- İlim Ve Çevre

Adsense kodları


İlim Ve Çevre

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Wed 8 August 2012, 03:07 pm GMT +0200
İLİM VE ÇEVRE: SAHABE VE TABİÎN

İman ve ilim zenginliğiyle müzeyyen Pey­gamber Hz. Muhammed'in ashabı bu nu­ru; dünyaya, diğer kültür ve medeniyetlere nüfuz eden ve onların tavırlarını, tabiata ba­kış açılarını ve tabiat güçlerinin insan haya­tındaki fonksiyonlarını değiştiren iman ve ilim nurunu yaydılar. "Miladî 632'de Muhammed'in vefatından sonra, İslâm tartı­şılmaz olarak dünyanın en dinamik medeni­yeti, eski Yunan hâkimiyetinin vârisi... dünya tarihinde Roma'nın batışından Avrupa keşif gezilerine kadarki bin yılda İslâm'ın yükseli­şinden daha önemli hiçbir olay yoktur." (The Times Atlas of World History, sh. 97-104).

Daha önce açıklandığı gibi, ilim sahibi ol­mak, kadın erkek her müslüman için farzdır. Çünkü ilimsiz ne toplumun ihtiyaç ve istekle­ri, ne de mahrukatın mükellefiyetleri biline­mez. Bu İkisi ise gerçek iman sahibi olmak için zaruridir. Hatta temel kaide ve İslâm'ın esası olan tevhid inancı ilimsiz şüpheli ve be­lirsiz olarak kalır. Kişi, tevhidin manâsını kavrayabilmek için Allah'ın sıfatları, hüküm­leri ve kudreti hakkında tam bir bilgiye sahip olmalıdır. Bu yüzden ilim imandan sonra en önemli şeydir ve hatta doğru olmayan bilgiy­le karışık iman zayıf ve muğlak kalmaya mahkûmdur.

İlim sahibi, korkudan uzak ve güvenle aydın­lıkta yürüyen kişi gibidir. Câhil ise, Önüne çı­kabilecek tehlikelerden habersiz karanlıkta yürüyen kişi gibidir. İşte Kur'ân'ın, aydınlığı (nûr) ilimle (İslâm ilmiyle) ve karanlığı cahi-liyetle (küfür) özdeşleştirmesinin sebebi bu­dur: "Allah'tan sana bir nur ve apaçık bir ki­tap geldi ki onunla Allah, O'nun rızasını ara­yanları barış ve selamet yollarına yöneltir ve onları kudretiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır." (5: 17-18) Ve yine Bakara sûresinde şu ifadeleri görüyoruz: "Allah iman edenlerin velisidîr; onları (zulmün) karanlıklarından kurtarıp nura çıkarır, küfredenlerin dostları ise tağutlardır. Onlar küfredenleri nurdan ka­ranlıklara çıkarırlar." (2: 257).

Hz. Ali'ye göre ilim servetten daha üstündür. İlim seni korur, ama serveti sen korumak zo­rundasın. İlim adaleti yayar, halbuki servet adalete muhtaçtır. Servet harcandığında aza­lır, ilim ise harcandıkça çoğalır. Bu yüzden ilmin kıymeti kendinden kaynaklanır, çünkü bu ve Öbür dünyadaki saadet ancak onun yar­dımıyla sağlanacaktır. İlim sahibi olmanın neticesi öbür dünyada Allah'a yakınlık, me­lekler ve takva sahibi müslümanlarla dostluk­tur, bu dünyada ise şeref, güç ve dünyadaki diğer toplum ve kültürlerin üstünde nüfuz sa­hibi olmaktır. Binaenaleyh bu dünyada ve öbür dünyada hayır arayanlar için ilim sahibi olmak ve onu Öğretmek en mükemmel iştir. (İmam-ı Gazali, İhya'u Ulumiddîn, c. I).

Sahabiler bütün imkânlarıyla daha çok din ve dünya ilmi edinmek için gayret sarfediyorlardı. Biri, imanlarını daha sağlamlaştırmak için diğeri dünyanın nimetlerinden daha fazla yararlanmak ve fizikî âlemdeki gizlilikleri in­sanlığın faydasına sunmak içindi,

Adaletle hükmeden halifeler İlimde ashabın en ileri gelenleriydiler. Hakikatte onlar ilim gözleri ve âlimlerin liderleriydiler. Onlar dinî meselelerde topluma yön veriyor, toplumu ahlâkî ve manevî mükemmelliğe ulaştırmaya yönlendiriyorlardı. Onlar, müminleri, imanla­rını korumak için cihada sevkediyor, geliş­miş sulama sistemleri yaptırarak toprakları­nın üretimini arttırmaya teşvik ediyorlardı. Bunları, iktisadî, sosyal ve askerî durumları­nı, teknik ve sistemlerini geliştirmek için lü­zumlu görüyorlardı. Böylece dinleri dünyada sağlamlaşacak ve kimse İslâm devletinin sı­nırlarına saldırmayı düşünemeyecekti (8: 60). Bütün bu tedbirler sadece Allah'ın rızasını kazanmak için almıyordu. Çünkü İslâm'da maddî ve manevî kurtuluş, Allah yolunda sa­vaş alanlarında cehdetmek veya günlük ha­yatta haramlardan kaçınarak dürüst yaşamaya bağlıdır, yoksa hayattan el-etek çekerek ve inzivaya kapanmak değildir. Bunun sebebi, bu dinin insan için kıyamete kadar en son ve mükemmel bir hayat tarzı olmasıdır. O, haya­tın her yönünü kapsar ve diğer dinler gibi manevî, dinî, dünyevî işler diye bir ayırıma gitmez. Allah'a ve Rasûlüne itaat yolunda yapılmış her hareket din ile ilgilidir. Savaşa­nın cihadı; iş adamının iş görüşmesi; öğret­menin öğrencilerine ders vermesi; doktorun hastasını muayenesi; bilim adamının yeni bir şeyler icad etmek için laboratuvarında çalış­ması; veya nikâhlı kan-kocanm münasebetle­ri. Bunların hepsi Allah'dan korkarak ve onun kanunlarına uyma yolunda yapılmışsa bir fazilet olarak sayılır. İslâm mesajının bu ruhu ilim öğrenme ve insanlığın faydası için tabiatta yeni bilgi ve enerji kanaklan arama yolunda müslümanlara güç ve cesaret ver­mektedir. Neticede müslümanlar araştırma ve inceleme yoluyla her sahada ilerlediler ve manevî ilimlerde olduğu kadar tecrübî ilim­lerde de dünyanın önderleri konumuna geldi­ler. Bu, İslâm'ın insan tabiatının gizliliklerini bilen ve insan ihtiyaçlarının âdil ve hakkani­yete uygun şekilde tatmin etme yolunu göste­ren yegane din olduğu gerçeğini açığa çıkarır.

(Geniş bilgi bilgi için bkz., Sîret Ansiklope­disi, c. II, bölüm 3). Şüphesiz İslâm hak ma­nada medenî olan tek dindir. Çünkü İslâm, içinde, insanların haklarına tecavüz edilme­den huzurlu, ahlâklı ve muttaki bir hayat sü­rebileceği, sağlıklı, zengin bir kültür ve me­deniyetin kurulmasını ve geliştirilmesini sağ­lar.

Diğer dinlerin, onların liderlerinin ve takipçi­lerinin medeniyete ve maneviyata bakış açı­larını İslâm ile karşılaştırırsak, İslâm'ın bu açık durumu bütün parlaklığıyla ortaya çıka­caktır. Budizm'in kurucusu, hanımını ve uyu­yan bebeğini terkederek ormana yerleşir ve hayatını zorluklar içinde, medenî ve kültürlü topluma ait herşeyden uzak, inziva halinde geçirir.

