hafiza aise
Thu 7 July 2011, 03:54 pm GMT +0200
11— İfk Hâdisesi:
Hz. Peygamber (s.a.) bu gazaya çıktığında çekilen kur'anın kendisine çıkması sebebiyle Hz. Âişe'yi beraberinde götürmüştü. Hz. Peygamber'in (s.a.), hanımları arasındaki âdeti buydu. Gazadan dönüşte bir yerde konakladılar. Hz .Âişe ihtiyacı sebebiyle çıktı, sonra geri döndü. Bu sırada kızkar-deşinden emanet olarak aldığı bir gerdanlığı kaybetti. Hemen kaybettiği yere gerdanlığını aramak üzere geri döndü. Hevdecini taşıyan adamlar geldiler, onu içinde zannederek hevdeci deveye yüklediler. Hafifliğini farketmemiş-lerdi. Çünkü Hz. Âişe'nin (r.anha) yaşı çok gençti, kendisini ağırlaştıracak kadar şişmanlamamiştı. Aynı şekilde bu kimseler hevdeci hep birlikte taşıdıkları için hafifliğini hissedemediler. Şayet hevdeci bi: ya da iki kişi kaldır-saydı durum gizli kalmazdı.
Hz. Âişe konakladıkları yere dönüp geldi. Gerdanlığını bulmuştu ama burada hiç kimse kalmamıştı. Konaklama yeri.ide oturdu. Kendisini kaybettiklerini anlayınca aramak üzere buraya döneceklerini düşünüyordu. Allah, bütün işlerinde hâkimdir, arşının üstünden işleri dilediği gibi düzenler. Gözlerini uyku bürüdü ve nihayet uyuyakaldı. Safvan b. Muattal'ın, "İnna lilla-hi ve inna ileyhi râciûn! Rasûlullah'ın hanımı!" sözünü duyuncaya dek uyanmadı. Safvan, ordunun ardçılan arasında konaklamıştı, çünkü o çok uyuyan birisiydi. Nitekim, İbn Ebî Hâtim'in Sahih'inâe ve Sözen'de denmektedir ki: Safvan Hz. Âişe'yi görünce tamdı, —hicâb âyetinin inmesinden önce görüyordu— ve istircâda bulundu. Sonra devesini çöktürüp Hz. Âişe'ye yaklaştırdı, o da deveye bindi. Hz. Âişe'ye bir kelime bile söylemedi, o da kendisinden "İnna lillahi ve inna ileyhi râciûn" sözünden başka bir şey işitmedi. Sonra Safvan, deveyi yularından çekerek onunla birlikte ordunun bulunduğu yere varıncaya kadar yürüdü. Ordu Nahruzzahîra'da konaklamıştı. İnsanlar bu durumu görünce her biri seciyesine göre ve kendisine yakışan biçimde konuştular. Habîs ruhlu, Allah düşmanı İbn Übey, soluklanacak bir fırsat buldu ve kalbindeki münafıklık ve kıskançlık kederinden dolayı sözde taşkınlık yapıp iftirayı (ifk) orada burada söylemeye, yalana yalan katmaya, ifki yaymaya, neşretmeye, toplamaya, dağıtmaya başladı. Arkadaşları da bu konuda ona yaklaşmaya çalışıyorlardı. Medine'ye dönünce, Hz. Peygamber (s.a.) bu konuda susup konuşmazken, iftiracılar lakırdıya daldılar. Sonra Allah Ra-sûlü (s.a.) Hz. Âişe'den ayrılma konusunda ashabıyla istişare etti. Hz. Ali, onu boşayıp başkasını almasına açık değil dolaylı olarak işaret etti. Üsame ve başkaları ise düşmanların sözüne aldırmayıp onu nikâhında tutmasını tavsiye ettiler. Hz. Ali, söylentilerdeki şüpheyi gördüğü için Allah Rasûlü'nün (s.a.) insanların sözlerinden dolayı çektiği gam ve kederden kurtulması için şek ve şüphenin yakîne terkedilmesini önerdi; hastalığın kökünü kurutmak üzere görüş bildirdi. Üsame ise, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Hz. Âişe'ye ve babasına olan sevgisini, bunların da ötesinde ve daha önemlisi onun temiz ve masum olduğunu, iffetli ve dindar biri olduğunu biliyordu. Allah Rasûlü'nün (s.a.) Rab-bi katındaki değeri ve derecesinden dolayı AUah'm O'nu müdafaa edeceğini bildiğinden ötürü Allah Rasûlü'nün evinin hanımı, kadınları arasındaki sevgilisi ve Sıddık'ının kızını iftiracıların indirdiği dereceye indirmeyeceğini; Ra-sûlullah'ın Rabbi katında en değerli olduğunu ve Allah'ın, zinakâr bir kadım O'nun nikâhında bulundurmayacak kadar O'nun Allah katında aziz olduğunu biliyordu. Yine Hz. Peygamber'in (s.a.) sevgilisi olan Âişe-i Sıddîka'-nın, Rasülü'nün nikâhında iken onu fuhşa mübtelâ kılmayacak kadar Rabbi katında yüce olduğunu biliyordu. Kim Allah'ı ve Rasûlü'nü (s.a.) ve O'nun Allah katındaki değerini kalbinde güçlü bir şekilde duyuyorsa, Ebu Eyyub ve sahabenin diğer ileri gelenlerinin bunu işitince söyledikleri gibi: "Allah'ım! Seni noksanlardan tenzih ederiz, hâşâ bu büyük bir iftiradır."[631] der.
Onların Allah'ı teşbih edişlerini ve bu makamda O'nu tenzih edişlerin-deki tanımayı, dostu ve yaratıklarının en değerlisi olan Rasûlü'ne kötü ve zi-nakâr bir kadın nasip etmesi gibi O'na yakışmayan şeylerden Allah'ı nasıl tenzih ettiklerini bir düşün! Kim Allah hakkında böyle bir şey düşünürse O'nun hakkında kötü bir zanda bulunmuştur. Allah ve Rasûlü'nü hakkıyla tanıyanlar, Allah Teâlâ'nm şu sözünde belirttiği gibi, kötü kadınların ancak kendilerine benzer erkeklere yakıştığını anlamışlardır: "Kötü kadınlar, kötü erkeklerindir. "[632]Dolayısıyla bunun büyük bir suç isnadı ve apaçık bir iftira olduğundan şüphe etmeyerek kestirip attılar.
Bu durumda şöyle bir soru yöneltüebilir: Peki, Rasûlullah (s.a.) Allah'ı en iyi tanıyan, kendisinin O'nun katındaki derecesini ve kendisine yakışanı en iyi bilen olduğu halde neden Hz. Âişe'nin meselesi hususunda çekimser kalmış, ona soru sormuş, araştırıp istişare etmiş ve sahabenin ileri gelenleri gibi: "Attanım! Seni tenzih ederim. Hâşâ bu büyük bir iftiradır." dememiştir?
