- İki dost küsünce

Adsense kodları


İki dost küsünce

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Sun 2 January 2011, 03:26 pm GMT +0200
İki dost küsünce…

Şimdi ‘uzak’ta kalmış her ne isen, her kimsen sana gelmek durumundayım.

Sen ‘uzak’taysan, biliyorum ki ben de sana ‘uzak’tayım. Uzak ki, aradaki mesafeyi işaretler, yürünecek onca yolu… Sen ve ben, yüzlerimizi birbirimize çevirdiğimizde, o mesafe de yürünmek üzere bizlere açılır; kalbini ve bağrını adımlarımızın önüne serer.

Böylelikle ‘uzak’ denen şey, her bir adımımızla yüzümüze, sesimize, tadımıza bulanır.
Biz böyle kendimizi yola bırakarak birbirimize yürürken yol da bize dönüşür.
Başta aradaki mesafe, yani ‘uzaklık’, bizi birbirimizden yoksun bırakırken, yürünmeye niyetlendi mi, bizi birbirimize ulaştıracak bir köprü olur.

‘Ulaştıracak’ diyorum, bakar mısın kelimeye, ula(ştıraca)k…
Anlamalıyız artık, bizi birbirimize ulaştıracak her bir şey, aynı zamanda aramızdaki bir ‘ulak’tır.
Hayır, ‘ulak’ın etimolojisine girmeyeceğim, bilirsin ulakları…

Uzağımda kalmış uzağında kaldığım her kimsen her ne isen, şu ‘uzak’lık niçindir, neden birbirimize ‘yakın’ değiliz?

Artık farkındayım, biz birbirimize ‘uzak’tan baktıkça, aramızdaki ‘mesafe’den ilgilendikçe, ‘uzak’ ve ‘mesafe’ denen şey bize ‘ulak’ olmaktan çıktıkça, ben sensiz, sen de bensiz kalıyorsun.

Tamam, bizler iki ayrı şeyiz, böyle de var olmaya devam etmeliyiz; her nerede duruyorsak orada iki ayrı şey olarak yaşamalı ve çoğalmalıyız.

Birbirimizde eriyip ‘bir’leşelim demiyorum.
Hayır, bu kadar ayrı şeyler olarak var olmamız çok daha iyi ve hayra alamettir.

Dediğim şu: Bu kadar ayrı şeyler olarak yüzümüz birbirimize dönük olmalı, aramızdaki ‘mesafe’yi yürüyerek birbirlerimize varıp dokunmalıyız, dokunup renklerimizi bir araya getirmeli, böylelikle gökkuşağı renkliliğinde buluşmalıyız.

Biz gökkuşağılaştığımızda beraber bir ‘dil’i büyütmüş oluruz.
Dillerimiz farklı olsa da, birlikte/bir arada yaşıyor oluşumuzdan yeni bir dil doğar.

Bu dil, insanın en insani yüzlerini toplar kendinde; ‘kimlik’lerimizin değil, ‘kimlik’lerimizin ‘iç’lerinde saklı, bizleri kardeş yapan duyguların dilidir bu.

Ey Türkler, ey Kürtler, ey Ermeniler, ey siyahlar, ey beyazlar, ey merkezdekiler, ey en kıyıya düşmüşler!
Biz şimdilerde ‘uzak’tan, uzayıp giden ‘mesafe’lerden bakışıyoruz.
Birbirlerimize yürümeden, aradaki ‘uzak’ı ve ‘mesafe’yi koruyarak ‘ben’imizi yoksullaştırıyoruz.

Artık şuna inanmalıyız! Aradaki bu ‘uzak’lık ve ‘mesafe’, bizler için hem bir ölüm çoğaltıyor, hem de kendinde en insani yüzlerimizi taşıyan bir ‘dil’i saklıyor.

Yüzümüzü birbirimize çevirip yürüdüğümüzde, ‘uzak’ ve ‘mesafe’ denen şey ayaklarımızın altında uzanmış bir ‘köprü’ olmuş olurlar, bizi birbirine ilikleyen bir bağ…

Ama hayır, sırtlarımızı birbirimize döndüğümüzde, aradaki bu ‘uzak’lık ve ‘mesafe’ bizleri birbirimizden gizler, bu gizlilikte birbirlerimiz için birer ölü haline geliriz.

Yalnızca kendimizle, o sınırlı dillerimizle oluruz; birlikte çoğaltacağımız o en sahici en insani dilden mahrum kalırız.

Geçtiğimiz günlerde bir haber okudum.

Haberin başlığı şöyleydi: “İki dost küsünce bir dil yok oldu!” Meksikalı bu iki dost Zoque dilini konuşuyorlarmış.
Duruma bakın ki, bu dili kendilerinden başka konuşan kimse yokmuş.
Sadece iki insanın konuşabildiği bir dil, bu iki dostun küsmesiyle konuşulmaz olmuş.

Şimdi bugünlerde dil bilimcileri bu iki adamı barıştırmakla uğraşıyorlarmış, değilse Zoque dili ölecekmiş.

İki dost küsünce bir dil ölüyormuş demek ki…

Yüzlerce kelime hayattan düşüyormuş.

Dil bilimciler haklı, mutlaka bu iki insan barıştırılmalı, konuşmalılar.

Konuşmalılar ki, ‘seni seviyorum’ cümlesi Zoquece de söylenebilsin.

İstanbul’un İstiklal Caddesi’nden geçenler bilir.
Onlarca farklı dil insanın kulağına çarpar orada.
Cadde boyunca, her ırktan insanla burun buruna gelinir.
O cadde hayatın orta yeri gibidir, sanki dillerin ve ırkların pazaryeri…

Biz insanlar diller ve kelimeler aracılığıyla kendimizden çıkıp başkasına gideriz.

Dillerimize ve kelimelerimize binerek, içimizi dillerimize dökerek diğer insanların kulaklarından gönüllerine yolculuk yaparız.

Belki de dilimizle, farkımızı ortaya koyan üslubumuzla gidip içlerine otururuz.

Dil bir imkândır; onun üzerinden insan oluşumuzu geliştirir ve yaşatırız.

İki insan hâlâ konuşuyorlarsa kavga biraz daha ötede duruyor demektir.

Sözün bittiği yer, dilin hükümsüz kalmasıdır.

Ötesi bedenin, kaba kuvvetin, daha doğru ifadesiyle gayr-ı insaniliğin devreye girmesidir.

Bu yüzden söz bitmemeli hiç, inadına ‘dil’e asılmalıyız. Hiçbir dil susmamalı; sere serpe konuş(ul)abilmeli, gelişmelidir.

Zira dil bir köprüdür; insanlar bu köprüden geçerek birbirlerine varırlar.

Bir caddede, bir toplulukta, bir ülkede ne kadar fazla dil konuşulabiliyorsa, o kadar insan o kadar köprü o kadar dünya orda yaşıyor sayılır.

Ben diyorum ki, kentlerimiz, toplumumuz, ülkemiz dillerin sere serpe aktığı bir yer olmalı.

Evet, iki dost, iki insan, iki kavim birbirlerine küsünce diller ölüyor.
Diller ölünce de, dil ile birlikte aktarılan yığınlarca duygu hayattan düşüyor.

Böylelikle hayat yok ve yokluklar yurdu oluyor; renksiz, soğuk bir şeye dönüşüyor.

Bir dil susunca, ‘uzak’lar oluyor.

Oysa biz ‘dil’lerin koynunda ‘yakın’ olabiliyoruz birbirimize.


Nihat Dağlı