İncil'de geçen bir bahiste, Allah'ın rızasını elde etmek için hadım etme olayı hıristiyanh-ğın medenî topluma karşı gerçek tavrı hak­kında bilgi verir. Sonra hıristiyan ve budist manastır ve pagadalarındaki (Budist Mabedi) aile hayatından kaçman ve böyle bir hayata alışmış yüzlerce ve binlerce rahip ve rahibe bu dinlerin kültürlü ve medenî hayata olan nefretlerinin açık delilidir. Artık bu dinlerin hürmete şayan ve medenî bir toplumun geli­şimine sağlıklı bir yaklaşım göstermelerini nasıl bekleyebiliriz? Hinduizm'de en güzel hayat dağlarda, vadilerde, ormanlarda inziva­ya çekilmek ve eğlencenin, hatta yeme ve iç­menin her türlüsünden sakınmak ile gerçek­leştiğine inanılır. Yüzlerce kız (Allah'ın hiz­metçileri kabulüyle) taştan putlarla evlendiri­lir; yaban ve gayri ahlâkî bir hayata sürükle­nirler. Bu suretle insan neslini kurutma plan­larını merasimlerle kutlarlar.

Muhtelif felsefelerin, dinî İnançların ve yan­lış öğretilerin sonucu olan tüm bu gösteri ve uygulamalar insanı ve onun tabiatının ihti­yaçlarını anlamayı veya onun ihtiyaçlarını bulup çıkarmaya önem vermeyi başaramadı­lar. Ancak İslâm'dır ki, bu hurafelerin kökü­nü kazımış, böyle korkuları yok etmiş ve böyle tuhaf fikirleri yıkmıştır. Sadece zanlara ve ataların taklidine dayanan geleneksel örf ve âdetler iptal edilmiş; insanlığın ilerlemesi­ne, kültür ve medeniyetine mâni olan ada­letsiz, insafsız ve zalim uygulamalar kaldırıl­mıştır. Bu suretle insanın müsbet-menfi güç ve kabiliyetlerini birleştiren İslâm insan kül­tür ve medeniyetinin en üst düzeyde büyüme ve gelişmesinin yolunu tam olarak açmış ol­du. İslâm, ruhbanlığı çok sert bir şekilde ya­saklar (57: 27). Kadınlar erkeklerle eşit bir seviyeye getirir (2: 228). Çocukların öldürül­mesini yasaklar (6: 151 ve 17: 31) anaya, ba­baya iyi davranmayı (2: 83 ve 4: 36); yetim­lere karşı, adaletli olmayı (6: 152 ve 17: 34); ticaret yaparken ölçüde ve tartıda insaflı dav­ranmayı (17: 35); iyilikte ve adalette (müslü-man) yönetimle (4: 59) ve halkla (5: 2) işbir­liği yapmayı emreder. Günahta ve zulümde işbirliği yapmayı yasaklar (5: 2); antlaşma ve sözleşmelerin yerine getirilmesini emreder (5: 1). Dost ve düşmana (5: 9), akraba ve zenginlere (6: 152) ve herkese karşı (42: 15 ve 4: 58) adaletli davranmayı, diğer ülkeler­deki zor durumda ve zulüm altında olan müslümanlara yardım etmeyi emreder (8: 82). Zulmün her çeşidini ve fesadı lanetler (5: 64 ve 28: 77). Sağlıklı bir toplum oluşturabil­mek için toplumun olduğu kadar tek tek fert­lerin de haklarını korumayı emreder (25: 67 ve 25: 63). Diğer yandan toplumda haramı yayan, fesat çıkaran (25: 72), huzuru bozma­ya çalışan (25: 68), insan neslini yok etmeye çabalayan adet ve davranışları yasaklar. Sağ­lıklı ve huzurlu bir ekonomik sistemin korun­ması için taahhütleri ilgilendiren iş görüşme­lerinin kaydının tutulmasını emreder (2: 282). Şahitliğin gizlenmesini yasaklayarak şahidle-rin şehadetlerini vermelerini emreder.

Kur'ân'ın bu emirlerinin yakından incelen­mesi, Kur'ân'ın, kültürün sağlıklı ve dengeli bir şekilde gelişmesi, muhafaza edilmesi için muhteşem kaideler koyduğunu gösterir. Ve İslâm'ın özelliği, ahlâkî ve ruhî eğitim ile tecrübî bilgilerin öğretimine aşırı önem ver­mesidir. Çünkü İslâm'ın amacı her insanın Allah'ın hakiki ve mûtî bir kulu, inancında muhlis; ana-babasınm vâsisi; kültürün koru­yucusu ve zulmün, adaletsizliğin, ve zorbalı­ğın düşmanı; imanlı, dürüst, haksever insan­lar olmasıdır (Kadı Muhammed S. Selman Mansurpurî, Rahmetun lı I- 'Alemin, c. III).

İslâm, zarif ve güzel şeyler için kültür ve me­deniyetin taleplerine gereken itibarı da göste­rir. İslâm, Allah'ın lütfü ve inayeti olarak ka­bul edilen kendi güzellik anlayışına sahiptir. Onun gözünde tüm yaratma olayı bir güzellik timsalidir ve bu dünyadaki herşey bu güzelli­ğin yansımasıdır. İnsan en mükemmel bir şe­kilde yaratılmış (95: 5), güzel bir şekil ve bünye verilmiştir (64: 3). Allah'ın yaratması güzel ve hatasızdır (32: 7). Allah İnsana en saf ve güzel bir nitelik verdi. İnsanın görevi Allah'ın kendini yarattığı şekliyle muhafaza etmektir. (30: 30) (A. Yusuf Ali, The Holy Qur'an, sh. 1759). Allah insanı ve insanın çevresindeki herşeyi en güzel bir şekilde ya­rattı ve O, İnsandan çalışmasını, bu dünyada güzel ve salih amel işlemesini bekliyor. Böy­lelikle insanlığın kültür ve medeniyeti tüm dünyada kemiyet ve keyfiyet bakımından gerçek ve hak olan güzellik haline gelsin.

Bu güzellik ve fazilet modeli insan medeni­yetinin asıl birimi olan aşk ve sevgi dağlarıy­la kuvvetlendirilmiş karı-koca ilişkilerine de yansır: "İçinizden kendileriyle huzura kavu­şacağınız eşler yaratıp, aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünenler için işaretler vardır." (30: 21). Kur'ân bu medenî cemiye­tin birlik bağlarını sevgi ve muhabbet ile sağ-lamlaştıran kadınları metheder (56: 37).

Kur'ân bu dünyada servete ve lükse kaçmak-sızın refaha da gereken müsaadeyi verir. Çünkü bunlar olmadan insan kültür ve mede­niyeti hayatın hoş yönlerinden ve zenginlik­ten mahrum kalır. İbadet sırasında bile insan­lara temiz ve güzel elbiselerini giymeleri ha­tırlatılmıştır: "Ey Adem oğulları! Her mesci­de gidişinizde süs(lü, güzel elbiselerinizi (üzerinize) alın; yiyin, için fakat israf etme­yin; çünkü O, müsrifleri sevmez." (7: 31). Âyetin orijinalinde geçen "zînet" kelimesi normalde süs, ziynet, dekor, nişan gibi manâlara gelir. Burada güzel, zarif ve müna­sip elbiseyi ifade eder. Âyet, ibadete başlaya­cakları zaman İnsanları uygun elbiseler giy­meye teşvik ediyor. Onlar, imkânları nisbe-tinde her iki gayeye de uyacak şekilde müna­sip ve temizce giyinmelidirler. "Bu emir ca­hil halkın o zaman ve ondan sonra da şimdiye kadar benimsediği yanlış tavrı reddetme ma-nasındadır. Bu kimseler, insanın Allah'a tam veya yarı çıplak halde ibadet etmesi ve O'nun huzurunda saçı başı dağınık, perişan bir görünümde bulunması gerektiğini düşü­nüyorlardı. Bunun tam aksine Allah, sadece çıplaklığı yasaklamakla kalmaz, aynı zaman­da insanın ibadet sırasında tam, düzgün ve te­miz bir elbise ile giyinmiş olmasını emre­der." (The Meaning of the Qur'an, c. IV, sh. 22).

