derya
Sat 13 February 2010, 08:48 pm GMT +0200
İkiyüzaltmışaltıncı Mektub
İkiyüzaltmışaltıncı mektûbu, üstâdı Muhammed Bâkî-billah “kuddise sirruh” hazretlerinin iki oğlu, hâce Ubeydüllah ve hâce Abdüllaha yazmışdır. İlhâm ve firâset yolu ile, mubârek kalbine doğan, (İlm-i kelâm) akîde ya’nî i’tikâdından ba’zısını bildirmekdedir. Kitâblardan alarak ve akl ve düşünce ile bularak yazmadığı hâlde hepsi, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at âlimlerinin sözlerine uygundur. Allahü teâlâ, ömr sarf ederek, istirâhatlerini fedâ ederek, durmadan çalışan o âlimleri, en üstün iyiliklerle mükâfatlandırsın!
İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî “kuddise sirruh”, dahâ ilm deryâsına yeni daldığı sıralarda hazret-i Peygamberi “sallallahü aleyhi ve sellem” rü’yâda görüp, kendisine buyurmuşdu ki: (Sen kelâm ilminde müctehid olacaksın). Bu rü’yâsını hocasına anlatmışdı. O günden beri, ilm-i kelâmın her mes’elesinde ayrı ictihâdı ve görüşleri vardır. Fekat, mes’elelerin çoğunda (Mâtürîdiyye) imâmımız ile berâberdir.
Eski Yunan felesoflarının, islâmiyyete uymıyan sözlerini red edip, yanıldıklarını isbât etmekde ve tesavvuf büyüklerini tanıyamıyarak ve sözlerini anlıyamıyarak, yoldan çıkan, sapıtan ve kendilerini din adamı sanıp, herkesi de yoldan çıkartan, câhil ve ahmakların yüz karalarını meydâna çıkarmakdadır. Bu mektûbda ayrıca nemâza âid birkaç fıkh mes’elesini de bildirmekde ve tesavvufun kıymetini ve yüksekliğini ve bu yoldan yükselmiş olan büyüklerin islâmiyyete sımsıkı sarılmış olup, bunları tanımıyan zevallıların iftirâlarının çürüklüğünü ve mûsikî dinlememeği ve dans ve oyun yerlerine gitmemeği ve dahâ birkaç şeyi bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun. Bütün düâlar ve iyilikler, Onun Peygamberi ve sevgilisi ve bütün insanların her bakımdan en güzeli ve en üstünü olan Muhammed Mustafâya “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Onu sevenlerin ve izinde gidenlerin hepsine olsun! Allahü teâlâ, siz yüksek hocamın kıymetli yavrularını da, se’âdet-i ebediyyeye kavuşdursun!
Yüksek üstâdımın, beni dünyâ ve âhıret ni’metlerine kavuşduran kıymetli hocamın sevgili yavruları! Biliniz ki, herşeye muhtâc olan bu zevallı kardeşiniz, tepeden tırnağa kadar, o yüksek babanızın sadakaları ve ihsânları içinde yüzüyorum. İnsanlığın elifbâsını ondan öğrendim. Yükseklikleri haber veren kelimeleri ondan okudum. Herkesin, senelerce çalışarak kazanabildiği dereceler, onun huzûrunda, terbiyesi altında, az zemânda elime geçdi. İnsanlara meziyyet, üstünlük veren bütün kıymetler, ona hizmetimin ikrâmiyesi olarak üzerime serpildi. Hiçbir işe yaramıyan ve insanlıkdan haberi olmıyan bu zevallı, onun nûrlu bakışları altında, ikibuçuk ay içinde olgunlaşarak, büyüklerin yoluna katıldı.
Onların Allahü teâlâya olan yakînliklerine kavuşdu. Böyle az bir zemânda, tesavvufu tadmış olanların, tecellîler, zuhûrlar, nûrlar, hâller ve keyfiyyetler diye anlatmak istedikleri gizli kazançlar, babanızın parlak kalbindeki deryânın damlaları olarak, önüme saçıldı. Bunlardan hangi birini anlatayım. Onun, lutf ederek, acıyarak mubârek gönlünü bu fakîre çevirmesi ile, tesavvufcuların tevhîd [bir bilmek], kurb [yakınlık], ma’ıyyet [berâberlik], ihâta her tarafı kaplamak, sereyân her zerrede bulunmak gibi sözlerle, anlatmak istedikleri ma’rifetlerden, ince bilgilerden ele geçmiyen, hemen hemen birisi kalmadı. Bunların içlerinden, özlerinden bildirilmedik bırakılmadı. Vahdet-i vücûd dedikleri, herşeyde Allahü teâlânın kemâlâtını görmek ve vahdetde kesreti bulmak, bu ince bilgilerin başlangıcıdır. İslâm büyüklerinin erişdiği, tanıdığı bilgileri, kelime kadrosu ile anlatmağa kalkışmak, câhillik ve ahmaklık olur. Bunların kavuşdukları, yetişdikleri dereceler çok yüksekdir. Anladıkları, edindikleri bilgiler ve zevkler çok incedir. Her bilgi satanın, büyük ve önder sanılanların yetişeceği, yanaşacağı yer değildir.
O çok yüksek babanızın, bu zevallıya olan ni’metlerine, ihsânlarına karşı, ölünciye kadar, başımı kapınız hizmetçilerinin ayaklarına sürsem, size karşı birşey yapmış olamam. Hangi kusûrumu bildireyim? Mahcûbiyyetimden, yüzümün karasından hangisini meydâna çıkarayım? Allahü teâlâ, Hüsâmeddîn Ahmedden râzı olsun ki, sizlere karşı olan vazîfemizi, borcumuzu üzerine alarak, kapınıza kul olmakla, hizmetinizde çalışmakla şereflenmekde, böylece râhat nefes almamıza sebeb olmakdadır. Fârisî beyt tercemesi:
Vücûdümün her zerresi dile gelse de;
Şükrünün binde birini yapamam yine!
Asrların yetişdiremiyeceği, insan gücünün ölçemiyeceği o kıymetler hazînesinin, kapısının eşiğini öpmekle üç def’a şereflenmişdim. Üçüncüsünde buyurdu ki: (Za’îf düşdüm. Yaşamak ümmîdim azaldı. Benden sonra, çocuklarımı gözet!). Sizleri getirdiler. O zemân dahâ küçük idiniz. Kucakda taşınıyordunuz. Size teveccüh etmemi, emr buyurdular. Emrlerine uyarak, yüksek huzûrlarında, üzerinize o kadar teveccüh olundu ki, te’sîri görünüverdi. Sonra, (Bunların annelerine de, uzakdan teveccüh et!) buyurdular. Yanımızda olmadığı hâlde, onlara da teveccüh olunmuşdu. Emrleri ile ve huzûrlarında olduğu için, o teveccühlerin çok fâideler sağlıyacağını ümmîd ediyorum.
Babanızın, herhâlde yapılması lâzım gelen emrlerini ve herne behâsına olursa olsun yerine getirilmesi gereken vasıyyetlerini unutacağımı veyâ dalgınlığıma geleceğini sanmayınız! Buna imkân olur mu? Ufak bir işâretinizi bekliyorum. Şimdilik, birkaç satır nasîhat yazıyorum. Cân kulağı ile dinleyiniz! Cenâb-ı Hak, ikinizi de, se’âdet-i ebediyyeye kavuşdursun!
Her müslimânın, önce i’tikâdını düzeltmesi, ya’nî Ehl-i sünnet vel-cemâ’at âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdikleri gibi, inanması lâzımdır. Durmadan, yılmadan çalışan o âlimlere, Allahü teâlâ, bol bol mükâfat versin! Cehennemin ebedî azâbından kurtulan, yalnız bunlar ve bunların izinde gidenlerdir. Bunların bildirdiği i’tikâdlardan unutulmakda olanları anlatacağım:
Îmânın şartı altıdır: Birincisi, Allahü teâlâya inanmakdır. Allahü teâlâ, kendi Zâtı ile vardır. Ondan başka herşey, Onun var etmesi ile, var olmuşdur. Kendisi ve sıfatları ve işleri yegânedir, birdir. Ya’nî, hiçbirşey, hiçbir bakımdan, Allahü teâlâya benzemez. Varlıkda, şerîki, ortağı olmadığı gibi, hiçbir bakımdan benzeri yokdur. Benzerlik yalnız ismde ve kelimelerdedir. Onun sıfatları da, işleri de, kendi gibi, akl ile anlaşılmaz ve anlatılamaz ve insanların sıfatlarına, işlerine, hiç benzemez ve uymaz. Onun sekiz sıfatı vardır. Bunlara, (Sıfat-ı sübûtiyye) denir.
Bunlardan biri, ilm sıfatıdır, ya’nî Allahü teâlâ bilicidir. Bu sıfatı da, kendi gibi kadîmdir. Ya’nî sonradan olma değildir. Hep vardı ve basît, ya’nî bir hâldedir. Hiç değişmez, bölünmez ve çoğalmaz. Bildiği şeyler değişmekde, her değişmeyi bilmekdedir. Fekat, ilminde ve ilminin bu şeylere bağlanmasında, bir değişiklik olmaz. Geçmişdeki sonsuzdan gelecekdeki sonsuza kadar, ya’nî ezelden ebede kadar herşeyi, her değişmeği, yalnız bir biliş ile bilmekdedir. Ya’nî, bu sonsuz zemânlarda olan herşeyi, birbirine benzeyen ve benzemiyen hâlleri ile, hem büyüklerini, hem de ufak zerrelerini, herbirini kendi zemânında olarak bir anda bilmekdedir. Meselâ, bir kimsenin hem varlığını, hem yokluğunu, hem doğmadan evvelki hâllerini, çocukluğunu, gençliğini, ihtiyârlığını, diri olmasını ve ölü olmasını, ayakda, oturmakda, dayanmakda, yatmakda, gülmekde, ağlamakda, neş’e ve lezzetde, derd ve kederde, izzet ve kıymetde, zillet ve aşağılıkda, mezârda, kıyâmetde ve mahşer yerinde ve meselâ Cennetde ni’metler içinde olduğunu, hep bir ânda ve bir hâlde bilmekdedir. Ne ilminde, ne de ilminin bu şeylere bağlanmasında bir değişiklik olmaz. Değişiklik olsa, zemânın da, değişmesi olur. Hâlbuki orada, ezelden ebede kadar, parçalanamıyan bir ân vardır. Dahâ doğrusu, Allahü teâlâ, zemânlı değildir.
Öncelik ve sonralık yokdur. İlmi herşeye yetişir dersek, herşeyi bir bilmekle ve ilmin bunlara bir bağlanması ile biliyor. Bu bir bilgi ve bir bağlantı da, aklın eremiyeceği bir bağlanmakdır. Bunu akla anlatabilmek için, şu misâli uygun buluyorum: İnsan, bir kelimenin çeşidli hâllerini, birbirine benzemiyen şekllerini bir ânda düşünebilir. Bir kelimeyi, bir ân içinde, hem ism, hem fi’l, hem harflerin kümesi, hem mâdî, hem müstakbel, hem emr, hem men’, hem edatlı, hem edatsız, hem müsbet, hem menfî bilebilir. Çeşidli şeklleri bir ânda, kelimede ayrı ayrı görüyorum diyebilir. Bir insanın, ilminde ve hattâ görmesinde, ters ve çeşidli hâlleri bir araya toplaması, mümkin olunca, Allahü teâlânın ilminde neden mümkin olmasın? Hem de Onun ilminde iki zıddın, bir arada bulunması görünüşdedir. Yoksa, orada zıdlık yokdur. Meselâ, bir kimseyi, bir ânda, hem var, hem yok bilir. Fekat, yine o ânda onun varlığını, meselâ hicretden bin sene sonra ve birinci yokluğunu, bu varlıkdan evvel, ikinci yokluğunu da meselâ, varlığından yüz sene sonra olarak bilmişdir. O hâlde, arada zıdlık yokdur. Zîrâ, varlığın ve yokluğun zemânları başkadır.
İşte Allahü teâlâ, ayrı ayrı, başka başka, zerreleri bir ânda biliyorsa da, ilminde değişmek olmuyor. Felsefecilerin zan etdiği gibi, ilm sıfatında sonradan birşey hâsıl olmuyor. Çünki birşeyin bilgisi, evvelki şeyin bilgisinden sonra hâsıl olmuyor ki, ilmde değişiklik olsun. Herşeyi bir ânda bildiğinden, ilminde değişiklik ve yenilik hâsıl olmaz. O hâlde, ilmde değişiklik olmadığını anlatmak için, ilm, eşyâya, çeşidli bağlantılarla bağlanmışdır demek ve bunların değişdiğini söylemek lüzûmsuzdur. Nitekim felsefecileri susdurmak için, ba’zı büyüklerimiz böyle söylemişdir. Bu bağlantıların, eşyâya bağlanmasında değişiklik olur denirse yerinde olur.
Allahü teâlânın sıfât-ı sübûtiyyesinden biri, Kelâm sıfatıdır. (Kelâm sıfatı), ya’nî söylemesi de, bir basît kelimedir ki, ezelden ebede kadar, hep o bir kelâm ile söyleyicidir. Bütün emrler, bütün yasaklar, bütün bildirilen şeyler, bütün süâller, bütün dilekler, hep o bir kelâmdır. Gönderdiği bütün kitâblar ve sahîfeler, hep o bir basît kelâmdandır. Tevrât ondan meydâna gelmiş, Kur’ân-ı kerîm, ondan nâzil olmuş, inmişdir.
Allahü teâlânın Sıfât-ı sübûtiyyesinden biri, (Tekvîn) sıfatıdır. Ya’nî yaratıcıdır. Bütün yaratdıkları, yapdıkları da, bir fi’l, bir yapışdır ki, ilk yaratdığından, sonsuza kadar yaratmaları, hep o bir fi’l ile var olmakdadır. (Bir göz kırpacak zemânda herşeyi yapdık) meâlindeki âyet-i kerîme, bunu gösteriyor. Hayât vermesi ve öldürmesi, hep o bir fi’l iledir. Yaratması ve yok etmesi de o fi’ldendir. Fi’linde de çeşidli bağlantılar yokdur. Bir te’alluk ile ilk ve sonradaki herşeyi kendi zemânlarında yaratıyor. Akl, onun fi’lini [işini] anlıyamıyacağı gibi, fi’lin bağlanmalarına da erememekdedir. Aklın oraya yolu yokdur. Ehl-i sünnet âlimlerinden, Ebül-Hasen-i Eş’arî bile, Allahü teâlânın fi’lini anlıyamıyarak, tekvîn sıfatına, ya’nî yaratmasına sonradan olma hâdisdir, dedi. Ya’nî herşeyi yapması, yapdığı zemân meydâna geliyor dedi. Hâlbuki, her zemân yapılan işler, ezeldeki fi’lin eserleri, meydâna çıkmalarıdır. Yoksa, fi’linin kendisi değildir. Tesavvuf büyüklerinden, fi’llerini görüyoruz, ya’nî Tecellî-i ef’âle kavuşduk diyenler de, böyle yanılıyor. Herşeyde, Allahü teâlânın fi’lini görüyoruz sanıyorlar. Hâlbuki, o tecellîler, görünenler, fi’lin kendisi değil, eserleridir.
