzellik haline gelsin.
Bu güzellik ve fazilet modeli insan medeniyetinin asıl birimi olan aşk ve sevgi dağlarıyla kuvvetlendirilmiş karı-koca ilişkilerine de yansır: "İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünenler için işaretler vardır." (30: 21). Kur'ân bu medenî cemiyetin birlik bağlarını sevgi ve muhabbet ile sağ-lamlaştıran kadınları metheder (56: 37).
Kur'ân bu dünyada servete ve lükse kaçmak-sızın refaha da gereken müsaadeyi verir. Çünkü bunlar olmadan insan kültür ve medeniyeti hayatın hoş yönlerinden ve zenginlikten mahrum kalır. İbadet sırasında bile insanlara temiz ve güzel elbiselerini giymeleri hatırlatılmıştır: "Ey Adem oğulları! Her mescide gidişinizde süs(lü, güzel elbiselerinizi (üzerinize) alın; yiyin, için fakat israf etmeyin; çünkü O, müsrifleri sevmez." (7: 31). Âyetin orijinalinde geçen "zînet" kelimesi normalde süs, ziynet, dekor, nişan gibi manâlara gelir. Burada güzel, zarif ve münasip elbiseyi ifade eder. Âyet, ibadete başlayacakları zaman İnsanları uygun elbiseler giymeye teşvik ediyor. Onlar, imkânları nisbe-tinde her iki gayeye de uyacak şekilde münasip ve temizce giyinmelidirler. "Bu emir cahil halkın o zaman ve ondan sonra da şimdiye kadar benimsediği yanlış tavrı reddetme ma-nasındadır. Bu kimseler, insanın Allah'a tam veya yarı çıplak halde ibadet etmesi ve O'nun huzurunda saçı başı dağınık, perişan bir görünümde bulunması gerektiğini düşünüyorlardı. Bunun tam aksine Allah, sadece çıplaklığı yasaklamakla kalmaz, aynı zamanda insanın ibadet sırasında tam, düzgün ve temiz bir elbise ile giyinmiş olmasını emreder." (The Meaning of the Qur'an, c. IV, sh. 22).
Aynı sûrede şu âyetleri de okuyoruz: "Ey Âdem oğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek bir giysi, süslenecek elbise indirdik. Takva (Allah'ın azabından korunma) elbisesi, daha hayırlıdır. İşte bu(nlar) Allah'ın âyetlerinden-dir, belki düşünüp öğüt alırlar." (7: 26). Bu âyette tüm insanlık ele alınıyor ve çıplaklığın çirkin, gayri ahlâkî etkileri hakkında uyarılıyor. Çıplaklıklarını örtmek için münasip ve terbiyeye uygun giyinmeleri ikaz ediliyor. Âyet, kişinin sosyal hayattaki ihtiyaçlarına ve varlığına göre münasip, güzel ve hoş elbiseler giymesinin kültürel bir ihtiyaç olduğunu belirtiyor. Kılık kıyafete bu bakış, Kur'ân'ın şu ayetinde de görülüyor: "De ki: 'Allah'ın kullan için çıkardığı süsü ve temiz nzıkları kim haram etti.' De kî: 'O, dünya hayatında mü'mini erindir, kıyamet günü de yalnız onlarındır.' îşte biz, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz." (7: 32).
Bu âyet iki hususu belirtiyor. Birincisi Allah tüm temiz, iyi ve güzel olan şeyleri kulları için yarattığından, bunların kullarına haram kılınması Allah'ın iradesi olamaz. Bu yüzden eğer dinî, ahlâkî bir sistem bunları haram veya mekruh kılar veya bunları manevî gelişme ve ilerlemeye engel olarak kabul ederse, bu, o sistemin Allah'tan olmadığına açık bir delildir. İkincisi, hayatın bütün güzel ve mükemmel yönlerinin mü'minler için olması istenir. Çünkü hakiki mülk sahibi olan Allah'a tam olarak inanan ve inanç sahibi olmanın mükâfatına lâyık olan kullar da onlardır. Bununla beraber dünyada, hayatın nimetleri kâfirlere de verilir, çünkü dünya hayatı insanın bir imtihan alanıdır. Şüphesiz, bu nimetler zengin bir kültür için lüzumludur. Fakat kişi, bu nimetlerden faydalanmayla uğraşırken nihaî saadet düşüncesini kaybetmemelidir. Ali-îmrân sûresi bu gerçeği şu sözlerle zikrediyor: "Kadınlardan, oğullardan, kantar-larca yığılmış altın ve gümüşten, (otlağa) salınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşın düşkünlük, insanlara süslü (cazip) gösterildi. Bunlar sadece dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah kalındadır." (3: 14).
Bu satırlarda hayatın kaba gerçeği çok güzel bir şekilde sunulmuştur. İnsanlar mal ve servet içinde zengin bir hayat özlem duyarlar. Ona mâlik olmak ve ondan istifade etmek haram değildir. Fakat bu, halkı, sadece Allah katında olan mutlak kaderlerini unutma hatasına sevketmemelidir. Bu husus Kehf sûresinde şöyle zikredilmektedir: "Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür. Baki kalacak olan güzel işler ise Rabb'inin katında sevapça da daha hayırlıdır, umutça da daha hayırlıdır." (18: 46). Bütün bu güzel şeyler ve şu dünyadaki zenginlik insan kültür ve medeniyetini geliştirmek için makul ihtiyaçlardır. Fakat insan bu eğlencede haddi aşmamalı ve Allah'ın katındaki ebedî ikâmetgâhını unutmamalıdır. Dünyadaki servet ve diğer şeyler Allah tarafından insanın rahatı, yararı ve kolay yaşayabilmesi İçin yaratılmıştır. "Davarları yarattık ki, bunlarda sizin için ısınma(mzı sağlayan şeyler) ve daha birçok yararlar vardır. Ve onlardan kimini de yersiniz. Ve akşamleyin meradan getirdiğiniz, sabahleyin meraya götürdüğünüz zaman onlarda sizin için bir güzellik de vardır (onlann gidiş gelişleri size ayrı bir güzellik ve zevk verir). Ağırlıklarınızı öyle (uzak) şehirlere taşırlar ki, (onlar olmasa) siz (canlarınızın) yarısı tükenmeden oraya varamazdınız. Doğrusu Rabbi-niz çok şefkatli, çok merhametlidir. Binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır." (16: 5-8).