Cevap: Bu, Allah Teâlâ'nm, bu kıssa sebebiyle bazı toplulukları yükseltip diğerlerini alçaltsm, hidayete erenlerin hidayetini ve imanını güçlendirip zalimlerin ise sadece hüsranını artırsın diye bu kıssayı Rasûlü ve ümmetinin bütünü için kıyamete kadar bir imtihan, deneme ve kendileri için bir vesile kıldığı yüce hikmetlerin bütünündendir. İmtihanın ve denemenin tam olması Hz. Âişe'ye iftira konusunda Allah Rasûlü'ne vahyin bir ay süreyle kesilmesini gerektirdi. Allah'ın takdir buyurup hükmettiği hikmetinin tamamlanması ve en mükemmel yönleriyle ortaya çıkması; sadık mü'minlerin iman ve sebatlarının adalet ve doğruluk üzere artması ve Allah'a, Rasûlü'ne, ehl-i beytine, sıddîk kullarına karşı hüsn-i zanlarının devam etmesi; münafıkların iftira ve nifaklarının katmerlenmesi ve Allah'ın Rasûlü'ne ve mü'minlere onların kalblerinde gizlediklerini açığa vurması; Sıddîka (Hz. Âişe)dan ve ana-babasmdan istenen kulluğun tamama ermesi; Allah'ın onlara olan nimetlerinin tamamlanması; gerek Hz. Âişe'nin gerekse ebeveyninin Allah'a olan ihtiyaç ve rağbetleri, O'na muhtaç olmaları ve boyun eğmeleri, O'na hüsn-i zanda bulunmaları ve ümit bağlamalarının artması; böylece Hz. Âişe'nin, yaratıklardan ümidini kaybedip herhangi bir insanın elinden yardım ve destek gelebileceğinden ümidini kesmesi için bu konuda Hz. Peygamber'e (s.a.) hiçbir şey vahyedilmedi. Ana babası kendisine: "Kalk, Allah Rasûlü'ne (s.a.) teşekkür et. Allah O'na senin masum olduğunu vahyetti." dediklerinde bu makamın hakkını tam verdi ve: "Vallahi kalkmam, yalnızca masum olduğumu vahyeden Allah'a hamdederim." dedi.
Ayrıca bu olay ayıklandı, temize çıkarıldı ve mü'minlerin kalpleri bu konuda Allah'ın, Rasülüne vahiy göndermesini olabilecek en muazzam bir şekilde gözetledi ve bunu son derece istekle bekleyip durdular. İşte bu durum, Hz. Peygamber'e bir ay süreyle vahyin kesilmesinin hikmetlerindendir. Ra-sûlullah'm (s.a.), ehl-i beytinin, Sıddîk'ın ve ailesinin, ashabımn ve mü'minlerin en çok ihtiyaç duydukları anda vahiy ansızın geliverdi. Öyle ki toprağın yağmura en çok gereksinim duyduğu anda yağmurun yağması gibi geldi. En güç ve en nazik bir konumda gelmişti. Tam bir sevinçle sevindiler ve son derece neşelendiler. Şayet Allah, Rasûlü'nü hemen ilk anda olayın gerçeğine muttali kılsaydı ve o anda hemen vahiy gönderseydi bu hikmetler ve daha nice kat kat hikmetler., kaybolur giderdi.
Yine Allah Teâlâ, Rasûlü'nün ve ehl-i beytinin kendi katındaki derecesini ve onların kendi katındaki değerlerini açığa vurmayı, Rasûlü'nü bu darboğazdan çıkarmayı ve O'nu bizzat savunup müdafaa etmeyi ve düşmanlarım reddetmeyi, Rasûlü'nün bir müdahelesi olmayan ve O'na nisbet edilemeyen bir işten dolayı O'nu ayıplamalarına ve kötülemelerine cevap vermeyi üstlenmiş, hatta bunu O tek başına yüklenerek Ras'ûlü'nü ve ehl-i beytini müdafaa etmek istemiştir.
Asıl maksat Rasûluîlah'a eziyet vermekti. Hanımına iftira atılan kimse suçsuz olduğunu bilse veya bilmeye yakın bir zanla tahmin etse onun, hanımının masum olduğuna şahitlik etmesi yakışık almazdı. Rasûlullah (s.a.) Hz. Âişe hakkında kesinlikle sû-i zanda bulunmamıştır; hem Rasûlullah'ı hem de Hz. Âişe'yi bundan tenzih ederiz. Bunun için iftiracılardan mazur görülmesini isteyerek Rasûlullah şöyle buyurdu: "Ailem hakkında bana eza veren bir şahsa karşı bana kim yardım eder. Vallahi, ben ailem hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyorum. Bu iftiracılar bir adamın adım ortaya attılar ki, onun hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Bu adam ailemin yanma ancak benimle birlikte girmiştir." Zira Rasûlullah'm (s.a.) sahip olduğu, Sıd-dîka'nın suçsuzluğuna delâlet eden ipuçları mü'minlerinkinden çok daha fazlaydı. Fakat sabrının, sebatının, merhametinin, Rabbine olan hüsn-i zanm-nın ve O'na olan güveninin mükemmelliğinden ötürü sabır ve sebat makamının ve Allah'a hüsn-i zan beslemenin gereğini tam olarak yerine getirdi. Nihayet, gözünü aydınlatıp gönlünü sevindiren ve değerini artıran, Rabbinin kendisine ne kadar önem verdiğini ümmetine bildiren, onun işine itina ettiğini gösteren vahiy geliverdi.
Hz. Âişe'nin günahsız oluşunu bildiren vahiy gelince Allah Rasûlü (s.a.), iftirasını açığa vuranlar hakkında emir buyurdu, seksener değnek had cezası vuruldu. Habîs ruhlu Abdullah b. Übeyy'e ise iftiracıların başı olmasına rağmen had vurulmadı. Denilmiştir ki: Zira had cezalan had vurulanlar için bir günahı hafifletme ve bir keffarettir. Halbuki habîs adam buna lâyık değildir. Allah ona ahirette büyük bir azap vaadetmiştir ki hadde gerek yoktur; bu ona yeter. Yine denilmiştir ki: Bilâkis o kişi sözü süsleyip püslüyor, derleyip toparhyarak anlatıyor ve kendisine isnad edilmeyecek şekilde kalıplara sokuyordu. Şöyle de denilmiştir: Had, ancak itirafla veya bir delille sabit olur. O ise iftira ettiğini itiraf etmedi. Ayrıca hiç kimse onun iftirada bulunduğuna dair şahitlik etmedi. Çünkü o bunu sadece yandaşlarının arasında söylüyordu ve onlar da aleyhine şahitlik etmediler. Zaten mü'minler arasında böyle bir şey söylemiyordu.
Bir başka görüşe göre: Hadd-i kazf (iftira cezası) Allah hakkı olduğunu söyleyenler bulunsa da kul hakkıdır, ancak hak sahibinin istemesiyle bu hak alınır. İftira atılan kimsenin istemesi gerekir. Hz.Âişe ise bu hakkı İbn Übey'-den talep etmemiştir.
Bir görüşe göre ise: Allah Rasûlü (s.a.), onun münafıklığının ortaya çıkmasına ve defalarca öldürülmesi gerekecek şekilde konuşmasına rağmen öldürmediği gibi, bu defa da ona had cezası uygulanmasını daha büyük bir fayda —onun kavminin kalbini kazanmak ve onları İslam'dan nefret ettirmemek— nedeniyle terketmiştir. Çünkü bu habis ruhlu adam kendisine itaat olunan ve reis konumunda bir kimseydi. Dolayısıyla ona had vurulması halinde fitnenin ayaklanmasından emin olunamazdı. Belki de bütün bu sebeplerden dolayı kendisine had vurulması terkolundu.