Aynı sûrede şu âyetleri de okuyoruz: "Ey Âdem oğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek bir giysi, süslenecek elbise indirdik. Takva  (Allah'ın azabından korunma) elbisesi, daha hayırlıdır. İşte bu(nlar) Allah'ın âyetlerinden-dir, belki düşünüp öğüt alırlar." (7: 26). Bu âyette tüm insanlık ele alınıyor ve çıplaklığın çirkin, gayri ahlâkî etkileri hakkında uyarılı­yor. Çıplaklıklarını örtmek için münasip ve terbiyeye uygun giyinmeleri ikaz ediliyor. Âyet, kişinin sosyal hayattaki ihtiyaçlarına ve varlığına göre münasip, güzel ve hoş elbise­ler giymesinin kültürel bir ihtiyaç olduğunu belirtiyor. Kılık kıyafete bu bakış, Kur'ân'ın şu ayetinde de görülüyor: "De ki: 'Allah'ın kullan için çıkardığı süsü ve temiz nzıkları kim haram etti.' De kî: 'O, dünya hayatında mü'mini erindir, kıyamet günü de yalnız onla­rındır.' îşte biz, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz." (7: 32).

Bu âyet iki hususu belirtiyor. Birincisi Allah tüm temiz, iyi ve güzel olan şeyleri kulları için yarattığından, bunların kullarına haram kılınması Allah'ın iradesi olamaz. Bu yüzden eğer dinî, ahlâkî bir sistem bunları haram ve­ya mekruh kılar veya bunları manevî gelişme ve ilerlemeye engel olarak kabul ederse, bu, o sistemin Allah'tan olmadığına açık bir de­lildir. İkincisi, hayatın bütün güzel ve mü­kemmel yönlerinin mü'minler için olması is­tenir. Çünkü hakiki mülk sahibi olan Allah'a tam olarak inanan ve inanç sahibi olmanın mükâfatına lâyık olan kullar da onlardır. Bu­nunla beraber dünyada, hayatın nimetleri kâfirlere de verilir, çünkü dünya hayatı insa­nın bir imtihan alanıdır. Şüphesiz, bu nimet­ler zengin bir kültür için lüzumludur. Fakat kişi, bu nimetlerden faydalanmayla uğraşır­ken nihaî saadet düşüncesini kaybetmemeli­dir. Ali-îmrân sûresi bu gerçeği şu sözlerle zikrediyor: "Kadınlardan, oğullardan, kantar-larca yığılmış altın ve gümüşten, (otlağa) sa­lınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşın düşkünlük, insanlara süs­lü (cazip) gösterildi. Bunlar sadece dünya ha­yatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah kalındadır." (3: 14).

Bu satırlarda hayatın kaba gerçeği çok güzel bir şekilde sunulmuştur. İnsanlar mal ve ser­vet içinde zengin bir hayat özlem duyarlar. Ona mâlik olmak ve ondan istifade etmek ha­ram değildir. Fakat bu, halkı, sadece Allah katında olan mutlak kaderlerini unutma hata­sına sevketmemelidir. Bu husus Kehf sûresinde şöyle zikredilmektedir: "Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür. Baki kala­cak olan güzel işler ise Rabb'inin katında se­vapça da daha hayırlıdır, umutça da daha ha­yırlıdır." (18: 46). Bütün bu güzel şeyler ve şu dünyadaki zenginlik insan kültür ve mede­niyetini geliştirmek için makul ihtiyaçlardır. Fakat insan bu eğlencede haddi aşmamalı ve Allah'ın katındaki ebedî ikâmetgâhını unut­mamalıdır. Dünyadaki servet ve diğer şeyler Allah tarafından insanın rahatı, yararı ve ko­lay yaşayabilmesi İçin yaratılmıştır. "Davar­ları yarattık ki, bunlarda sizin için ısınma(mzı sağlayan şeyler) ve daha birçok yararlar var­dır. Ve onlardan kimini de yersiniz. Ve ak­şamleyin meradan getirdiğiniz, sabahleyin meraya götürdüğünüz zaman onlarda sizin için bir güzellik de vardır (onlann gidiş geliş­leri size ayrı bir güzellik ve zevk verir). Ağır­lıklarınızı öyle (uzak) şehirlere taşırlar ki, (onlar olmasa) siz (canlarınızın) yarısı tüken­meden oraya varamazdınız. Doğrusu Rabbi-niz çok şefkatli, çok merhametlidir. Binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha sizin bilmediğiniz nice şey­ler yaratmaktadır." (16: 5-8).

Bu ayetler insana kendi rahatı, yaran ve diğer sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını karşılamak için Allah'ın yarattığı çeşitli şeyleri hatırlatı­yor. Bu ayetler güzellik ve fazileti insan tara­fından büyük ölçüde takdir edilen ve değer verilen bu şeylerin kültürel yararı dikkati çe­kiyor. Bununla beraber Kehf sûresinde bun­ların gerçek faydası ve değeri konusunda bir ihtar vardır: "Biz yeryüzündeki şeyleri, ken­disine süs olsun diye yarattık ki, onların han­gisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim." (18: 7). Güç-iktidar, şân-şeref, altın ve gü­müş, atlar, tarlalar ve zenginliğin diğer ni­metleri bu dünyadaki hayatı yaşanabilir kıl­mak için vasıtalardır. İnsan onlarla belirtilen sınırlar içinde, haddi aşmadan, onların kölesi olmadan ne kadar uzun zaman onlardan ya­rarlanırsa değerini ve üstünlüğünü ispatlamış olur. Böylece ahlâkî ve manevî karakterini muhafaza etmiş olur. Şüphesiz ki bunlarla in­sanlık kültürüne güzellik ve şeref katar. Böy­lelikle dünya ve âhiretteki üstünlüğü yakalar.

Ayrıca insan, hayatın süs ve cazibesine kapıl­maktan dolayı uyarılmıştır.

"Bilin ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda (birbirinize karşı) övünme, mal ve evlât çoğaltma yarışıdır. (Bu), ekinci­lerin hoşuna giden yağmur gibidir. Bitirdiği ot sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur (Dünya hayatını tercih edenlere) âhirette çetin bir azap, (âhireti tercih edenlere ise) Allah'tan bir mağfiret ve rızâ vardır. Dünya hayatı bir aldatıcı bir zevkten başka birşey değildir." (57: 20).

Bütün bu Kur'ân ayetleri dünya hayatının zevk ve servetiyle sonraki hayatın ebedî olan kazancı arasında bir denge sağlamayı amaçlı­yor. Zenginliğin gerçek değeri, dünya hayatı­nın ziynet ve süsleri Kur'ân'da kabul gör­müştür. Çünkü hepsi insanların istifadesi ve hayatın devamı için Allah'ın lütfü olarak yaratılmıştır. Ne var ki, onların kullanımı helâl ve meşruiyet dairesinde olmalı, yeryüzündeki hayata güzellik ve şeref katmalıdır. İnsan bu nimetler sebebiyle kibirli, gururlu, yalancı ve müsrif olmamalı, hayatın asıl gayesini unuta­cak kadar onların içine dalmamalıdır. Öbür dünyada kendine ayrılan sonsuz nimetleri unutmadan bu dünyanın nimetlerini o yolda kullanmalıdır (2: 201). Bu hayat görüşü, Yu­nus (10: 24-25), İbrahim (14: 18) ve Nur (24: 38) sûrelerinde daha geniş olarak belir­tilmiştir. İnsana, hayatın iyi ve temiz nîmetlerinden istifadede dengeli olması em­redilmiştir.

Burada şu husus özellikle belirtilmelidir ki, hayatın ziynetlerini, zerafet ve güzelliklerini insan için helâl kılan sadece İslâm dinidir. Diğer tüm inançlar böyle bir hayat görüşünü günah kabul etmişler ve insanı bu nimetlerin tabiî ve helâl kılınan faydalarından mahrum bırakmışlardır. İslâm, herşeyi güzelliğe ve azamete hamletmiştir. Tabiatın her hâlinde insanın sonsuz ibretler alacağı ve faydalana­cağı fazilet ve güzellikler bulunur. Güzellik, bir halı gibi yeri döşeyen çimenler ve yeşil alanlardadır (22: 63; 2: 22; 16: 65). Ve yıl­dızlarla döşenmiş gökyüzü güzelliği ve ihti­şamıyla insanın dikkatini çeker (7: 54; 15: 16; 16: 12). Uzun ve yeşil ağaçlarla bezenmiş sıradağlar çekiciliklerini kendi içlerinde taşır­lar (35: 27; 23: 18-18). Birçok manzara ve di­ğer canlıların hâli, güzel olana hayranlık du­yan insanın ilgisini çeker. Bunlar yer ve gök­lerdeki sırlara yöneltirler (36: 80; 27: 60; 31: 27; 56: 72).