Zîrâ, Allahü teâlâ, görülemediği gibi, fi’li de görünmez, his olunamaz, düşünülemez ve akl ile anlaşılamaz. Onun fi’li de, bütün sıfatları da kadîmdir. Sonradan olma değildirler. Kendisi ile hep vardırlar. Onun fi’line (Tekvîn) denir, mahlûkât aynasına yerleşmez ve görülmez. Fârisî beyt tercemesi:
Dar olan, şekl ve sûret kabına ma’nâ nasıl sığar?
Dilenci kulübesinde sultânın ne işi var?
Bu fakîre göre “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, Allahü teâlânın kendi tecellîsi olmaksızın, fi’llerinin ve sıfatlarının tecellîsi olamaz. Sıfatları ve fi’lleri kendinden ayrılmaz ki, kendi tecellîsi olmaksızın, tecellî edebilsinler. Onun zâtından ayrılan, fi’llerinin ve sıfatlarının zılleri, aksleri, görünüşleridir. Herkes bunları anlıyamaz. Cenâb-ı Hak, dilediği kullarına bildirir. Onun ihsânı çokdur.
Yine sözümüze gelelim: Allahü teâlâ, hiçbirşeye hulûl etmez. Hiçbir cism içine işlemez. Hiçbirşey Ona hulûl etmez. Fekat, Allahü teâlâ, herşeyi ihâta etmiş, kaplamışdır ve herşeye yakındır ve herşeyle berâberdir. Fekat, bizim alışdığımız ve anladığımız ihâta, kurb ve ma’ıyyet gibi değildir. Bunlar, Ona lâyık değildir. Evliyânın keşf ile, müşâhede ile anladığı, ihâta, kurb ve ma’ıyyet de, Ona lâyık değildir. Zîrâ, zevallı mahlûkların hiçbiri, Onu ve sıfatlarını ve fi’llerini anlıyamaz, bilemez. Anlamadan inanmak lâzımdır. Fârisî beyt tercemesi:
Anka kuşu avlanamaz, tuzağını topla!
Bu avlanmada, giren yalnız havadır tuzağa
Yüksek rehberimin “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” (Mesnevî)sinden şu beyti buraya yazmak uygundur. Fârisî beyt:
Gidilecek yol uzundur pek,
Uygun olmaz kavuşdum demek.
Allahü teâlânın, herşeyi ihâta etdiğine ve herşeye yakın olduğuna ve herşey ile berâber olduğuna inanırız. Fekat, bu ihâta, kurb ve ma’ıyyetin, ne demek olduğunu bilemeyiz. (İlmi ihâta etmişdir, ilmi yakîndir) demek, Kur’ân-ı kerîmin açık olan ma’nâsını çevirmek demekdir. Biz, böyle ma’nâlar vermeği doğru bulmuyoruz.
Allahü teâlâ, hiçbirşey ile ittihâd etmez, birleşmez. Hiçbirşey de, Onunla birleşmez. Tesavvuf büyüklerinden, ittihâd ma’nâsı anlaşılan sözler çıkmış ise de, onlar, başka şey demek istemişdir. Meselâ, (Fakîrlik temâm olunca, Allahü teâlâdır) sözleri ile, (Herşey yokdur, ancak Allahü teâlâ vardır) demek istiyorlar. Yoksa, o fakîr, Allahü teâlâ ile birleşir, demek istemiyorlar. Bunu demek, kâfirlik, zındıklık olur. Allahü teâlâ, zâlimlerin, kâfirlerin sandığı gibi değildir. Üstâdım buyurmuşdu ki: Hallâc-i Mensûrun, (Ben Hakkım) sözünün ma’nâsı, (Ben yokum, yalnız Allahü teâlâ vardır) demekdir. İslâmiyyete uyanların böyle sözlerine hüsn-i zan olunur. Te’vîl edilir.
Allahü teâlânın zâtında, sıfatlarında ve fi’llerinde değişiklik olmaz. Hareketlerin, işlerin olması ile, herşeyi yaratması ile, Onun zâtında, sıfatlarında ve fi’llerinde değişiklik olmuyor. Vahdet-i vücûd var diyenler, (Tenezzülât-i hams) ya’nî Allahü teâlânın, bu mevcûdâtı var etmesi, beş derecede olmuşdur demeleri, Onda değişiklik yapacak ma’nâda değildir. Bu ma’nâ ile söyliyen kâfir olur, yoldan çıkar. Bu büyükler, Allahü teâlânın sıfatlarının zuhûrunda, meydâna çıkmalarında, beş derecenin aşağıya indiğini söylüyor ki, zâtında ve sıfatlarında ve fi’llerinde bir değişiklik olmuyor.
Allahü teâlâ, (Ganiyy-i mutlak)dır. Ya’nî, hiçbirşey için, hiçbirşeye muhtâc değildir. Ne kendine, ne sıfatlarına, ne de fi’llerine, hiçbir sûretle hiçbirşey lâzım değildir. Varlıkda muhtâc olmadıkları gibi, zuhûrda, belli olmakda da, ihtiyâcları yokdur. Sôfiyyenin büyüklerinin, (Allahü teâlâ, ismlerini ve sıfatlarını izhâr için, bize muhtâcdır) anlaşılan sözleri, bu fakîre çok ağır geliyor. Yaratılmakla, biz kıymetlendik, şereflendik. Allahü teâlâda birşey artmadı. Böyle şeyler söylemek, çok yersiz ve çirkindir. Ez-zâriyât sûresinin, (Cinnîleri ve insanları, ancak bana ibâdet etmeleri için yaratdım) meâlindeki ellialtıncı âyeti gösteriyor ki, cinnîlerin ve insanların yaratılması, Allahü teâlâyı tanımaları içindir ki, bunlar için şeref ve se’âdetdir. Yoksa, Onun birşey kazanması için değildir. Hadîs-i kudsîde, ya’nî Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek ağzından, Allahü teâlânın, (Ma’rûf olmak, tanınmak için herşeyi yaratdım) buyurması, (Onların beni tanımakla şereflenmesi için) demekdir. Yoksa, (Tanınayım ve onların tanıması ile kemâl bulayım) demek değildir. Bu ma’nâ, Allahü teâlâya lâyık değildir.
Allahü teâlâda, noksanlık sıfatları ve mahlûkların hâssa ve alâmetleri yokdur. Madde değildir. Cism değildir. Mekânlı değildir. Ya’nî, yer kaplayıcı değildir. Zemânlı değildir. Bir yerde bulunmadığı gibi, zemânı da yokdur. Kemâl sıfatları, kusûrsuzluklar yalnız Ondadır. Sekiz kemâl sıfatı olduğunu bildirmişdir ki şunlardır: (Hayât), diri olmasıdır. (İlm), bilmesidir. (Kudret), gücü yetmesidir. (İrâde), dilemesidir. (Sem’), işitmesidir. (Basar), görmesidir. (Kelâm), söyleyici olmasıdır. (Tekvîn), yaratmasıdır. Bu sıfatları, kendinden ayrı olarak vardır. Varlıkları ilmde değildir. Ya’nî, nazarî ve teorik var denilmiş olmayıp, hâricde ve hakîkatde vardırlar. Kendi var olduğu gibi, bu sıfatları da ayrıca vardır. Vahdet-i vücûde inanan Sôfiyyûnun sandığı ve fârisî beyt tercemesi:
Akl ve düşünce ile, sıfatlar başkadır.
Hakîkatde ise, hepsi tâm kendisidir.
sözleri, sıfatları inkârdır, inanmamakdır. Müslimânlardan, sıfatları inkâr eden Mu’tezile fırkası ile kâfirlerden eski felsefeciler de, sıfatları nazarî olarak kendinden ayrı ise de, hâricde yalnız kendi vardır diyorlar. Ya’nî, sıfatların nazarî olarak, kendinden ayrı olduğunu inkâr etmiyorlar. Meselâ, ilm sıfatının ma’nâsı, zâtın ma’nâsının aynıdır demiyorlar. Yâhud, kudret ve irâdet sıfatlarının ma’nâları, birbirinin aynıdır demiyorlar. Fekat, hâricdeki varlıkları, aynıdır diyorlar. O hâlde, sıfatları inkârdan kurtulmak için, hâricde ayrı ayrı var olduklarına inanmak lâzımdır. Nazarî olarak ayrı bilmek fâide vermez.
Allahü teâlâ, (Kadîm)dir. Ya’nî, varlığının başlangıcı yokdur. Varlığından önce, yok değil idi, hep var idi. (Ezelî)dir. Ya’nî, hiçbir zemân yok değil idi.] Ondan başka, hiçbir varlık kadîm, ezelî değildir. Din sâhibleri, kitâb sâhibleri, hep böyle îmân etmişdir ve Allahü teâlâdan başkasını kadîm, ezelî bilenlere, kâfir demişlerdir. Bunun içindir ki, hüccet-ül-islâm imâm-ı Muhammed Gazâlî “rahmetullahi aleyh”, İbn-i Sînânın ve Fârâbînin ve dahâ başkalarının, kâfir olduklarını söylemişdir. Çünki bunlar aklın, rûhun ve [maddenin ilk hâli dedikleri heyûlânın kadîm olduğuna inanmış ve göklerin içindekilerle berâber, kadîm olduklarını söylemişlerdir.
(Ahlâk-ı alâ’î) kitâbında diyor ki, (İbni Sînâ, (Mu’âd) kitâbında kıyâmetde dirilmeği inkâr eyledi. Öleceğine yakın, gusl abdesti alıp, vezîr iken yapdığı zulmlere tevbe etdiği söyleniyor ise de, i’tikâdı bozuk olanın guslü, nemâzı ve düâsı kabûl olmaz buyuruldu).
Üstâdım “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” buyurdu ki, şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin, (Büyük insanların rûhları kadîmdir) sözünün görünüş ma’nâsına uymayıp, din sâhiblerinin müşterek îmânlarına ve sözlerine çevirmelidir.
Allahü teâlâ, (Kâdir-i muhtâr)dır. Ya’nî dilediğini yapabilir. Tabî’at kuvvetleri gibi, elbette işi yapmağa mecbûr değildir. Eski Yunan felsefecileri, aklları ermediğinden, kemâl, büyüklük, mecbûr olmakda, herhâlde yapabilmekdedir deyip, Allahü teâlânın ihtiyârını, ya’nî seçmesini inkâr etdiler. Yapmağa mecbûrdur dediler. Bu ahmaklar, Allahü teâlâ, birşeyi yaratmağa mecbûr olmuş ve sonra başka birşey yaratmamışdır dedi. Bu uydurma şeye de, akl-ı fe’âl deyip, herşeyi bu yapıyor dediler.
(Akl-ı fe’âl) dedikleri şey de, yalnız onların vehmlerinde, hayâllerinde olan birşeydir. Bunların bozuk inanışlarına göre, Allahü teâlâ hiçbirşey yapmıyor. İnsan sıkışınca, bunalınca, Akl-ı fe’âle yalvarır. Allahü teâlâdan birşey istemez. Çünki Allahü teâlânın dünyâda olup bitenlerle hiç ilgisi yokdur. Herşeyi yapan, yaratan Akl-ı fe’âldir derler. Hattâ Akl-ı fe’âle de yalvarmazlar. Çünki onu, kendilerinden belâları gidermekde irâde ve ihtiyâr sâhibi bilmezler. Bu nasîbsizler, ahmaklıkda, sersemlikde, sapık fırkaların hepsinden dahâ aşağıdırlar. Kâfirler, her işlerinde Allahü teâlâya sığınıyor. Belâların giderilmesini ondan istiyorlar. Bu alçaklar ise, böyle değildir. Bu nasîbsizlerde iki şey, sapık ve ahmak fırkaların hepsinden dahâ çokdur. Bunlardan biri, Allahü teâlânın gönderdiği haberlere inanmıyorlar.
Peygamberlerin bildirdiklerine inâd ve düşmanlık ediyorlar. İkincisi, bozuk ön fikrler ileri sürüyor. Aslsız, çürük delîller, şâhidler göstererek, boş, sapık düşüncelerini isbâta kalkışıyorlar. Bozuk düşüncelerini isbât için öyle yanılıyorlar ki, hiçbir alçak böyle yanlış, çürük şey yapmamışdır. Dünyâda olan her işi, durmadan giden, dönen göklerin ve yıldızların değişmeleri ve vaz’ıyyetleri yapıyor diyorlar. Gökleri yaratanı ve yıldızları îcâd edeni ve hepsini hareket etdireni ve aralarında nizâm kuranı görmüyorlar. Bunu birşeye karışmaz sanıyorlar. Ne kadar ahmakdırlar! Ne kadar alçakdırlar! Bunları akllı bilen, sözlerine inanan ise, bunlardan dahâ alçakdır. Onların akla dayanan, düzgün ilmlerinden biri geometri [Hendese]dir ki, ne dünyâ se’âdetine, ne de ebedî kurtuluşa fâidesi yokdur. Bir üçgenin, üç iç açısının toplamı, iki dik açıya müsâvîdir demek ve bunu isbâtlamak, insanlığa ne kazandırır. [Fen bilgileri, modern makinalar ve elektronik âletler ve yeni bulunan herşey, Allahın Peygamberine uyarak kalbleri temizlenmiş, ahlâkı güzelleşmiş îmânlı kimseler tarafından yapılmadıkca ve kullanılmadıkca fâideli olamazlar. İnsan haklarını, râhatı, huzûru sağlıyamazlar. Harbin ve sefâletin ortadan kalkmasına yaramazlar. Zulme, işkenceye vâsıta olurlar.
İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh”, kendilerini akllı, ilm adamı ve hiç yanılmaz sanan dinsizleri üçe ayırmışdır. Birincisi Dehriyyûn ve maddîciler olup, bunlar eski Yunan felesoflarından asrlarca evvel vardı. Bugün de, fen adamı geçinen ba’zı ahmaklar, bu kısmdadır. Bunlar, Allahü teâlânın varlığına inanmayıp âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecekdir. Canlılar da böyle birbirlerinden üreyip, sonsuz olarak sürecekdir diyor. İkinci kısm, tâbi’iyyeciler olup, canlılarda ve cansızlardaki akllara hayret veren, intizâmı ve incelikleri görerek, Allahü teâlânın varlığını söylemeğe mecbûr kalmışlarsa da, tekrâr dirilmeği, âhıreti, Cenneti ve Cehennemi inkâr etmişlerdir. Üçüncü kısm, sonra gelen eski Yunan felesofları ve bu arada Sokrat ile talebesi Eflâtun ve onun da talebesi Aristonun felsefeleridir. Bunlar, dehrîleri ve tabî’iyyecileri red ederek, aldandıklarını ve alçaklıklarını bildirmek için, başkalarının sözlerine hâcet kalmıyacak kadar şeyler söyledi. Fekat bunlar da, küfrden kurtulamamışdır. Bu üç kısm da ve bunların yolunda gidenler de, hep kâfirdir. Ba’zı saf kimselerin bunları, din adamı sanması ve hattâ Peygamberlik derecesine yükseltmeleri, bu yolda hadîs bile uydurdukları hayretle işitilmekdedir. Kâfirler, herşey söyleyebilir. Fekat, müslimân görünenlerin, îmân ve küfrü ayırd edememesi, acınacak bir hâldir.
Bu dinsizlerin üç kısmı da [ve bugün kendilerine ilm adamı denilen ve yeni felsefenin ve sosyolojinin kurucuları diye medh edilen, hâlbuki din bilgisi olarak, yehûdîlerin ve papasların İncîli değişdirmeleri ile meydâna çıkmış hıristiyanlık ile, islâm düşmanlarının yazdığı birkaç uydurma kitâbdan başka sermâyeleri olmıyan Luther Martin, Calvin [Kalven], Voltaire [Volter], Aguste Conte [Ogus Kont], Karl Marx ve Dürkheim [Dürkheyim] gibi rönesans, inkilâb önderleri] ahmaklıkda ve zevallılıkda, herkesden ileri gitmiş, kâfirlerin her sınıfını arkada bırakmışlardır. Bunların hepsi, hem dinlere inanmıyor ve Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vesselâm” inâd ve düşmanlık ediyor, hem de âile, cem’ıyyet ve din hakkında uydurdukları sözleri ile, birbirlerini ve herkesi kandırmak için, çürük delîller ve şâhidler buluyorlar. O kadar yanlış, o kadar gülünç şeyler söylüyorlar ki, hiçbir câhilin, hiçbir ahmağın bu kadar aşağılığı görülmemişdir. Bunlar, ne kadar aklsız, ne kadar zevallıdır.
Bunları akıllı, fikrli sananlar da, bunlardan dahâ zevallı ve dahâ bedbahtdır. Birçok kıymetli bilgileri, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vesselâm” kitâblarından çalmışlar ve aralarına, başka şeyler de katmışlardır.
Bunları imâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh”, (El münkızü aniddalâl) kitâbında, uzun uzadıya anlatmakdadır. Din sâhibleri, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vesselâm” izinde gidenler, birşeyin doğruluğunu isbât ederken yanılırsa, zararı ve tehlükesi olmaz. Zîrâ bunlar, bütün ilmlerinde ve işlerinde, onlara uyup, sözlerini isbât ediyor. Bunların Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vesselâm” uyması, doğruluklarını bildirmeğe yetişir. O zevallılar ise, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vesselâm” uymağa, gericilik deyip, sözlerini akla uygun getirmeğe çalışıyor. Aklın eremediği şeylerde, şübhesiz yanılıyorlar.
Allahü teâlânın Peygamberi olan Îsâ aleyhisselâmın sözlerini, bunların en büyüğü tanınan Eflâtun işitince, (Biz temiz, olgun, ilerici insanlarız, bize, doğru yol gösterecek kimseye ihtiyâcımız yokdur) dedi. Ölüleri diriltiyor, körlerin gözlerini açarak, abraş denilen hastaları iyi ederek kurtarıyor. Ya’nî, kendi fenlerinin, tecribelerinin yapamadığı şeyleri yapıyor, diye işitdiği bir kimseyi, gidip görmesi, hâlini incelemesi lâzım iken, görmeden, anlamadan, böyle cevâb verdi. Bu sözleri çok ahmak olduğunu göstermekdedir.
Avrupa kitâblarında ve tercemelerinde, Eflâtunun mîlâddan, ya’nî Îsâ aleyhisselâmın dünyâyı teşrîflerinden, [384] sene önce öldüğü yazılıdır. Kendisi meşhûr olduğundan, ölüm zemânına inanılırsa da, Îsâ “aleyhisselâm”a, ancak oniki havârî inanıp, îsevîler az ve asrlarca gizli yaşadıklarından, mîlâd, ya’nî noel gecesi doğru anlaşılamamışdır. Mîlâdın, birinci kânûn [aralık] yirmibeşinde veyâ ikinci kânûn [ocak] altıncı veyâ başka gün olduğu sanıldığı gibi, bugünkü mîlâdî senenin bir veyâ dört sene az olduğu, çeşidli dillerdeki kitâblarda yazılıdır. O hâlde, mîlâdî sene, müslimânların senesi olan, hicrî sene gibi, doğru ve kat’î olmayıp, günü de, senesi de şübheli ve yanlışdır. İmâm-ı Rabbânînin “kuddise sirruh” buyurduğuna göre, üçyüz seneden fazla olarak, noksandır ve Îsâ “aleyhisselâm” ile Muhammed “aleyhisselâm” arasındaki zemân, bin seneden az değildir. (Mevâhib-i ledünniyye) ikinci cild, üçüncü faslda diyor ki, (İbni Asâkirin Şâ’bîden haber verdiğine göre, Îsâ aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasında dokuzyüzaltmışüç [963] sene fark vardır.) Muhammed aleyhisselâm, hicret ederken, târîhcilere göre, şimdi kullanılan mîlâdî senenin 622. ci senesinde Safer ayının son perşembe günü akşama yakın Sevr dağında mağaraya girdi. Pazartesi gecesi mağaradan çıkıp, efrencî Eylül ayının yirminci, rûmî Eylülün yedinci pazartesi günü Medîne şehrinin Kubâ dış mahallesine ayak basdı. Bugün, müslimânların (Hicrî şemsî) sene başı oldu. Acemlerin şemsî senesi, bundan altı ay önce, ya’nî Martın yirminci günü olan Mecûsî bayramında başlamakdadır. O gün Rebî’ul-evvel ayının sekizinci günü idi. O senenin Muharrem ayının ibtidâsı, (Hicrî kamerî) sene başı kabûl edildi. Bu kamerî sene başı, Mayıs ayının onaltıncı cum’a günü idi. Kubâda dört gece kalıp, cum’a günü çıkdı. O gün Medîneye girdi. Herhangi bir mîlâdî sene başının rastladığı hicrî şemsî sene, bu mîlâdî seneden 622 noksandır. Herhangi bir hicrî şemsî sene başının rastladığı mîlâdî sene, bu şemsî seneden 621 fazladır.
Oğlum Muhammed Ma’sûm “kuddise sirruh” bugünlerde (Şerh-i mevâkıf) kitâbını temâmladı. Derslerinde bu akllı denilenlerin, hatâlarını ve kabâhatlerini iyice anladı ve çok şey öğrendi. Cenâb-ı Hakka şükrler olsun ki, bizleri aklın dar çerçevesi içinde bırakmayıp, doğru yola çıkardı. Eğer Peygamberleri ile “aleyhimüssalevâtü vesselâm” doğru yolu göstermeseydi, biz de o zevallılar gibi aklın ermediği şeylerde, zan etdiklerimize inanacak ve helâk olacakdık.
İmâm-ı Muhammed Gazâlî, imâm-ı Ahmed Rabbânî ve dahâ birçok islâm büyükleri, eski Yunan felsefesini inceleyip, didik didik etmiş ve o felsefecilerin ne kadar câhil, ahmak ve kâfir olduklarını bildirmişlerdir. Müslimânların, böyle kâfirleri beğenmemelerini, onlara aldanmamalarını, birçok kitâblarında yazmışlardır.
O hâlde kâfirlerin, (İslâm âlimleri, tesavvuf adamları, eski Yunan felesoflarının, Batlemyus mektebinin te’sîri altında kalmış) demeleri temâmen yanlışdır. İslâm âlimlerini, onların talebesi ve taklîdcisi şekline sokarak, bunları küçültmek için yapılan, iftirâlardır. Hâlbuki islâm âlimleri, eski Yunan ve Roma felsefelerini çürüterek, yere sermiş, onların hukûk, ahlâk ve tıb üzerindeki sözlerinden doğru olanların, eski Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” kitâblarından çalma olduklarını bildirmişlerdir. Sôfiyye-i aliyyenin, tesavvufa âid sözleri, câhillerin sandıkları gibi, kitâbdan okumakla, başkalarından öğrenmekle ve taklîd ile değil, keşf ile ya’nî mubârek kalblerine, temiz rûhlarına akıp gelmekle anladıkları ma’rifetlerdir.
Eski Yunan felsefecileri, herşeyi akl ile anlamağa, akla uydurmağa kalkışan ve yalnız aklın beğendiğine inanan kimselerdir. Bunlar, aklın erebileceği şeylerde doğruyu bulabilirler ise de, aklın kavrıyamadığı, erişemediği birçok şeylerde yanılıyor, aldanıyorlar. Nitekim, sonra gelenleri, öncekilerinin yanlışlarını çıkarmakda, birbirlerini beğenmemekdedirler. İslâm âlimleri ise, zemânlarına kadar olan fen bilgilerini okuyarak ve islâmiyyetin gösterdiği yolda, kalblerini ve nefslerini temizliyerek, aklın erişemediği bilgilerde de doğruyu bulmuşlar, hakîkate varmışlardır. İslâm âlimlerine felesof demek, bunları küçültmek olur.
Eski Yunan felsefecileri, yanılıcı olan aklın esîri, mahkûmu kimselerdir. Bunlar tecribe etmeyip, akl ile söylediklerinde ve deneyleri açıklarken vehmlerine kapıldıkları zemânlarda aldanıyor, zararlı oluyorlar. Bunun için ve aklın üstüne çıkamadıkları için, bunlar islâm âlimi gibi yüksek olamaz.
Aklı olmıyan delidir. Aklını kullanmıyan sefîhdir. Akla uygun iş yapmamak sefâhetdir. Aklı az olan da ahmakdır. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse, eski kafalı felsefecidir. Aklın erdiği şeylerde, ona güvenen, aklın ermediği, yanıldığı yerlerde, Kur’ân-ı kerîmin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlar da, islâm âlimleridir. O hâlde islâmiyyetde felsefe yokdur, islâm felsefesi, islâm felesofu yokdur. Felsefenin üstünde olan islâm ilmleri ve felsefecilerin üstünde olan islâm âlimleri vardır.
Muhyiddîn-i Arabînin “kuddise sirruh” kitâblarından da Allahü teâlânın, tabî’at kuvvetleri gibi, herşeyi irâdesiz yapdığı ma’nâsı anlaşılıyor. Allahü teâlânın kudretini anlatırken, eski Yunan felsefecilerine uyduğu seziliyor. (İsterse yapmaz) demiyor da, (Yapması lâzımdır) diyor. Büyüklerimizin beğendiği, büyük bildiği Muhyiddîn-i Arabînin birçok sözlerinin, Ehl-i sünnetin doğru sözlerine uymaması, yanlış olması, ne kadar şaşılacak şeydir. Hatâları, keşfinde, kalbe doğan bilgilerde olduğu için, belki kabâhat sayılmaz. İctihâddaki hatâlar gibi birşey söylenemez. Onun büyük olduğunu ve hatâlarının kusûr sayılamıyacağını, yalnız bu fakîr söyliyorum. Onu büyük bilir ve severim. Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerine uymıyan yazılarını yanlış ve zararlı bilirim. Sôfiyyûndan bir kısmı, onu beğenmiyor ve çirkin şeyler söylüyor. Bütün ilmlerini yanlış ve bozuk biliyorlar. Bir kısmı da ona uyarak, bütün ilmlerini, yazılarını olduğu gibi alıyor. Hepsini doğru biliyor ve doğruluklarını isbât etmeğe kalkışıyor. Bu iki kısm da yanılıyor, adâletden ayrılıyor. Bir kısmı haddi aşıyor. Birisi de, büsbütün mahrûm kalıyor. Evliyânın büyüklerinden olan Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh” keşflerindeki hatâsından dolayı, büsbütün red olunabilir mi? Fekat,
Ehl-i sünnetin doğru sözlerine uymıyan, hatâlı bilgilerine uyulur mu ve herşeyi de kabûl olunur mu? Burada doğru yol, cenâb-ı Hakkın bize ihsân etdiği, iki tarafa sapmıyan orta yoldur. İmâm-ı Süyûtî hazretleri (Tenbîh-ul-gabî) kitâbında Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin büyüklüğünü vesîkalarla isbât etmekdedir. Ebüssü’ûd efendi fetvâlarında da ona dil uzatılamıyacağı yazılıdır “rahmetullahi teâlâ aleyhim.” Vahdet-i vücûd bilgisinde, sôfiyyenin çoğunun, Muhyiddîn-i Arabî ile berâber olduğu meydândadır. Kendisi burada da, husûsî bir yol tutmuş ise de, sözün esâsında ortakdırlar. Bu bilgileri de görünüşde, Ehl-i sünnet i’tikâdına uymuyor ise de, uydurulması kolaydır ve ikisini birleşdirmek mümkindir. Bu fakîr, cenâb-ı Hakkın yardımı ile, üstâdımın (Rübâiyyât)ını açıklarken, bu bilgileri, Ehl-i sünnetin i’tikâdı ile birleşdirdim. Aradaki farkın, yalnız sözde ve kelimelerde olduğunu göstererek, her iki tarafın şübhe etdikleri yerleri öyle bir aydınlatdım ki, okuyanların hiç şübhesi kalmaz. Görünce anlaşılır.