Bu ayetler insana kendi rahatı, yaran ve diğer sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını karşılamak için Allah'ın yarattığı çeşitli şeyleri hatırlatıyor. Bu ayetler güzellik ve fazileti insan tarafından büyük ölçüde takdir edilen ve değer verilen bu şeylerin kültürel yararı dikkati çekiyor. Bununla beraber Kehf sûresinde bunların gerçek faydası ve değeri konusunda bir ihtar vardır: "Biz yeryüzündeki şeyleri, kendisine süs olsun diye yarattık ki, onların hangisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim." (18: 7). Güç-iktidar, şân-şeref, altın ve gümüş, atlar, tarlalar ve zenginliğin diğer nimetleri bu dünyadaki hayatı yaşanabilir kılmak için vasıtalardır. İnsan onlarla belirtilen sınırlar içinde, haddi aşmadan, onların kölesi olmadan ne kadar uzun zaman onlardan yararlanırsa değerini ve üstünlüğünü ispatlamış olur. Böylece ahlâkî ve manevî karakterini muhafaza etmiş olur. Şüphesiz ki bunlarla insanlık kültürüne güzellik ve şeref katar. Böylelikle dünya ve âhiretteki üstünlüğü yakalar.
Ayrıca insan, hayatın süs ve cazibesine kapılmaktan dolayı uyarılmıştır.
"Bilin ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda (birbirinize karşı) övünme, mal ve evlât çoğaltma yarışıdır. (Bu), ekincilerin hoşuna giden yağmur gibidir. Bitirdiği ot sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur (Dünya hayatını tercih edenlere) âhirette çetin bir azap, (âhireti tercih edenlere ise) Allah'tan bir mağfiret ve rızâ vardır. Dünya hayatı bir aldatıcı bir zevkten başka birşey değildir." (57: 20).
Bütün bu Kur'ân ayetleri dünya hayatının zevk ve servetiyle sonraki hayatın ebedî olan kazancı arasında bir denge sağlamayı amaçlıyor. Zenginliğin gerçek değeri, dünya hayatının ziynet ve süsleri Kur'ân'da kabul görmüştür. Çünkü hepsi insanların istifadesi ve hayatın devamı için Allah'ın lütfü olarak yaratılmıştır. Ne var ki, onların kullanımı helâl ve meşruiyet dairesinde olmalı, yeryüzündeki hayata güzellik ve şeref katmalıdır. İnsan bu nimetler sebebiyle kibirli, gururlu, yalancı ve müsrif olmamalı, hayatın asıl gayesini unutacak kadar onların içine dalmamalıdır. Öbür dünyada kendine ayrılan sonsuz nimetleri unutmadan bu dünyanın nimetlerini o yolda kullanmalıdır (2: 201). Bu hayat görüşü, Yunus (10: 24-25), İbrahim (14: 18) ve Nur (24: 38) sûrelerinde daha geniş olarak belirtilmiştir. İnsana, hayatın iyi ve temiz nîmetlerinden istifadede dengeli olması emredilmiştir.
Burada şu husus özellikle belirtilmelidir ki, hayatın ziynetlerini, zerafet ve güzelliklerini insan için helâl kılan sadece İslâm dinidir. Diğer tüm inançlar böyle bir hayat görüşünü günah kabul etmişler ve insanı bu nimetlerin tabiî ve helâl kılınan faydalarından mahrum bırakmışlardır. İslâm, herşeyi güzelliğe ve azamete hamletmiştir. Tabiatın her hâlinde insanın sonsuz ibretler alacağı ve faydalanacağı fazilet ve güzellikler bulunur. Güzellik, bir halı gibi yeri döşeyen çimenler ve yeşil alanlardadır (22: 63; 2: 22; 16: 65). Ve yıldızlarla döşenmiş gökyüzü güzelliği ve ihtişamıyla insanın dikkatini çeker (7: 54; 15: 16; 16: 12). Uzun ve yeşil ağaçlarla bezenmiş sıradağlar çekiciliklerini kendi içlerinde taşırlar (35: 27; 23: 18-18). Birçok manzara ve diğer canlıların hâli, güzel olana hayranlık duyan insanın ilgisini çeker. Bunlar yer ve göklerdeki sırlara yöneltirler (36: 80; 27: 60; 31: 27; 56: 72).
Yeryüzünün binbİr çeşit bitkisi, ziynet ve süsü sadece Kur'ân'm insanın dikkatine sunduğu güzelliklerdir. Bütün bu hoş ve güzel şeyler insanın faydalanması ve istifade etmesi için yaratılmıştır. Bunun karşılığında muhlis ve hakiki bir kul olarak ondan beklenen, Rab-bine şükretmesi ve güzel bir şekilde davranmasıdır. Allah onu mükemmel bir surette yarattı ve ona nimetlerle dolu bir yer verdi. Dünyada güçlü, zengin ve mükemmel bir medeniyet kurup şükür ve İyilikle hareket etmeyi ve bu şekilde öbür dünyada ebedî saadeti kazanmayı bir tarafa itmek insan için tam bir nankörlük olur (Rahmetun li'l-'Âlemin, c, III).
İslâm'ın bu dengeli öğretisi, manevî olduğu kadar maddî hayat şartlarını da düzeltmede insana büyük şevk verir. Allah'ın ve Rasulü-nün mesajını yaymak ve onların yaşayışlarını düzeltmek için kendini cihada ve Allah'a ibadete adamış ilim ve takva sahibi bir çok sahabe bulabiliriz. Onlar bunu yaparken maddî ihtiyaçları gözardı etmiyorlardı. Aksine, ilmi yaymak için uğraşıyorlardı. Böylece insanlar maddî hayatlarını ıslah etmede bu ilimden faydalanıyorlardı.