Mistah b. Üsâse, Hassan b. Sabit ve Hamne bt. Cahş gibi gerçek mü'-minlere, günahlarını temizlemek ve onlara keffaret olmak üzere had vurdurdu. O halde Abdullah b. Übeyy'in bunların dışında bırakılması, buna lâyık olmamasmdandır.
Sıddîka'mn suçsuzluğuna dair âyet inip ana babasının "Kalk da Rasû-lullah'a (s.a.) teşekkür et." demeleri üzerine: "Vallahi, kalkmam ve ancak Allah'a hamdederim." sözü üzerinde düşünen kimse; onun Allah'ı tanımasını, imanının gücünü, nimeti Rabbine yükleyişini, bu makamda hamdi yalnız O'na tahsis edişini, tevhidi soyutlayışını, musibet anındaki cesaretinin gücünü ve kendisinin suçsuzluğuna delil getirişini anlar. Hz. Âişe, sulha rağbet ve onu talep makamında kalkmasını gerektiren şeyi yapmadı. Rasûlullah'ın (s.a.) kendisine olan sevgisine, güvenine rağmen sevgilinin sevgiliye naz olarak diyeceğini dedi; özellikle naz makamlarının en güzeli olan böyle bir makamda sözü tam yerinde kullandı. Onun; "Ancak Allah'a hamdederim, zira suçsuzluğuma dair vahiy indiren O'dur." dediği zaman Allah'a olan sevgisi ne kadar güzeldir? Onun bu sebatı ve vakan Allah içindir ve O, kendisine en sevimli şeydir, O'na karşı sabredemez. Oysa sevgilisinin (Rasûlullah'ın) gönlü bir ay kendisine karşı değişmiş, sonra da ondan hoşnutluk ve ikbal görmüştür. Bu nedenle O'na kalkıp teşekkür etmede, Rasûlullah'ı çok sevmesine rağmen onun hoşnutluğuna ve yakınlığına sevinmede acele etmedi ki, bu gayet sebatkâr ve güçlü bir davranıştır.
Bu mesele hakkında Hz. Peygamber (s.a.): "Ailem konusunda bana eza veren bir adam hakkında kim bana yardımcı olur?" dediğinde Abdüleşhelo-ğulîanmn kardeşi Sa'd,b. Muaz'ın kalkıp: "Ey Allah'ın Rasûlü! Sana ben yardım edeceğim!" demesi ilim adamlarının birçoğuna problem olmuştur. Zira hiçbir âlim, Sa'd b. Muaz'ın Hendek savaşından hemen sonra Kurayzaoğul-ları hakkında hüküm vermesinin akabinde vefat ettiği konusunda ihtilâf etmemiştir; ve bunun 5. yılda olduğu sabittir. Oysa îfk hadisesinin şu bahsettiğimiz Mustalıkoğulları gazasında olduğunda şüphe yoktur ki bu gaza, Müreysî gazâsıdır. Âlimlerin çoğunluğuna göre bu gaza Hendek savaşından sonra hicri 6. yılda olmuştur. Bu problemi çözmek için âlimler farklı metodlardan yola çıkmışlardır: Musa b. Ukbe, Buharî'nin kendisinden rivayetine göre Müreysî gazasının Hendek'ten önce hicretin 4. yılında olduğunu söylemiştir. Vakıdî, 5. yılda olduğunu ifade etmiş ve: "Kurayza ve Hendek savaşları ondan sonradır" demiştir. Kadı İsmail b. İshak da: "Bu konuda ihtilâf ettiler. En doğrusu Müreysî gazasının Hendek savaşından önce olmasıdır," demiştir. Buna göre problem yoktur. Fakat âlimler aksi görüştedirler. Hem ifk hadisinde de bunun aksini gösteren deliller vardır. Çünkü Hz. Aişe: "Olay, hicab âyeti nazil olduktan sonra oldu." dem ektedir.[633] Hicab âyeti ise Zeyneb bt. Cahş hakkında inmiştir. O zaman Zeynep Hz. Peygam-ber'in (s.a.) nikâhındaydı. Çünkü Rasûlullah (s.a.) Hz. Zeyneb'e Hz. Âişe hakkındaki kanaatini sormuş, o da: "Kulağımı ve gözümü duymadığım, görmediğim şeyden muhafaza ederim." demişti. Hz. Âişe der ki: "Zeyneb, Hz. Peygamber'in hanımları arasında benimle rekabet ederdi."
Tarihçiler, Hz. Peygamber'in (s.a.) Zeyneb'Ie evlenmesinin hicretin 5. yılı Zilkade ayında olduğunu kaydederler. Buna göre Musa b. Ukbe'nin görüşü sahih değildir. Muhammed b. İshak: "Mustahkoğüllan gazası Hendek savaşından sonra hicretin 6. yılında oldu." der, orada ifk hadisini zikreder. Ancak o bunu Zührî'den, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe yoluyla Hz. Âi-şe'den aktararak hadisi kaydeder. Bu hadiste: "Üseyd b. Hudayr kalktı ve: Ya Rasûlullah! Size ben yardım edeceğim, dedi. Sa'd b. Ubâde de karşı çıktı." demekte ve Sa'd b. Muaz'ı anmamaktadır. Ebu Muhammed İbn Hazm diyor ki: Kendisinde hiç şüphe olmayan doğru budur. Sa'd b. Muaz isminin zikredilmesi bir yanlışlıktır. Çünkü Sa'd b. Muaz, şüphesiz Kurayzaoğulları fethinin hemen peşinden vefat etmiştir. Fetih ise hicretin 4. yılı Zilkade ayının sonunda olmuştur. Mustalıkoğulları gazası ise, Sa'd'in vefatından 1 yıl 8 ay sonra, 6. yılda olmuştur. Adı geçen iki şahıs arasındaki münakaşa, Mustalıkoğulları gazasından dönüşten 50 günü aşkın bir zaman geçtikten sonra olmuştur. [634]
Ben derim ki: Doğru olan, ileride geleceği gibi Hendek savaşının hicretin 5. yılında olduğudur.
. İfk hadisinde, Buharî'nin, Ebu Vâil aracılığıyla naklettiği bir rivayetinde: Mesrûk'un: 'Ümmü Rûman'dan ifk hadisini anlatmasını istedim, rivayet etti." dediği geçmektedir[635] Bir çok âlim şöyle demektedirler: Bu, apaçık bir yanlıştır. Zira Ümmü Rûman, Hz. Peygamber (s.a.) döneminde vefat etmiş ve Allah Rasûlü (s.a.) kabrine inerek: "Hurilerden bir kadına bakmaktan hoşlanan kimse buna baksın." demiştir[636] Diyorlar ki: "Mesrûk, Ümmü Rûman'ın sağlığında Medine'ye gelip ondan hadisi rivayet etmesini istemiş olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.) ile görüşmüş olması ve O'ndan hadis işitmiş olması gerekirdi. Halbuki Mesrûk, Medine'ye ancak Allah Rasûlü'nün (s.a.) vefatından sonra gelmiştir." Yine diyorlar ki: "Mesrûk, Ümmü Rûman'dan bu hadisten başka bir hadis daha rivayet etmiş, ancak mürsel olarak rivayette bulunmuştur. Dolayısıyla bazı râviler, onun Ümmü Rûman'dan hadis işittiğini zannetmişler ve bu hadisi de duyduğuna hamletmişlerdir. Beiki de Mesrûk: 'Ümmü Rûman'dan rivayet etmesi istendi.' demiştir de bazıları bunu.*Ben istedim' şeklinde yanlış okumuşlardır. Çünkü âlimlerden hemzeyi her zaman elif üstüne yazanlar vardır."