Ey müslimân! İyi bil ki, gördüğün, işitdiğin her şey, meydâna gelen herşey, madde ve cism, bunların hâssaları, akllar, fikrler, düşünceler, gökler, yıldızlar, elementler ve bileşik cismler yok idi. Hepsi, Allahü teâlânın istemesi ve yaratması ile var oldu. Onun yaratması ile yokdan var oldukları gibi, varlıkda kalabilmeleri, yok olmamaları için de, her ân, Onun istemesine ve kuvvetine muhtâcdırlar. İnsanların maddeleri birleşdirmesi, Sebeblerin ve şartların değişmesi ile yeni yeni cismlerin teşekkül etmesi Allahü teâlânın fi’lini, yapmasını perdeliyor, bizden örtüyor.
Kuvvetinin, kudretinin meydâna çıkması için, yapması ve yaratması için, sebebleri, vâsıtaları araya koymuşdur.Aklı olan, uyanık olan, kalb gözlerini, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vesselâm” uyarak, sürmelemiş, cilâlamış olan kimse, bu sebeblerin de, vâsıtaların da, Allahü teâlâ tarafından yaratıldığını ve her ân Onun kuvvetine muhtâc olduklarını, Onun ile var olup, Onun ile varlıkda kalabildiklerini, yoksa hepsinin cânsız, te’sîrsiz, hareketsiz ve kuvvetsiz olduklarını ve kendileri gibi olan, başkalarına te’sîr edemiyeceklerini ve kendileri gibi olan, başka şeyleri yapamıyacaklarını düşünür. Bu sebebleri ve vâsıtaları yaratan ve bunlara te’sîr ve kuvvet, enerji veren bir kudret sâhibinin bulunduğunu anlar. Aklı olan kimse, cânsız bir cismin hareket etdiğini görünce, bunu hareket etdiren bir kuvvetin varlığını anlar. Durmakda olan bir cismin, kendiliğinden hareket edemiyeceğini ve ancak dışardan bir kuvvetin bunu harekete getireceğini bilir. Demek ki, cânsız bir cismin, hareket etmesi, bunu harekete getiren bir fâ’ilin, bir kuvvetin varlığını akl sâhiblerinden gizlemiyor. Hareket eden cismin cânsız olması, bir fâ’ilin, bir kuvvet sâhibinin mevcûd olduğunu, akl sâhiblerine haber veriyor. Bütün sebebler, vâsıtalar da böylece, Allahü teâlânın varlığını, kudretini akl sâhiblerine i’lân ediyor, bildiriyor. Fekat eblehler, ahmaklar, cismin hareketini görünce, kendiliğinden hareket ediyor sanarak, kuvvet sâhibini, fâ’ili göremeyip anlıyamıyor. Aklları olmadığından, hareket eden cânsız cismi, kuvvet sâhibi zan ediyor. Bunu hareket etdiren kuvveti, fâ’ili inkâr ediyor, kâfir oluyorlar. Allahü teâlânın herşeyi sebeblerle, vâsıta ile yapması, yaratması, ahmakların, aklsızların inkârına, küfrüne sebeb oluyor. Akl ve vicdân sâhiblerine de hidâyet, kurtuluş yolunu gösteriyor. Sebebleri, vâsıtaları görerek, Allahü teâlânın varlığını, birliğini, kudretini anlamak, ancak Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vesselâm” irşâdı ile, uyandırması ile olmakdadır. İnsan aklı bunu, kendiliğinden anlıyamıyor. Ba’zı kimseler, arada sebebler bulunmaması, herşeyin sebebsiz yaratılması, büyüklüğe dahâ uygun olur sanıyor. Sebeblerde te’sîr yokdur, sebebler karışmadan herşey doğrudan doğruya, Allahü teâlânın yaratması ile var oluyor diyorlar. Bunlar anlamıyor ki, sebebleri aradan kaldırmak, hikmeti ya’nî Allahü teâlânın uygun gördüğünü, âdetini bozmak demekdir. Bu hikmetde ise, nice fâideler vardır. Yâ Rabbî! Bu varlıkda, hiçbirşeyi hikmetsiz, yersiz, uygunsuz yapmadın! Peygamberlerin hepsi “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” her işlerinde, sebeblere yapışırdı ve bununla berâber, işlerin yaratılmasını Allahü teâlâdan dilerdi. Meselâ, Ya’kûb “aleyhisselâm” çocuklarını Sûriyeden, Mısra gönderdiği zemân, nazar değmesin diye, (Hepsi bir kapıdan girmeyip, ayrı kapılardan girmelerini) nasîhat etdi. Bununla berâber, nazar değmemesini Allahü teâlâdan dileyip, (Bu nasîhati yapmakla, Allahü teâlânın sizin için dilediğini değişdiremem. Çünki tedbîr, kaderi değişdiremez. Her zemân Onun dediği olur. Sizi Ona emânet ediyorum. Ona güveniyorum. Herkes de, her işinde yalnız Ona güvenmelidir. Herkesin, zevallı bir vâsıtadan başka birşey olmadığını düşünerek, yalnız Ona güvenenlerin imdâdına elbette yetişir) dedi. Allahü teâlâ, bu hâli Yûsüf sûresinde, (O âlim idi. Kazâ ve kaderimi biliyordu. Ona bildirmişdim. Fekat insanların çoğu, kazâ ve kaderimi anlamıyor) meâlindeki altmışsekizinci âyetinde bildiriyor ve beğeniyor. Beyt:
İnsan tedbîr alır, sebeblere yapışır, takdîri bilmez,
Allahın takdîri, kulun tedbîri ile değişmez!
Allahü teâlâ, Peygamberimiz Muhammed aleyhissalâtü vesselâma da sebeblere yapışmasını emr ediyor. Enfâl sûresi, altmışdördüncü âyetinde meâlen, (Ey sevgili Peygamberim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Sana, Allahü teâlâ ve mü’minlerden, sana tâbi’ olanlar yetişir!) buyuruldu.
Sebeblerin te’sîrine gelince, Allahü teâlâ, sebeblerde ba’zan te’sîr, ya’nî iş yapabilecek kuvvet de yaratıyor. O işi hâsıl ediyorlar. Ba’zan da, aynı sebeblerde, bu te’sîri yaratmıyor. O işi yapamıyorlar. Bu hâli herkes her zemân görmekdedir. Aynı sebeblerin, aynı işi, ba’zan meydâna getirdiğini, ba’zan da, işi yapamadığını hepimiz görmekdeyiz. Sebeblerde, te’sîr yokdur demek, tecribeleri, hâdiseleri körü körüne inkâr etmekdir.
Te’sîrine inanmalı. Fekat, sebeblerdeki bu te’sîrlerin de, kendileri gibi, Allahü teâlânın yaratması ile, vücûde geldiğini bilmelidir. Bu fakîrin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bu mes’eledeki sözü, işte böyledir. Demek ki, sebeblere yapışmak, tevekküle, [Allahü teâlâya güvenmeğe] mâni’ değildir. Aksini tesavvuf yolunda yürüyen ve henüz ilerlememiş olan sôfiler söyler. Hâlbuki sebeblere yapışmak, sebebleri araya koymak, tevekkülün en yüksek derecesidir. Ya’kûb “aleyhisselâm”, hem sebeblere yapışdı, hem de Allahü teâlâya tevekkül etdi. Ciğerler genişleyince, temiz havâ içeri giriyor. Daralınca, kirli havâ dışarı çıkıyor. Bu hâl, her dakîka devâm ederek, yaşayabiliyoruz. Ciğerleri hareket etdiren kuvvet sâhibinin ve havâdaki yüzde yetmişdokuz azot ve yüzde yirmibir oksijen mikdârının hiç değişmediğini gören akl sâhibleri, Allahü teâlânın varlığını hemen anlar. Bu yaratıcı, var olduğunu haber de veriyor. İnanmıyanı sonsuz yakacağım diyor.
Îmânın altı şartından biri de kadere, hayrın ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmakdır. Allahü teâlâ, hayrı ve şerri, iyiyi kötüyü irâde eder, ister ve yaratır. İyilerin de, kötülerin de hâlıkı, yaratanı Odur. Fekat, iyiliklerden râzıdır. Şerlerden râzı değildir. Ya’nî beğenmez. İrâde başkadır, rızâ başkadır. Aralarındaki farkı, yalnız Ehl-i sünnet âlimleri görebilmişdir. Diğer yetmişiki fırka, bu farkı anlıyamıyarak, hepsi dalâletde kaldı, yollarını şaşırdı. Meselâ, Mu’tezile fırkası, herkesi, kendi işinin hâlıkı zan etdi ve filânca kimse, filân işi yaratdı dedi ve insanlar, îmânlarını ve küfrlerini kendileri yaratıyor dedi.
Bunlar, bu yanlış inanışı, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden çıkardıkları için kâfir olmuyor ise de, doğrusunu kabûl etmedikleri için, bir müddet Cehennemde yanacaklardır. Fekat âyetden, hadîsden, dinden, îmândan haberi olmıyanların, devlet ve saltanat sâhiblerine yaltaklanmak, teveccüh kazanmak için, yaratdın demeleri küfr olur. Allahü teâlâdan başkasına yaratdı demek çok tehlükelidir. Yurdumuzun dışındaki alevî ismini taşıyan şî’îler de, günâhları insanlar yaratıyor. Allah, yalnız iyilik yaratır diyor. İstanbulda basılan (Eshâb-ı Kirâm) ve (Hak Sözün Vesîkaları) kitâblarında şî’îlerin bu sözleri yazılmış, çok güzel cevâb verilmişdir.
Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabînin “kuddise sirruh” ve izinde gidenlerin kitâblarından anlaşılıyor ki, (Allahü teâlânın Hâdî ismi, îmânı ve ibâdetleri beğendiği gibi, Mudıl ismi de, küfrü ve günâhları beğenmekdedir). Bu sözleri de, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdikleri doğru i’tikâda uymuyor ve îcâba, irâdeyi inkâra yaklaşıyor. Güneş, aydınlatmakdan râzıdır demeğe benziyor.
Allahü teâlâ, kullarına kuvvet, kudret, irâde vermişdir. İstediklerini işlerler. İnsanlar, işlerini kendileri yapıyor. Allahü teâlâ da yaratıyor. Allahü teâlânın hikmeti, âdeti şöyledir ki, insan bir işi yapmak isteyince, O da, isterse o işi yaratır. Bu iş, insanın kasdı ile, ihtiyârı ile meydâna geldiği için, işin mes’ûliyyeti, sevâbı ve cezâsı, o insana oluyor. İnsanın ihtiyârı za’îfdir, azdır diyenler, Allahü teâlânın irâdesinden az olduğunu demek istiyorlarsa, doğrudur. Yok eğer, emrleri yapacak kadar değildir diyorlarsa, yanlışdır. Allahü teâlâ, insanlara, yapamıyacakları bir şeyi emr etmemişdir. Hep kolay emr etmiş, güc şey istememişdir. Az zemândaki bir küfre, sonsuz azâb etmeği ve az zemândaki îmâna, sonsuz ni’metler vermeği takdîr etmişdir. Bunun sebebini anlıyamayız. Allahü teâlânın yardımı ile, şu kadar biliyoruz ki, insanlara, görünür görünmez, bütün ni’metleri, iyilikleri veren, yerlerin, göklerin, zerrelerin yaratanı ve noksânsızlık, kusûrsuzluklar yalnız Ona mahsûs olan bir Allaha inanmamak elbette çok şiddetli, çok acı azâb ister ki, bu da,
Cehennemde sonsuz yanmakdır. Böyle bir ni’met sâhibine, görmeden inanmak ve nefsin ve şeytânın ve din düşmanlarının aldatmalarına kanmıyarak, Onun sözlerine güvenmek, büyük mükâfât ister ki bu da, Cennet ni’metlerinde ve lezzetlerinde sonsuz kalmakdır. Meşâyıh-i kirâmdan çoğu dedi ki: (Cennete girmek, yalnız Allahın fazlı ve ihsânı iledir. Îmânı, Cennete girmeğe sebeb göstermek, kazanılan ni’metin lezzeti, dahâ çok olduğu içindir). Bu fakîre göre “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” Cennete girmek, îmâna bağlıdır. Fekat îmân, Allahü teâlânın fazlıdır, ihsânıdır. Cehenneme girmek de, küfrden dolayıdır. Küfr ise, nefs-i emmârenin arzûlarından doğmakdadır. Nitekim Nisâ sûresi yetmişdokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Her güzel, her iyi şey, sana Allahü teâlâdan geliyor. Her çirkin, her fenâ şeye de, nefsin sebeb oluyor) buyuruldu. Cennete girmeği îmâna bağlamak, îmânın kıymetini bildirmek içindir. Bu da, îmân olunacak şeylerin kıymeti ve ehemmiyyeti demekdir. Bunun gibi, Cehenneme girmeği de küfre bağlamak, küfrü tahkîr içindir ki, inanılmıyan şeylerin kıymetini bildiriyor ve onlara inanılmadığı için, böyle sonsuz azâb veriliyor. Ba’zı meşâyıhın, başka dürlü söylemelerinde bu incelik yokdur.
Dünyâdan âhırete îmânlı giden, Cennetde Allahü teâlâyı cihetsiz ve keyfiyyetsiz ve hiçbirşeye benzetmiyerek ve misâli olmıyarak görecekdir. Buna, mislimânların yetmişüç fırkasından, yalnız Ehl-i sünnet inanmışdır. Diğerleri inkâr etmiş ve cihetsiz ve keyfiyyetsiz olarak görmek olamaz demişlerdir. Hattâ, Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh”, âhıretde Allahü teâlâyı görmek, (Tecellî-i sûrî)dir. Ya’nî, kendini değil, sûretini görmekdir diyor. Başka dürlü görmek olmaz diyor. Birgün üstâdım, Muhyiddîn-i Arabînin şöyle buyurduğunu söyledi: (Mu’tezile fırkası, Allahü teâlâ, aklın ermediği bir görmekle, cihetsiz, keyfiyyetsiz olarak görülecek demeselerdi, başka şeylerin görülmesi gibi, görülecek deselerdi ve Onu görmeği, sûrî bir tecellî olarak bilselerdi, Onu görmeği inkâr etmez, görülemez demezlerdi. Ya’nî cihetsiz, keyfiyyetsiz olarak görüleceğine inanmıyorlar. Sûretin tecellîsinde ise, cihet ve keyfiyyet vardır). Hâlbuki Cennetde Allahü teâlâyı görmeği, sûretin tecellîsi [görünmesidir] demek, Onu görmeği inkâr etmekdir. Her ne kadar oradaki sûretin tecellîsi, dünyâda eşyâ sûretlerinin görünmesi gibi değil ise de, yine Onun kendini görmek değildir. Arabî şi’r tercemesi:
Îmân sâhibleri, Cennetde Allahü teâlâyı keyfiyyetsiz görecekdir.