Tarihin incelenmesi, kendini bu işe vakfetmiş bir çok kişiyi ortaya çıkarır. Sahabe devrinde bu insanlar zenginlikleriyle olduğu kadar takvalarıyla da tanınıyorlardı. Aslında bu, İslâm peygamberinin teori ile uygulamayı beraber yürütmesinin bir sonucudur. O, sadece ahlâkî kavramları ve manevî değerleri öğretmekle kalmayıp İslâm devletini iktisadî, askerî ve siyasî yönden güçlendirmek için mümkün olan her tedbiri alıyordu. Medine'ye hicretinde ilk uygulaması müslümanlar için dinî ve sosyal faaliyetlerde merkezî yeri olacak bir mescid inşa etmek oldu. O, ensar ve muhacirden birbirine kenetlenmiş bir yapı gibi (61: 4) birbirine iman (49: 10) ve sevgi (8: 63) bağıyla kaynaşmış ve kâfirlere karşı sert, birbirlerine karşı ise merhametli olan bir toplum oluşturdu (48: 20). Onlar, ahlaken ve manen Çok kabiliyetlidirler ve bu hayatın hiçbir çekiciliği onları hak yoldan asla saptıramazdı (48: 29). Sonra sıra İslâm toplumunu ekonomik ve sosyal yönden güçlendirmeye geldi. Böylece içteki ve dıştaki düşmanların tehdidine karşı başarılı bir şekilde karşı konacaktı. (İbni Hişam, c. I; 8: 72). İslâm kardeşliği, kan bağıyla olan kardeşlikten çok daha güçlü ve sağlamdır. İnsanlık tarihinde böyle bir birlik örneği görülmemiştir. Onlar yoksullukta bile iman kardeşlerini kendilerine ve ailelerine tercih ediyorlardı (59: 9).
Rasûlullah daha sonra muhacir, ensar ve Yahudileri kapsayan şehir halkıyla bir müdafaa hattı kurdu. Ayrıca şehrin çevresinde ve başka bölgelerde yaşayan kabilelerle stratejik ve siyasî antlaşmalar yaptı. Böylece Peygamber, şehir ve ahalisinin emniyetini temin etti. Dini ve o dîne bağlı olanları düşman saldırısından korumak için tâlim ve teçhizat hazırlığı yaptı (Geniş bilgi için bkz., Sîret Ansiklopedisi, c. I, "Askerî bir lider olarak Hz. Muhammed" başlıklı bölüm).
Hz. Muhammed vefatında, arkasında siyasî ve askerî yönden emniyetli, güçlü bir devlet ve takipçilerinin, insanlık tarihinde eşsiz bir şahsiyet, ahlâk, ilim ve İktidar sahibi olduğu bir din bıraktı. Onlar, bir kaç nesil içinde yaptıkları işlerle yeryüzünün gerçek vârisleri olduklarını ispatladılar. Sözleri ve fiilleriyle gösterdikleri üstün vasıfları, ilimleri, kabiliyet ve iktidarları ile tüm dünya toplumlarını etkilediler. Savaşta ve barışta idareleri ve ahlâklarmdaki asaleti gösterdiler. Bir yandan dini tebliğ ve tâlim ederken, diğer yandan fizikî çevreden en iyi şekilde istifade etmek üzere onlara ilim öğrettiler.
Ahlâkî fazilet ve ilim üstünlüğü gibi iki güçlü ve sağlam silahla donanmış olarak hayatın her alanında ilerleme kaydettiler, insanlık kültür ve medeniyetine büyük katkıda bulundular. Salih amellerin anahtarı olarak, insanlığa adaleti ve ihsanı öğrettiler. Tüm toplumlara ve milletlere iyilikle, adaletle ve ihsanla muamele ettiler. İnsanı ne rengine, ırkına, diline ve milliyetine göre ne de dost-düşman, fakir-zengin diye tefrik etmediler. Onlar marufu emredip münkerden nehyettiler. İnsanları fazilet ve takva sahibi olmaya davet ettiler.
İlme gelince, onlar insanları inceleme ve deney yolu ile ilim elde etmeye ve tabiî kaynakları mümkün olan en yararlı yolda kullanmaya şevkettiler. İnsanları, atalarının yolunu takip ederlerken zandan, cahillikten ve bâtıl inançlardan doğan davranışlarından vazgeçirdiler. İlim ve mantık yolunu takip edenleri teşvik ettiler. Bu yaklaşım, onların fizikî kaynaklarına inanılmaz derecede etki etti. Maddî yönden zenginleştikleri gibi, dünyadaki siyasî güçlerini ve nüfuzlarını da büyük oranda güçlendirdi. Çünkü İslâm, ilerlemenin karşısında değil, onun yanındadır. O, medeniyeti dalâletten kurtarmış, maddî ve manevî yönden üstün bir ilerleme ve gelişme yoluna sokmuştur. İslâm'ın ahlâkî ve manevî fazileti, aslında onun diğer kültür ve medeniyetlere iktisadî ve siyasî yönden üstünlüğünün kefaletidir.
Maddî dünyayla İslâmî hayat tarzı arasında bir tezat yoktur. Aslında bunlar insanın kemale ulaşması yolunda birbirlerinin tamamla-yıcısıdırlar. Çünkü bu dünya ve dünyadaki işler, mahsûlü âhirette alınacak ekin gibidirler. Bir müslümanın duası şöyledir: "Ey Rabbi-miz! Bİze dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver." (2: 201). Ve Nahl suresinde şunu okuyoruz: "(Kötülüklerden sakınanlara) 'Rabbiniz ne indirdi?' denildiğinde, 'Hayır (indirdi)' derler. Bu dünyada güzel davrananlara, güzel mükâfat vardır. Ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu gerçekten güzeldir!" (16: 30) ve Kasas süresinde şöyle buyruluyor: "Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste, ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi sen de, (insanlara) iyilik et..." (28: 77)
Vahyin Rasûlullah vasıtasıyla muhatapları durumundaki ilk müslümanların hayata ve ilim kazanmaya karşı tavırları böyleydi. Diğer bir bölümde açıklandığı gibi İslâm'ın dünyaya yayılmasında diğer kültür ve medeniyetlere daima (9: 33) tahakküm eden ve onlara bir model görevini gören bir medeniyetin kurulmasında hayatî rol aldılar. Hz. Peygamber'in bu mükemmel vahyî öğretisi Arapların zaten var olan güçlerine yeni bir hareketlilik kazandırdı. Ve "hatta kendi devrinde, sonradan Bağdat, Salerno, Kahire, Kurtuba gibi üniversitelerin çekirdeğini oluşturan eğitim kurumlarını oluşturdu. Bu öğretim, açık fikirli bir idarenin oluşmasını sağladı. Ayrıca toplumun her kesimine öğrenme arzusunu aşıladı. O çağ, üstün bir iman ve ihlas çağıydı. Gayesiz, cansız bir dünya görüşünün tahakkümüne karşı âdeta ruhun bir başkaldırı-sıydı. Dinin pratiğe aktarılması, kulluk şuurunun muhafazası ve günlük hayatta uygulama sahası bulan bilgilerin özel eğitimi müslümanın önem verdiği ana meselelerdi." (Emir Ali, The Spirit of islam, Londra, 1974, sh. 361-402).
