- İkinci kısım

Adsense kodları


İkinci kısım

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sidretül münteha
Thu 2 June 2011, 05:02 pm GMT +0200
İkinci Kısım:



Bu kısımdaki göreceli bid'atte normal olan bir iş veya bir başka iş meşru olan davranışa vasıf olur. Şu kadar ki şeriatta meşru olan amelin böyle bir vasfı olduğuna dair bir delil yoktur.
Bu durumda meşru olan amelin gayri meşru bir hale dönüştüğü açıktır. Deliller arasında Hz.Peygamber'in şu hadisindeki genel ifade bunu açıklamaktadır.
"Bizim işimiz gibi olmayan her amel merduttur yani makbul değildir."[168]                                       
İste yapılan bu iş adı geçen vasfı kazandığı zaman, Hz. Peygamberin işi gibi olmaktan çıkar, Bu takdirde o iş reddedilmiştir. Farz namazı sağlıklı ve gücü yeten bir kimsenin oturarak kılması, kıraat (okuma) yapılacak yerde teşbih (sübhanellah demek); teşbih edilecek yerde kıraat etmek veya buna benzer bir şey yapmak gibi.
Hz. Peygamber sabah ve ikindi namazlarından sonra, güneş doğarken ve batarken (nafile) namaz kılmayı yasaklamıştır. Âlim­lerde pek çoğu bu yasağın genellik ifade ettiği hususunda mübalağa etmişlerdir. O derecede ki bu vakitlerde kılınacak farz namazı da yasağa dahil saymışlardır.
Görülüyor ki özel bir zamanda kılınma vasfından dolayı namaz­da yasaklık söz konusu olmuştur.
Yine farzlarda dahi ittifakla zamanın dikkate alınması sözkonusudur. Nitekim zeval vaktinde öğle namazı, güneş batmadan akşam namazı kılınmaz.
Hz. Peygamber Ramazan ve Kurban Bayramı günlerinde oruç tutulmasını yasaklamıştır. Hac ayları dışında yapılacak haccın bâtıl olduğunda görüş birliği vardır.
Her kim kendisi için belirlenen vakti dışında, yukarda verilen örneklerdeki gibi ibadetlerden birini "Allah'a ibadet ediyorum" diyerek yaparsa, gerçekten bir bid'at yapmış olur. Böylesi izafi bid'at değildir. Çünkü (vakti dışında oluşundan dolayı) bu ibadetlerin meşruluk ciheti yoktur. Bid'at olma yönü galip gelmiştir. Buna göre sevap da söz konusu değildir.
Kerahet vaktinde (sabah ve ikindi namazlarının farzından sonra) kılınan namazın veya bayram günü tutulan orucun sahih olduğunu söyleyen birini varsayarsak bu, yasağın ibadet için vasıf sayılmayan bir şeye ait olmasındandır. Hatta bu şey ibadet için vasf olmak şöyle dursun ibadetten ayrı, başlı başına müstakil bir durumdur.
Bu kısma Karâfi'nin hikaye ettiği gibi bazı insanların yaptığı şeyler de girmektedir. Karafınin söylediğine göre bazı acem (Arap olmayan kimse)ler cuma gününün sabah namazının üç rek'at oldu­ğuna[169] inanırlar. Halbuki Secde suresini cuma günü sabah namazın­da okumak ve bunu hep devam ettirmekten dolayı (bu surenin 15. ayetindeki secde ayeti sebebiyle rek'at içinde secde edildiği için) insanlar bu sabah namazını üç rek'at saymışlardır. Demek oluyor ki (namaz içinde yapılan) secde, böyle inanılması durumunda, namaz­dan ayrılmayan ve onun bir parçası olan bir vasıf durumunda olmuştur. Böyle inanılması namazın batıl (geçersiz) olmasını gerekli kılmıştır.
Meşru olan ibadetler, sırf rey'e dayanarak hususi zamanlarda yapıldığı takdirde bu tertibe göre cereyan etmesi gerekir. Çünkü genel olarak yapılan amellerle zaman, iç içe ve birbiriyle sıkı bir şekilde ilintilidir. Meşru olan bir ibadete eklenen fazlalığın, kendisine eklenene vasıf olması onu aslından çıkarır. Böyle olması, sıfat, kendisine sıfat olduğu şey ile ondan ayrılmayacak şekilde beraber olunca artık onun bir parçası oluşundandır.