Bu görmeği anlatmak, mümkin değildir.
İkiyüzaltmışaltıncı mektûbu, üstâdı Muhammed Bâkî-billah “kuddise sirruh” hazretlerinin iki oğlu, hâce Ubeydüllah ve hâce Abdüllaha yazmışdır. İlhâm ve firâset yolu ile, mubârek kalbine doğan, (İlm-i kelâm) akîde ya’nî i’tikâdından ba’zısını bildirmekdedir. Kitâblardan alarak ve akl ve düşünce ile bularak yazmadığı hâlde hepsi, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at âlimlerinin sözlerine uygundur. Allahü teâlâ, ömr sarf ederek, istirâhatlerini fedâ ederek, durmadan çalışan o âlimleri, en üstün iyiliklerle mükâfatlandırsın!
İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî “kuddise sirruh”, dahâ ilm deryâsına yeni daldığı sıralarda hazret-i Peygamberi “sallallahü aleyhi ve sellem” rü’yâda görüp, kendisine buyurmuşdu ki: (Sen kelâm ilminde müctehid olacaksın). Bu rü’yâsını hocasına anlatmışdı. O günden beri, ilm-i kelâmın her mes’elesinde ayrı ictihâdı ve görüşleri vardır. Fekat, mes’elelerin çoğunda (Mâtürîdiyye) imâmımız ile berâberdir.
Eski Yunan felesoflarının, islâmiyyete uymıyan sözlerini red edip, yanıldıklarını isbât etmekde ve tesavvuf büyüklerini tanıyamıyarak ve sözlerini anlıyamıyarak, yoldan çıkan, sapıtan ve kendilerini din adamı sanıp, herkesi de yoldan çıkartan, câhil ve ahmakların yüz karalarını meydâna çıkarmakdadır. Bu mektûbda ayrıca nemâza âid birkaç fıkh mes’elesini de bildirmekde ve tesavvufun kıymetini ve yüksekliğini ve bu yoldan yükselmiş olan büyüklerin islâmiyyete sımsıkı sarılmış olup, bunları tanımıyan zevallıların iftirâlarının çürüklüğünü ve mûsikî dinlememeği ve dans ve oyun yerlerine gitmemeği ve dahâ birkaç şeyi bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun. Bütün düâlar ve iyilikler, Onun Peygamberi ve sevgilisi ve bütün insanların her bakımdan en güzeli ve en üstünü olan Muhammed Mustafâya “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Onu sevenlerin ve izinde gidenlerin hepsine olsun! Allahü teâlâ, siz yüksek hocamın kıymetli yavrularını da, se’âdet-i ebediyyeye kavuşdursun!
Yüksek üstâdımın, beni dünyâ ve âhıret ni’metlerine kavuşduran kıymetli hocamın sevgili yavruları! Biliniz ki, herşeye muhtâc olan bu zevallı kardeşiniz, tepeden tırnağa kadar, o yüksek babanızın sadakaları ve ihsânları içinde yüzüyorum. İnsanlığın elifbâsını ondan öğrendim. Yükseklikleri haber veren kelimeleri ondan okudum. Herkesin, senelerce çalışarak kazanabildiği dereceler, onun huzûrunda, terbiyesi altında, az zemânda elime geçdi. İnsanlara meziyyet, üstünlük veren bütün kıymetler, ona hizmetimin ikrâmiyesi olarak üzerime serpildi. Hiçbir işe yaramıyan ve insanlıkdan haberi olmıyan bu zevallı, onun nûrlu bakışları altında, ikibuçuk ay içinde olgunlaşarak, büyüklerin yoluna katıldı.
Onların Allahü teâlâya olan yakînliklerine kavuşdu. Böyle az bir zemânda, tesavvufu tadmış olanların, tecellîler, zuhûrlar, nûrlar, hâller ve keyfiyyetler diye anlatmak istedikleri gizli kazançlar, babanızın parlak kalbindeki deryânın damlaları olarak, önüme saçıldı. Bunlardan hangi birini anlatayım. Onun, lutf ederek, acıyarak mubârek gönlünü bu fakîre çevirmesi ile, tesavvufcuların tevhîd [bir bilmek], kurb [yakınlık], ma’ıyyet [berâberlik], ihâta her tarafı kaplamak, sereyân her zerrede bulunmak gibi sözlerle, anlatmak istedikleri ma’rifetlerden, ince bilgilerden ele geçmiyen, hemen hemen birisi kalmadı. Bunların içlerinden, özlerinden bildirilmedik bırakılmadı. Vahdet-i vücûd dedikleri, herşeyde Allahü teâlânın kemâlâtını görmek ve vahdetde kesreti bulmak, bu ince bilgilerin başlangıcıdır. İslâm büyüklerinin erişdiği, tanıdığı bilgileri, kelime kadrosu ile anlatmağa kalkışmak, câhillik ve ahmaklık olur. Bunların kavuşdukları, yetişdikleri dereceler çok yüksekdir. Anladıkları, edindikleri bilgiler ve zevkler çok incedir. Her bilgi satanın, büyük ve önder sanılanların yetişeceği, yanaşacağı yer değildir.
O çok yüksek babanızın, bu zevallıya olan ni’metlerine, ihsânlarına karşı, ölünciye kadar, başımı kapınız hizmetçilerinin ayaklarına sürsem, size karşı birşey yapmış olamam. Hangi kusûrumu bildireyim? Mahcûbiyyetimden, yüzümün karasından hangisini meydâna çıkarayım? Allahü teâlâ, Hüsâmeddîn Ahmedden râzı olsun ki, sizlere karşı olan vazîfemizi, borcumuzu üzerine alarak, kapınıza kul olmakla, hizmetinizde çalışmakla şereflenmekde, böylece râhat nefes almamıza sebeb olmakdadır. Fârisî beyt tercemesi:
Vücûdümün her zerresi dile gelse de;
Şükrünün binde birini yapamam yine!
Asrların yetişdiremiyeceği, insan gücünün ölçemiyeceği o kıymetler hazînesinin, kapısının eşiğini öpmekle üç def’a şereflenmişdim. Üçüncüsünde buyurdu ki: (Za’îf düşdüm. Yaşamak ümmîdim azaldı. Benden sonra, çocuklarımı gözet!). Sizleri getirdiler. O zemân dahâ küçük idiniz. Kucakda taşınıyordunuz. Size teveccüh etmemi, emr buyurdular. Emrlerine uyarak, yüksek huzûrlarında, üzerinize o kadar teveccüh olundu ki, te’sîri görünüverdi. Sonra, (Bunların annelerine de, uzakdan teveccüh et!) buyurdular. Yanımızda olmadığı hâlde, onlara da teveccüh olunmuşdu. Emrleri ile ve huzûrlarında olduğu için, o teveccühlerin çok fâideler sağlıyacağını ümmîd ediyorum.
Babanızın, herhâlde yapılması lâzım gelen emrlerini ve herne behâsına olursa olsun yerine getirilmesi gereken vasıyyetlerini unutacağımı veyâ dalgınlığıma geleceğini sanmayınız! Buna imkân olur mu? Ufak bir işâretinizi bekliyorum. Şimdilik, birkaç satır nasîhat yazıyorum. Cân kulağı ile dinleyiniz! Cenâb-ı Hak, ikinizi de, se’âdet-i ebediyyeye kavuşdursun!
Her müslimânın, önce i’tikâdını düzeltmesi, ya’nî Ehl-i sünnet vel-cemâ’at âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdikleri gibi, inanması lâzımdır. Durmadan, yılmadan çalışan o âlimlere, Allahü teâlâ, bol bol mükâfat versin! Cehennemin ebedî azâbından kurtulan, yalnız bunlar ve bunların izinde gidenlerdir. Bunların bildirdiği i’tikâdlardan unutulmakda olanları anlatacağım:
Îmânın şartı altıdır: Birincisi, Allahü teâlâya inanmakdır. Allahü teâlâ, kendi Zâtı ile vardır. Ondan başka herşey, Onun var etmesi ile, var olmuşdur. Kendisi ve sıfatları ve işleri yegânedir, birdir. Ya’nî, hiçbirşey, hiçbir bakımdan, Allahü teâlâya benzemez. Varlıkda, şerîki, ortağı olmadığı gibi, hiçbir bakımdan benzeri yokdur. Benzerlik yalnız ismde ve kelimelerdedir. Onun sıfatları da, işleri de, kendi gibi, akl ile anlaşılmaz ve anlatılamaz ve insanların sıfatlarına, işlerine, hiç benzemez ve uymaz. Onun sekiz sıfatı vardır. Bunlara, (Sıfat-ı sübûtiyye) denir.
Bunlardan biri, ilm sıfatıdır, ya’nî Allahü teâlâ bilicidir. Bu sıfatı da, kendi gibi kadîmdir. Ya’nî sonradan olma değildir. Hep vardı ve basît, ya’nî bir hâldedir. Hiç değişmez, bölünmez ve çoğalmaz. Bildiği şeyler değişmekde, her değişmeyi bilmekdedir. Fekat, ilminde ve ilminin bu şeylere bağlanmasında, bir değişiklik olmaz. Geçmişdeki sonsuzdan gelecekdeki sonsuza kadar, ya’nî ezelden ebede kadar herşeyi, her değişmeği, yalnız bir biliş ile bilmekdedir. Ya’nî, bu sonsuz zemânlarda olan herşeyi, birbirine benzeyen ve benzemiyen hâlleri ile, hem büyüklerini, hem de ufak zerrelerini, herbirini kendi zemânında olarak bir anda bilmekdedir. Meselâ, bir kimsenin hem varlığını, hem yokluğunu, hem doğmadan evvelki hâllerini, çocukluğunu, gençliğini, ihtiyârlığını, diri olmasını ve ölü olmasını, ayakda, oturmakda, dayanmakda, yatmakda, gülmekde, ağlamakda, neş’e ve lezzetde, derd ve kederde, izzet ve kıymetde, zillet ve aşağılıkda, mezârda, kıyâmetde ve mahşer yerinde ve meselâ Cennetde ni’metler içinde olduğunu, hep bir ânda ve bir hâlde bilmekdedir. Ne ilminde, ne de ilminin bu şeylere bağlanmasında bir değişiklik olmaz. Değişiklik olsa, zemânın da, değişmesi olur. Hâlbuki orada, ezelden ebede kadar, parçalanamıyan bir ân vardır. Dahâ doğrusu, Allahü teâlâ, zemânlı değildir.
Öncelik ve sonralık yokdur. İlmi herşeye yetişir dersek, herşeyi bir bilmekle ve ilmin bunlara bir bağlanması ile biliyor. Bu bir bilgi ve bir bağlantı da, aklın eremiyeceği bir bağlanmakdır. Bunu akla anlatabilmek için, şu misâli uygun buluyorum: İnsan, bir kelimenin çeşidli hâllerini, birbirine benzemiyen şekllerini bir ânda düşünebilir. Bir kelimeyi, bir ân içinde, hem ism, hem fi’l, hem harflerin kümesi, hem mâdî, hem müstakbel, hem emr, hem men’, hem edatlı, hem edatsız, hem müsbet, hem menfî bilebilir. Çeşidli şeklleri bir ânda, kelimede ayrı ayrı görüyorum diyebilir. Bir insanın, ilminde ve hattâ görmesinde, ters ve çeşidli hâlleri bir araya toplaması, mümkin olunca, Allahü teâlânın ilminde neden mümkin olmasın? Hem de Onun ilminde iki zıddın, bir arada bulunması görünüşdedir. Yoksa, orada zıdlık yokdur. Meselâ, bir kimseyi, bir ânda, hem var, hem yok bilir. Fekat, yine o ânda onun varlığını, meselâ hicretden bin sene sonra ve birinci yokluğunu, bu varlıkdan evvel, ikinci yokluğunu da meselâ, varlığından yüz sene sonra olarak bilmişdir. O hâlde, arada zıdlık yokdur. Zîrâ, varlığın ve yokluğun zemânları başkadır.
İşte Allahü teâlâ, ayrı ayrı, başka başka, zerreleri bir ânda biliyorsa da, ilminde değişmek olmuyor. Felsefecilerin zan etdiği gibi, ilm sıfatında sonradan birşey hâsıl olmuyor. Çünki birşeyin bilgisi, evvelki şeyin bilgisinden sonra hâsıl olmuyor ki, ilmde değişiklik olsun. Herşeyi bir ânda bildiğinden, ilminde değişiklik ve yenilik hâsıl olmaz. O hâlde, ilmde değişiklik olmadığını anlatmak için, ilm, eşyâya, çeşidli bağlantılarla bağlanmışdır demek ve bunların değişdiğini söylemek lüzûmsuzdur. Nitekim felsefecileri susdurmak için, ba’zı büyüklerimiz böyle söylemişdir. Bu bağlantıların, eşyâya bağlanmasında değişiklik olur denirse yerinde olur.
Allahü teâlânın sıfât-ı sübûtiyyesinden biri, Kelâm sıfatıdır. (Kelâm sıfatı), ya’nî söylemesi de, bir basît kelimedir ki, ezelden ebede kadar, hep o bir kelâm ile söyleyicidir. Bütün emrler, bütün yasaklar, bütün bildirilen şeyler, bütün süâller, bütün dilekler, hep o bir kelâmdır. Gönderdiği bütün kitâblar ve sahîfeler, hep o bir basît kelâmdandır. Tevrât ondan meydâna gelmiş, Kur’ân-ı kerîm, ondan nâzil olmuş, inmişdir.
Allahü teâlânın Sıfât-ı sübûtiyyesinden biri, (Tekvîn) sıfatıdır. Ya’nî yaratıcıdır. Bütün yaratdıkları, yapdıkları da, bir fi’l, bir yapışdır ki, ilk yaratdığından, sonsuza kadar yaratmaları, hep o bir fi’l ile var olmakdadır. (Bir göz kırpacak zemânda herşeyi yapdık) meâlindeki âyet-i kerîme, bunu gösteriyor. Hayât vermesi ve öldürmesi, hep o bir fi’l iledir. Yaratması ve yok etmesi de o fi’ldendir. Fi’linde de çeşidli bağlantılar yokdur. Bir te’alluk ile ilk ve sonradaki herşeyi kendi zemânlarında yaratıyor. Akl, onun fi’lini [işini] anlıyamıyacağı gibi, fi’lin bağlanmalarına da erememekdedir. Aklın oraya yolu yokdur. Ehl-i sünnet âlimlerinden, Ebül-Hasen-i Eş’arî bile, Allahü teâlânın fi’lini anlıyamıyarak, tekvîn sıfatına, ya’nî yaratmasına sonradan olma hâdisdir, dedi. Ya’nî herşeyi yapması, yapdığı zemân meydâna geliyor dedi. Hâlbuki, her zemân yapılan işler, ezeldeki fi’lin eserleri, meydâna çıkmalarıdır. Yoksa, fi’linin kendisi değildir. Tesavvuf büyüklerinden, fi’llerini görüyoruz, ya’nî Tecellî-i ef’âle kavuşduk diyenler de, böyle yanılıyor. Herşeyde, Allahü teâlânın fi’lini görüyoruz sanıyorlar. Hâlbuki, o tecellîler, görünenler, fi’lin kendisi değil, eserleridir.