Yeryüzünün binbİr çeşit bitkisi, ziynet ve sü­sü sadece Kur'ân'm insanın dikkatine sundu­ğu güzelliklerdir. Bütün bu hoş ve güzel şey­ler insanın faydalanması ve istifade etmesi için yaratılmıştır. Bunun karşılığında muhlis ve hakiki bir kul olarak ondan beklenen, Rab-bine şükretmesi ve güzel bir şekilde davran­masıdır. Allah onu mükemmel bir surette ya­rattı ve ona nimetlerle dolu bir yer verdi. Dünyada güçlü, zengin ve mükemmel   bir medeniyet kurup şükür ve İyilikle hareket et­meyi ve bu şekilde öbür dünyada ebedî saa­deti kazanmayı bir tarafa itmek insan için tam bir nankörlük olur (Rahmetun li'l-'Âlemin, c, III).

İslâm'ın bu dengeli öğretisi, manevî olduğu kadar maddî hayat şartlarını da düzeltmede insana büyük şevk verir. Allah'ın ve Rasulü-nün mesajını yaymak ve onların yaşayışlarını düzeltmek için kendini cihada ve Allah'a iba­dete adamış ilim ve takva sahibi bir çok saha­be bulabiliriz. Onlar bunu yaparken maddî ihtiyaçları gözardı etmiyorlardı. Aksine, ilmi yaymak için uğraşıyorlardı. Böylece insanlar maddî hayatlarını ıslah etmede bu ilimden faydalanıyorlardı.

Tarihin incelenmesi, kendini bu işe vakfetmiş bir çok kişiyi ortaya çıkarır. Sahabe devrinde bu insanlar zenginlikleriyle olduğu kadar takvalarıyla da tanınıyorlardı. Aslında bu, İslâm peygamberinin teori ile uygulamayı beraber yürütmesinin bir sonucudur. O, sadece ahlâkî kavramları ve manevî değerleri öğretmekle kalmayıp İslâm devletini iktisadî, askerî ve siyasî yönden güçlendirmek için mümkün olan her tedbiri alıyordu. Medine'ye hicretin­de ilk uygulaması müslümanlar için dinî ve sosyal faaliyetlerde merkezî yeri olacak bir mescid inşa etmek oldu. O, ensar ve muhacir­den birbirine kenetlenmiş bir yapı gibi (61: 4) birbirine iman (49: 10) ve sevgi (8: 63) ba­ğıyla kaynaşmış ve kâfirlere karşı sert, birbir­lerine karşı ise merhametli olan bir toplum oluşturdu (48: 20). Onlar, ahlaken ve manen Çok kabiliyetlidirler ve bu hayatın hiçbir çe­kiciliği onları hak yoldan asla saptıramazdı (48: 29). Sonra sıra İslâm toplumunu ekono­mik ve sosyal yönden güçlendirmeye geldi. Böylece içteki ve dıştaki düşmanların tehdi­dine karşı başarılı bir şekilde karşı konacaktı. (İbni Hişam, c. I; 8: 72). İslâm kardeşliği, kan bağıyla olan kardeşlikten çok daha güçlü ve sağlamdır. İnsanlık tarihinde böyle bir birlik örneği görülmemiştir. Onlar yoksullukta bile iman kardeşlerini kendilerine ve ailelerine tercih ediyorlardı (59: 9).

Rasûlullah daha sonra muhacir, ensar ve Yahudileri kapsayan şehir halkıyla bir müda­faa hattı kurdu. Ayrıca şehrin çevresinde ve başka bölgelerde yaşayan kabilelerle stratejik ve siyasî antlaşmalar yaptı. Böylece Peygam­ber, şehir ve ahalisinin emniyetini temin etti. Dini ve o dîne bağlı olanları düşman sal­dırısından korumak için tâlim ve teçhizat ha­zırlığı yaptı (Geniş bilgi için bkz., Sîret An­siklopedisi, c. I, "Askerî bir lider olarak Hz. Muhammed" başlıklı bölüm).

Hz. Muhammed vefatında, arkasında siyasî ve askerî yönden emniyetli, güçlü bir devlet ve takipçilerinin, insanlık tarihinde eş­siz bir şahsiyet, ahlâk, ilim ve İktidar sahibi olduğu bir din bıraktı. Onlar, bir kaç nesil içinde yaptıkları işlerle yeryüzünün gerçek vârisleri olduklarını ispatladılar. Sözleri ve fi­illeriyle gösterdikleri üstün vasıfları, ilimleri, kabiliyet ve iktidarları ile tüm dünya toplum­larını etkilediler. Savaşta ve barışta idareleri ve ahlâklarmdaki asaleti gösterdiler. Bir yan­dan dini tebliğ ve tâlim ederken, diğer yan­dan fizikî çevreden en iyi şekilde istifade et­mek üzere onlara ilim öğrettiler.

Ahlâkî fazilet ve ilim üstünlüğü gibi iki güçlü ve sağlam silahla donanmış olarak hayatın her alanında ilerleme kaydettiler, insanlık kültür ve medeniyetine büyük katkıda bulun­dular. Salih amellerin anahtarı olarak, insan­lığa adaleti ve ihsanı öğrettiler. Tüm toplum­lara ve milletlere iyilikle, adaletle ve ihsanla muamele ettiler. İnsanı ne rengine, ırkına, di­line ve milliyetine göre ne de dost-düşman, fakir-zengin diye tefrik etmediler. Onlar ma­rufu emredip münkerden nehyettiler. İnsanla­rı fazilet ve takva sahibi olmaya davet ettiler.

İlme gelince, onlar insanları inceleme ve de­ney yolu ile ilim elde etmeye ve tabiî kaynak­ları mümkün olan en yararlı yolda kullanma­ya şevkettiler. İnsanları, atalarının yolunu ta­kip ederlerken zandan, cahillikten ve bâtıl inançlardan doğan davranışlarından vazgeçir­diler. İlim ve mantık yolunu takip edenleri teşvik ettiler. Bu yaklaşım, onların fizikî kay­naklarına inanılmaz derecede etki etti. Maddî yönden zenginleştikleri gibi, dünyadaki siyasî güçlerini ve nüfuzlarını da büyük oran­da güçlendirdi. Çünkü İslâm, ilerlemenin kar­şısında değil, onun yanındadır. O, medeniyeti dalâletten kurtarmış, maddî ve manevî yön­den üstün bir ilerleme ve gelişme yoluna sok­muştur. İslâm'ın ahlâkî ve manevî fazileti, aslında onun diğer kültür ve medeniyetlere iktisadî ve siyasî yönden üstünlüğünün kefa­letidir.

Maddî dünyayla İslâmî hayat tarzı arasında bir tezat yoktur. Aslında bunlar insanın ke­male ulaşması yolunda birbirlerinin tamamla-yıcısıdırlar. Çünkü bu dünya ve dünyadaki iş­ler, mahsûlü âhirette alınacak ekin gibidirler. Bir müslümanın duası şöyledir: "Ey Rabbi-miz! Bİze dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver." (2: 201). Ve Nahl suresinde şunu okuyoruz: "(Kötülüklerden sakınanlara) 'Rabbiniz ne indirdi?' denildiğinde, 'Hayır (indirdi)' derler. Bu dünyada güzel davranan­lara, güzel mükâfat vardır. Ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ger­çekten güzeldir!" (16: 30) ve Kasas süresinde şöyle buyruluyor: "Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste, ama dünyadan da nasibi­ni unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi sen de, (insanlara) iyilik et..." (28: 77)

Vahyin Rasûlullah vasıtasıyla muhatapları durumundaki ilk müslümanların hayata ve ilim kazanmaya karşı tavırları böyleydi. Di­ğer bir bölümde açıklandığı gibi İslâm'ın dünyaya yayılmasında diğer kültür ve mede­niyetlere daima (9: 33) tahakküm eden ve on­lara bir model görevini gören bir medeniyetin kurulmasında hayatî rol aldılar. Hz. Peygam­ber'in bu mükemmel vahyî öğretisi Arap­ların zaten var olan güçlerine yeni bir hare­ketlilik kazandırdı. Ve "hatta kendi devrinde, sonradan Bağdat, Salerno, Kahire, Kurtuba gibi üniversitelerin çekirdeğini oluşturan eği­tim kurumlarını oluşturdu. Bu öğretim, açık fikirli bir idarenin oluşmasını sağladı. Ayrıca toplumun her kesimine öğrenme arzusunu aşıladı. O çağ, üstün bir iman ve ihlas çağıy­dı. Gayesiz, cansız bir dünya görüşünün ta­hakkümüne karşı âdeta ruhun bir başkaldırı-sıydı. Dinin pratiğe aktarılması, kulluk şuuru­nun muhafazası ve günlük hayatta uygulama sahası bulan bilgilerin özel eğitimi müslüma­nın önem verdiği ana meselelerdi." (Emir Ali, The Spirit of islam, Londra, 1974, sh. 361-402).