Çünkü biz şöyle diyoruz: Sıfat kendisine sıfat olduğu şeyden gerçekten veya itibari olarak ayrılmayacak biçimde olursa, onun aynısı olur. Sıfatın ortadan kalktığını varsayarsak, kendisine vasf olduğu şey (yani mevsuf) dahi ortadan kalkar.
Meselâ konuşma ve gülme sıfatı yok olan canlının insan olma özelliğine sahip olamayacağı gibi. Meşru bir ibadete fazladan eklenen sıfat, insan örneğinde olan oranda bulunduğu takdirde, asıl meşru olanın muteber olması ortadan kalkar ve her ikisi de gayr-i meşru olur.
Bunun örneklerinden biri de daire şeklinde toplanıp (koro halin­de) tek sesle Kur'an okumaktır. Çünkü bu özellik, meşru olan Kur'an okumaya ilave bir özelliktir. Tekkelerde toplananların alışkanlık haline getirdiği sesli (zikir ve) okuma da böyledir. (En azından) şöyle bir ihtimal söz konusudur ki sıfatın muteberliği gizli veya zayıftır. Netice itibariyle meşruluğun bâtıl olduğunda şüphe meydana gelir.
Nitekim Utbiyye isimli eserde İmam Mâlik'ten ayağını kımıldatmayacak şekilde namazda (bir yere) dayanmak meselesinde şöyle bir şey nakledilmektedir: Namaz kılarken (bir yere) dayanma işini ilk olarak yapan adam meşhur birisi olup kendisi hakkında bir şeyler söylenmesinden hoşlanmazdı. Ona:
"Bir kusurun mu var?" denildi. Namazda böyle davranmasından dolayı ayıplanmıştı. Bu yapılan şey hoş olmayan bir şeydir. Bu olayın anlatıldığı kitapta namazın bâtıl olduğu söylenmemiştir. Bunun sebebi namaz kılarken dayanma vasfının namazı etkileme hususunda zayıf kalıp, namazın (diğer özelliklerinin) eksiksiz olmasına oranla hafif olmasındandır.
İşte (bid'atla ilgili) meselede yapılan davranıştaki vasfın etkili olup olmadığna bakılması gerekir. Şayet vasıf, yapılan işte galip/ fazlasıyle etkili bir durumda ise iş, fasit olmaya daha yakındır. Vasıf, yapılan işte galip durumunda değilse fesada çok yakın olmaz.
Geriye bir husus kalıyor ki böyle bir duruma ait hükme nasıl bakmalıdır? Yapılan işte şüpheli bir vaziyetin dikkate alınması söz konusu ise ibadete ihtiyat gözüyle bakılması burada devreye girmektedir. Biliniz ki bu bahsin başında şöyle demiştik: Meşru olana fazladan ilave olunan davranış ona vasıf -veya vasıf gibi- olur. Bu vasfın muteber olması (şu) üç şeyden biri ile; Kasıt, âdet veya bir eksiklik, yahut şer'î olmak ile olur.
Âdet'e bir örnek olarak zamanımız tasavvufçularının zikir hususunda toplanmaları ve sesli zikir yapmalarını söyleyebiliriz. Bu yapılanla meşru olan zikir arasında uzak bir mesafe vardır.[170] Çünkü bunlardan her biri genel olarak diğerinin zıddıdır.
Bir başka örnek olarak İbn Vaddah'm A'meş'den[171] ve arkadaş­larından hikaye ettiği şu olayı zikredebiliriz: Abdullah[172], camide arkadaşlarına kıssalar anlatan bir adama uğramıştı. Adam şöyle diyordu:
On kere Sübhanallah, on kere Lâilâhe illallah deyin! Abdullah onlara şöyle dedi:
Siz Hz. Muhammedin ashabından ya daha iyi hidayeti bulmuş veya daha çok sapıtmış kimselersiniz. Bil'akis daha çok sapıtmalardansınız!
