sumeyye
Fri 4 February 2011, 01:20 pm GMT +0200
İbn Hazm’ın Diğer Delilleri:
i. Ashap ve tabiînin istisnasız tümü icmâ halinde, herhangi bir kimsenin gerek kendilerinden ve gerekse öncekilerden birinin görüşüne yönelerek tümüyle onu almasını, başka bir şeye bakmamasını caiz görmemişler ve kendileri de böyle bir davranışa girmemişlerdir.
Bu durumda kim İmam Ebû Hanîfe, İmam Mâlik, İmam Şafiî ya da İmam Ahmed’in görüşlerini tümüyle alır, tabi olduğu imamın görüşlerinden hiçbirini terketmez, başka görüşlere bakmaz, konu hakkında Kitap ve sünnette yer alan nasslara dayanmaz, hep belli bir insanın mezhebi üzerinde saplanır kalırsa, o baştan sona bütün ümmetin icmâına açıkça muhalefet etmiştir. Bu kesindir ve en ufak kuşkuya mahal yoktur. Böyle bir tavır sergileyen kimse, kendisine bir selef bulamayacağı gibi, haklarında hüsnü şehâdette bulunulan ilk üç nesil [787] içerisinde böyle yapmış tek bir insan da bulamaz. Böylece o, mü’minlerin yolundan çıkmış, başka bir mecraya girmiş olur ki, böyle bir durumdan Allah’a sığınırız.
ii. Bütün meşhur fakihler, başkalarını taklit etmeyi yasaklamışlardır. Bu durumda onları taklit edenler, bizzat onlara muhalefet etmiş olurlar.
iii. Öbür taraftan bu fakihleri, Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Mes’ûd, İbn Ömer, İbn Abbâs, mü’minlerin annesi Hz. Âişe (r. anhum) gibilerinden üstün kılan ne?! Eğer taklit caiz ise, o zaman bu saydıklarımızdan her birine uymak, diğerlerine uymaktan daha uygun olurdu.
İbn Hazm’ın sözü bitti.
Onun taklidin haram olduğu hakkındaki bu sözleri ancak şu vasıftaki insanlar için geçerli olabilir:
i. Tek bir meselede bile olsa, kendisinde bir tür ictihâd kudreti olan kimse,
ii. Veya Rasûlullah’ın (s.a.) kesin olarak bir şeyi emretmiş ya da yasaklamış olduğunu ve o konuda neshin de bulunmadığını bilen kimse,
Tabiî bu sonuca hadisleri araştırmak, konuyla alâkalı muhalif-muvafık bütün sözleri toplamak ve neshedici bir delilin olmadığına vakıf olmakla, ya da ilimde üstün payeye ulaşmış âlimlerden kahir bir ekseriyetin öyle düşündüklerini, muhalif durumda olanların ise, kıyâs ya da istinbata tutunduklarını görmesiyle ya da daha başka bir yolla olur.
Böyle bir durumda Rasülullah’ın (s.a.) hadisine muhalefet etmenin sebebi, ya gizli bir nifak ya da açık bir ahmaklıktan başka bir şey olamaz.
Büyük üstad İzz b. Abdisselâm’ın [788] şu sözleriyle [789] işaret etmek istediği şey işte budur:
“İnsanı hayretten hayrete düşüren şeylerden biri de mukallid fakihlerin tavrıdır. Onlar, imamlarının görüşünün hiçbir şekilde savunulamayacak şekilde zayıf olduğunu anlarlar, buna rağmen, Kitap, sünnet ve sahih kıyasın desteklediği görüşleri terkederler de illâ kendi imamlarının mezhebini büyük bir taassupla taklit ederler. Dahası, taklit ettikleri imamı savunarak Kitap ve sünnetin açık delâletini reddetmek için çareler ararlar; uzak sakat teviller yaparlar.”
Yine o şöyle demiştir:
“İnsanlar, belli bir insana bağlı olmaksızın ulemadan her önlerine gelene sormakta idiler ve kimse bunu yadırgamazdı. Şu mezhepler ve mutaassıpları ortaya çıkıncaya kadar durum böylece devam etti. Şimdilerde artık kişi, görüşü delillerden uzak olsa bile imamını -sanki gönderilmiş masum bir peygamber gibi- büyük bir taassupla taklit etmektedir. Bu haktan ayrılma, doğrudan uzaklaşmadır; aklı başında hiçbir kimse böylesi bir duruma razı olamaz.”