Emir Ali devamla şöyle diyor: Hz. Peygam­ber'in şehrinde çok ve çeşitli fikirlerin toplanmış olması müslümanlar arasında ilmin ve edebiyatın gelişimine katkıda bulunuyor­du. Tarihte eşi görülmemiş bir entellektüel hareket Medine'den Şam'a (Emevilerin yeni başkentine) geçti. Emevilerin katı nizamları­na rağmen bir çok müslüman âlim, o dönem­de halkın en çok rağbet ettiği meselelerde verdikleri derslerle ve vaazlarla büyük dikkat çekip şöhret oldular. Gelecek nesillerin dü­şünceleri, onların fikir ve telakkileri doğrul­tusunda gelişti, şekillendi. Yine, hicretin ikin­ci yüzyılında ciddî bir ilmî ve edebî canlılık başladı, bunda en büyük âmil Arapların şe­hirlere yerleşmesi idi. Abbasilerin başkenti

Bağdat, doğudan ve batıdan tüm insanların öğrenim merkezi hâline geldi. Şehri dolduran sayısız okullar, kolejler ve akademilerden iki­si öğrenci sayısı ve zenginlik bakımından di­ğerlerini geçer. Bunlar (hicrî 5. yüzyılın ilk yarısında kurulan) Nizamiye ve (hicrî 7. yüz­yılda kurulan) Mustansıriyye üniversiteleri (medreseleri) idi (The Spiril of islam).

"Kremer'in ifadesiyle ihtiva ettiği bazı şüp­heli tarafları ahlâkî ve aklî meziyetleri ile bi­ze unutturan hükümdarlık, dikkate şayandır ki, zamanımızda İslâm dünyasında başlamış olan entellektüel hareketliliğe büyük güç ver­miştir." (The Spirit of islam).

Müslümanlar öğrenimde ve ilim dallarında derece derece büyük mesafe katetmişlerdir. Şehirleri de diğer kültür ve medeniyetlerin mensupları için cazip merkezler hâline gel­miştir. Yine Emİr Ali'nin sözleriyle "Dünya­daki her milletin bir altın çağı vardır. Atinalı­ların Pericles çağı, Romalıların Augustus ça­ğı gibi. Tabii ki İslâm dünyasının da böyle parlak bir devri vardır. Mansur'un tahta geçi­şinden, Mu'tezid Billah'ın ölümüne kadar ge­çen müddet tarafsız olarak incelenirse, bü­yüklük ve ihtişamda diğerlerinden üstün de­ğilse bile, onlarla aynı değerdedir. İlk altı Abbasi halifesi döneminde özellikle Me'mun devrinde müslümanlar medeniyetin öncüsü durumuna geldiler. Ortaçağda Müslümanlar vahiyden aldıkları esnek hilkatleri ve coğrafî olarak merkezi konumları ile -ki bir yanda batmakta olan Yunan ve Roma'nın paha bi­çilmez hazineleri, diğer yanda İran hazineleri ve uyku çağlarını yaşamakta olan Hindistan, Çin- müslümanlar kuşku yok ki insanlığın önderi ve rehberi idiler.

"İlk devirden sonraki Müslümanlar doğudan ve batıda kendilerine gelen ilmi Öğrenerek, Rablerinin talimatını onunla birleştirip, İlim erlerini kendilerine katarak birlik ve beraber­liklerini sağlayan Rasûlullah'in ilharnıyla harekete geçtiler." "Araplar" diyor Humboldt "Avrupa, Guadaqivir ve Orta Afrika arasında bir vasıta durumunda idiler ve bu bölgeleri

nüfuzları altında tutuyorlardı. Onların eşsiz entellektüel faaliyetleri dünya tarihine ayrı bir dönem olarak geçti. Emevi devrinde müslümanların bir tecrübe devresinden geçtikleri­ni görüyoruz. Kendilerine yüklenen büyük vazifenin altından kalkabilmek için kendileri­ni hazırlıyor gibiler. Abbasilerde dünyadaki ilim deposunu buluyoruz. Dünyadaki bütün antik ilmî eserler halifelerin direktifleriyle araştırılıyor, başkente getiriliyor ve takdir bi­len, kıymetten anlayan insanların önüne seri­liyordu. Akademiler ve diğer okullar her yön­den gelişti. Halk kütüphaneleri her şehirde serbestçe-sergileniyor ve İstifade etmek İste­yen herkese açılıyordu. Dünyadaki geçmiş bütün büyük filozofların öğretileri Kur'ân İle birlikte inceleniyordu.

Galen, Dioscorides, Themistius, Aristotle, Plato, Euclio, Batlamyus ve Appolonius hak­kettikleri takdiri kazanıyorlardı. Bizzat idare­ciler kütüphane toplantılarında ve felsefî mü­nazaralarda yer alıyorlardı. İnsanlık tarihinde ilk defa, dinî ve müstebit bir hükümetin za­ferlerini hazırlama ve paylaşmada, felsefeyi müttefik kabul ettiği gözleniyordu." (The Spirit of islam; geniş bilgi için bkz., Sîret Ansiklopedisi, c. I, "İnsanlığın Eğiticisi" baş­lıklı 2. bölüm).

"İspanya' daki Müslümanların ilme ve öğrenime katkıları, hiçbir yönden küçümsenecek değerde görülemez. PireneTerden Boğaz'Iara kadar üniversiteler, yüksekokullar, liseler ve kütüphaneler kurdular. Sevila (İşbiliye), Cor-dova (Kurtuba), Granada (Gırnata), Murcio (Mürsiye) ve Toledo gibi şehirler, ilim ve edebiyatta büyük Öğrenim merkezleriydi." (Emir Ali, The Spirit of islam, sh. 378).

Bir İngiliz tarihçinin ifadeleriyle, "daha yük­sek meselelerdeki hayranlık çığlıkları, Kurtu-ba'nın saray ve bahçelerinin zerafeti ve leta­feti gibi güçlüydü. Zihin de beden kadar gü­zeldi. Profesörleri ve öğretmenleri, onu Av­rupa kültürü'nün merkezi yaptı. Ünlü doktor-larıyla çalışmak için Avrupa'nın her tarafın­dan öğrenciler geliyordu. Hatta uzaklarda, Goudersheim'in Saxon manastırmdaki rahibe Hirosvitha bile, Eulogius'un kurban edildiği­ni duyduğunda, kendini tutamayıp Kurtu-ba'nm, en parlak ilahilerini söylemişti. Orada her ilim dalı ciddiyetle çalışılıyordu. Tıp, En­dülüslü doktor ve cerrahların keşifleriyle Ga-len'den beri geçen yüzyıllardan daha fazla ilerliyordu. Astronomi, kimya, coğrafya ve tabiat bilgisi, Kurtuba'da büyük gayretlerle çalışılıyordu." (Stanley Lane-Poole, The Moors İn Spain).