Yine ondan yapılan bir rivayet şöyledir:
Bir adam insanları topluyor ve onlara şöyle diyordu:
"Şu kadar şöyle şöyle Sühhanallah diyene Allah'ın rahmeti vardır." Halk söyle­neni yapıyordu. Adam (tekrar): "Şu kadar şöyle şöyle Elhamdülillah diyene Allah'ın rahmeti vardır." Halk söyleneni yapıyordu. Rivayeti nakleden kimse diyor ki:
Abdullah b Mes'ud onlara uğramıştı. Onlara şöyle dedi:
Peygamberinizin ulaşmadığı bir hidayete mi erdiniz? Hiç şüphe yok ki siz bir sapıklığın kuyruğundan tutmuş bulunuyorsunuz!
Yine Abdullah b. Mes'ud'a Kûfe'de insanların çakıl taşları ile (sayıyı gözeterek) tesbih çektikleri anlatılmıştı.[173] Hz. Abdullah onların yanına gitti. Oradakilerden her biri önüne bir küme çakıl koymuş bulunuyordu.
Râvi diyor ki:
Abdullah b. Mesud o çakılları oradakilere durmadan atıyordu. Tâ ki onları mescidden çıkarana kadar. Bir taraftan da şöyle diyordu:
Siz yeni bir icad ve zulüm çakırdınız. Siz Hz. Muhammedin ashabından daha mı faziletli ve bilgilisiniz?
İşte bu özellikler zikri meşru olmaktan çıkarmıştır. Yukarda ifade ettiğimiz gibi mekruh vakitlerde namaz kılmak veya farz namazları vakti girmeden kılmak gibi örneklerden şunu anlamış bulunuyoruz: Bu konulardaki yasaktan maksat yasaklanan şeyin (yapıldığı takdirde) ibadet yapılmış olmayacağının bildirilmesidır. Bayram günü oruç tutmak da böyledir.
İbn Vaddah'ın Ebân b. Ahbas'tan[174] rivayet ettiğine göre İbn Abbas söyle demiştir:
Talha b. Ubeydullah el-Huzaı[175] ile karşılaşmıştım. Ona dedim ki:
Kardeşlerinden, Ehli sünnet ve'l Cemâatten olan bir topluluk müslümanlardan hiç bir kimseye dil uzatmadan bir gün birinin, bir başka gün diğerinin evinde toplanıyorlar. Mihrican ve Nevruz günleri de bir araya gelip oruç tutuyorlar, (Ne dersin?) Talha şöyle dedi:
Bu çok şiddetli bir bid'attır. Nevruz ve Mihrican[176] günlerine saygı göstererek ibadet etmekten Allah'a saygı göstermeleri (onların) daha şiddetli (ihtiyaçları) dır.
Sonra Enes b. Mâlik'i uyandırdım. Yanına çıkıp Talha'ya sorduğumu ona da sordum. Anlaşıp söz birliği etmişçesine o da Talha gibi cevap verdi. Hz. Enes, Nevruz ve Mihrican oruçlarını Hristiyanların[177] saygı gösterdiği gibi bir saygı davranışı olarak değerlendirmiştir. Böyle bir maksat eğer ibadeti ifsad ederse, benzerleri de aynıdır.
Yunus b. Ubeyd'den[178] rivayet edildiğine göre bir adam Hasan'a[179]şöyle dedi:
Ey Said'in babası! Bizim şu (davranışları yaptığımız) meclisimiz hakkında ne dersiniz? Biz ehl-i sünnet vel cemaattan bir topluluğuz. Hiç kimseye dil uzatmayız. Bir gün filanın, bir gün bir başkasının evinde toplanırız. Toplantılarımızda Allah'ın kitabını (Kur'anı) okur, kendimiz ve genel olarak müslümanlar için dua ederiz.