İmam Ebû Şâme (ö. 665/1207) de şöyle demiştir:
“Fıkıhla uğraşan kimsenin, tek bir imamın mezhebiyle yetinmemesi ve her meselede Kitap ve muhkem sünnetin delâletine en yakın olan görüşün sahih olacağına inanması gerekir. Geçmiş temel ilimleri iyice tahsil etmiş bir kimse için bu, hiç de zor değildir. O taassuptan uzak kalmalı, sonradan ortaya çıkmış hilaf konularına dalmamahdır. Zira bunlar zamanı öldürmekten, kafayı karıştırmaktan başka bir yarar sağlamaz. İmam Şafiî’nin, insanlara hem kendisini hem de başkalarını taklit etmeyi yasakladığı sahih olarak bilinmektedir.”
İmam Şafiî’nin talebesi olan el-Müzenî (ö. 264/877), Muhtasar adlı eserinin başında şöyle demiştir:
“Bu kitabı, İmam Şafiî’nin ilminden özetledim.” Özetle şöyle diyor:
“Faydalanmak isteyenlerin istifadesine yaklaştırdım. Bununla birlikte ben, İmam Şafiî’nin, gerek kendisinin ve gerekse başkalarının taklid edilmesini yasakladığını, bundan maksadının da, herkesin kendi dini yaşantısında bizzat düşünmesi ve ihtiyatlı davranmasını öğrenmesi olduğunu bildirmek isterim.’ (Yani kim İmam Şafiî’nin ilminden faydalanmak isterse bilsin ki, İmam Şafiî taklidi yasaklıyor.)
iii. İbn Hazm’ın görüşüne uygun düşen üçüncü tip insan, belli bir fakihi taklit eden ve onun asla yanılmazlığına, her dediğinin behemehal doğru olduğuna inanan, imamının içtihadına aykırı bir delil ortaya çıksa bile onu terketme düşüncesine asla yer vermeyen avamdan kimselerdir.
Tirmizî’nin rivayet etmiş olduğu şu hadis bu manayı ifade etrnektedir: Adiyy b. Hatim [790] şöyle anlatır: Rasûlullah’ı (s.a.) şu âyeti okurken işittim:
“Onlar din âlimlerini ve rahiplerini Allah’tan gayrı rabler edinmişlerdi.” [791] Sonra şöyle buyurdu:
“Elbette onlar, âlim ve rahiplere tapınmıyorlardı; ancak onlar bir şeyi kendilerine helâl kıldıklarında, onlar da onu kendilerine helâl sayıyorlar; bir şeyi haram kıldıklarında da, onu haram biliyorlardı.” [792]
iv. Dördüncüsü, meselâ bir hanefînin, şâfıî bir fakihten -ya da tersi- fetva sormasını caiz görmeyen yahut bir hanefînin namaz kılarken şâfiî bir imama uymasını caiz görmeyen kimsedir. Böyle biri, elbette ki ilk asırların icmâma muhalefet etmiş, sahabe ve tabiîne ters düşmüş olur.
İbn Hazm’ın sözüne uygun düşen, sözünü ettiğimiz evsaftaki kimseler olup, Hz. Peygamber’in (s.a.) buyruğundan başka herhangi bir kimseyi, itaat edilmesi şart olan kimse kabul etmeyen, ancak Allah ve Rasûlünün helâl bildiklerini helâl sayıp, haram kıldıkların haram kabul eden, fakat doğrudan doğruya Hz. Peygamber efendimizin sözlerini, davranışlarını bilemediğinden, farklı hadislerin arasını telif edecek veya o sözlerden istinbatla meselelere çözüm bulacak gücü taşımadığından, sâlih ve kâmil bir âlimin eteğine yapışan, bu âlimin de doğru söylediğine ve meseleyi açıklarken onun, peygamberin sünnetine bağlı ve sadece onu dile getiren biri olduğuna inanan, o âlimin görüş ve düşüncesinin doğru olmadığını anladığı an hiçbir tartışma ve inada sapmadan derhal onun eteğini bırakacak olan kimse değildir. Böyle bir insanı kim ve nasıl kötüleyecek, sünnete aykırı kabul edecektir!
Kaldı ki fetva isteme ve fetva verme işinin, Hz. Peygamber (s.a.) döneminden başlayarak kesintisiz devam ettiğini herkes bilir. Daima bir tek kimseden fetva alan kimse ile bazen bir âlimden, bazen da başka bir âlimden fetva alan, düşüncesi duru, niyeti sağlam, sadece şeriata bağlanmayı amaçlayan kişi arasında hiçbir fark olmadığı herkesin malumudur. Bu nasıl caiz olmaz ve neden caiz olmasın? Biz hiçbir müctehid hakkında, Allah’ın ona gökten fıkıh indirdiğine, bizim ona itaatimizin vacip, onun da masum olduğuna inanmamızı gerektiren bir durum yoktur. Eğer biz ona uyuyorsak bu, sadece onun Allah’ın kitabını ve Hz. Peygamber’in (s.a.) sünnetini iyi bilen bir âlim olduğuna inandığımız içindir.