Öteki âlimler diyorlar ki: Bütün bunlar Buharî'nin Sahih'ine aldığı sahih rivayeti reddetmez. İbrahim el-Harbî ve başkaları demişlerdir ki: "Mesrûk, henüz on beş yaşındayken Ümmü Rûman'dan hadisi sormuş, yetmiş sekiz yaşında iken de vefat etmiştir. Ümmü Rûman, Mesrûk'un kendisinden hadis rivayet ettiği kimselerin en eskisidir". Bunlar diyorlar ki: "Ümmü Rûman'ın, Hz. Peygamber (s.a.) hayatta iken vefat ettiğine ve Hz. Peygamber'in (s.a.) onun kabrine indiğine dair hadise gelince, bu hadis sahih değildir.Sahih olmasını engelleyen iki illet vardır: Birincisi; Aii b. Zeyd b. Cüd'ân'ın rivayet etmiş olmasıdır ki bu râvi, hadisiyle delil getirüemiyecek zayıf bir râvidir. İkincisi ise; hadisi Hz. Peygamber'den (s.a.) Kasım b. Muhammed yoluyla rivayet etmiş olmasıdır. Kasım ise Hz. Peygamber (s.a.) devrine yetişmemiştir. Öyleyse bu hadis nasıl olur da Buharî'nin Sahih'inde rivayet ettiği güneş gibi bir isnada sahip hadisin karşısında kabul görebilir! Buharî hadisinde Mesrûk: 'Ümmü Rûman'dan sordum da hadisi bana anlattı.' demektedir ki, bu hadisin lafzının 'süüet = soruldu' olmasını iptal eder." Ebu Nuaym da, MaYıfetü's-Sahabe adlı eserinde: "Ümmü Rûman'ın, Hz. Peygamber (s.a.) döneminde vefat ettiği söylenilmişse de bu yanlıştır." der.
İfk hadisinin rivayetlerinden birinde: Hz. Ali'nin kendisiyle istişare ettiğinde Hz. Peygamber'e (s.a.); "Cariyeye sor, o sana doğrusunu söyler." dediği; bunun üzerine Berîre'yi çağırıp sorduğunda onun: "Âişe hakkında kuyumcunun halis altın hakkında bildiğinden başka bir şey bilmiyorum." dediği veya buna benzer bir şey söylediği geçmektedir. Bu da bir problem olmuştur. Çünkü Berîre, ancak bundan uzun bir süre sonra kölelik sözleşmesi yapıp azad olmuştur. Hz. Peygamber'in (s.â.) amcası Abbas o zaman Medine'de idi. Hz. Abbas ise Medine'ye ancak Mekke fethinden sonra gelmişti. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.), kocasına dönmesi için Berîre'ye aracılık edip onun da buna razı olmadığı zaman, amcasına: "Ey Abbas! Mugîs'in kendisine olan sevgisine rağmen Berîre'nin ona nefret duymasına hayret .etmiyor musun?" demiştir.[637]
İfk hâdisesinde Berîre, Hz.Âişe'nin yanında değildi. Onların bu zikrettikleri şayet bağlayıcı ise, o zaman yanlışlık, cariyenin Berîre olarak isimlen-dirilmesindedir. Hz. Ali, Hz. Peygamber'e (s.a.): "Berîre'ye sor" dememiş, sadece "Cariyeye sor, o sana doğrusunu söyler." demişti. Bazı râviler onu Berîre sandılar ve onu öylece isimlendirdiler. Eğer Mugîs'in Fetih sonrasına kadar karismil istemeye devam etmiş ve ondan ümit kesmemiş olması suretiyle onların zikrettikleri bağlayıcı değilse problem ortadan kalkar[638]. En iyi bilen Allah'dır.
Bu gazadan dönüşleri esnasında münafıkların başı İbn Übey: "Medine'ye dönersek, andolsun ki üstün kimseler zelil kimseleri oradan çıkaracaktır." dedi. Zeyd b. Erkam bu sözü Hz. peygamber'e (s.a.) iletti. İbn Übey de gelip kendini mazur göstererek böyle bir şey söylemediğine yemin etti. Hz. Peygamber (s.a.) susup bir şey söylemedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ Münafi-kûn sûresinde Zeyd'i tasdik eden âyetleri indirdi. Allah Rasûlü (s.a.) Zeyd'in kulağından tutup: "Müjdeler olsun, Allah seni doğruladı." dedi, sonra: "Bu, kulağı ile Allah'a vefakârlık gösteren kimsedir." buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Ey Allah'ın Rasûlü! Abbâd b. Bişr'e emret de İbn Übey'in boynunu vursun." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) de: "İnsanlar, Muhammed ashabını öldürüyor diye konuştuklarında onlara bunu nasıl anlatırız?" buyurdu.[639]
[631] Nûr, 24/16. Ifk hadisesi için bk. Buharî, 52/15, 65/6; Müslim ,2770; Tirmizî, 3179; İbn Hişâm, 2/297-307; İbn Kesîr, 3/304-311.
[632] Nûr, 24/26.
[633] Hafız îbn Hacer, Fethu'l-Bârî'de (7/333) şöyle demektedir: Hİcâb âyeti bîr grup âlime göre 4. senenin
Zilkadesinde inmiştir. Vâkıdî'nin, Hİcâb âyetinin inişi 5. yılın Zilkadesinde idi, sözü kabul edilemez. Halîfe, Ebu Ubeyde ve bir çok âlim bunun 3. yılda olduğunu kesin görmüşlerdir.
[634] Cevâmiu's-Sîre, s. 206; Fethu't-Bârî, 8/360.
[635] Buhârt, 60/19.
[636] İbn Sa'd, 8/277. Buharî, Tarih'inde, ayrıca İbn Münde ile Ebu Nuaym, Hamraad b. Seleme - Ali b. Zeyd b. Cüd'an - Kasım b. Muhammed kanalıyla rivayet etmişlerdir.
[637] Buharı, 68/16; Ebu Davud, 223; Dârimî, 2/170; Nesâî, 8/245, 246; îbn Mâce, 2075;İbn Abbas'tan.
[638] Bir başkası da Berîre'nin Hz. Âişe'ye ücret karşılığı hizmet ettiğini söyleyerek cevap vermiştir. Berîre, kölelik anlaşması yapmasından önce sahibi nezdinde bir köle olarak bulunuyordu.
[639] Buharı, 65/3, 65/5; Müslim, 2772; Tirmizî, 3309, 3310; Ahmed b. Hanbel, 4/369, 373: Zeyd b. Erkam'dan. Aynca Câbir'den; Buharî, (65/Münafıkûn sûresi/65) Müslim (2584), Tirmizî (3312) ve Ahmed b. Hanbel (3/393)'de bir hadis rivayet edilmektedir. Bk. ibn Kesîr, Tefsir, 4/369-371.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/298-306.