Râvi der ki:
Hasan bunu şiddetle yasakladı.[180]
Bu manada nakledilecek şeyler çoktur. Demek oluyor ki fazladan olarak yapılan şey, yukarda anlatılan dereceye ulaşmaz ise durum hafif olmakta, yapılan şeyin hükmü ayrı, meşru olan şeyin hükmü ayrıdır. Nitekim Vaddah'ın Abdurrahman b. Ebî Bekre[181] den rivayet ettiği olayda bunu görmekteyiz:
Abdurrahman şöyle diyor:
Ben camide Esvedb. Serî'in[182] yanında oturuyordum. Onun yeri camiin arkasında idi. İsmail oğulları (İsrâ) sûresini başından okumaya başladı, "...tekbir getirerek onun (Allah'ın) şânını yücelt" anlamına gelen 111. ayete geldiğinde çevre­sinde oturmakta olanlar seslerini yükseltiler. O sırada bastonuna dayanarak Mücâlid b. Mes'ud çıkageldi. Topluluk onu görünce "Merhaba! gel otur." dediler. O:
Her ne kadar meclisiniz güzel ise de sizin yanınıza oturacak değilim. Ben (gelmez) den önce öyle bir şey yaptınız ki müslümanlar onu hoş görmezler. Müslümanların hoş görmediği şeyi yapmaktan kaçınınız.
Mücâlid'in o meclisi (topluluğun) iyi görmesi Kur'an okunduğu için idi. Kur'an okumanın bir yerinde sesin yükseltilmesi güzel olan okumaya eklenmez. Eklenme olduğu takdirde her ikisi de gayri meşru olur.
İbn'ul Kâsım'm İmam Mâlik'ten işittiği şu olay da buna benzer:
Bir topluluk[183] bir araya gelip bir sureyi toplu olarak okuyorlar. İskenderiye halkının yaptığı gibi, İmam Mâlik bunu mekruh görmüş ve insanların böyle bir şeyi yapmasını hoş görmemiştir.[184]
Yine İbn-i Kâsım'a buna benzer bir soru sorulmuş, o da İmam Mâlik'ten bunun mekruh olduğunu rivayet, bunu yasaklayarak bid'at görmüştür.
Bir başka rivayette İbn'ul Kasım İmam Mâlik'ten şöyle rivayette bulunmuştur. İmam Mâlik'e camide Kur'an okumaktan sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir:
Eskiden böyle bir şey yok idi. Sonradan icad edilmiştir. Bu Muhammed ümmetinin sonu, ilkinden daha çok hidayet üzere olan bir şey yapmamıştır. Kur'an güzeldir.
İbn Hüşd diyor ki:
İmam Mâlik bu sözü ile camide namazlardan sonra mutlaka özel bir surette Kur'an okuyup bunun alışkanlık haline gelmesini kastetmiştir. Kurtuba Camiinde sabah namazından sonra yapıldığı gibi. İbn Rüşd diyor ki:
İmam Mâlik bunu bid'at görmüştür. İmam Mâlik'in yukarda rivayet edilen sözündeki "Kur'an güzeldir" ifadesinin iki ihtimâli vardır:                                       
a- Denilebilir ki camide toplanarak ayrıca Kur'an okuma ziyadeliği, Kur'an okumanın güzelliğini etkilemez.
b- Kur'anı sizin yaptığınız gibi olmamak üzere okumak güzeldir. Bu ihtimalin anlaşılması açıktır. Bunun delili bir başka yerde şöyle söylemiş olmasıdır:
"Sokaklarda ve çarşıda Kur'an okunmasından hoşlanmıyorum. Ancak namazda ve camide Kur'an okunması hoşuma gidiyor." İmam Mâlik bu ifadesiyle Kur'an'ın ancak Selef (geçmişlerin) okuduğu üzere okunmasını kasdetmektedir. Bu ifade, daire yaparak toplanıp Kur'an okumanın mekruh olduğunu gösterir.
İmam Mâlik, "Kur'an güzeldir." sözü ile yukardaki ifadesinden genel olarak Kur'an okumanın mekruh olduğu anlamını vehmedenlere karşı çekincesini ortaya koyuyor. İmam Mâlik'in sözünde cemaat olup toplanmanın, Kur'an okumaktan ayrıldığını gösteren bir delil yoktur.