Emir Ali devamla şöyle diyor: Hz. Peygamber'in şehrinde çok ve çeşitli fikirlerin toplanmış olması müslümanlar arasında ilmin ve edebiyatın gelişimine katkıda bulunuyordu. Tarihte eşi görülmemiş bir entellektüel hareket Medine'den Şam'a (Emevilerin yeni başkentine) geçti. Emevilerin katı nizamlarına rağmen bir çok müslüman âlim, o dönemde halkın en çok rağbet ettiği meselelerde verdikleri derslerle ve vaazlarla büyük dikkat çekip şöhret oldular. Gelecek nesillerin düşünceleri, onların fikir ve telakkileri doğrultusunda gelişti, şekillendi. Yine, hicretin ikinci yüzyılında ciddî bir ilmî ve edebî canlılık başladı, bunda en büyük âmil Arapların şehirlere yerleşmesi idi. Abbasilerin başkenti
Bağdat, doğudan ve batıdan tüm insanların öğrenim merkezi hâline geldi. Şehri dolduran sayısız okullar, kolejler ve akademilerden ikisi öğrenci sayısı ve zenginlik bakımından diğerlerini geçer. Bunlar (hicrî 5. yüzyılın ilk yarısında kurulan) Nizamiye ve (hicrî 7. yüzyılda kurulan) Mustansıriyye üniversiteleri (medreseleri) idi (The Spiril of islam).
"Kremer'in ifadesiyle ihtiva ettiği bazı şüpheli tarafları ahlâkî ve aklî meziyetleri ile bize unutturan hükümdarlık, dikkate şayandır ki, zamanımızda İslâm dünyasında başlamış olan entellektüel hareketliliğe büyük güç vermiştir." (The Spirit of islam).
Müslümanlar öğrenimde ve ilim dallarında derece derece büyük mesafe katetmişlerdir. Şehirleri de diğer kültür ve medeniyetlerin mensupları için cazip merkezler hâline gelmiştir. Yine Emİr Ali'nin sözleriyle "Dünyadaki her milletin bir altın çağı vardır. Atinalıların Pericles çağı, Romalıların Augustus çağı gibi. Tabii ki İslâm dünyasının da böyle parlak bir devri vardır. Mansur'un tahta geçişinden, Mu'tezid Billah'ın ölümüne kadar geçen müddet tarafsız olarak incelenirse, büyüklük ve ihtişamda diğerlerinden üstün değilse bile, onlarla aynı değerdedir. İlk altı Abbasi halifesi döneminde özellikle Me'mun devrinde müslümanlar medeniyetin öncüsü durumuna geldiler. Ortaçağda Müslümanlar vahiyden aldıkları esnek hilkatleri ve coğrafî olarak merkezi konumları ile -ki bir yanda batmakta olan Yunan ve Roma'nın paha biçilmez hazineleri, diğer yanda İran hazineleri ve uyku çağlarını yaşamakta olan Hindistan, Çin- müslümanlar kuşku yok ki insanlığın önderi ve rehberi idiler.
"İlk devirden sonraki Müslümanlar doğudan ve batıda kendilerine gelen ilmi Öğrenerek, Rablerinin talimatını onunla birleştirip, İlim erlerini kendilerine katarak birlik ve beraberliklerini sağlayan Rasûlullah'in ilharnıyla harekete geçtiler." "Araplar" diyor Humboldt "Avrupa, Guadaqivir ve Orta Afrika arasında bir vasıta durumunda idiler ve bu bölgeleri
nüfuzları altında tutuyorlardı. Onların eşsiz entellektüel faaliyetleri dünya tarihine ayrı bir dönem olarak geçti. Emevi devrinde müslümanların bir tecrübe devresinden geçtiklerini görüyoruz. Kendilerine yüklenen büyük vazifenin altından kalkabilmek için kendilerini hazırlıyor gibiler. Abbasilerde dünyadaki ilim deposunu buluyoruz. Dünyadaki bütün antik ilmî eserler halifelerin direktifleriyle araştırılıyor, başkente getiriliyor ve takdir bilen, kıymetten anlayan insanların önüne seriliyordu. Akademiler ve diğer okullar her yönden gelişti. Halk kütüphaneleri her şehirde serbestçe-sergileniyor ve İstifade etmek İsteyen herkese açılıyordu. Dünyadaki geçmiş bütün büyük filozofların öğretileri Kur'ân İle birlikte inceleniyordu.
Galen, Dioscorides, Themistius, Aristotle, Plato, Euclio, Batlamyus ve Appolonius hakkettikleri takdiri kazanıyorlardı. Bizzat idareciler kütüphane toplantılarında ve felsefî münazaralarda yer alıyorlardı. İnsanlık tarihinde ilk defa, dinî ve müstebit bir hükümetin zaferlerini hazırlama ve paylaşmada, felsefeyi müttefik kabul ettiği gözleniyordu." (The Spirit of islam; geniş bilgi için bkz., Sîret Ansiklopedisi, c. I, "İnsanlığın Eğiticisi" başlıklı 2. bölüm).
"İspanya' daki Müslümanların ilme ve öğrenime katkıları, hiçbir yönden küçümsenecek değerde görülemez. PireneTerden Boğaz'Iara kadar üniversiteler, yüksekokullar, liseler ve kütüphaneler kurdular. Sevila (İşbiliye), Cor-dova (Kurtuba), Granada (Gırnata), Murcio (Mürsiye) ve Toledo gibi şehirler, ilim ve edebiyatta büyük Öğrenim merkezleriydi." (Emir Ali, The Spirit of islam, sh. 378).