Renan'a göre "Milattan sonra onuncu yüzyıl­da, ilim ve edebiyattan alınan tat, dünyanın bu mümtaz köşesinde modern zamanların ör­neğini zorlukla verebileceği bir müsamaha ortamı oluşturmuştu. Müslümanlar, Hıristi­yanlar ve Yahudiler, aynı dili konuşuyor, ay­nı nağmeleri söylüyor, edebiyatta ve ilmî ça­lışmalarda İşbirliği yapıyordu. Farklı insanla­rı ayıran bütün engeller ortadan kalkmıştı. Herkes, müşterek bir medeniyette, ahenk içinde çalışıyordu. Öğrencilerin binlerle sa­yıldığı Kurtuba camileri, felsefî ve ilmî faali­yetlerin aktif merkezleri haline geldi (Aver-roes et Averroism).

Kimya bir ilim olarak, müslümanlar tarafın­dan bulunmuş ve geliştirilmişti ve müslüman ilim adamlarınca "tıp ilmi ve cerrahi sanatı, bir milletin dehasının en iyi göstergesi ve bir inancın entellektüel ruhunun en zorlu testi en yüksek dereceye getirilmiştir." Ayrıca anato­mi ve eczacılığı müsbet birer ilme dönüştür­müş ve 'İlm-i tasrih el-Arz adı altında jeolo­jiyi geliştirmişlerdir. Tarihi bir ilim haline getirerek arkeoloji, etnoloji ve coğrafyayı ta­rihin bir bölümü olarak ele almışlardır. Mate­matiği çok ileri bir safhaya taşımışlar, bu alanda cebiri ilim âlemine kazandırmışlardır. Denizcilerin vazgeçilmez âletleri olan pusula da onların buluşuydu.

Müslümanlar, bilgi ve becerilerini çevreleri­ne uygulayarak, maddî refah ve dünyanın siyasî hâkimiyeti olarak karşılığını aldılar. Yollar ve köprüler inşa ettiler. Su depolan, havuzlar, kervansaraylar ile kervanların gü­venlik ve huzurlarını sağladılar. Ticaret ve endüstrinin hızla gelişmesinde bütün bunların önemli katkıları olmuştur.

Araplar fethettikleri ülkeleri su kanalı şebe-keleriyle kaplamışlardır. Su çarkları, bentler ve pompalarla İspanya'ya bir sulama sistemi kazandırdılar. Şimdi çorak ve işe yaramaz olarak uzanan bütün arazî parçaları, zeytin ağaçlarıyla kaplıydı ve yalnız İşbiliye'nİn ke­nar mahalleleri, İslâm idaresindeyken, binler­ce yağ fabrikası İle kaplıydı. Pirinç, şeker ve pamuk gibi belli başlı mahsûlleri, hemen he­men bütün meyveler ile ikinci üçüncü derece­de önem taşıyan zencefil ve safran gibi bitki­leri tanıttılar. Bakır, sülfür, demir ve civa ma­denlerini çıkardılar. İpek kültürünü, kâğıt ve diğer tekstil ürünlerinin, porselen, seramik, demir, çelik ve derinin üretimini yerleştirdi­ler. Kurtuba'nm gergefleri; Mürsiye'nin yün­lü kumaşları; Gırnata, Elmeriye ve İşbili­ye'nİn ipekleri; Toledo'nun çelik ve altın iş­leri ve Selibe'nin kâğıdı bütün dünyada ara­nıyordu. Malağa, Barselona, Kartagena ve Cadiz limanları, ithalat ve ihracatın büyük merkezleriydi. Refah zamanlarında İspanya arapları, gemi sayısı 1000'i geçen bir ticaret filosu kurmuşlardı ve Danube'de de temsilci­leri ve fabrikaları vardı. Bizansla Karadeniz boyunca, ve doğu Akdeniz limanlarından Asya'nın içlerine, Afrika kıyısında Madagas­kar'a kadar uzanan bir ticaret ağına sahiptiler.

"Onuncu yüzyılın ortalarında, Avrupa şimdi­ki Caffraria'nm durumundayken Ebul Kâsm gibi münevver Mağribliler, ticaretin esasları üzerine kitaplar yazıyordu. Ticarî teşebbüsü teşvik etmek ve seyahati kolaylaştırmak için hükümet eliyle, ilgili oldukları yerlerin ayrın­tılı tasvirlerini ve diğer lüzumlu bilgileri İhti­va eden coğrafi sözlükler, planlar, haritalar basıyordu." (Emir Ali, a.g.e., 392-393).

Şüphesiz "İslâm entellektüel hürriyetin hâkimiyetini başlattı. Şurası açıktır kî İslâm, başlangıçtaki saf karakterini koruduğu süre­ce, entellektüel hürriyetin gayretli müttefiki, bilgi ve medeniyetin canlı koruyucu ve teş­vikçisi olmuştur. Yedinci yüzyıldaki doğu­şundan 17. yüzyılın sonlarına kadar İslâm, güç ve enerji bakımından bugün Avrupa'yı kapsayan eşdeğerli ilmî ve edebî bir ruhla do­luydu. Bu, müslümanlan bir ilerleme dalga­sında taşıdı ve maddî ve zihnî gelişmede çok üst bir dereceye çıkmalarını sağladı." (Emir Ali, a.g.e., 401).

"Araplar Azor adalarını keşfetmişlerdir. Hat­ta bugün, Amerika'ya kadar ulaştıklarına dair görüşler vardır. Eski kıtaların sınırları içinde, beşerî faaliyetlerin her sahasında eşi görül­memiş bir ilmî İnkişâf gösterdiler. Gramer, belagat, filoloji, coğrafya, 'örf ve âdetler' ve seyahatler hakkında yazdılar. Biyografi ve sözlükler topladılar. Tarihi tefekkür ve güzel şiirlerle dünyayı zenginleştirdİler. İlmî keşifleriyle insanlığın bilgisine pek çok şey ilave ettiler. Felsefî tartışmalarla fikrî faaliyetlere hız kazandırdılar. Tarihçi Sedillot'un ifadele­riyle "Bu dönemde gördüğümüz, herbiri aklın muazzam faaliyetlerini gösteren geniş edebi­yat, dehanın çok çeşitli ürünleri, fevkalâde değerli icatlar Arapların herşeyde bizim üs-tadlarımız olduğu görüşünü doğruluyor. Bizi bir yanda ortaçağ tarihi için hesapsız malze­meyle, seyahatnameler ve biyografik eserle­rin mutluluğuyla, öte yandan eşsiz bir endüst­riyle, düşünce ve fiileyatta muazzam bir mimariyle ve sanatta önemli keşiflerle donattı­lar."

Yine Emir Ali'den bir nakil yaparsak "Tıp il­mi ve cerrahi sanatı üst dereceye çıkarıldı. Araplar kimyevî eczacılığı icad ettiler ve şimdi dispanser denilen müesseseler kurdu­lar. Her şehirde, harcamaları devlet tarafın­dan karşılanan genel hastaneler, Darül Şi-fa'lar kurdular. Botanik çalışmaları için Bağ­dat ve diğer yerlerde bahçeler bulunuyor; bu­ralarda öğrenciler eğitiliyor ve ilimde en ileri gidenler ders veriyordu." (History ofîhe Saracens, Yeni Delhi, 1981, sh. 461-463).

"Birûnî, güneşin, dünyanın ve ayın hareketle­rini, ayın dünya çevresindeki, değişik safha­lara yol açan hareketini, mevsimlerin dünya­nın güneş çevresinde dönüşüyle nasıl oluştu­ğunu, vb. açıklamıştı. Ayrıca ayın dünyadan uzaklığını ölçmüş ve 11. yüzyılda yüzlerce şehrin enlem ve boylamını vermişti. Hemen hemen her ilim sahasıyla ilgili eserler verdi. Hepsinde ansiklopedik bilgiye sahip olduğu söylenirdi. Güneş ve ay tutulmalarını göste­ren diyagramlar çizdi. Ayrıca pek çok mad­denin özgül ağırlığını tesbiti, müslüman ilim adamlarının yeni âletler geliştirmek ve bilgi kazanmak konusundaki kaydadeğer başarıla­rını gösterir (H.M. Balyuzi, Muhammad and the Course of Mam, Oxford 1976, sh. 300).