Hz. Peygamber (s.a.) bu gazaya çıktığında çekilen kur'anın kendisine çıkması sebebiyle Hz. Âişe'yi beraberinde götürmüştü. Hz. Peygamber'in (s.a.), hanımları arasındaki âdeti buydu. Gazadan dönüşte bir yerde konakladılar. Hz .Âişe ihtiyacı sebebiyle çıktı, sonra geri döndü. Bu sırada kızkar-deşinden emanet olarak aldığı bir gerdanlığı kaybetti. Hemen kaybettiği yere gerdanlığını aramak üzere geri döndü. Hevdecini taşıyan adamlar geldiler, onu içinde zannederek hevdeci deveye yüklediler. Hafifliğini farketmemiş-lerdi. Çünkü Hz. Âişe'nin (r.anha) yaşı çok gençti, kendisini ağırlaştıracak kadar şişmanlamamiştı. Aynı şekilde bu kimseler hevdeci hep birlikte taşıdıkları için hafifliğini hissedemediler. Şayet hevdeci bi: ya da iki kişi kaldır-saydı durum gizli kalmazdı.
Hz. Âişe konakladıkları yere dönüp geldi. Gerdanlığını bulmuştu ama burada hiç kimse kalmamıştı. Konaklama yeri.ide oturdu. Kendisini kaybettiklerini anlayınca aramak üzere buraya döneceklerini düşünüyordu. Allah, bütün işlerinde hâkimdir, arşının üstünden işleri dilediği gibi düzenler. Gözlerini uyku bürüdü ve nihayet uyuyakaldı. Safvan b. Muattal'ın, "İnna lilla-hi ve inna ileyhi râciûn! Rasûlullah'ın hanımı!" sözünü duyuncaya dek uyanmadı. Safvan, ordunun ardçılan arasında konaklamıştı, çünkü o çok uyuyan birisiydi. Nitekim, İbn Ebî Hâtim'in Sahih'inâe ve Sözen'de denmektedir ki: Safvan Hz. Âişe'yi görünce tamdı, —hicâb âyetinin inmesinden önce görüyordu— ve istircâda bulundu. Sonra devesini çöktürüp Hz. Âişe'ye yaklaştırdı, o da deveye bindi. Hz. Âişe'ye bir kelime bile söylemedi, o da kendisinden "İnna lillahi ve inna ileyhi râciûn" sözünden başka bir şey işitmedi. Sonra Safvan, deveyi yularından çekerek onunla birlikte ordunun bulunduğu yere varıncaya kadar yürüdü. Ordu Nahruzzahîra'da konaklamıştı. İnsanlar bu durumu görünce her biri seciyesine göre ve kendisine yakışan biçimde konuştular. Habîs ruhlu, Allah düşmanı İbn Übey, soluklanacak bir fırsat buldu ve kalbindeki münafıklık ve kıskançlık kederinden dolayı sözde taşkınlık yapıp iftirayı (ifk) orada burada söylemeye, yalana yalan katmaya, ifki yaymaya, neşretmeye, toplamaya, dağıtmaya başladı. Arkadaşları da bu konuda ona yaklaşmaya çalışıyorlardı. Medine'ye dönünce, Hz. Peygamber (s.a.) bu konuda susup konuşmazken, iftiracılar lakırdıya daldılar. Sonra Allah Ra-sûlü (s.a.) Hz. Âişe'den ayrılma konusunda ashabıyla istişare etti. Hz. Ali, onu boşayıp başkasını almasına açık değil dolaylı olarak işaret etti. Üsame ve başkaları ise düşmanların sözüne aldırmayıp onu nikâhında tutmasını tavsiye ettiler. Hz. Ali, söylentilerdeki şüpheyi gördüğü için Allah Rasûlü'nün (s.a.) insanların sözlerinden dolayı çektiği gam ve kederden kurtulması için şek ve şüphenin yakîne terkedilmesini önerdi; hastalığın kökünü kurutmak üzere görüş bildirdi. Üsame ise, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Hz. Âişe'ye ve babasına olan sevgisini, bunların da ötesinde ve daha önemlisi onun temiz ve masum olduğunu, iffetli ve dindar biri olduğunu biliyordu. Allah Rasûlü'nün (s.a.) Rab-bi katındaki değeri ve derecesinden dolayı AUah'm O'nu müdafaa edeceğini bildiğinden ötürü Allah Rasûlü'nün evinin hanımı, kadınları arasındaki sevgilisi ve Sıddık'ının kızını iftiracıların indirdiği dereceye indirmeyeceğini; Ra-sûlullah'ın Rabbi katında en değerli olduğunu ve Allah'ın, zinakâr bir kadım O'nun nikâhında bulundurmayacak kadar O'nun Allah katında aziz olduğunu biliyordu. Yine Hz. Peygamber'in (s.a.) sevgilisi olan Âişe-i Sıddîka'-nın, Rasülü'nün nikâhında iken onu fuhşa mübtelâ kılmayacak kadar Rabbi katında yüce olduğunu biliyordu. Kim Allah'ı ve Rasûlü'nü (s.a.) ve O'nun Allah katındaki değerini kalbinde güçlü bir şekilde duyuyorsa, Ebu Eyyub ve sahabenin diğer ileri gelenlerinin bunu işitince söyledikleri gibi: "Allah'ım! Seni noksanlardan tenzih ederiz, hâşâ bu büyük bir iftiradır."[631] der.
Onların Allah'ı teşbih edişlerini ve bu makamda O'nu tenzih edişlerin-deki tanımayı, dostu ve yaratıklarının en değerlisi olan Rasûlü'ne kötü ve zi-nakâr bir kadın nasip etmesi gibi O'na yakışmayan şeylerden Allah'ı nasıl tenzih ettiklerini bir düşün! Kim Allah hakkında böyle bir şey düşünürse O'nun hakkında kötü bir zanda bulunmuştur. Allah ve Rasûlü'nü hakkıyla tanıyanlar, Allah Teâlâ'nm şu sözünde belirttiği gibi, kötü kadınların ancak kendilerine benzer erkeklere yakıştığını anlamışlardır: "Kötü kadınlar, kötü erkeklerindir. "[632]Dolayısıyla bunun büyük bir suç isnadı ve apaçık bir iftira olduğundan şüphe etmeyerek kestirip attılar.
Bu durumda şöyle bir soru yöneltüebilir: Peki, Rasûlullah (s.a.) Allah'ı en iyi tanıyan, kendisinin O'nun katındaki derecesini ve kendisine yakışanı en iyi bilen olduğu halde neden Hz. Âişe'nin meselesi hususunda çekimser kalmış, ona soru sormuş, araştırıp istişare etmiş ve sahabenin ileri gelenleri gibi: "Attanım! Seni tenzih ederim. Hâşâ bu büyük bir iftiradır." dememiştir?
