- Hz.Peygember devrinde füru

Adsense kodları


Hz.Peygember devrinde füru

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
hafız_32
Mon 4 October 2010, 10:38 am GMT +0200
Dördüncü Bölüm


Hz. PEYGAMBER DEVRİNDE FÜRU (İbâdet Ve Hukuk)


I. Mekke Dönemi
 

Rasûlullah'ın yaşadığı Fıkıh Devresi, Mekke ve Medine dö­nemlerine ayrılır. Birinci dönemde inanç, düşünce ve ahlâk pren­siplerine daha çok önem verilmiş, gelen ayetlerin çoğu bu konular­la ilgili olmuştur. Pıkh'ın gerek ibadet ve gerekse hukuk kısımları­nı konu alan ayetler ise daha azdır. Hicretten önce olup Mekke dö­nemine ait bulunan, fakat hangi yılda konduğu belli olmayartbaş-lıca hükümler şunlardır:

1. Daha önce araplar arasında yaygın bulunan «kız çocukları­nı öldürme» âdetinin kesin olarak yasaklanması.[139]

2. Allah adına hüküm uydurarak kendilerine yasak ettikleri temiz yiyeceklerin helal kılınması.[140]

3. Şu ayetlerin ihtiva ettiği hükümler:

«De ki: Bana vahyolunanda (Kur'an'da), onu yiyecek kimse için leş veya akıtılmış kan, yahut domuz eti —ki pisliğin ta kendi­sidir— ya da Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Ama kim çaresiz (dar­da) kalırsa hakka tecavüz etmemek ve sınırını aşmamak üzere (bunlardan yiyebilir) çünkü Rabbin bağışlayan ve esirgeyendir.»[141]

«De ki: Geliniz Rabbinizin size neyi haram kıldığını okuya­yım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; sizin de onların derızkını biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşma­yın ve haksız yere Allah'ın yasakladığı cana kıymayın. İşte şu size anlatılanları Allah (emir ve) tavsiye etti. Umulur ki düşünüp an­larsınız. Erginlik çağına erişinceye kadar yetimin malına, sadece en güzel bir maksatla yaklaşın; ölçü ve tartıyı düzgün yapın. Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz. Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız dahi olsa adaleti gözetin; Allah'a verdiğiniz sözü tutun. îşte Allah size iyice düşünesiniz diye bunları emretti.»[142]

«Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan ye­meyin; çünkü onu yemek günahtır...»[143]

Mekke dönemine ait olup tarihi bilinen hükümler de vardır: [144]

 
1. Namaz
 

Beş vakit namaz farz kılınmadan önce Peygamberimiz (s.a.v), peygamberlik geldiği günlerden itibaren sabah ve akşam olmak üzere günde iki vakit namaz kılmıştır. Bu arada kendisine gece namazı da farz kılınmış, sonra bu namaz gecenin üçte biri kadar bir müddete indirilmiştir. Garanik hadisesi bazılarınca yanlış an­laşılmış ve nakledilmiş olmakla beraber, Kur'ân-ı Kerim'in bazı ayetleri okununca secde etmenin, hicretten önce gerekli kılındığı­nı göstermektedir. Hz. Aişe'den nakledilen «Farz namazlar önce ikişer rek'at şeklinde farz kılındı, sonra yolcunun namazında bu sayı değiştirilmedi, yolcu olmayanın namazında ise —ikişer rek'at— arttırıldı.»[145] şeklindeki rivayet de namazın hicretten önce, azdan çoğa doğru arttırılarak farz kılındığına delalet etmektedir.[146]

 
2. Beş Vakit Namaz
 

Beş vakit namazın miraç hadisesi ile birlikte farz kılındığında ittifak vardır. Miraç da hicretten bir yıl önce vaki olduğuna göre bütün müslümanlann kılmakla yükümlü bulundukları beş vakit namazın hicretten bir yıl önce farz kılındığı ortaya çıkmaktadır.