[168] Hadisi Buhârî. İ'tisam kitabında muallak olarak,  (Fet'ul Bari. 13/329) Sulh kitabında mevsul olarak Hz. Aişeden rivayet etmiştir. Feth’ul Bâri'de hadis numarası 2697 dir. Hadisi Müslim, Akdiye kitabında rivayet etmiştir. 13/1343/1344 Hadisin genel numarası 1718 dir. Aynı hadisi Ahmed b.Hanbel de rivayet etmiştir. 6/146-I80-240-256 Hadisin manası şöyledir: Allah'ın ve Rasülünün meşru kıldığı bizim işimizde kendi kendine bir şov çıkaran kimsenin bu yaptığı şey reddedilmiştir. Hadisteki "bizim işimizden maksat din'dir. Buna göre mana: "Din işinde söz olsun, iş olsun, genel olsun, özel olsun, az olsun, çok olsun, kendiliğinden yeni bir şey çıkaranın yaptığı bu yeni şey güzel olsun, çirkin olsun yapana geriye reddedilmiştir. O şey batıldır, dikkate alınıp itimad edilecek bir iş değildir" demektedir.
[169] Bazı Mısır köylerinde hâlâ bu inanç, yaygındır. Çevirenin notu: Yazar'ın hicri 790 yılında vefat ettiği göz önünde bulundurulmalıdır.
[170] Açıktan (sesli) zikir yapma hakkında daha uzun tafsilat almak isteyenler Allâme Leknevî'nin Prof. Ebu Ğuddenin tahkiki ile yayınlanmış olan "Sibahat'ul" Fikr Fî'l- Cehri biz-Zikr' isimli eserine başvursunlar.
[171] Bu zâtın adı tam olarak şöyledir: Süleyman b. Mehran el-Esedî el-Kâhili. Künyesi Ebu Muhammed. memleketi Küfedir. A'meş güvenilir bir (hadis) hafızı ve fıkıh bilginidir. Aynı zamanda kıraat ilimlerini bilen bir zâttır. O, kıraat ilminde şeyh (hoca) derecesindedir. Sahabeden Enes b. Mâlik'i görmüş ve ondan hadis ezberlemiştir. Hadiste tedlis yapardı. Beşinci tabakadan olup hicretin 147 veya 148 yılında vefat etmiştir. Bakınız: Tehzib, 4/222;Tezkire. 1/154: Şezerât. 1/220.
[172] Bu zât, Abdullah b. Mesud b. Gafil b. Habib el-Hüzelîdir. Künyesi Ebû Abdurrahman'dır. İslam'da öncülerden ve ilklerdendir. Sahabenin Bedir savaşma katılanlarından ve alimlerindendir. Hz, Peygamberden sonra açıktan açığa kur'an okuyup Kureyşlilere Kur'anı ilk dinleten kimsedir. Hz. Ömer döneminde Küfe emîri (yöneticisi) idi. Hicretin 32. veya onu takip eden yılında vefat etti ve Baki' kabristanında defnedildi. Bakınız: Takrib, 1/4511 Tezkire 1/13;Şezerat:1/38
[173] İmam Suyuti, Hâvi isimli kitabında  (2/3) meşru edepler ölçüsünde tesbih kullanarak “Sübhanellah Elhamdülillah" gibi cümleleri   söylemenin caiz  olduğunu  bildirmişti. Fakat meşru ölçülerde olmazsa bu da çakıl ile teşbih çekmek gibi bid'at olur. Bu esere başvurulsun. Çünkü o konusunda faydalı ve bu konuda güzel bir cevaptır.
[174] İsmin tesbitinde yanlışlık vardır. Doğrusu Ebân b. Ebî Ayyaştır. Abbas değildir. Künyesi Ebu İsmail el-Abdidir. Kendisi Basralıdır ve Enes b. Malikten rivayette bulunmuştur. Beşinci tabakadan olan bu zâtın rivayetleri terk edilmiştir. Hicri 40 yılında vefat etmiştir. Bakınız: Takrib:1/31: Cerh ve Ta'dil. 2/295
[175] Bu zât, Talha b, Ubeydullah b.  Keriz el-Huzâidir.  Künyesi Ebul Mutavvıftır. Üçüncü tabakadandır. Bakınız: Takrib. 1/379; Cerh ve ta'dil, 4/474
[176] Mevruz. -veya N'eyruz- Farsça olup. Yenigün anlamında birleşik bir kelimedir. Bu günden maksat, İranlılara göre senenin ilk günüdür. Mihrican Farslılar için (Güneş yılına göre) Mehr ayının 16. günü bayram günüdür. Sonbahar ortalarına gelir. Kelime Mihr'in bozulmuş şeklidir. Mihr. şünus ve sevgi, Can ise bitişik anlamına gelir.
