- İki kültür arasında Casablanca

Adsense kodları


İki kültür arasında Casablanca

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Tue 26 June 2012, 03:50 pm GMT +0200
İki kültür arasında Casablanca
Celil CİVAN • 65. Sayı / GEZİ


Casablanca’daki V. Muhammed Havaalanı’na indiğimde beni, İstanbul’da bıraktığım yağmur karşılıyor. Atlas Okyanusu’nun kıyısındaki bu ülkede peşimi bırakmayan tek şey yağmur değil. Pasaportumu gören havaalanı polisi, Türkçe “kardeş” diye sesleniyor bana. İsrail’in adını andıktan sonra yarım yamalak İngilizcesiyle ekliyor: “Turkey… great and muslim…”

Fas’ın başşehri Rabat ama Casablanca, tıpkı İstanbul gibi dünyada en çok tanınan Fas şehri. Bunda Michael Curtiz’in 1942 yılında çektiği efsane filmin de payı büyük elbette. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi işgali altındaki Avrupa’yla dönemin “özgürlükler ülkesi” Amerika arasında “arafta kalmış” Avrupalıları misafir eden Casablanca, bugün Arap ve Fransız kültürlerini kendine özgü bir şekilde harmanlamış bir şehir. Bunu şehirde atacağınız her adımda gözlemlemeniz mümkün. Küçüklü büyüklü dükkânlardan, çoğu krala ait şirketlere, bankalara kadar her yerde yazılar Arapça ve Fransızca. Şehrin Fransızca ismiyle (Casablanca), Arapçası (Dar-el Beyda) aynı anlama geliyor: Beyaz ev. İkili kültürel yapı şehrin sakinlerinin konuştuğu dilde de görülüyor. Fas’ın diğer şehirleri gibi Casablanca’da da İngilizce bilene rastlamak kolay olmasa da Fransızca veya Arapçadan birini biliyorsanız Fas’ta konuşup anlaşmak zor değil.

Türk siyasetinde Araplar üzerinden “eksen kayması” tartışmaları yaşanırken Casablanca’da bulunmak oldukça ironik aslında. Özellikle şehrin hemen hemen bütün bölgelerinde, kısalı uzunlu gezindikten sonra Fas’taki hayatın, mekânlardan insanlara kadar bizimkinden çok da farklı olmadığını görüyorum. Bu benzerlik beni hem sevindiriyor hem de şaşırtıyor. Zira Fas’ın dünyadaki imgesi Batılıları memnun edecek oryantalist çerçeveden kurtulabilmiş değil. Fas, Avrupalı için hâlâ gizemli ve “öteki” olduğu kadar, pis ve geri bir ülke. Fas’la ilgili kitaplarla internet siteleri de ülkeyi özellikle böyle göstermeye devam ediyor. Oysa şehrin binaları ve palmiyeleri bana Türkiye’deki sahil şehirlerini andırıyor. Dolaştığım alışveriş merkezlerinden, küçüklü büyüklü pazarlara, kumsallardan et veya balık lokantalarına, yoksul mahallelerinden zengin semtlerine kadar burada, Türkiye’dekine benzer insan manzaralarına rastlamak mümkün.

İstanbul’dakine benzer toplumsal, sınıfsal ve kültürel ayrımlar Fas’ta da var. İçinde deniz feneri olan gecekondu mahallesinin yanından geçtikten sonra lüks villalarla karşılaşıyorsunuz. El zanaatkârlarına ait “kapalıçarşı”lar, yeni yapılmış gökdelenler, yoksulların yaşadığı kirli mahalleler, sahilde gürültülü müzik dinleye dinleye dolaşan son model arabalar tanıdık geliyor. Elias Canetti’nin Marakeş’ten Sesler’de anlattığı cellabeli kör dilencileri de görebilirsiniz bu şehirde, McDonald’s’da eğlenen metalci gençleri de… Batı’yla ilişkiler kurmuş çoğu ülkenin yaşadığı kader burada da farklı değil: Gelenekle modern bazen karşı karşıya kalsa da, çoğu zaman birarada. Ülke sömürgeci güçlere karşı mücadele geçmişine sahip ancak Fas’ta Fransız etkisi devam ediyor. Nicolai Sarkozy’nin tatil için bu ülkeyi tercih etmesi de bu etkinin göstergelerinden biri olsa gerek.

Bu sene Ramazan Ağustos ayına denk geldiği için Faslıların çoğu çoktan tatile çıkmışlar. Bu yüzden şehir hemen hemen boş. Okullar kapanmasa da sınavlar bittiği için öğrenciler çoktan okulu asıp kendilerini okyanus kıyılarına atmışlar. Yerli halk ve öğrencilerden kalan yerleri turistler kapmış. On adımda bir karşınıza çıkan café’lerde Çinli, Amerikalı, Belçikalı turistlerle birlikte, Fas’ın geleneksel nane çayını veya koca koca küp şekerler ve Atlas dağlarından gelen suyla ikram edilen koyu acı kahve içebilirsiniz.

Çocuklar ve gençler okyanusun keyfini çıkarırken Amerikalı turistlerle birlikte Casablanca’nın gururu II. Hassan Camii’ni geziyorum. Rehberimiz, Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi'den sonra dünyanın en büyük üçüncü camisi olan II. Hassan Camii’ni Fransız mimar Michel Pinseau’nun tasarladığını söylüyor. Kral II. Hassan, Kurân’daki “Allah’ın Arş’ı (tahtı) su üzerinde idi” ayetine dayanarak camiinin Atlantik kıyısına inşa edilmesini istemiş. Caminin inşasına 1987 yılında başlanmış, inşa süreci altı yıl sürmüş ve cami 30 Ağustos 1993 tarihinde açılmış. Cami inşaatında iki bin beş yüz işçi, onbin sanatçı ve zanaatkâr çalışmış. Yirmi beş bin müminin ibadet edebildiği cami, bahçesi ve namaz kılınabilen diğer kısımları düşünüldüğünde seksen bin kişilik kapasiteye ulaşabiliyor. Cami ikiyüz metreden uzun minaresiyle dünyanın en yüksek minaresine sahip. Rehber, cami mimarisinin geleneksel İslam sanatıyla modern sanatın bir sentezi olduğunu eklemeyi ihmal etmiyor.

Rehberimiz büyük bir gurur ve şevkle bunları anlatırken Faslı arkadaşım kulağıma eğilip, zamanında caminin inşaatı için kesilen vergilerden şikayet ediyor. İstanbul’dan gelen biri olarak rehberin camiyi anlatırken fazla “böbürlendiğini” düşünsem de Amerikalı turistler, anlatılanlardan fazlasıyla etkilenmiş olsa gerek, heyecanla hemen her şeyin fotoğrafını çekiyorlar. Caminin altında, sadece turistlere gösterilmek için yapılmış hamamı gezdikten sonra cami turumuz bitiyor. Çıkışta Faslı arkadaşımla birlikte nane çayı içmek için karşımıza çıkan ilk café’ye giriyoruz. Gelenekle modernizm, Doğu’yla Batı arasındaki meseleler üzerinde tartışmak, Casablanca ve İstanbul arasındaki benzerlikleri konuşmak istiyoruz ama televizyondan yükselen vuvuzela sesleri bütün dikkatimizi dağıtıyor. Zihnimizde on yıllardır didişdiğimiz kelimelerin ağırlığı, sessizce maçı seyrediyoruz.