"Ziraî üretimi arttırmak için, İslâm âleminde su depolarını, nehirleri ve dağlardaki kaynak­ları birbirine bağlayan kanallar ve kemerler inşa edilmişti. Şehir ve köylerin su ihtiyacı bunlarla karşılanıyordu. Su çarklarının kullanımını mükemmelleştirdiler. Böylelikle, va­rolan su kaynaklarına ulaşılarak şehirlerin iç­me su ihtiyacı ile tarımdaki sulama ihtiyacı gideriliyordu. Kanal sistemini de çok geniş sahalarda kullandılar. Bilinen bütün matematik hesapları ve mühendislik, yüksek dağlar­dan yeraltı kanallarıyla çöl yakınlarındaki ve yerel su kaynaklarından mahrum şehirlere su getiren bu sanatın hizmetindeydi." (Seyyid Hüseyin Nasr, Islamic Science, Londra 1976, sh. 213).

Bir başka yazar da şöyle diyor: Araplar ke­sinlikle yeni bir medeniyetin sahip olması ge­reken millete ve kuvvete sahip olmakla, fark­lı milletlere, kökenlere sahip insanları müşte-re bir gaye, iş ve anlayışta bir araya getirme potansiyel ve başarısında, ölçüsüzce zengin bir dil geliştirmekle övünrnelidirler. Daha ön­ce bahsedildiği gibi müslüman ilim adamları­nın önemli bir katkısı, labaratuvar teknikleri­nin kullanılışı ve hesaplamaları kolaylaştıran âletlerin icadıdır.

Optik ilmi, İslâm dünyasının hizmetkârları tarafından sebatla geliştiriliyordu. Bu sahada en önde gelen isim, Batılıların Alhazen ola­rak bildikleri İbnü'l-Heysem'dir. Roger Ba-conu (1214-94) büyük ölçüde etkilemiş olan el-Kindî'nin optik kitabı, İbnü'l-Heysem'in deney ve araştırmalarına başlayana ve ışık ve özellikleri hakkında yazana kadar, söylenmiş son sözdü. İbnü'l-Heysem fotoğrafçılığın ve temelde sinemacılığın ilk atası olması do­layısıyla alkışlanabilir.

Çünkü 'camera-obscura' prensibini ilk defa İbnü'l-Heysem, bir tutulma sırasında göster­miştir. Nedense, bir başka müslüman ilim adamının, Kemâlüddîn Farisî'nin (ölm. 1320) aynı prensibi alarak bir safha daha ileriye uy­gulaması 300 yıl almıştır. İbnü'l-Heysem'in optik üzerine çalışmaları, İslâm medeniyeti­nin hizmetkârlarının deney ve gözleme gös­terdikleri artan dikkatin, bir başka canlı örneğini oluşturur. Deneyleri için çeşitli mercek ve aynaları kullanan İbnü'l-Heysem, ışığın kırılması üstünde çalıştı. Atmosferik kırıl­mayla İlgili araştırmaları, atmosferin yüksek­liğini ölçmesini sağladı. Eseri, Kitabu'l-Menazir (Optik Kitabı) Batıda büyük etki yaptı.

"MS. 860 yılında, Mûsâ b. Şâkir'in, mekanik hakkında ilk kitabı yazan, yorulmak bilmez üç oğlundan bahsedildiğini duyuyoruz. Ve Mağribilerin İspanya'sı, İslâm'ın yenileyici gücünün gözkamaştırıcı bir örneğini oluştu­ruyor. Müslümanlar kin ve zulümle dolu Vi-zigotların vahşetinin ıssızlığında, bir bolluk ve huzur ülkesi kurdular. Yönetime müsama­ha, eşitlik ve adalet getirdiler ve Endülüs'ün adaletli topraklarında kıtayı aydınlatan bir ir­fan feneri yaktılar. Siyasî yapılan, birikerek artan buhrana yol açtığında, bu parlak fener, dahilî düzensizlik ve anarşinin karanlığını de­lerek daha da parlıyordu. Hıristiyanların böl­geyi geri alması tamamlandığında ve geride Endülüs'ün sadece mimarî zaferleri kaldığın­da, bağnazlık, hoşgörüsüzlük ve engizisyon İspanya'ya hâkim oldu. Zafer dalgasıyla Hı­ristiyan fatihler el-Darado'larını aramak için Atlantik ötesine yelken açtılar. Eski medeni­yetleri yerle bir ederken büyük imparatorluk­ları İçin bölgenin zenginliklerini topladılar. Fakat İspanya bir daha asla Müslüman hâkimiyetinde eriştiği o zirvelere çıkamadı. Takibeden yüzyıllardaki gölgelenme iyi bir ders teşkil etmiştir. (H.M. Balyuzi, Muham­mad and the Course of islam, sh. 287-317).

Profesör Hitti'nin ifadeleriyle "Yunan felse­fesinin İslâm'la imtizacı bir Arapla (Kindî) başladı, bir Türkle (Fârâbî) devam etti ve do­ğuda bir İranlıyla (İbn Sînâ) sona erdi. (His-tory oftheArabs, sh. 371). Martin Plessner'e göre "Bu evrensel düşünürlerin ilklerinden biri, ünü batıda müthiş artmış ve otoritesi 17. yüzyıla kadar tartışılmamış olan fizikçi Ebu Bekr Muhammed b. Zekeriyya er-Râzî'dir (Rhazes in the West [865-925]). İslâmî ilim­lerde rasyonalizmin öncülerinden biriydi. Çağdaşı Fârâbi'nin felsefe alanında olduğu gibi (Joseph Schacht ve E. Bosworth, The Legacy of islam, Oxford 1974, sh. 434-435).

Neredeyse, "(Emeviler döneminde) İmpara­torluğun her şehri diğerlerini ilim ve sanat alanında geçmeye çalışıyordu. Dünyanın her tarafından, öğrenciler ve mütefekkirler, Arap hükemâsının söylediklerini dinlemek için Kurtuba, Bağdat ve Kahire'ye akın ediyordu. Kahire'nin Mu'izz İzzeddin idaresindeki yükselişi, Abbasî ve Fatımî halifelerinin öğ­renme konusundaki himayelerine bir rekabet ruhu ekledi. Mu'izz'in ve sonraki üç halefi­nin hükümdarlıkları sırasında, ilim, yönetici­lerin hususi ve iştiyakla koruması altında fi­lizlendi. Kahire'nin serbest üniversitesi, Mu'izz tarafından kurulan Dar-ül Hikme, 'Bacon'un ideallerini bir gerçeklikle önceden gerçekleştirmiştir.' Fez'in İdrisîlerİ ve İspan­ya'nın Mağribli idarecileri, sanat ve edebiyat­ta yarışmışlardır. Atlantik kıyılarından doğu­da Hint Okyanusuna, hatta Pasifik'e kadar, müslümanların rehberliğinde ve onlardan il­ham alan, felsefe ve öğrenimin sesi yankıla­nıyordu. Abbasi sarayı, Doğu imparatorlu-ğundaki hâkimiyetini kaybedince, bir zaman­lar halifenin 'bölünmemiş cismânî' hâkimi­yetinde olan bölgelerde yönetimi ellerinde tu­tanlar, ilim ve sanatı, yetki tacını kendisinden aldıkları Papa gibi, korumayı sürdürdüler. Bu muhteşem dönem mezhep imamlarının zafer­lerine ve ilim ve hikmetle meşguliyetlerine karşı açık kıskançlığına rağmen, Bağdat'ın Moğol atlıları önünde çöküşüne kadar sürdü. Halifeliği deviren, medeniyeti tahrip eden vahşi saldırganlar, İslâm'a girer girmez, ilim ve öğrenimin şevkli muhafızı oldular.

"Memun'u, yaptıklarını sürdüren parlak bir sultanlar silsilesi takip etti. Onun ve halefleri­nin zamanında, Bağdat Okulu'nun alâmet-i farikası, tüm basanlarına hâkim olan, gerçek ve kuvvetle vurgulanan ilmî bir ruhtu. Şimdi­ye kadar Avrupa'nın icadı ve tekeli diye ba­kılan 'parçadan bütüne varma metodu', müs-lümanlar tarafından mükemmel olarak anla­şılmıştı. "Bilinenden bilinmeyene ilerlerken, sadece deneye dayandığını kabul eden Bağ­dat Okulu/eskiden sebebe giderken bu feno­menin tam bir izahatını vermiştir. Bunlar müslüman büyüklerinin öğrettiği prensipler­di. "9. yüzyıl Arapları" diye devam ediyor ik­tibas ettiğimiz yazar, "çok sonraları çağdaşla­rın elinde en güzel keşiflerin aracı olan o ve­rimli metoda sahiptiler."