Zîrâ, Allahü teâlâ, görülemediği gibi, fi’li de görünmez, his olunamaz, düşünülemez ve akl ile anlaşılamaz. Onun fi’li de, bütün sıfatları da kadîmdir. Sonradan olma değildirler. Kendisi ile hep vardırlar. Onun fi’line (Tekvîn) denir, mahlûkât aynasına yerleşmez ve görülmez. Fârisî beyt tercemesi:
Dar olan, şekl ve sûret kabına ma’nâ nasıl sığar?
Dilenci kulübesinde sultânın ne işi var?
Bu fakîre göre “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, Allahü teâlânın kendi tecellîsi olmaksızın, fi’llerinin ve sıfatlarının tecellîsi olamaz. Sıfatları ve fi’lleri kendinden ayrılmaz ki, kendi tecellîsi olmaksızın, tecellî edebilsinler. Onun zâtından ayrılan, fi’llerinin ve sıfatlarının zılleri, aksleri, görünüşleridir. Herkes bunları anlıyamaz. Cenâb-ı Hak, dilediği kullarına bildirir. Onun ihsânı çokdur.
Yine sözümüze gelelim: Allahü teâlâ, hiçbirşeye hulûl etmez. Hiçbir cism içine işlemez. Hiçbirşey Ona hulûl etmez. Fekat, Allahü teâlâ, herşeyi ihâta etmiş, kaplamışdır ve herşeye yakındır ve herşeyle berâberdir. Fekat, bizim alışdığımız ve anladığımız ihâta, kurb ve ma’ıyyet gibi değildir. Bunlar, Ona lâyık değildir. Evliyânın keşf ile, müşâhede ile anladığı, ihâta, kurb ve ma’ıyyet de, Ona lâyık değildir. Zîrâ, zevallı mahlûkların hiçbiri, Onu ve sıfatlarını ve fi’llerini anlıyamaz, bilemez. Anlamadan inanmak lâzımdır. Fârisî beyt tercemesi:
Anka kuşu avlanamaz, tuzağını topla!
Bu avlanmada, giren yalnız havadır tuzağa
Yüksek rehberimin “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” (Mesnevî)sinden şu beyti buraya yazmak uygundur. Fârisî beyt:
Gidilecek yol uzundur pek,
Uygun olmaz kavuşdum demek.
Allahü teâlânın, herşeyi ihâta etdiğine ve herşeye yakın olduğuna ve herşey ile berâber olduğuna inanırız. Fekat, bu ihâta, kurb ve ma’ıyyetin, ne demek olduğunu bilemeyiz. (İlmi ihâta etmişdir, ilmi yakîndir) demek, Kur’ân-ı kerîmin açık olan ma’nâsını çevirmek demekdir. Biz, böyle ma’nâlar vermeği doğru bulmuyoruz.
Allahü teâlâ, hiçbirşey ile ittihâd etmez, birleşmez. Hiçbirşey de, Onunla birleşmez. Tesavvuf büyüklerinden, ittihâd ma’nâsı anlaşılan sözler çıkmış ise de, onlar, başka şey demek istemişdir. Meselâ, (Fakîrlik temâm olunca, Allahü teâlâdır) sözleri ile, (Herşey yokdur, ancak Allahü teâlâ vardır) demek istiyorlar. Yoksa, o fakîr, Allahü teâlâ ile birleşir, demek istemiyorlar. Bunu demek, kâfirlik, zındıklık olur. Allahü teâlâ, zâlimlerin, kâfirlerin sandığı gibi değildir. Üstâdım buyurmuşdu ki: Hallâc-i Mensûrun, (Ben Hakkım) sözünün ma’nâsı, (Ben yokum, yalnız Allahü teâlâ vardır) demekdir. İslâmiyyete uyanların böyle sözlerine hüsn-i zan olunur. Te’vîl edilir.
Allahü teâlânın zâtında, sıfatlarında ve fi’llerinde değişiklik olmaz. Hareketlerin, işlerin olması ile, herşeyi yaratması ile, Onun zâtında, sıfatlarında ve fi’llerinde değişiklik olmuyor. Vahdet-i vücûd var diyenler, (Tenezzülât-i hams) ya’nî Allahü teâlânın, bu mevcûdâtı var etmesi, beş derecede olmuşdur demeleri, Onda değişiklik yapacak ma’nâda değildir. Bu ma’nâ ile söyliyen kâfir olur, yoldan çıkar. Bu büyükler, Allahü teâlânın sıfatlarının zuhûrunda, meydâna çıkmalarında, beş derecenin aşağıya indiğini söylüyor ki, zâtında ve sıfatlarında ve fi’llerinde bir değişiklik olmuyor.
Allahü teâlâ, (Ganiyy-i mutlak)dır. Ya’nî, hiçbirşey için, hiçbirşeye muhtâc değildir. Ne kendine, ne sıfatlarına, ne de fi’llerine, hiçbir sûretle hiçbirşey lâzım değildir. Varlıkda muhtâc olmadıkları gibi, zuhûrda, belli olmakda da, ihtiyâcları yokdur. Sôfiyyenin büyüklerinin, (Allahü teâlâ, ismlerini ve sıfatlarını izhâr için, bize muhtâcdır) anlaşılan sözleri, bu fakîre çok ağır geliyor. Yaratılmakla, biz kıymetlendik, şereflendik. Allahü teâlâda birşey artmadı. Böyle şeyler söylemek, çok yersiz ve çirkindir. Ez-zâriyât sûresinin, (Cinnîleri ve insanları, ancak bana ibâdet etmeleri için yaratdım) meâlindeki ellialtıncı âyeti gösteriyor ki, cinnîlerin ve insanların yaratılması, Allahü teâlâyı tanımaları içindir ki, bunlar için şeref ve se’âdetdir. Yoksa, Onun birşey kazanması için değildir. Hadîs-i kudsîde, ya’nî Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek ağzından, Allahü teâlânın, (Ma’rûf olmak, tanınmak için herşeyi yaratdım) buyurması, (Onların beni tanımakla şereflenmesi için) demekdir. Yoksa, (Tanınayım ve onların tanıması ile kemâl bulayım) demek değildir. Bu ma’nâ, Allahü teâlâya lâyık değildir.
Allahü teâlâda, noksanlık sıfatları ve mahlûkların hâssa ve alâmetleri yokdur. Madde değildir. Cism değildir. Mekânlı değildir. Ya’nî, yer kaplayıcı değildir. Zemânlı değildir. Bir yerde bulunmadığı gibi, zemânı da yokdur. Kemâl sıfatları, kusûrsuzluklar yalnız Ondadır. Sekiz kemâl sıfatı olduğunu bildirmişdir ki şunlardır: (Hayât), diri olmasıdır. (İlm), bilmesidir. (Kudret), gücü yetmesidir. (İrâde), dilemesidir. (Sem’), işitmesidir. (Basar), görmesidir. (Kelâm), söyleyici olmasıdır. (Tekvîn), yaratmasıdır. Bu sıfatları, kendinden ayrı olarak vardır. Varlıkları ilmde değildir. Ya’nî, nazarî ve teorik var denilmiş olmayıp, hâricde ve hakîkatde vardırlar. Kendi var olduğu gibi, bu sıfatları da ayrıca vardır. Vahdet-i vücûde inanan Sôfiyyûnun sandığı ve fârisî beyt tercemesi:
Akl ve düşünce ile, sıfatlar başkadır.
Hakîkatde ise, hepsi tâm kendisidir.
sözleri, sıfatları inkârdır, inanmamakdır. Müslimânlardan, sıfatları inkâr eden Mu’tezile fırkası ile kâfirlerden eski felsefeciler de, sıfatları nazarî olarak kendinden ayrı ise de, hâricde yalnız kendi vardır diyorlar. Ya’nî, sıfatların nazarî olarak, kendinden ayrı olduğunu inkâr etmiyorlar. Meselâ, ilm sıfatının ma’nâsı, zâtın ma’nâsının aynıdır demiyorlar. Yâhud, kudret ve irâdet sıfatlarının ma’nâları, birbirinin aynıdır demiyorlar. Fekat, hâricdeki varlıkları, aynıdır diyorlar. O hâlde, sıfatları inkârdan kurtulmak için, hâricde ayrı ayrı var olduklarına inanmak lâzımdır. Nazarî olarak ayrı bilmek fâide vermez.
Allahü teâlâ, (Kadîm)dir. Ya’nî, varlığının başlangıcı yokdur. Varlığından önce, yok değil idi, hep var idi. (Ezelî)dir. Ya’nî, hiçbir zemân yok değil idi.] Ondan başka, hiçbir varlık kadîm, ezelî değildir. Din sâhibleri, kitâb sâhibleri, hep böyle îmân etmişdir ve Allahü teâlâdan başkasını kadîm, ezelî bilenlere, kâfir demişlerdir. Bunun içindir ki, hüccet-ül-islâm imâm-ı Muhammed Gazâlî “rahmetullahi aleyh”, İbn-i Sînânın ve Fârâbînin ve dahâ başkalarının, kâfir olduklarını söylemişdir. Çünki bunlar aklın, rûhun ve [maddenin ilk hâli dedikleri heyûlânın kadîm olduğuna inanmış ve göklerin içindekilerle berâber, kadîm olduklarını söylemişlerdir.
(Ahlâk-ı alâ’î) kitâbında diyor ki, (İbni Sînâ, (Mu’âd) kitâbında kıyâmetde dirilmeği inkâr eyledi. Öleceğine yakın, gusl abdesti alıp, vezîr iken yapdığı zulmlere tevbe etdiği söyleniyor ise de, i’tikâdı bozuk olanın guslü, nemâzı ve düâsı kabûl olmaz buyuruldu).
Üstâdım “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” buyurdu ki, şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin, (Büyük insanların rûhları kadîmdir) sözünün görünüş ma’nâsına uymayıp, din sâhiblerinin müşterek îmânlarına ve sözlerine çevirmelidir.
Allahü teâlâ, (Kâdir-i muhtâr)dır. Ya’nî dilediğini yapabilir. Tabî’at kuvvetleri gibi, elbette işi yapmağa mecbûr değildir. Eski Yunan felsefecileri, aklları ermediğinden, kemâl, büyüklük, mecbûr olmakda, herhâlde yapabilmekdedir deyip, Allahü teâlânın ihtiyârını, ya’nî seçmesini inkâr etdiler. Yapmağa mecbûrdur dediler. Bu ahmaklar, Allahü teâlâ, birşeyi yaratmağa mecbûr olmuş ve sonra başka birşey yaratmamışdır dedi. Bu uydurma şeye de, akl-ı fe’âl deyip, herşeyi bu yapıyor dediler.
(Akl-ı fe’âl) dedikleri şey de, yalnız onların vehmlerinde, hayâllerinde olan birşeydir. Bunların bozuk inanışlarına göre, Allahü teâlâ hiçbirşey yapmıyor. İnsan sıkışınca, bunalınca, Akl-ı fe’âle yalvarır. Allahü teâlâdan birşey istemez. Çünki Allahü teâlânın dünyâda olup bitenlerle hiç ilgisi yokdur. Herşeyi yapan, yaratan Akl-ı fe’âldir derler. Hattâ Akl-ı fe’âle de yalvarmazlar. Çünki onu, kendilerinden belâları gidermekde irâde ve ihtiyâr sâhibi bilmezler. Bu nasîbsizler, ahmaklıkda, sersemlikde, sapık fırkaların hepsinden dahâ aşağıdırlar. Kâfirler, her işlerinde Allahü teâlâya sığınıyor. Belâların giderilmesini ondan istiyorlar. Bu alçaklar ise, böyle değildir. Bu nasîbsizlerde iki şey, sapık ve ahmak fırkaların hepsinden dahâ çokdur. Bunlardan biri, Allahü teâlânın gönderdiği haberlere inanmıyorlar.
Peygamberlerin bildirdiklerine inâd ve düşmanlık ediyorlar. İkincisi, bozuk ön fikrler ileri sürüyor. Aslsız, çürük delîller, şâhidler göstererek, boş, sapık düşüncelerini isbâta kalkışıyorlar. Bozuk düşüncelerini isbât için öyle yanılıyorlar ki, hiçbir alçak böyle yanlış, çürük şey yapmamışdır. Dünyâda olan her işi, durmadan giden, dönen göklerin ve yıldızların değişmeleri ve vaz’ıyyetleri yapıyor diyorlar. Gökleri yaratanı ve yıldızları îcâd edeni ve hepsini hareket etdireni ve aralarında nizâm kuranı görmüyorlar. Bunu birşeye karışmaz sanıyorlar. Ne kadar ahmakdırlar! Ne kadar alçakdırlar! Bunları akllı bilen, sözlerine inanan ise, bunlardan dahâ alçakdır. Onların akla dayanan, düzgün ilmlerinden biri geometri [Hendese]dir ki, ne dünyâ se’âdetine, ne de ebedî kurtuluşa fâidesi yokdur. Bir üçgenin, üç iç açısının toplamı, iki dik açıya müsâvîdir demek ve bunu isbâtlamak, insanlığa ne kazandırır. [Fen bilgileri, modern makinalar ve elektronik âletler ve yeni bulunan herşey, Allahın Peygamberine uyarak kalbleri temizlenmiş, ahlâkı güzelleşmiş îmânlı kimseler tarafından yapılmadıkca ve kullanılmadıkca fâideli olamazlar. İnsan haklarını, râhatı, huzûru sağlıyamazlar. Harbin ve sefâletin ortadan kalkmasına yaramazlar. Zulme, işkenceye vâsıta olurlar.
İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh”, kendilerini akllı, ilm adamı ve hiç yanılmaz sanan dinsizleri üçe ayırmışdır. Birincisi Dehriyyûn ve maddîciler olup, bunlar eski Yunan felesoflarından asrlarca evvel vardı. Bugün de, fen adamı geçinen ba’zı ahmaklar, bu kısmdadır. Bunlar, Allahü teâlânın varlığına inanmayıp âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecekdir. Canlılar da böyle birbirlerinden üreyip, sonsuz olarak sürecekdir diyor. İkinci kısm, tâbi’iyyeciler olup, canlılarda ve cansızlardaki akllara hayret veren, intizâmı ve incelikleri görerek, Allahü teâlânın varlığını söylemeğe mecbûr kalmışlarsa da, tekrâr dirilmeği, âhıreti, Cenneti ve Cehennemi inkâr etmişlerdir. Üçüncü kısm, sonra gelen eski Yunan felesofları ve bu arada Sokrat ile talebesi Eflâtun ve onun da talebesi Aristonun felsefeleridir. Bunlar, dehrîleri ve tabî’iyyecileri red ederek, aldandıklarını ve alçaklıklarını bildirmek için, başkalarının sözlerine hâcet kalmıyacak kadar şeyler söyledi. Fekat bunlar da, küfrden kurtulamamışdır. Bu üç kısm da ve bunların yolunda gidenler de, hep kâfirdir. Ba’zı saf kimselerin bunları, din adamı sanması ve hattâ Peygamberlik derecesine yükseltmeleri, bu yolda hadîs bile uydurdukları hayretle işitilmekdedir. Kâfirler, herşey söyleyebilir. Fekat, müslimân görünenlerin, îmân ve küfrü ayırd edememesi, acınacak bir hâldir.
Bu dinsizlerin üç kısmı da [ve bugün kendilerine ilm adamı denilen ve yeni felsefenin ve sosyolojinin kurucuları diye medh edilen, hâlbuki din bilgisi olarak, yehûdîlerin ve papasların İncîli değişdirmeleri ile meydâna çıkmış hıristiyanlık ile, islâm düşmanlarının yazdığı birkaç uydurma kitâbdan başka sermâyeleri olmıyan Luther Martin, Calvin [Kalven], Voltaire [Volter], Aguste Conte [Ogus Kont], Karl Marx ve Dürkheim [Dürkheyim] gibi rönesans, inkilâb önderleri] ahmaklıkda ve zevallılıkda, herkesden ileri gitmiş, kâfirlerin her sınıfını arkada bırakmışlardır. Bunların hepsi, hem dinlere inanmıyor ve Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vesselâm” inâd ve düşmanlık ediyor, hem de âile, cem’ıyyet ve din hakkında uydurdukları sözleri ile, birbirlerini ve herkesi kandırmak için, çürük delîller ve şâhidler buluyorlar. O kadar yanlış, o kadar gülünç şeyler söylüyorlar ki, hiçbir câhilin, hiçbir ahmağın bu kadar aşağılığı görülmemişdir. Bunlar, ne kadar aklsız, ne kadar zevallıdır.
Bunları akıllı, fikrli sananlar da, bunlardan dahâ zevallı ve dahâ bedbahtdır. Birçok kıymetli bilgileri, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vesselâm” kitâblarından çalmışlar ve aralarına, başka şeyler de katmışlardır.
Bunları imâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh”, (El münkızü aniddalâl) kitâbında, uzun uzadıya anlatmakdadır. Din sâhibleri, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vesselâm” izinde gidenler, birşeyin doğruluğunu isbât ederken yanılırsa, zararı ve tehlükesi olmaz. Zîrâ bunlar, bütün ilmlerinde ve işlerinde, onlara uyup, sözlerini isbât ediyor. Bunların Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vesselâm” uyması, doğruluklarını bildirmeğe yetişir. O zevallılar ise, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vesselâm” uymağa, gericilik deyip, sözlerini akla uygun getirmeğe çalışıyor. Aklın eremediği şeylerde, şübhesiz yanılıyorlar.
Allahü teâlânın Peygamberi olan Îsâ aleyhisselâmın sözlerini, bunların en büyüğü tanınan Eflâtun işitince, (Biz temiz, olgun, ilerici insanlarız, bize, doğru yol gösterecek kimseye ihtiyâcımız yokdur) dedi. Ölüleri diriltiyor, körlerin gözlerini açarak, abraş denilen hastaları iyi ederek kurtarıyor. Ya’nî, kendi fenlerinin, tecribelerinin yapamadığı şeyleri yapıyor, diye işitdiği bir kimseyi, gidip görmesi, hâlini incelemesi lâzım iken, görmeden, anlamadan, böyle cevâb verdi. Bu sözleri çok ahmak olduğunu göstermekdedir.
Avrupa kitâblarında ve tercemelerinde, Eflâtunun mîlâddan, ya’nî Îsâ aleyhisselâmın dünyâyı teşrîflerinden, [384] sene önce öldüğü yazılıdır. Kendisi meşhûr olduğundan, ölüm zemânına inanılırsa da, Îsâ “aleyhisselâm”a, ancak oniki havârî inanıp, îsevîler az ve asrlarca gizli yaşadıklarından, mîlâd, ya’nî noel gecesi doğru anlaşılamamışdır. Mîlâdın, birinci kânûn [aralık] yirmibeşinde veyâ ikinci kânûn [ocak] altıncı veyâ başka gün olduğu sanıldığı gibi, bugünkü mîlâdî senenin bir veyâ dört sene az olduğu, çeşidli dillerdeki kitâblarda yazılıdır. O hâlde, mîlâdî sene, müslimânların senesi olan, hicrî sene gibi, doğru ve kat’î olmayıp, günü de, senesi de şübheli ve yanlışdır. İmâm-ı Rabbânînin “kuddise sirruh” buyurduğuna göre, üçyüz seneden fazla olarak, noksandır ve Îsâ “aleyhisselâm” ile Muhammed “aleyhisselâm” arasındaki zemân, bin seneden az değildir. (Mevâhib-i ledünniyye) ikinci cild, üçüncü faslda diyor ki, (İbni Asâkirin Şâ’bîden haber verdiğine göre, Îsâ aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasında dokuzyüzaltmışüç [963] sene fark vardır.) Muhammed aleyhisselâm, hicret ederken, târîhcilere göre, şimdi kullanılan mîlâdî senenin 622. ci senesinde Safer ayının son perşembe günü akşama yakın Sevr dağında mağaraya girdi. Pazartesi gecesi mağaradan çıkıp, efrencî Eylül ayının yirminci, rûmî Eylülün yedinci pazartesi günü Medîne şehrinin Kubâ dış mahallesine ayak basdı. Bugün, müslimânların (Hicrî şemsî) sene başı oldu. Acemlerin şemsî senesi, bundan altı ay önce, ya’nî Martın yirminci günü olan Mecûsî bayramında başlamakdadır. O gün Rebî’ul-evvel ayının sekizinci günü idi. O senenin Muharrem ayının ibtidâsı, (Hicrî kamerî) sene başı kabûl edildi. Bu kamerî sene başı, Mayıs ayının onaltıncı cum’a günü idi. Kubâda dört gece kalıp, cum’a günü çıkdı. O gün Medîneye girdi. Herhangi bir mîlâdî sene başının rastladığı hicrî şemsî sene, bu mîlâdî seneden 622 noksandır. Herhangi bir hicrî şemsî sene başının rastladığı mîlâdî sene, bu şemsî seneden 621 fazladır.
Oğlum Muhammed Ma’sûm “kuddise sirruh” bugünlerde (Şerh-i mevâkıf) kitâbını temâmladı. Derslerinde bu akllı denilenlerin, hatâlarını ve kabâhatlerini iyice anladı ve çok şey öğrendi. Cenâb-ı Hakka şükrler olsun ki, bizleri aklın dar çerçevesi içinde bırakmayıp, doğru yola çıkardı. Eğer Peygamberleri ile “aleyhimüssalevâtü vesselâm” doğru yolu göstermeseydi, biz de o zevallılar gibi aklın ermediği şeylerde, zan etdiklerimize inanacak ve helâk olacakdık.
İmâm-ı Muhammed Gazâlî, imâm-ı Ahmed Rabbânî ve dahâ birçok islâm büyükleri, eski Yunan felsefesini inceleyip, didik didik etmiş ve o felsefecilerin ne kadar câhil, ahmak ve kâfir olduklarını bildirmişlerdir. Müslimânların, böyle kâfirleri beğenmemelerini, onlara aldanmamalarını, birçok kitâblarında yazmışlardır.
O hâlde kâfirlerin, (İslâm âlimleri, tesavvuf adamları, eski Yunan felesoflarının, Batlemyus mektebinin te’sîri altında kalmış) demeleri temâmen yanlışdır. İslâm âlimlerini, onların talebesi ve taklîdcisi şekline sokarak, bunları küçültmek için yapılan, iftirâlardır. Hâlbuki islâm âlimleri, eski Yunan ve Roma felsefelerini çürüterek, yere sermiş, onların hukûk, ahlâk ve tıb üzerindeki sözlerinden doğru olanların, eski Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” kitâblarından çalma olduklarını bildirmişlerdir. Sôfiyye-i aliyyenin, tesavvufa âid sözleri, câhillerin sandıkları gibi, kitâbdan okumakla, başkalarından öğrenmekle ve taklîd ile değil, keşf ile ya’nî mubârek kalblerine, temiz rûhlarına akıp gelmekle anladıkları ma’rifetlerdir.
Eski Yunan felsefecileri, herşeyi akl ile anlamağa, akla uydurmağa kalkışan ve yalnız aklın beğendiğine inanan kimselerdir. Bunlar, aklın erebileceği şeylerde doğruyu bulabilirler ise de, aklın kavrıyamadığı, erişemediği birçok şeylerde yanılıyor, aldanıyorlar. Nitekim, sonra gelenleri, öncekilerinin yanlışlarını çıkarmakda, birbirlerini beğenmemekdedirler. İslâm âlimleri ise, zemânlarına kadar olan fen bilgilerini okuyarak ve islâmiyyetin gösterdiği yolda, kalblerini ve nefslerini temizliyerek, aklın erişemediği bilgilerde de doğruyu bulmuşlar, hakîkate varmışlardır. İslâm âlimlerine felesof demek, bunları küçültmek olur.
Eski Yunan felsefecileri, yanılıcı olan aklın esîri, mahkûmu kimselerdir. Bunlar tecribe etmeyip, akl ile söylediklerinde ve deneyleri açıklarken vehmlerine kapıldıkları zemânlarda aldanıyor, zararlı oluyorlar. Bunun için ve aklın üstüne çıkamadıkları için, bunlar islâm âlimi gibi yüksek olamaz.
Aklı olmıyan delidir. Aklını kullanmıyan sefîhdir. Akla uygun iş yapmamak sefâhetdir. Aklı az olan da ahmakdır. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse, eski kafalı felsefecidir. Aklın erdiği şeylerde, ona güvenen, aklın ermediği, yanıldığı yerlerde, Kur’ân-ı kerîmin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlar da, islâm âlimleridir. O hâlde islâmiyyetde felsefe yokdur, islâm felsefesi, islâm felesofu yokdur. Felsefenin üstünde olan islâm ilmleri ve felsefecilerin üstünde olan islâm âlimleri vardır.
Muhyiddîn-i Arabînin “kuddise sirruh” kitâblarından da Allahü teâlânın, tabî’at kuvvetleri gibi, herşeyi irâdesiz yapdığı ma’nâsı anlaşılıyor. Allahü teâlânın kudretini anlatırken, eski Yunan felsefecilerine uyduğu seziliyor. (İsterse yapmaz) demiyor da, (Yapması lâzımdır) diyor. Büyüklerimizin beğendiği, büyük bildiği Muhyiddîn-i Arabînin birçok sözlerinin, Ehl-i sünnetin doğru sözlerine uymaması, yanlış olması, ne kadar şaşılacak şeydir. Hatâları, keşfinde, kalbe doğan bilgilerde olduğu için, belki kabâhat sayılmaz. İctihâddaki hatâlar gibi birşey söylenemez. Onun büyük olduğunu ve hatâlarının kusûr sayılamıyacağını, yalnız bu fakîr söyliyorum. Onu büyük bilir ve severim. Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerine uymıyan yazılarını yanlış ve zararlı bilirim. Sôfiyyûndan bir kısmı, onu beğenmiyor ve çirkin şeyler söylüyor. Bütün ilmlerini yanlış ve bozuk biliyorlar. Bir kısmı da ona uyarak, bütün ilmlerini, yazılarını olduğu gibi alıyor. Hepsini doğru biliyor ve doğruluklarını isbât etmeğe kalkışıyor. Bu iki kısm da yanılıyor, adâletden ayrılıyor. Bir kısmı haddi aşıyor. Birisi de, büsbütün mahrûm kalıyor. Evliyânın büyüklerinden olan Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh” keşflerindeki hatâsından dolayı, büsbütün red olunabilir mi? Fekat,
Ehl-i sünnetin doğru sözlerine uymıyan, hatâlı bilgilerine uyulur mu ve herşeyi de kabûl olunur mu? Burada doğru yol, cenâb-ı Hakkın bize ihsân etdiği, iki tarafa sapmıyan orta yoldur. İmâm-ı Süyûtî hazretleri (Tenbîh-ul-gabî) kitâbında Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin büyüklüğünü vesîkalarla isbât etmekdedir. Ebüssü’ûd efendi fetvâlarında da ona dil uzatılamıyacağı yazılıdır “rahmetullahi teâlâ aleyhim.” Vahdet-i vücûd bilgisinde, sôfiyyenin çoğunun, Muhyiddîn-i Arabî ile berâber olduğu meydândadır. Kendisi burada da, husûsî bir yol tutmuş ise de, sözün esâsında ortakdırlar. Bu bilgileri de görünüşde, Ehl-i sünnet i’tikâdına uymuyor ise de, uydurulması kolaydır ve ikisini birleşdirmek mümkindir. Bu fakîr, cenâb-ı Hakkın yardımı ile, üstâdımın (Rübâiyyât)ını açıklarken, bu bilgileri, Ehl-i sünnetin i’tikâdı ile birleşdirdim. Aradaki farkın, yalnız sözde ve kelimelerde olduğunu göstererek, her iki tarafın şübhe etdikleri yerleri öyle bir aydınlatdım ki, okuyanların hiç şübhesi kalmaz. Görünce anlaşılır.
Ey müslimân! İyi bil ki, gördüğün, işitdiğin her şey, meydâna gelen herşey, madde ve cism, bunların hâssaları, akllar, fikrler, düşünceler, gökler, yıldızlar, elementler ve bileşik cismler yok idi. Hepsi, Allahü teâlânın istemesi ve yaratması ile var oldu. Onun yaratması ile yokdan var oldukları gibi, varlıkda kalabilmeleri, yok olmamaları için de, her ân, Onun istemesine ve kuvvetine muhtâcdırlar. İnsanların maddeleri birleşdirmesi, Sebeblerin ve şartların değişmesi ile yeni yeni cismlerin teşekkül etmesi Allahü teâlânın fi’lini, yapmasını perdeliyor, bizden örtüyor.