Cevap: Bu, Allah Teâlâ'nm, bu kıssa sebebiyle bazı toplulukları yükseltip diğerlerini alçaltsm, hidayete erenlerin hidayetini ve imanını güçlendirip zalimlerin ise sadece hüsranını artırsın diye bu kıssayı Rasûlü ve ümmetinin bütünü için kıyamete kadar bir imtihan, deneme ve kendileri için bir vesile kıldığı yüce hikmetlerin bütünündendir. İmtihanın ve denemenin tam olması Hz. Âişe'ye iftira konusunda Allah Rasûlü'ne vahyin bir ay süreyle kesilmesini gerektirdi. Allah'ın takdir buyurup hükmettiği hikmetinin tamamlanması ve en mükemmel yönleriyle ortaya çıkması; sadık mü'minlerin iman ve sebatlarının adalet ve doğruluk üzere artması ve Allah'a, Rasûlü'ne, ehl-i beytine, sıddîk kullarına karşı hüsn-i zanlarının devam etmesi; münafıkların iftira ve nifaklarının katmerlenmesi ve Allah'ın Rasûlü'ne ve mü'minlere onların kalblerinde gizlediklerini açığa vurması; Sıddîka (Hz. Âişe)dan ve ana-babasmdan istenen kulluğun tamama ermesi; Allah'ın onlara olan nimetlerinin tamamlanması; gerek Hz. Âişe'nin gerekse ebeveyninin Allah'a olan ihtiyaç ve rağbetleri, O'na muhtaç olmaları ve boyun eğmeleri, O'na hüsn-i zanda bulunmaları ve ümit bağlamalarının artması; böylece Hz. Âişe'nin, yaratıklardan ümidini kaybedip herhangi bir insanın elinden yardım ve destek gelebileceğinden ümidini kesmesi için bu konuda Hz. Peygamber'e (s.a.) hiçbir şey vahyedilmedi. Ana babası kendisine: "Kalk, Allah Rasûlü'ne (s.a.) teşekkür et. Allah O'na senin masum olduğunu vahyetti." dediklerinde bu makamın hakkını tam verdi ve: "Vallahi kalkmam, yalnızca masum olduğumu vahyeden Allah'a hamdederim." dedi.
Ayrıca bu olay ayıklandı, temize çıkarıldı ve mü'minlerin kalpleri bu konuda Allah'ın, Rasülüne vahiy göndermesini olabilecek en muazzam bir şekilde gözetledi ve bunu son derece istekle bekleyip durdular. İşte bu durum, Hz. Peygamber'e bir ay süreyle vahyin kesilmesinin hikmetlerindendir. Ra-sûlullah'm (s.a.), ehl-i beytinin, Sıddîk'ın ve ailesinin, ashabımn ve mü'minlerin en çok ihtiyaç duydukları anda vahiy ansızın geliverdi. Öyle ki toprağın yağmura en çok gereksinim duyduğu anda yağmurun yağması gibi geldi. En güç ve en nazik bir konumda gelmişti. Tam bir sevinçle sevindiler ve son derece neşelendiler. Şayet Allah, Rasûlü'nü hemen ilk anda olayın gerçeğine muttali kılsaydı ve o anda hemen vahiy gönderseydi bu hikmetler ve daha nice kat kat hikmetler., kaybolur giderdi.
Yine Allah Teâlâ, Rasûlü'nün ve ehl-i beytinin kendi katındaki derecesini ve onların kendi katındaki değerlerini açığa vurmayı, Rasûlü'nü bu darboğazdan çıkarmayı ve O'nu bizzat savunup müdafaa etmeyi ve düşmanlarım reddetmeyi, Rasûlü'nün bir müdahelesi olmayan ve O'na nisbet edilemeyen bir işten dolayı O'nu ayıplamalarına ve kötülemelerine cevap vermeyi üstlenmiş, hatta bunu O tek başına yüklenerek Ras'ûlü'nü ve ehl-i beytini müdafaa etmek istemiştir.
Asıl maksat Rasûluîlah'a eziyet vermekti. Hanımına iftira atılan kimse suçsuz olduğunu bilse veya bilmeye yakın bir zanla tahmin etse onun, hanımının masum olduğuna şahitlik etmesi yakışık almazdı. Rasûlullah (s.a.) Hz. Âişe hakkında kesinlikle sû-i zanda bulunmamıştır; hem Rasûlullah'ı hem de Hz. Âişe'yi bundan tenzih ederiz. Bunun için iftiracılardan mazur görülmesini isteyerek Rasûlullah şöyle buyurdu: "Ailem hakkında bana eza veren bir şahsa karşı bana kim yardım eder. Vallahi, ben ailem hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyorum. Bu iftiracılar bir adamın adım ortaya attılar ki, onun hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Bu adam ailemin yanma ancak benimle birlikte girmiştir." Zira Rasûlullah'm (s.a.) sahip olduğu, Sıd-dîka'nın suçsuzluğuna delâlet eden ipuçları mü'minlerinkinden çok daha fazlaydı. Fakat sabrının, sebatının, merhametinin, Rabbine olan hüsn-i zanm-nın ve O'na olan güveninin mükemmelliğinden ötürü sabır ve sebat makamının ve Allah'a hüsn-i zan beslemenin gereğini tam olarak yerine getirdi. Nihayet, gözünü aydınlatıp gönlünü sevindiren ve değerini artıran, Rabbinin kendisine ne kadar önem verdiğini ümmetine bildiren, onun işine itina ettiğini gösteren vahiy geliverdi.
Hz. Âişe'nin günahsız oluşunu bildiren vahiy gelince Allah Rasûlü (s.a.), iftirasını açığa vuranlar hakkında emir buyurdu, seksener değnek had cezası vuruldu. Habîs ruhlu Abdullah b. Übeyy'e ise iftiracıların başı olmasına rağmen had vurulmadı. Denilmiştir ki: Zira had cezalan had vurulanlar için bir günahı hafifletme ve bir keffarettir. Halbuki habîs adam buna lâyık değildir. Allah ona ahirette büyük bir azap vaadetmiştir ki hadde gerek yoktur; bu ona yeter. Yine denilmiştir ki: Bilâkis o kişi sözü süsleyip püslüyor, derleyip toparhyarak anlatıyor ve kendisine isnad edilmeyecek şekilde kalıplara sokuyordu. Şöyle de denilmiştir: Had, ancak itirafla veya bir delille sabit olur. O ise iftira ettiğini itiraf etmedi. Ayrıca hiç kimse onun iftirada bulunduğuna dair şahitlik etmedi. Çünkü o bunu sadece yandaşlarının arasında söylüyordu ve onlar da aleyhine şahitlik etmediler. Zaten mü'minler arasında böyle bir şey söylemiyordu.
Bir başka görüşe göre: Hadd-i kazf (iftira cezası) Allah hakkı olduğunu söyleyenler bulunsa da kul hakkıdır, ancak hak sahibinin istemesiyle bu hak alınır. İftira atılan kimsenin istemesi gerekir. Hz.Âişe ise bu hakkı İbn Übey'-den talep etmemiştir.
Bir görüşe göre ise: Allah Rasûlü (s.a.), onun münafıklığının ortaya çıkmasına ve defalarca öldürülmesi gerekecek şekilde konuşmasına rağmen öldürmediği gibi, bu defa da ona had cezası uygulanmasını daha büyük bir fayda —onun kavminin kalbini kazanmak ve onları İslam'dan nefret ettirmemek— nedeniyle terketmiştir. Çünkü bu habis ruhlu adam kendisine itaat olunan ve reis konumunda bir kimseydi. Dolayısıyla ona had vurulması halinde fitnenin ayaklanmasından emin olunamazdı. Belki de bütün bu sebeplerden dolayı kendisine had vurulması terkolundu.