Miraç gecesini takip eden günlerde Cebrail gelip Hz. Peygamber ile'birlikte bir gün beş vakit namazı ilk vakitlerinde, ikinci gün ise son vakitlerinde kılmış ve böylece namazların vakitlerinin baş­langıç ve sonunu açıklamıştır.[147]

 
3. Gusül, Abdest Ve Necasetten Taharet
 

Araplarda, îslamdan önce de cünüplükten dolayı yıkanma adeti vardı. Mekke döneminde namaz farz kılınınca cünüp olanla­rın yıkanmadıkça namaz kılamıyacakları bildirildi ve Peygambe­rimizin fiili ile guslün şekli öğrenildi. «îyice temizlenmiş olmayan­lar ona (Kur'ân'a) dokunamaz.»[148] mealindeki ayet de Mekke'de nazil olmuştur ye burada geçen «iyice temizlenmekten maksat» gusüldür. Hz. Ömer'in müslüman olması olayında kızkardeşi, gusül etmedikçe Kur'ân sayfasına dokunmasına izin vermemişti; bu olay da guslün Mekke dönemine ait olduğunu göstermektedir.

Abdestin hangi dönemde farz kılındığı konusunda iki görüş vardır. Ibn Abdilberr'e göre Peygamberimiz hiçbir zaman abdest-siz namaz kılmamıştır; şu halde namaz gibi abdest de Mekke dö­neminde gerekli kılınmıştır. Ibn Hazm'e göre abdest Medine'de farz kılınmıştır; çünkü abdesti ve teyemmümü anlatan âyetin Me­dine'de nazil olduğu kesin olarak bilinmektedir. Buna karşı bazı hadislerde, daha Mekke döneminde iken abdestten bahsedildiği ileri sürülmüş[149] bazıları da abdestin Mekke döneminde teşvik edil­diğini (mendub olduğunu) Medine'de ise farz kılındığı ileri süre­rek bu iki görüşü uzlaştırma yoluna gitmişlerdir, ileride gelişin­den bahsedilecek olan abdest ve teyemmüm ayetinin meali şöyle­dir: «Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzleri­nizi, dirseklerinize kadar ellerinizi ve başlarınıza meshedip, to­puklara kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp oldunuz ise boy abdesti alın. Hasta, yahut yolculuk halinde bulunursanız, yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadınlara dokunmuşsanız (cinsî temas yapmışsanız) ve bu hallerde su bulamamışsamz te-nıız toprak ile teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla mesnedin...»[150] Bu âyet Medine'de nazil olmuştur;ancak bu vakıa, abdest ve gusülün de Medine de farz kılındığını göstermez. Yukarıda geçen deliller bu iki ibadet hazırlığının Mekke döneminde de mevcudiyetini gösterdiğine göre burada zik­redilmelerinin sebebi, bilinen abdest ve gusülün sebeplerini toplu olarak bildirmek ve Medine'de bu ayet ile bildirilen teyemmümün __sebebi ne olursa olsun— hem abdest, hem de gusül yerine geçti­ğini anlatmaktır.

«Giysilerini teiniz tut»[151] mealindeki ayet namaz kılabilmek için elbiselerin necaset sayılan şeylerden temizlenmiş bulunması grektiğini ifade etmektedir ve Mekke'de nazil olmuştur. Yine Mekke döneminde Hz. Peygamber Kabe Mescidinde namaz kılar­ken müşrikler tarafından üzerine hayvan işkembesinin pisliği atılmış, sonra Hz. Fatıma gelip bunu temizlemişti. Şu halde neca­setten taharet Mekke döneminde farz kılınmış bir ibadet hazırlı­ğıdır. [152]

 
4. Cuma Namazı
 

Müslümanlar Medine'ye hicret etmeye başlayınca Hz. Pey­gamber (s.a.v.), ensara islâm'ı öğretmesi için Mus'ab b. Umeyr'i görevlendirmiş, Mus'ab'm talebi üzerine de cuma namazım kıldır­ması için izin vermişti. Kendileri henüz Medine'ye hicret etmeden burada cuma namazı kılındığı için bu ibadetin başlangıcı da Mek­ke dönemine Taslamaktadır. [153]

 
Iı. Medine Dönemi Birinci Yıl
 

1. Hutbe:
 

 Hz. Peygamber Medine'ye hicret edince ilk hutbesini Kubâ Mescidinde (bir rivayete göre de Medine'deki Peygamber Mesci­dinde îrad buyurmuş ve bundan sonra hutbe, cuma vb. namazla­rın bir parçası haline gelmiştir.[154]