Bir İngiliz tarihçinin ifadeleriyle, "daha yüksek meselelerdeki hayranlık çığlıkları, Kurtu-ba'nın saray ve bahçelerinin zerafeti ve letafeti gibi güçlüydü. Zihin de beden kadar güzeldi. Profesörleri ve öğretmenleri, onu Avrupa kültürü'nün merkezi yaptı. Ünlü doktor-larıyla çalışmak için Avrupa'nın her tarafından öğrenciler geliyordu. Hatta uzaklarda, Goudersheim'in Saxon manastırmdaki rahibe Hirosvitha bile, Eulogius'un kurban edildiğini duyduğunda, kendini tutamayıp Kurtu-ba'nm, en parlak ilahilerini söylemişti. Orada her ilim dalı ciddiyetle çalışılıyordu. Tıp, Endülüslü doktor ve cerrahların keşifleriyle Ga-len'den beri geçen yüzyıllardan daha fazla ilerliyordu. Astronomi, kimya, coğrafya ve tabiat bilgisi, Kurtuba'da büyük gayretlerle çalışılıyordu." (Stanley Lane-Poole, The Moors İn Spain).
Renan'a göre "Milattan sonra onuncu yüzyılda, ilim ve edebiyattan alınan tat, dünyanın bu mümtaz köşesinde modern zamanların örneğini zorlukla verebileceği bir müsamaha ortamı oluşturmuştu. Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler, aynı dili konuşuyor, aynı nağmeleri söylüyor, edebiyatta ve ilmî çalışmalarda İşbirliği yapıyordu. Farklı insanları ayıran bütün engeller ortadan kalkmıştı. Herkes, müşterek bir medeniyette, ahenk içinde çalışıyordu. Öğrencilerin binlerle sayıldığı Kurtuba camileri, felsefî ve ilmî faaliyetlerin aktif merkezleri haline geldi (Aver-roes et Averroism).
Kimya bir ilim olarak, müslümanlar tarafından bulunmuş ve geliştirilmişti ve müslüman ilim adamlarınca "tıp ilmi ve cerrahi sanatı, bir milletin dehasının en iyi göstergesi ve bir inancın entellektüel ruhunun en zorlu testi en yüksek dereceye getirilmiştir." Ayrıca anatomi ve eczacılığı müsbet birer ilme dönüştürmüş ve 'İlm-i tasrih el-Arz adı altında jeolojiyi geliştirmişlerdir. Tarihi bir ilim haline getirerek arkeoloji, etnoloji ve coğrafyayı tarihin bir bölümü olarak ele almışlardır. Matematiği çok ileri bir safhaya taşımışlar, bu alanda cebiri ilim âlemine kazandırmışlardır. Denizcilerin vazgeçilmez âletleri olan pusula da onların buluşuydu.
Müslümanlar, bilgi ve becerilerini çevrelerine uygulayarak, maddî refah ve dünyanın siyasî hâkimiyeti olarak karşılığını aldılar. Yollar ve köprüler inşa ettiler. Su depolan, havuzlar, kervansaraylar ile kervanların güvenlik ve huzurlarını sağladılar. Ticaret ve endüstrinin hızla gelişmesinde bütün bunların önemli katkıları olmuştur.
Araplar fethettikleri ülkeleri su kanalı şebe-keleriyle kaplamışlardır. Su çarkları, bentler ve pompalarla İspanya'ya bir sulama sistemi kazandırdılar. Şimdi çorak ve işe yaramaz olarak uzanan bütün arazî parçaları, zeytin ağaçlarıyla kaplıydı ve yalnız İşbiliye'nİn kenar mahalleleri, İslâm idaresindeyken, binlerce yağ fabrikası İle kaplıydı. Pirinç, şeker ve pamuk gibi belli başlı mahsûlleri, hemen hemen bütün meyveler ile ikinci üçüncü derecede önem taşıyan zencefil ve safran gibi bitkileri tanıttılar. Bakır, sülfür, demir ve civa madenlerini çıkardılar. İpek kültürünü, kâğıt ve diğer tekstil ürünlerinin, porselen, seramik, demir, çelik ve derinin üretimini yerleştirdiler. Kurtuba'nm gergefleri; Mürsiye'nin yünlü kumaşları; Gırnata, Elmeriye ve İşbiliye'nİn ipekleri; Toledo'nun çelik ve altın işleri ve Selibe'nin kâğıdı bütün dünyada aranıyordu. Malağa, Barselona, Kartagena ve Cadiz limanları, ithalat ve ihracatın büyük merkezleriydi. Refah zamanlarında İspanya arapları, gemi sayısı 1000'i geçen bir ticaret filosu kurmuşlardı ve Danube'de de temsilcileri ve fabrikaları vardı. Bizansla Karadeniz boyunca, ve doğu Akdeniz limanlarından Asya'nın içlerine, Afrika kıyısında Madagaskar'a kadar uzanan bir ticaret ağına sahiptiler.
"Onuncu yüzyılın ortalarında, Avrupa şimdiki Caffraria'nm durumundayken Ebul Kâsm gibi münevver Mağribliler, ticaretin esasları üzerine kitaplar yazıyordu. Ticarî teşebbüsü teşvik etmek ve seyahati kolaylaştırmak için hükümet eliyle, ilgili oldukları yerlerin ayrıntılı tasvirlerini ve diğer lüzumlu bilgileri İhtiva eden coğrafi sözlükler, planlar, haritalar basıyordu." (Emir Ali, a.g.e., 392-393).
Şüphesiz "İslâm entellektüel hürriyetin hâkimiyetini başlattı. Şurası açıktır kî İslâm, başlangıçtaki saf karakterini koruduğu sürece, entellektüel hürriyetin gayretli müttefiki, bilgi ve medeniyetin canlı koruyucu ve teşvikçisi olmuştur. Yedinci yüzyıldaki doğuşundan 17. yüzyılın sonlarına kadar İslâm, güç ve enerji bakımından bugün Avrupa'yı kapsayan eşdeğerli ilmî ve edebî bir ruhla doluydu. Bu, müslümanlan bir ilerleme dalgasında taşıdı ve maddî ve zihnî gelişmede çok üst bir dereceye çıkmalarını sağladı." (Emir Ali, a.g.e., 401).