Kuvvetinin, kudretinin meydâna çıkması için, yapması ve yaratması için, sebebleri, vâsıtaları araya koymuşdur.Aklı olan, uyanık olan, kalb gözlerini, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vesselâm” uyarak, sürmelemiş, cilâlamış olan kimse, bu sebeblerin de, vâsıtaların da, Allahü teâlâ tarafından yaratıldığını ve her ân Onun kuvvetine muhtâc olduklarını, Onun ile var olup, Onun ile varlıkda kalabildiklerini, yoksa hepsinin cânsız, te’sîrsiz, hareketsiz ve kuvvetsiz olduklarını ve kendileri gibi olan, başkalarına te’sîr edemiyeceklerini ve kendileri gibi olan, başka şeyleri yapamıyacaklarını düşünür. Bu sebebleri ve vâsıtaları yaratan ve bunlara te’sîr ve kuvvet, enerji veren bir kudret sâhibinin bulunduğunu anlar. Aklı olan kimse, cânsız bir cismin hareket etdiğini görünce, bunu hareket etdiren bir kuvvetin varlığını anlar. Durmakda olan bir cismin, kendiliğinden hareket edemiyeceğini ve ancak dışardan bir kuvvetin bunu harekete getireceğini bilir. Demek ki, cânsız bir cismin, hareket etmesi, bunu harekete getiren bir fâ’ilin, bir kuvvetin varlığını akl sâhiblerinden gizlemiyor. Hareket eden cismin cânsız olması, bir fâ’ilin, bir kuvvet sâhibinin mevcûd olduğunu, akl sâhiblerine haber veriyor. Bütün sebebler, vâsıtalar da böylece, Allahü teâlânın varlığını, kudretini akl sâhiblerine i’lân ediyor, bildiriyor. Fekat eblehler, ahmaklar, cismin hareketini görünce, kendiliğinden hareket ediyor sanarak, kuvvet sâhibini, fâ’ili göremeyip anlıyamıyor. Aklları olmadığından, hareket eden cânsız cismi, kuvvet sâhibi zan ediyor. Bunu hareket etdiren kuvveti, fâ’ili inkâr ediyor, kâfir oluyorlar. Allahü teâlânın herşeyi sebeblerle, vâsıta ile yapması, yaratması, ahmakların, aklsızların inkârına, küfrüne sebeb oluyor. Akl ve vicdân sâhiblerine de hidâyet, kurtuluş yolunu gösteriyor. Sebebleri, vâsıtaları görerek, Allahü teâlânın varlığını, birliğini, kudretini anlamak, ancak Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vesselâm” irşâdı ile, uyandırması ile olmakdadır. İnsan aklı bunu, kendiliğinden anlıyamıyor. Ba’zı kimseler, arada sebebler bulunmaması, herşeyin sebebsiz yaratılması, büyüklüğe dahâ uygun olur sanıyor. Sebeblerde te’sîr yokdur, sebebler karışmadan herşey doğrudan doğruya, Allahü teâlânın yaratması ile var oluyor diyorlar. Bunlar anlamıyor ki, sebebleri aradan kaldırmak, hikmeti ya’nî Allahü teâlânın uygun gördüğünü, âdetini bozmak demekdir. Bu hikmetde ise, nice fâideler vardır. Yâ Rabbî! Bu varlıkda, hiçbirşeyi hikmetsiz, yersiz, uygunsuz yapmadın! Peygamberlerin hepsi “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” her işlerinde, sebeblere yapışırdı ve bununla berâber, işlerin yaratılmasını Allahü teâlâdan dilerdi. Meselâ, Ya’kûb “aleyhisselâm” çocuklarını Sûriyeden, Mısra gönderdiği zemân, nazar değmesin diye, (Hepsi bir kapıdan girmeyip, ayrı kapılardan girmelerini) nasîhat etdi. Bununla berâber, nazar değmemesini Allahü teâlâdan dileyip, (Bu nasîhati yapmakla, Allahü teâlânın sizin için dilediğini değişdiremem. Çünki tedbîr, kaderi değişdiremez. Her zemân Onun dediği olur. Sizi Ona emânet ediyorum. Ona güveniyorum. Herkes de, her işinde yalnız Ona güvenmelidir. Herkesin, zevallı bir vâsıtadan başka birşey olmadığını düşünerek, yalnız Ona güvenenlerin imdâdına elbette yetişir) dedi. Allahü teâlâ, bu hâli Yûsüf sûresinde, (O âlim idi. Kazâ ve kaderimi biliyordu. Ona bildirmişdim. Fekat insanların çoğu, kazâ ve kaderimi anlamıyor) meâlindeki altmışsekizinci âyetinde bildiriyor ve beğeniyor. Beyt:
İnsan tedbîr alır, sebeblere yapışır, takdîri bilmez,
Allahın takdîri, kulun tedbîri ile değişmez!
Allahü teâlâ, Peygamberimiz Muhammed aleyhissalâtü vesselâma da sebeblere yapışmasını emr ediyor. Enfâl sûresi, altmışdördüncü âyetinde meâlen, (Ey sevgili Peygamberim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Sana, Allahü teâlâ ve mü’minlerden, sana tâbi’ olanlar yetişir!) buyuruldu.
Sebeblerin te’sîrine gelince, Allahü teâlâ, sebeblerde ba’zan te’sîr, ya’nî iş yapabilecek kuvvet de yaratıyor. O işi hâsıl ediyorlar. Ba’zan da, aynı sebeblerde, bu te’sîri yaratmıyor. O işi yapamıyorlar. Bu hâli herkes her zemân görmekdedir. Aynı sebeblerin, aynı işi, ba’zan meydâna getirdiğini, ba’zan da, işi yapamadığını hepimiz görmekdeyiz. Sebeblerde, te’sîr yokdur demek, tecribeleri, hâdiseleri körü körüne inkâr etmekdir.
Te’sîrine inanmalı. Fekat, sebeblerdeki bu te’sîrlerin de, kendileri gibi, Allahü teâlânın yaratması ile, vücûde geldiğini bilmelidir. Bu fakîrin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bu mes’eledeki sözü, işte böyledir. Demek ki, sebeblere yapışmak, tevekküle, [Allahü teâlâya güvenmeğe] mâni’ değildir. Aksini tesavvuf yolunda yürüyen ve henüz ilerlememiş olan sôfiler söyler. Hâlbuki sebeblere yapışmak, sebebleri araya koymak, tevekkülün en yüksek derecesidir. Ya’kûb “aleyhisselâm”, hem sebeblere yapışdı, hem de Allahü teâlâya tevekkül etdi. Ciğerler genişleyince, temiz havâ içeri giriyor. Daralınca, kirli havâ dışarı çıkıyor. Bu hâl, her dakîka devâm ederek, yaşayabiliyoruz. Ciğerleri hareket etdiren kuvvet sâhibinin ve havâdaki yüzde yetmişdokuz azot ve yüzde yirmibir oksijen mikdârının hiç değişmediğini gören akl sâhibleri, Allahü teâlânın varlığını hemen anlar. Bu yaratıcı, var olduğunu haber de veriyor. İnanmıyanı sonsuz yakacağım diyor.
Îmânın altı şartından biri de kadere, hayrın ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmakdır. Allahü teâlâ, hayrı ve şerri, iyiyi kötüyü irâde eder, ister ve yaratır. İyilerin de, kötülerin de hâlıkı, yaratanı Odur. Fekat, iyiliklerden râzıdır. Şerlerden râzı değildir. Ya’nî beğenmez. İrâde başkadır, rızâ başkadır. Aralarındaki farkı, yalnız Ehl-i sünnet âlimleri görebilmişdir. Diğer yetmişiki fırka, bu farkı anlıyamıyarak, hepsi dalâletde kaldı, yollarını şaşırdı. Meselâ, Mu’tezile fırkası, herkesi, kendi işinin hâlıkı zan etdi ve filânca kimse, filân işi yaratdı dedi ve insanlar, îmânlarını ve küfrlerini kendileri yaratıyor dedi.
Bunlar, bu yanlış inanışı, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden çıkardıkları için kâfir olmuyor ise de, doğrusunu kabûl etmedikleri için, bir müddet Cehennemde yanacaklardır. Fekat âyetden, hadîsden, dinden, îmândan haberi olmıyanların, devlet ve saltanat sâhiblerine yaltaklanmak, teveccüh kazanmak için, yaratdın demeleri küfr olur. Allahü teâlâdan başkasına yaratdı demek çok tehlükelidir. Yurdumuzun dışındaki alevî ismini taşıyan şî’îler de, günâhları insanlar yaratıyor. Allah, yalnız iyilik yaratır diyor. İstanbulda basılan (Eshâb-ı Kirâm) ve (Hak Sözün Vesîkaları) kitâblarında şî’îlerin bu sözleri yazılmış, çok güzel cevâb verilmişdir.
Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabînin “kuddise sirruh” ve izinde gidenlerin kitâblarından anlaşılıyor ki, (Allahü teâlânın Hâdî ismi, îmânı ve ibâdetleri beğendiği gibi, Mudıl ismi de, küfrü ve günâhları beğenmekdedir). Bu sözleri de, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdikleri doğru i’tikâda uymuyor ve îcâba, irâdeyi inkâra yaklaşıyor. Güneş, aydınlatmakdan râzıdır demeğe benziyor.
Allahü teâlâ, kullarına kuvvet, kudret, irâde vermişdir. İstediklerini işlerler. İnsanlar, işlerini kendileri yapıyor. Allahü teâlâ da yaratıyor. Allahü teâlânın hikmeti, âdeti şöyledir ki, insan bir işi yapmak isteyince, O da, isterse o işi yaratır. Bu iş, insanın kasdı ile, ihtiyârı ile meydâna geldiği için, işin mes’ûliyyeti, sevâbı ve cezâsı, o insana oluyor. İnsanın ihtiyârı za’îfdir, azdır diyenler, Allahü teâlânın irâdesinden az olduğunu demek istiyorlarsa, doğrudur. Yok eğer, emrleri yapacak kadar değildir diyorlarsa, yanlışdır. Allahü teâlâ, insanlara, yapamıyacakları bir şeyi emr etmemişdir. Hep kolay emr etmiş, güc şey istememişdir. Az zemândaki bir küfre, sonsuz azâb etmeği ve az zemândaki îmâna, sonsuz ni’metler vermeği takdîr etmişdir. Bunun sebebini anlıyamayız. Allahü teâlânın yardımı ile, şu kadar biliyoruz ki, insanlara, görünür görünmez, bütün ni’metleri, iyilikleri veren, yerlerin, göklerin, zerrelerin yaratanı ve noksânsızlık, kusûrsuzluklar yalnız Ona mahsûs olan bir Allaha inanmamak elbette çok şiddetli, çok acı azâb ister ki, bu da,
Cehennemde sonsuz yanmakdır. Böyle bir ni’met sâhibine, görmeden inanmak ve nefsin ve şeytânın ve din düşmanlarının aldatmalarına kanmıyarak, Onun sözlerine güvenmek, büyük mükâfât ister ki bu da, Cennet ni’metlerinde ve lezzetlerinde sonsuz kalmakdır. Meşâyıh-i kirâmdan çoğu dedi ki: (Cennete girmek, yalnız Allahın fazlı ve ihsânı iledir. Îmânı, Cennete girmeğe sebeb göstermek, kazanılan ni’metin lezzeti, dahâ çok olduğu içindir). Bu fakîre göre “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” Cennete girmek, îmâna bağlıdır. Fekat îmân, Allahü teâlânın fazlıdır, ihsânıdır. Cehenneme girmek de, küfrden dolayıdır. Küfr ise, nefs-i emmârenin arzûlarından doğmakdadır. Nitekim Nisâ sûresi yetmişdokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Her güzel, her iyi şey, sana Allahü teâlâdan geliyor. Her çirkin, her fenâ şeye de, nefsin sebeb oluyor) buyuruldu. Cennete girmeği îmâna bağlamak, îmânın kıymetini bildirmek içindir. Bu da, îmân olunacak şeylerin kıymeti ve ehemmiyyeti demekdir. Bunun gibi, Cehenneme girmeği de küfre bağlamak, küfrü tahkîr içindir ki, inanılmıyan şeylerin kıymetini bildiriyor ve onlara inanılmadığı için, böyle sonsuz azâb veriliyor. Ba’zı meşâyıhın, başka dürlü söylemelerinde bu incelik yokdur.
Dünyâdan âhırete îmânlı giden, Cennetde Allahü teâlâyı cihetsiz ve keyfiyyetsiz ve hiçbirşeye benzetmiyerek ve misâli olmıyarak görecekdir. Buna, mislimânların yetmişüç fırkasından, yalnız Ehl-i sünnet inanmışdır. Diğerleri inkâr etmiş ve cihetsiz ve keyfiyyetsiz olarak görmek olamaz demişlerdir. Hattâ, Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh”, âhıretde Allahü teâlâyı görmek, (Tecellî-i sûrî)dir. Ya’nî, kendini değil, sûretini görmekdir diyor. Başka dürlü görmek olmaz diyor. Birgün üstâdım, Muhyiddîn-i Arabînin şöyle buyurduğunu söyledi: (Mu’tezile fırkası, Allahü teâlâ, aklın ermediği bir görmekle, cihetsiz, keyfiyyetsiz olarak görülecek demeselerdi, başka şeylerin görülmesi gibi, görülecek deselerdi ve Onu görmeği, sûrî bir tecellî olarak bilselerdi, Onu görmeği inkâr etmez, görülemez demezlerdi. Ya’nî cihetsiz, keyfiyyetsiz olarak görüleceğine inanmıyorlar. Sûretin tecellîsinde ise, cihet ve keyfiyyet vardır). Hâlbuki Cennetde Allahü teâlâyı görmeği, sûretin tecellîsi [görünmesidir] demek, Onu görmeği inkâr etmekdir. Her ne kadar oradaki sûretin tecellîsi, dünyâda eşyâ sûretlerinin görünmesi gibi değil ise de, yine Onun kendini görmek değildir. Arabî şi’r tercemesi:
Îmân sâhibleri, Cennetde Allahü teâlâyı keyfiyyetsiz görecekdir.
Bu görmeği anlatmak, mümkin değildir.