Mistah b. Üsâse, Hassan b. Sabit ve Hamne bt. Cahş gibi gerçek mü'-minlere, günahlarını temizlemek ve onlara keffaret olmak üzere had vurdurdu. O halde Abdullah b. Übeyy'in bunların dışında bırakılması, buna lâyık olmamasmdandır.
Sıddîka'mn suçsuzluğuna dair âyet inip ana babasının "Kalk da Rasû-lullah'a (s.a.) teşekkür et." demeleri üzerine: "Vallahi, kalkmam ve ancak Allah'a hamdederim." sözü üzerinde düşünen kimse; onun Allah'ı tanımasını, imanının gücünü, nimeti Rabbine yükleyişini, bu makamda hamdi yalnız O'na tahsis edişini, tevhidi soyutlayışını, musibet anındaki cesaretinin gücünü ve kendisinin suçsuzluğuna delil getirişini anlar. Hz. Âişe, sulha rağbet ve onu talep makamında kalkmasını gerektiren şeyi yapmadı. Rasûlullah'ın (s.a.) kendisine olan sevgisine, güvenine rağmen sevgilinin sevgiliye naz olarak diyeceğini dedi; özellikle naz makamlarının en güzeli olan böyle bir makamda sözü tam yerinde kullandı. Onun; "Ancak Allah'a hamdederim, zira suçsuzluğuma dair vahiy indiren O'dur." dediği zaman Allah'a olan sevgisi ne kadar güzeldir? Onun bu sebatı ve vakan Allah içindir ve O, kendisine en sevimli şeydir, O'na karşı sabredemez. Oysa sevgilisinin (Rasûlullah'ın) gönlü bir ay kendisine karşı değişmiş, sonra da ondan hoşnutluk ve ikbal görmüştür. Bu nedenle O'na kalkıp teşekkür etmede, Rasûlullah'ı çok sevmesine rağmen onun hoşnutluğuna ve yakınlığına sevinmede acele etmedi ki, bu gayet sebatkâr ve güçlü bir davranıştır.
Bu mesele hakkında Hz. Peygamber (s.a.): "Ailem konusunda bana eza veren bir adam hakkında kim bana yardımcı olur?" dediğinde Abdüleşhelo-ğulîanmn kardeşi Sa'd,b. Muaz'ın kalkıp: "Ey Allah'ın Rasûlü! Sana ben yardım edeceğim!" demesi ilim adamlarının birçoğuna problem olmuştur. Zira hiçbir âlim, Sa'd b. Muaz'ın Hendek savaşından hemen sonra Kurayzaoğul-ları hakkında hüküm vermesinin akabinde vefat ettiği konusunda ihtilâf etmemiştir; ve bunun 5. yılda olduğu sabittir. Oysa îfk hadisesinin şu bahsettiğimiz Mustalıkoğulları gazasında olduğunda şüphe yoktur ki bu gaza, Müreysî gazâsıdır. Âlimlerin çoğunluğuna göre bu gaza Hendek savaşından sonra hicri 6. yılda olmuştur. Bu problemi çözmek için âlimler farklı metodlardan yola çıkmışlardır: Musa b. Ukbe, Buharî'nin kendisinden rivayetine göre Müreysî gazasının Hendek'ten önce hicretin 4. yılında olduğunu söylemiştir. Vakıdî, 5. yılda olduğunu ifade etmiş ve: "Kurayza ve Hendek savaşları ondan sonradır" demiştir. Kadı İsmail b. İshak da: "Bu konuda ihtilâf ettiler. En doğrusu Müreysî gazasının Hendek savaşından önce olmasıdır," demiştir. Buna göre problem yoktur. Fakat âlimler aksi görüştedirler. Hem ifk hadisinde de bunun aksini gösteren deliller vardır. Çünkü Hz. Aişe: "Olay, hicab âyeti nazil olduktan sonra oldu." dem ektedir.[633] Hicab âyeti ise Zeyneb bt. Cahş hakkında inmiştir. O zaman Zeynep Hz. Peygam-ber'in (s.a.) nikâhındaydı. Çünkü Rasûlullah (s.a.) Hz. Zeyneb'e Hz. Âişe hakkındaki kanaatini sormuş, o da: "Kulağımı ve gözümü duymadığım, görmediğim şeyden muhafaza ederim." demişti. Hz. Âişe der ki: "Zeyneb, Hz. Peygamber'in hanımları arasında benimle rekabet ederdi."
Tarihçiler, Hz. Peygamber'in (s.a.) Zeyneb'Ie evlenmesinin hicretin 5. yılı Zilkade ayında olduğunu kaydederler. Buna göre Musa b. Ukbe'nin görüşü sahih değildir. Muhammed b. İshak: "Mustahkoğüllan gazası Hendek savaşından sonra hicretin 6. yılında oldu." der, orada ifk hadisini zikreder. Ancak o bunu Zührî'den, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe yoluyla Hz. Âi-şe'den aktararak hadisi kaydeder. Bu hadiste: "Üseyd b. Hudayr kalktı ve: Ya Rasûlullah! Size ben yardım edeceğim, dedi. Sa'd b. Ubâde de karşı çıktı." demekte ve Sa'd b. Muaz'ı anmamaktadır. Ebu Muhammed İbn Hazm diyor ki: Kendisinde hiç şüphe olmayan doğru budur. Sa'd b. Muaz isminin zikredilmesi bir yanlışlıktır. Çünkü Sa'd b. Muaz, şüphesiz Kurayzaoğulları fethinin hemen peşinden vefat etmiştir. Fetih ise hicretin 4. yılı Zilkade ayının sonunda olmuştur. Mustalıkoğulları gazası ise, Sa'd'in vefatından 1 yıl 8 ay sonra, 6. yılda olmuştur. Adı geçen iki şahıs arasındaki münakaşa, Mustalıkoğulları gazasından dönüşten 50 günü aşkın bir zaman geçtikten sonra olmuştur. [634]
Ben derim ki: Doğru olan, ileride geleceği gibi Hendek savaşının hicretin 5. yılında olduğudur.
. İfk hadisinde, Buharî'nin, Ebu Vâil aracılığıyla naklettiği bir rivayetinde: Mesrûk'un: 'Ümmü Rûman'dan ifk hadisini anlatmasını istedim, rivayet etti." dediği geçmektedir[635] Bir çok âlim şöyle demektedirler: Bu, apaçık bir yanlıştır. Zira Ümmü Rûman, Hz. Peygamber (s.a.) döneminde vefat etmiş ve Allah Rasûlü (s.a.) kabrine inerek: "Hurilerden bir kadına bakmaktan hoşlanan kimse buna baksın." demiştir[636] Diyorlar ki: "Mesrûk, Ümmü Rûman'ın sağlığında Medine'ye gelip ondan hadisi rivayet etmesini istemiş olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.) ile görüşmüş olması ve O'ndan hadis işitmiş olması gerekirdi. Halbuki Mesrûk, Medine'ye ancak Allah Rasûlü'nün (s.a.) vefatından sonra gelmiştir." Yine diyorlar ki: "Mesrûk, Ümmü Rûman'dan bu hadisten başka bir hadis daha rivayet etmiş, ancak mürsel olarak rivayette bulunmuştur. Dolayısıyla bazı râviler, onun Ümmü Rûman'dan hadis işittiğini zannetmişler ve bu hadisi de duyduğuna hamletmişlerdir. Beiki de Mesrûk: 'Ümmü Rûman'dan rivayet etmesi istendi.' demiştir de bazıları bunu.*Ben istedim' şeklinde yanlış okumuşlardır. Çünkü âlimlerden hemzeyi her zaman elif üstüne yazanlar vardır."