"Araplar Azor adalarını keşfetmişlerdir. Hatta bugün, Amerika'ya kadar ulaştıklarına dair görüşler vardır. Eski kıtaların sınırları içinde, beşerî faaliyetlerin her sahasında eşi görülmemiş bir ilmî İnkişâf gösterdiler. Gramer, belagat, filoloji, coğrafya, 'örf ve âdetler' ve seyahatler hakkında yazdılar. Biyografi ve sözlükler topladılar. Tarihi tefekkür ve güzel şiirlerle dünyayı zenginleştirdİler. İlmî keşifleriyle insanlığın bilgisine pek çok şey ilave ettiler. Felsefî tartışmalarla fikrî faaliyetlere hız kazandırdılar. Tarihçi Sedillot'un ifadeleriyle "Bu dönemde gördüğümüz, herbiri aklın muazzam faaliyetlerini gösteren geniş edebiyat, dehanın çok çeşitli ürünleri, fevkalâde değerli icatlar Arapların herşeyde bizim üs-tadlarımız olduğu görüşünü doğruluyor. Bizi bir yanda ortaçağ tarihi için hesapsız malzemeyle, seyahatnameler ve biyografik eserlerin mutluluğuyla, öte yandan eşsiz bir endüstriyle, düşünce ve fiileyatta muazzam bir mimariyle ve sanatta önemli keşiflerle donattılar."
Yine Emir Ali'den bir nakil yaparsak "Tıp ilmi ve cerrahi sanatı üst dereceye çıkarıldı. Araplar kimyevî eczacılığı icad ettiler ve şimdi dispanser denilen müesseseler kurdular. Her şehirde, harcamaları devlet tarafından karşılanan genel hastaneler, Darül Şi-fa'lar kurdular. Botanik çalışmaları için Bağdat ve diğer yerlerde bahçeler bulunuyor; buralarda öğrenciler eğitiliyor ve ilimde en ileri gidenler ders veriyordu." (History ofîhe Saracens, Yeni Delhi, 1981, sh. 461-463).
"Birûnî, güneşin, dünyanın ve ayın hareketlerini, ayın dünya çevresindeki, değişik safhalara yol açan hareketini, mevsimlerin dünyanın güneş çevresinde dönüşüyle nasıl oluştuğunu, vb. açıklamıştı. Ayrıca ayın dünyadan uzaklığını ölçmüş ve 11. yüzyılda yüzlerce şehrin enlem ve boylamını vermişti. Hemen hemen her ilim sahasıyla ilgili eserler verdi. Hepsinde ansiklopedik bilgiye sahip olduğu söylenirdi. Güneş ve ay tutulmalarını gösteren diyagramlar çizdi. Ayrıca pek çok maddenin özgül ağırlığını tesbiti, müslüman ilim adamlarının yeni âletler geliştirmek ve bilgi kazanmak konusundaki kaydadeğer başarılarını gösterir (H.M. Balyuzi, Muhammad and the Course of Mam, Oxford 1976, sh. 300).
"Ziraî üretimi arttırmak için, İslâm âleminde su depolarını, nehirleri ve dağlardaki kaynakları birbirine bağlayan kanallar ve kemerler inşa edilmişti. Şehir ve köylerin su ihtiyacı bunlarla karşılanıyordu. Su çarklarının kullanımını mükemmelleştirdiler. Böylelikle, varolan su kaynaklarına ulaşılarak şehirlerin içme su ihtiyacı ile tarımdaki sulama ihtiyacı gideriliyordu. Kanal sistemini de çok geniş sahalarda kullandılar. Bilinen bütün matematik hesapları ve mühendislik, yüksek dağlardan yeraltı kanallarıyla çöl yakınlarındaki ve yerel su kaynaklarından mahrum şehirlere su getiren bu sanatın hizmetindeydi." (Seyyid Hüseyin Nasr, Islamic Science, Londra 1976, sh. 213).
Bir başka yazar da şöyle diyor: Araplar kesinlikle yeni bir medeniyetin sahip olması gereken millete ve kuvvete sahip olmakla, farklı milletlere, kökenlere sahip insanları müşte-re bir gaye, iş ve anlayışta bir araya getirme potansiyel ve başarısında, ölçüsüzce zengin bir dil geliştirmekle övünrnelidirler. Daha önce bahsedildiği gibi müslüman ilim adamlarının önemli bir katkısı, labaratuvar tekniklerinin kullanılışı ve hesaplamaları kolaylaştıran âletlerin icadıdır.
Optik ilmi, İslâm dünyasının hizmetkârları tarafından sebatla geliştiriliyordu. Bu sahada en önde gelen isim, Batılıların Alhazen olarak bildikleri İbnü'l-Heysem'dir. Roger Ba-conu (1214-94) büyük ölçüde etkilemiş olan el-Kindî'nin optik kitabı, İbnü'l-Heysem'in deney ve araştırmalarına başlayana ve ışık ve özellikleri hakkında yazana kadar, söylenmiş son sözdü. İbnü'l-Heysem fotoğrafçılığın ve temelde sinemacılığın ilk atası olması dolayısıyla alkışlanabilir.
Çünkü 'camera-obscura' prensibini ilk defa İbnü'l-Heysem, bir tutulma sırasında göstermiştir. Nedense, bir başka müslüman ilim adamının, Kemâlüddîn Farisî'nin (ölm. 1320) aynı prensibi alarak bir safha daha ileriye uygulaması 300 yıl almıştır. İbnü'l-Heysem'in optik üzerine çalışmaları, İslâm medeniyetinin hizmetkârlarının deney ve gözleme gösterdikleri artan dikkatin, bir başka canlı örneğini oluşturur. Deneyleri için çeşitli mercek ve aynaları kullanan İbnü'l-Heysem, ışığın kırılması üstünde çalıştı. Atmosferik kırılmayla İlgili araştırmaları, atmosferin yüksekliğini ölçmesini sağladı. Eseri, Kitabu'l-Menazir (Optik Kitabı) Batıda büyük etki yaptı.