"Maşallah ve Ahmed b. Muhammed en-Nehavendî, Arap astronomlarının en eskileri, Mansur devrinde yaşadılar. Ebû'l Ferec'in, devrin hârikası dediği Maşallah, usturlap ve halkalı küreler ve gökcisimlerinin hareketi ve yapısı üzerine, hâlâ bilim adamlarının hay­ranlığını uyandıran, çok değerli eserler telif etmiştir. Ahmed en-Nehavendî, kendi göz­lemleriyle, el-Musta'mel adında, Yunan ve Hindularınkinden üstün bir astronomi tablosu hazırlamıştır.

Me'mun devrinde, Batlamyus'un Almagesû yeniden çevrildi ve düzeltilmiş tablolar, Send b. Ali, Yahya b. Ebi-Mansur ve Halid . Abdulmâlik gibi ünlü astronomlarca hazırlan­dı. Ekinokslar, tutulmalar, kuyrukluyudızla-nn görünüşü ve diğer gökyüzü olaylarıyla il­gili paha biçilmez rasatları ilme büyük bir katkıdır.

Kindî, muhtelif konularda 200 eser yazdı. Aritmetik, geometri, felsefe, meteoroloji, op-tİk ve tıp "çalışmaları" diyor Sedillat, "çok meraklı ve ilginç gerçeklerle dolu. Ebû Ma'şâr (Batıda Albumozar) gökyüzü olayla­rında kendi Özel çalışmasını yaptı ve Zîc Ebû Ma'şâr (Ebu Ma'şâr'in tablosu) astronomik bilgide, belli başlı kaynaklardan biri olarak kaldı. Me'mun ve sonraki iki halefi zamanın­da filizlenen, Benu Musa Kardeşler'İn, kıs­men güneşin ve diğer gökcisimlerinin ortala­ma hareketlerini hesaplamaya yönelik keşif­leri, neredeyse Avrupa'daki en son keşifler kadar kesindir.

"Güneş ve ay tutulmalarıdaki sapmalar ile aym med-cezîre etkilerini, ellerindeki âletler gözönüne alınırsa, mükemmel bir hassasiyet­le Ölçmüşlerdir. Ayrıca itidal noktalarının ge­rilemesini ve güneş yörüngesinin en uzak noktasını (Yunanlılarca hiç bilinmeyen hare­ketlerini) dikkate değer bir doğrulukla gözle­miş ve tesbit etmişlerdir.

Dünyanın büyüklüğünü, Kızıl Deniz sahilin­deki bir seviyeyi ölçerek hesaplamışlardı. Bütün bunların yapıldığı çağda Hıristiyan Avrupa dünyanın düz olduğunu iddia ediyor­du. Ebu'l Hasan, "Sonsuzlukların diyoptrilere bağlı olduğu tüp" dediği teleskopu keşfetmiş­ti. Daha sonra bu tüpler, Maraga ve Kahire'de geliştirilmiş ve büyük bir başarıyla kul­lanılmıştı.

"Battânî'nin göründüğü zamanlarda, müslümanlar, eskilerin kaba astronomisinden dü­zenli ve ahenkli bir bilime geçmişlerdi. Battânî, halefleri tarafından aşıldığı halde astronomlar arasında yüksek bir mertebeye sa­hiptir. Selâhiyetli bir yazar, onun Araplar ara­sındaki rolünün, Batlamyus'un Yunanlılar arasındaki rolüyle aynı olduğunu söylüyor. Latince'ye çevrilen astronomi tabloları Avru­pa'da yüzyıllarca bu ilme temel oluşturdu. Fakat, astronomik ve trigonometrik hesapla­malarda kiriş yerine sinüs ve kosinüsü öner­diği için, matematik tarihinde daha iyi tanın­maktadır.

Mısır Fatımîleri devrinde Kahire, yeni bir ilim ve irfan merkezi oldu. Azizbillah ve Hâkim biemrillah zamanlarında, sarkacın ve onun salınımıyla zaman Ölçümünün mucidi, çağın dâhilerinden biri olan İbn Yunuf yetiş­ti. Fakat o, daha sonraları Claudius Batlam­yus'un çalışmasının yerine geçen Zîcü'l-Ek-ber el-Hâkimî adlı çalışmasıyla meşhurdur. Astronom-şair Ömer Hayyam (M.S. 1079) tarafından İranlılar arasında Zîcî Mâlik Şah, Chrysococca'nın Syntax'ıyla Yunanlıların arasında, Nasİrüddîn Tûsî tarafından ez-ZîcÜl-İlhânî adıyla Moğollarda ve M.S. 1280'de, Çin'de, Co-Cheov-King'in Astro-zıom/'sinde çoğaltılmış ve yayılmıştır. Çin medeniyetine atfedilen şey, müslümanlardan ödünç alman ışıktır (Sedillot).

"Bu sırada, Batı Afrika'da da durgun değildi. Ceuta (Septe) ve Tangier (Tanca) ve Fas, Kurtuba, Seville (îşbiliye) ve Girnata'yla ya­rışıyor, üniversiteleri, dışarıya yetenekli pro­fesörler ve öğrenimin her alanında, yorulmak bilmez müslüman zihninin gayretleriyle doğ­rulanmış çok sayıda çalışmalar gönderiyordu (Emir Ali, The Spirit of islam, sh. 371-379).

Gerçekten, Müslümanlar, bu dönemde, bilgi­nin her dalında mükemmelleşmişlerdi. İbn Ebu Useybî'nİn biyografi eserindeki Arap fi­zikçilerin isimleri, bir cilt dolduruyordu. Ebu Bekr Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî (Batı­dan Rhazes) Ali b. Abbas Ebû Ali Hüseyin İbni Sînâ (Batıda Avicenna), Ebu'l Kasım Halef İbn Abbas (Batıda Albucasis), Abu Merman İbn Abdulmâlik İbni Zühr (Batıda Aven-Zoer), Ebu'l-Velid Muhammed İbni

Rüşd (Batıda Averroes) ve Abdullah b. Ah-ined b. Ali el-Baytar (Batıda 'veteriner' Aben-Bethar) dünyanın ilim ve fikir tarihinde kalıcı izler bırakan en parlak ve Öndegelen fi­zikçilerden bazılarıdır.

Yunanlılar kaba bir anotomi anlayışına sahip­tiler ve eczacılık bilgileri dar bir anlayış ile sınırlıydı. Müslümanlar anatomiyi de eczacı­lığı da geliştirerek müsbet birer ilim hâline getirdiler. İlâçlar ile ilgili mevcut bilgiyi sa­yısız ve paha biçilmez katkılarla zengİnleştir-diler. Botaniği Dioscorides'in bıraktığı du­rumdan çok ilerilere götürdüler ve Yunanlıla­rın herboloj isini, 2000 bitkinin eklenmesiyle aştılar.

ed-Demrî, Buffon'dan 700 yıl önce telif ettiği hayvanlar tarihi eseriyle meşhurdur. (Emir Ali, sh. 317-318).

Böylece İslâm ümmeti, kendi araştırma, göz­lem ve deney örneğiyle, doğu, batı, kuzey ve güneyde, değişik kültürlerin insanlarına, fizik âlemin sırlarının nasıl keşfedileceğini ve çev­renin, insanlığın yaran için nasıl kullanılaca­ğını göstermiştir. Gerçekten insanlık tarihin­de, tabiî çevrede, hatta insanın 'nefsi'nde ser­pilmiş olarak bulunan fıtrî zenginliğin muhte­lif yönleri üzerinde çalışmış ilim ve fen adamlarım tek tek saymak, ciltler tutacaktır. Pek çoğu, şu veya bu şekilde insanlık tarihin­de hayırla yâd edilecek iz bırakmı şiardır.