İşte böyle bir müctehidin görüşü (fetvası) mutlaka şu ihtimallerden birini taşımaktadır:
i. Ya, kitap ve sünnetin açık ifadesine dayanmaktadır,
il Ya bir tür ictihad yolu ile Kitap ve sünnetten çıkarılmıştır.
iii. Veya karinelere dayanarak hükmün falanca illete bağh olduğunu anlamış ve kalbi buna iyice yatmıştır. Aralarındaki illet birliğinden hareketle hakkında nass bulunmayanı, hakkında nass bulunana kıyas etmiştir.
Bu durumda o sanki, “Ben bundan, Hz. Peygamber’in (s.a.), ‘Bu illetin bulunduğu her yerde hüküm şöyle olacak/buyurduğunu anlıyorum” demektedir. Böylece kıyaslanacak mesele de bu genel ve küllî esas içine girmektedir ve bu da, sonuçta Hz. Peygamber’e (s.a.) dayandırılmaktadır. Ancak bu nisbette zan vardır. Eğer böyle olmasaydı, hiçbir mü’min hiçbir müctehidi taklit etmez ve ona bağlanmazdı.
Bu durumda, elimize Allah Teâla’nın, kendisine itaat edilmesini bize farz kıldığı günahsız, hatasız Hz, Peygamber’in (s.a.) güvenilir bir yolla sağlam bir hadisi geçerse, o hadis de bu müctehidin veya imamın fetvasına, görüşüne aykırı ise, biz, bu hadise aldırmadan hâlâ o tahmin ve zanna dayalı mezhebe bağlı kalmakta ısrar edersek, bizden daha hatalı yol seçen kim olabilir ve yarın kıyamet gününde Allah’ın huzurunda ne mazeret ileri sürebiliriz?
2) Tahrîc İle Hadisin Araştırılması İşleminin Bir Arada Yürütülmesi:
Hem fukahanm görüşleri üzerine yapılan tahrîrin, hem de hadis lâfzının araştırılmasının dinde çok sağlam esasları vardır. Muhakkik âlimler öteden beri her iki metodu da kullanagelmişlerdir. Kimi şunu az kullanmış, bunu çok; kimi de tersine şunu çok kullanmış bunu az; ama her ikisine de yer vermişlerdir. Bu itibarla bu önemli iki esastan her birinin tümden ihmal edilmesi -her iki ekolün genelde yaptığı gibi- uygun değildir. Yapılması gereken, bunlardan her birinin diğerine uygunluğunun araştırılması ve ortaya konulması, her birindeki eksikliğin diğeri vasıtasıyla telafı edilmesidir. Hasan el-Basrî’nin (ö. 110/728):
“Kendisinden başka ilâh olmayana yemin ederim ki sizin sünnetiniz, ifrat ve tefritin ortasındadır.” şeklindeki sözünün ifade ettiği mana budur. Bu itibarla ehl-i hadisten olanın, tercih etmiş olduğu ve benimsediği şeyi, tabiînden olan müctehidlerin görüşlerine vurması; ehl-i tahrîcden olanın da, sarîh ve sahih olan sünnete muhalif düşmemesini temin edecek hadisler bulması ve onlara dayanması, mümkün mertebe hakkında hadis ya da eser bulunan bir konuda kendi re’yi ile görüş ileri sürmekten kaçınması uygun olur.
[787] "Hayru ümmeti karnî..." hadisiyle. (Ç)
[788] İzzuddin b. Abdisselâm es-Sâlimî ed-Dımeşkî eş-Şâfiî: "Sultânu'l-ulemâ" lâkaplı büyük imam ve fakihtir. 577 yılında Şam'da doğmuştur. Arap dili, badis, fıkıb ve usûlde asrının büyük imamlarındandı. Ders okutmuş, fetva vermiş, çeşitli teliflerde bulunmuştur. Kavaidu'l-ahkâm, el-İşâre ilâ'l-îcâz fi ba'dı envâ'ı'l-mecâz, Makâsıdu's-salât ve yazma halde bulunan daha başka kitapların sahibidir. 660/1262 yılında vefat etmiştir.
[789] Bkz. Kavâidul-ahkâm, 2/135. (Ç)
[790] Adiyy b. Hatim et-Tâî: Kadri büyük, cömert ve cesur sahâbîlerdendi İslâm öncesi ve sonrası Tay kabilesinin reisiydi. Mürtedlerle yapılan savaşlarda önemli yararlılıklar göstermiş, Irak fethine iştirak etmiş ve Kûfe'ye yerleşmiştir. Cemel ve Sıf'fîn savaşlarında Hz. Ali'nin yanında yer almıştı. Muhtâru's-Sekafî zamanında, 68/687 senesinde yüz yaşının üzerinde iken ölmüştü.(Ç)
[791] Tevbe: 9/31.
[792] Bkz. İbn Kesîr, 2/348.