[177] Hiristiyan sözünde isabet yoktur. Doğrusu "Mecusilerin saygı gösterdiği" olmasıdır. O gün Mecusilerin bayramıdır.
[178] Bu Zat. Yunus b. Ubeyd b. Dinar el-Abdi'dir. Künyesi Ebu Ubeyd olup. Basralıdır. Güvenilir. Sağlam, faziletli ve takva sahibidir. Beşinci tabakadandır. Hicri 139 yılında vefat etmiştir. Bakınız: Takrib. 2/S85: Cerh ve Tadil. 9/242.
[179] Bu zat, Ebû Said el-Hasan b. Ebu'l Hasan'dır. Babası Yesar. Ensar'ın dostlarındandır. Annesi Hayra Hz. Peygamberin eşlerinden Ümmü Seleme'nin cariyesidir. Güvenilir, fıkıh bilgini ve fazileti ile meşhurdur. Rivayetlerini mürsel olarak yapar ve tedlis yapardı, ikinci tabakanın başıdır. 90 yaşına yaklaştığı sıralarda hicri 110 yılında vefat etmiştir. Bakınız: Takrib. 1/165: Tezkire. 1/71; Şezerât, 1/136.
[180] Hasan'ın bunu yasaklaması ancak yaptıkları şeyi evlerinde hususi belirli bir amel olarak yapmalarındandır. Yoksa ilim. fıkıh, tevvid. Kur'an tilaveti, hadis ve diğer bilimsel çalışmalar için bu ilimleri öğrenecek talebelere özel bir zaman ayırmak caizdir. Hatta hadis ile sabittir. Buharî, Sahihinde bunun için özel bir bâb açmış. Ebû Vail'in sözü ile Abdullah b. Mes'udun uygulamasını bu babda zikretmiştir. Buna göre Abdullah b. Mes'ud her perşembe gününü insanlara va'z etmek için ayırmıştı. (Bakınız: Buhârî, Sahih, Kitap 3, bab 12)
Şeyh Muhummed Zekeriya, Buhârîdeki bablar ve tercümeler için yazdığı eserde şöyle diyor; Şeran sabit, olmadığı halde (bir ibadet için) zaman ve mekan belirlemek bid'at sayılır ve kötü bir şeydir. Böyle olduğu tartışmasızdır. Ancak ilim için zaman belirlemek bunun dışındadır. Bu caizdir. Çünkü böyle yapılmazsa ilim erbabı için sıkıntı söz konusudur. Üstelik ilim tahsil "dilmesi farzdır, ilmin terk edilmesi mümkün değildir. Bunun için zaman belirlemekten başka çare yoktur. İnsanlar belirlenen zamanı benimser ve o zamanda ilim öğrenmek için hazır olurlar. Böyle bir uygulama insanların geçiminde bir sıkıntıya yol açmaz ve Allah'ın izni ile maksat hasıl olur."
[181] Bu zât, Abdurrahman b. Ebi Bekr Nüfey' b. Haris es-Sekafidir. İkinci tabakadan ve güvenilir bir kimsedir. Hicretin 96. Yılında vefat etmiştir. Bakınız: Takrib, 1/474; Şezerat, 1/122
[182] Bu zat. Esved b. Serî' et-Temîmî es-Sa'dîdir. Basraya yerleşen bir sahabidir. Cemel olayı günlerinde vefat etmiştir. Hicrî 42 yılında vefat ettiği de söylenmiştir. Bakınız: Takrib. 1/76; Cerh ve Tadil. 2/291.
[183] Bu topluluk Medine-i Münevverede bir  müslümanlar  topluluğudur  ki  İmam  Mâlik bu topluluğun amelini hüccet olarak değerlendirirdi.
[184] İmam Malik bu uygulamayı benimsememiştir. Çünkü bid'attır.