Öteki âlimler diyorlar ki: Bütün bunlar Buharî'nin Sahih'ine aldığı sahih rivayeti reddetmez. İbrahim el-Harbî ve başkaları demişlerdir ki: "Mesrûk, henüz on beş yaşındayken Ümmü Rûman'dan hadisi sormuş, yetmiş sekiz yaşında iken de vefat etmiştir. Ümmü Rûman, Mesrûk'un kendisinden hadis rivayet ettiği kimselerin en eskisidir". Bunlar diyorlar ki: "Ümmü Rûman'ın, Hz. Peygamber (s.a.) hayatta iken vefat ettiğine ve Hz. Peygamber'in (s.a.) onun kabrine indiğine dair hadise gelince, bu hadis sahih değildir.Sahih olmasını engelleyen iki illet vardır: Birincisi; Aii b. Zeyd b. Cüd'ân'ın rivayet etmiş olmasıdır ki bu râvi, hadisiyle delil getirüemiyecek zayıf bir râvidir. İkincisi ise; hadisi Hz. Peygamber'den (s.a.) Kasım b. Muhammed yoluyla rivayet etmiş olmasıdır. Kasım ise Hz. Peygamber (s.a.) devrine yetişmemiştir. Öyleyse bu hadis nasıl olur da Buharî'nin Sahih'inde rivayet ettiği güneş gibi bir isnada sahip hadisin karşısında kabul görebilir! Buharî hadisinde Mesrûk: 'Ümmü Rûman'dan sordum da hadisi bana anlattı.' demektedir ki, bu hadisin lafzının 'süüet = soruldu' olmasını iptal eder." Ebu Nuaym da, MaYıfetü's-Sahabe adlı eserinde: "Ümmü Rûman'ın, Hz. Peygamber (s.a.) döneminde vefat ettiği söylenilmişse de bu yanlıştır." der.
İfk hadisinin rivayetlerinden birinde: Hz. Ali'nin kendisiyle istişare ettiğinde Hz. Peygamber'e (s.a.); "Cariyeye sor, o sana doğrusunu söyler." dediği; bunun üzerine Berîre'yi çağırıp sorduğunda onun: "Âişe hakkında kuyumcunun halis altın hakkında bildiğinden başka bir şey bilmiyorum." dediği veya buna benzer bir şey söylediği geçmektedir. Bu da bir problem olmuştur. Çünkü Berîre, ancak bundan uzun bir süre sonra kölelik sözleşmesi yapıp azad olmuştur. Hz. Peygamber'in (s.â.) amcası Abbas o zaman Medine'de idi. Hz. Abbas ise Medine'ye ancak Mekke fethinden sonra gelmişti. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.), kocasına dönmesi için Berîre'ye aracılık edip onun da buna razı olmadığı zaman, amcasına: "Ey Abbas! Mugîs'in kendisine olan sevgisine rağmen Berîre'nin ona nefret duymasına hayret .etmiyor musun?" demiştir.[637]
İfk hâdisesinde Berîre, Hz.Âişe'nin yanında değildi. Onların bu zikrettikleri şayet bağlayıcı ise, o zaman yanlışlık, cariyenin Berîre olarak isimlen-dirilmesindedir. Hz. Ali, Hz. Peygamber'e (s.a.): "Berîre'ye sor" dememiş, sadece "Cariyeye sor, o sana doğrusunu söyler." demişti. Bazı râviler onu Berîre sandılar ve onu öylece isimlendirdiler. Eğer Mugîs'in Fetih sonrasına kadar karismil istemeye devam etmiş ve ondan ümit kesmemiş olması suretiyle onların zikrettikleri bağlayıcı değilse problem ortadan kalkar[638]. En iyi bilen Allah'dır.
Bu gazadan dönüşleri esnasında münafıkların başı İbn Übey: "Medine'ye dönersek, andolsun ki üstün kimseler zelil kimseleri oradan çıkaracaktır." dedi. Zeyd b. Erkam bu sözü Hz. peygamber'e (s.a.) iletti. İbn Übey de gelip kendini mazur göstererek böyle bir şey söylemediğine yemin etti. Hz. Peygamber (s.a.) susup bir şey söylemedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ Münafi-kûn sûresinde Zeyd'i tasdik eden âyetleri indirdi. Allah Rasûlü (s.a.) Zeyd'in kulağından tutup: "Müjdeler olsun, Allah seni doğruladı." dedi, sonra: "Bu, kulağı ile Allah'a vefakârlık gösteren kimsedir." buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Ey Allah'ın Rasûlü! Abbâd b. Bişr'e emret de İbn Übey'in boynunu vursun." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) de: "İnsanlar, Muhammed ashabını öldürüyor diye konuştuklarında onlara bunu nasıl anlatırız?" buyurdu.[639]
[631] Nûr, 24/16. Ifk hadisesi için bk. Buharî, 52/15, 65/6; Müslim ,2770; Tirmizî, 3179; İbn Hişâm, 2/297-307; İbn Kesîr, 3/304-311.
[632] Nûr, 24/26.
[633] Hafız îbn Hacer, Fethu'l-Bârî'de (7/333) şöyle demektedir: Hİcâb âyeti bîr grup âlime göre 4. senenin
Zilkadesinde inmiştir. Vâkıdî'nin, Hİcâb âyetinin inişi 5. yılın Zilkadesinde idi, sözü kabul edilemez. Halîfe, Ebu Ubeyde ve bir çok âlim bunun 3. yılda olduğunu kesin görmüşlerdir.
[634] Cevâmiu's-Sîre, s. 206; Fethu't-Bârî, 8/360.
[635] Buhârt, 60/19.
[636] İbn Sa'd, 8/277. Buharî, Tarih'inde, ayrıca İbn Münde ile Ebu Nuaym, Hamraad b. Seleme - Ali b. Zeyd b. Cüd'an - Kasım b. Muhammed kanalıyla rivayet etmişlerdir.
[637] Buharı, 68/16; Ebu Davud, 223; Dârimî, 2/170; Nesâî, 8/245, 246; îbn Mâce, 2075;İbn Abbas'tan.
[638] Bir başkası da Berîre'nin Hz. Âişe'ye ücret karşılığı hizmet ettiğini söyleyerek cevap vermiştir. Berîre, kölelik anlaşması yapmasından önce sahibi nezdinde bir köle olarak bulunuyordu.
[639] Buharı, 65/3, 65/5; Müslim, 2772; Tirmizî, 3309, 3310; Ahmed b. Hanbel, 4/369, 373: Zeyd b. Erkam'dan. Aynca Câbir'den; Buharî, (65/Münafıkûn sûresi/65) Müslim (2584), Tirmizî (3312) ve Ahmed b. Hanbel (3/393)'de bir hadis rivayet edilmektedir. Bk. ibn Kesîr, Tefsir, 4/369-371.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/298-306.