"MS. 860 yılında, Mûsâ b. Şâkir'in, mekanik hakkında ilk kitabı yazan, yorulmak bilmez üç oğlundan bahsedildiğini duyuyoruz. Ve Mağribilerin İspanya'sı, İslâm'ın yenileyici gücünün gözkamaştırıcı bir örneğini oluşturuyor. Müslümanlar kin ve zulümle dolu Vi-zigotların vahşetinin ıssızlığında, bir bolluk ve huzur ülkesi kurdular. Yönetime müsamaha, eşitlik ve adalet getirdiler ve Endülüs'ün adaletli topraklarında kıtayı aydınlatan bir irfan feneri yaktılar. Siyasî yapılan, birikerek artan buhrana yol açtığında, bu parlak fener, dahilî düzensizlik ve anarşinin karanlığını delerek daha da parlıyordu. Hıristiyanların bölgeyi geri alması tamamlandığında ve geride Endülüs'ün sadece mimarî zaferleri kaldığında, bağnazlık, hoşgörüsüzlük ve engizisyon İspanya'ya hâkim oldu. Zafer dalgasıyla Hıristiyan fatihler el-Darado'larını aramak için Atlantik ötesine yelken açtılar. Eski medeniyetleri yerle bir ederken büyük imparatorlukları İçin bölgenin zenginliklerini topladılar. Fakat İspanya bir daha asla Müslüman hâkimiyetinde eriştiği o zirvelere çıkamadı. Takibeden yüzyıllardaki gölgelenme iyi bir ders teşkil etmiştir. (H.M. Balyuzi, Muhammad and the Course of islam, sh. 287-317).
Profesör Hitti'nin ifadeleriyle "Yunan felsefesinin İslâm'la imtizacı bir Arapla (Kindî) başladı, bir Türkle (Fârâbî) devam etti ve doğuda bir İranlıyla (İbn Sînâ) sona erdi. (His-tory oftheArabs, sh. 371). Martin Plessner'e göre "Bu evrensel düşünürlerin ilklerinden biri, ünü batıda müthiş artmış ve otoritesi 17. yüzyıla kadar tartışılmamış olan fizikçi Ebu Bekr Muhammed b. Zekeriyya er-Râzî'dir (Rhazes in the West [865-925]). İslâmî ilimlerde rasyonalizmin öncülerinden biriydi. Çağdaşı Fârâbi'nin felsefe alanında olduğu gibi (Joseph Schacht ve E. Bosworth, The Legacy of islam, Oxford 1974, sh. 434-435).
Neredeyse, "(Emeviler döneminde) İmparatorluğun her şehri diğerlerini ilim ve sanat alanında geçmeye çalışıyordu. Dünyanın her tarafından, öğrenciler ve mütefekkirler, Arap hükemâsının söylediklerini dinlemek için Kurtuba, Bağdat ve Kahire'ye akın ediyordu. Kahire'nin Mu'izz İzzeddin idaresindeki yükselişi, Abbasî ve Fatımî halifelerinin öğrenme konusundaki himayelerine bir rekabet ruhu ekledi. Mu'izz'in ve sonraki üç halefinin hükümdarlıkları sırasında, ilim, yöneticilerin hususi ve iştiyakla koruması altında filizlendi. Kahire'nin serbest üniversitesi, Mu'izz tarafından kurulan Dar-ül Hikme, 'Bacon'un ideallerini bir gerçeklikle önceden gerçekleştirmiştir.' Fez'in İdrisîlerİ ve İspanya'nın Mağribli idarecileri, sanat ve edebiyatta yarışmışlardır. Atlantik kıyılarından doğuda Hint Okyanusuna, hatta Pasifik'e kadar, müslümanların rehberliğinde ve onlardan ilham alan, felsefe ve öğrenimin sesi yankılanıyordu. Abbasi sarayı, Doğu imparatorlu-ğundaki hâkimiyetini kaybedince, bir zamanlar halifenin 'bölünmemiş cismânî' hâkimiyetinde olan bölgelerde yönetimi ellerinde tutanlar, ilim ve sanatı, yetki tacını kendisinden aldıkları Papa gibi, korumayı sürdürdüler. Bu muhteşem dönem mezhep imamlarının zaferlerine ve ilim ve hikmetle meşguliyetlerine karşı açık kıskançlığına rağmen, Bağdat'ın Moğol atlıları önünde çöküşüne kadar sürdü. Halifeliği deviren, medeniyeti tahrip eden vahşi saldırganlar, İslâm'a girer girmez, ilim ve öğrenimin şevkli muhafızı oldular.
"Memun'u, yaptıklarını sürdüren parlak bir sultanlar silsilesi takip etti. Onun ve haleflerinin zamanında, Bağdat Okulu'nun alâmet-i farikası, tüm basanlarına hâkim olan, gerçek ve kuvvetle vurgulanan ilmî bir ruhtu. Şimdiye kadar Avrupa'nın icadı ve tekeli diye bakılan 'parçadan bütüne varma metodu', müs-lümanlar tarafından mükemmel olarak anlaşılmıştı. "Bilinenden bilinmeyene ilerlerken, sadece deneye dayandığını kabul eden Bağdat Okulu/eskiden sebebe giderken bu fenomenin tam bir izahatını vermiştir. Bunlar müslüman büyüklerinin öğrettiği prensiplerdi. "9. yüzyıl Arapları" diye devam ediyor iktibas ettiğimiz yazar, "çok sonraları çağdaşların elinde en güzel keşiflerin aracı olan o verimli metoda sahiptiler."
"Maşallah ve Ahmed b. Muhammed en-Nehavendî, Arap astronomlarının en eskileri, Mansur devrinde yaşadılar. Ebû'l Ferec'in, devrin hârikası dediği Maşallah, usturlap ve halkalı küreler ve gökcisimlerinin hareketi ve yapısı üzerine, hâlâ bilim adamlarının hayranlığını uyandıran, çok değerli eserler telif etmiştir. Ahmed en-Nehavendî, kendi gözlemleriyle, el-Musta'mel adında, Yunan ve Hindularınkinden üstün bir astronomi tablosu hazırlamıştır.
Me'mun devrinde, Batlamyus'un Almagesû yeniden çevrildi ve düzeltilmiş tablolar, Send b. Ali, Yahya b. Ebi-Mansur ve Halid . Abdulmâlik gibi ünlü astronomlarca hazırlandı. Ekinokslar, tutulmalar, kuyrukluyudızla-nn görünüşü ve diğer gökyüzü olaylarıyla ilgili paha biçilmez rasatları ilme büyük bir katkıdır.
Kindî, muhtelif konularda 200 eser yazdı. Aritmetik, geometri, felsefe, meteoroloji, op-tİk ve tıp "çalışmaları" diyor Sedillat, "çok meraklı ve ilginç gerçeklerle dolu. Ebû Ma'şâr (Batıda Albumozar) gökyüzü olaylarında kendi Özel çalışmasını yaptı ve Zîc Ebû Ma'şâr (Ebu Ma'şâr'in tablosu) astronomik bilgide, belli başlı kaynaklardan biri olarak kaldı. Me'mun ve sonraki iki halefi zamanında filizlenen, Benu Musa Kardeşler'İn, kısmen güneşin ve diğer gökcisimlerinin ortalama hareketlerini hesaplamaya yönelik keşifleri, neredeyse Avrupa'daki en son keşifler kadar kesindir.
"Güneş ve ay tutulmalarıdaki sapmalar ile aym med-cezîre etkilerini, ellerindeki âletler gözönüne alınırsa, mükemmel bir hassasiyetle Ölçmüşlerdir. Ayrıca itidal noktalarının gerilemesini ve güneş yörüngesinin en uzak noktasını (Yunanlılarca hiç bilinmeyen hareketlerini) dikkate değer bir doğrulukla gözlemiş ve tesbit etmişlerdir.
Dünyanın büyüklüğünü, Kızıl Deniz sahilindeki bir seviyeyi ölçerek hesaplamışlardı. Bütün bunların yapıldığı çağda Hıristiyan Avrupa dünyanın düz olduğunu iddia ediyordu. Ebu'l Hasan, "Sonsuzlukların diyoptrilere bağlı olduğu tüp" dediği teleskopu keşfetmişti. Daha sonra bu tüpler, Maraga ve Kahire'de geliştirilmiş ve büyük bir başarıyla kullanılmıştı.
"Battânî'nin göründüğü zamanlarda, müslümanlar, eskilerin kaba astronomisinden düzenli ve ahenkli bir bilime geçmişlerdi. Battânî, halefleri tarafından aşıldığı halde astronomlar arasında yüksek bir mertebeye sahiptir. Selâhiyetli bir yazar, onun Araplar arasındaki rolünün, Batlamyus'un Yunanlılar arasındaki rolüyle aynı olduğunu söylüyor. Latince'ye çevrilen astronomi tabloları Avrupa'da yüzyıllarca bu ilme temel oluşturdu. Fakat, astronomik ve trigonometrik hesaplamalarda kiriş yerine sinüs ve kosinüsü önerdiği için, matematik tarihinde daha iyi tanınmaktadır.
Mısır Fatımîleri devrinde Kahire, yeni bir ilim ve irfan merkezi oldu. Azizbillah ve Hâkim biemrillah zamanlarında, sarkacın ve onun salınımıyla zaman Ölçümünün mucidi, çağın dâhilerinden biri olan İbn Yunuf yetişti. Fakat o, daha sonraları Claudius Batlamyus'un çalışmasının yerine geçen Zîcü'l-Ek-ber el-Hâkimî adlı çalışmasıyla meşhurdur. Astronom-şair Ömer Hayyam (M.S. 1079) tarafından İranlılar arasında Zîcî Mâlik Şah, Chrysococca'nın Syntax'ıyla Yunanlıların arasında, Nasİrüddîn Tûsî tarafından ez-ZîcÜl-İlhânî adıyla Moğollarda ve M.S. 1280'de, Çin'de, Co-Cheov-King'in Astro-zıom/'sinde çoğaltılmış ve yayılmıştır. Çin medeniyetine atfedilen şey, müslümanlardan ödünç alman ışıktır (Sedillot).
"Bu sırada, Batı Afrika'da da durgun değildi. Ceuta (Septe) ve Tangier (Tanca) ve Fas, Kurtuba, Seville (îşbiliye) ve Girnata'yla yarışıyor, üniversiteleri, dışarıya yetenekli profesörler ve öğrenimin her alanında, yorulmak bilmez müslüman zihninin gayretleriyle doğrulanmış çok sayıda çalışmalar gönderiyordu (Emir Ali, The Spirit of islam, sh. 371-379).
Gerçekten, Müslümanlar, bu dönemde, bilginin her dalında mükemmelleşmişlerdi. İbn Ebu Useybî'nİn biyografi eserindeki Arap fizikçilerin isimleri, bir cilt dolduruyordu. Ebu Bekr Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî (Batıdan Rhazes) Ali b. Abbas Ebû Ali Hüseyin İbni Sînâ (Batıda Avicenna), Ebu'l Kasım Halef İbn Abbas (Batıda Albucasis), Abu Merman İbn Abdulmâlik İbni Zühr (Batıda Aven-Zoer), Ebu'l-Velid Muhammed İbni
Rüşd (Batıda Averroes) ve Abdullah b. Ah-ined b. Ali el-Baytar (Batıda 'veteriner' Aben-Bethar) dünyanın ilim ve fikir tarihinde kalıcı izler bırakan en parlak ve Öndegelen fizikçilerden bazılarıdır.
Yunanlılar kaba bir anotomi anlayışına sahiptiler ve eczacılık bilgileri dar bir anlayış ile sınırlıydı. Müslümanlar anatomiyi de eczacılığı da geliştirerek müsbet birer ilim hâline getirdiler. İlâçlar ile ilgili mevcut bilgiyi sayısız ve paha biçilmez katkılarla zengİnleştir-diler. Botaniği Dioscorides'in bıraktığı durumdan çok ilerilere götürdüler ve Yunanlıların herboloj isini, 2000 bitkinin eklenmesiyle aştılar.
ed-Demrî, Buffon'dan 700 yıl önce telif ettiği hayvanlar tarihi eseriyle meşhurdur. (Emir Ali, sh. 317-318).
Böylece İslâm ümmeti, kendi araştırma, gözlem ve deney örneğiyle, doğu, batı, kuzey ve güneyde, değişik kültürlerin insanlarına, fizik âlemin sırlarının nasıl keşfedileceğini ve çevrenin, insanlığın yaran için nasıl kullanılacağını göstermiştir. Gerçekten insanlık tarihinde, tabiî çevrede, hatta insanın 'nefsi'nde serpilmiş olarak bulunan fıtrî zenginliğin muhtelif yönleri üzerinde çalışmış ilim ve fen adamlarım tek tek saymak, ciltler tutacaktır. Pek çoğu, şu veya bu şekilde insanlık tarihinde hayırla yâd edilecek iz bırakmı şiardır.