 
2. Ezan:
 

Medine'de hicretten hemen sonra müslümanlan beş vakit na­maza davet etmek için bir çare aranmış, Rasûlullah (s.a.v.) ashabı ile bu konuyu istişare etmiştir. Hristiyanlar gibi çan çalınması, yahudiler gibi boru öttürülmesi, ateş yakılması vb. vasıtalar teklif edilmiş ise de Peygamberimiz bunları beğenmemiş ve meclis da­ğılmıştır. Hazrec kabilesinden Abdullah b. Zeyd isimli zat rüya­sında bir kişinin ezan okuyarak namaza davet ettiğini ve kamet getirerek de cemaate çağırdığını görmüş, uyanınca rüyasını Rasûlullah'a anlatmıştır. Rasûlullah «Bu ilâhî bir rüyadır» bu­yurduktan sonra sesi müsait olan Bilâl'e emretmiş, Bilâl'in Pey­gamber Mescidine yakın yüksekçe bir evin üstünde başlattığı ezan-ı Muhammedi, kıyamete kadar, dalga dalga dünyaya yayıl­mak üzere güzel bir sünnet ve şiar olmuştur, ilk ezam duyunca ko­şarak gelen Hz. Ömer de aynı rüyayı gördüğünü ifade etmiştir.[155]

 
3. Nikâh:
 

Cahiliye devrinden bahsederken yaptıkları evlenme akdi çe­şitlerine de temas etmiştik.Islâm dini bunlar içinden bugün bildi­ğimiz evlenme akdi şeklini ibka etmiş ve gerekli ıslâhatı yapmış­tır. Hicretin birinci yılında Abdurrahman b.Avf evlendiği zaman Peygamberimiz kendisine «Eşine mehir olarak ne verdin» diye sormuş, o da «Bir çekirdek altın» demiştir (bir gramdan biraz faz­ladır). Peygamberimiz bu cevabı aldıktan sonra «Bir koyun kese­rek bile olsa bir de ziyafet ver» buyurmuştur.[156]

Mehir, düğün ve ziyafet gibi unsurlar ile başlayan aile mües­sesesinin kuruluşu ve ıslâhı, çeşitli zamanlarda gelen «eş sayısı­nın sınırlandırılması, karşılıklı hakların tesbiti, anlaşmazlıkla­rın çözümü» gibi hükümlerle tamamlanarak devam etmiştir. [157]

 
4. Cihad:
 

Müslümanlar önce Habeşistan'a, sonra da Medine'ye hicret ettikleri halde Mekkeli müşriklerin zulmünden kurtulamamış­tıar, bilhassa Mekke'de kalan kadın, çocuk ve yaşlılar, çeşitli taz­yik ve işkencelere maruz kalmışlardı. Müşrikler bununla da ye­tinmiyor, İslâm'ın yayılmasını önlemek için ellerinden geleni geri koymuyorlardı. Böylece zulmü ortadan kaldırmak, din ve vicdan hürriyetini sağlamak için düşmanın saldırısına karşı koymak ka­çınılmaz hale gelmiş, ashab da bunu ısrarla taleb eder olmuştu. Allah Teâlâ: «Kendilerine karşı savaş açılanlara, zulme uğramış olmaları sebebiyle —mukabele etme konusunda— izin verildi, şüphe yok ki Allah onlara yardım etmeye hakkıyla kadirdir.»[158] bu­yurarak müslümanlarm savaşmalarına izin verdi. Daha sonra ge­len ayetler savaşın amacına da ışık tutuyordu: «Fitne tamamen yok oluncaya ve din de yalnızca Allah için (benimsenir) oluncaya kadar onlarla savaşın. Fitne çıkarmadan vazgeçerlerse, zalimler ve aşırı gidenler hariç, saldırma ve düşmanlık yoktur. Haram aya karşılık haram aydır.îşlenen suçlara karşılık da kısas vardır. Kim size saldırırsa siz de ona misilleme ölçüsünde saldırın. Allah'tan korkun; biliniz ki Allah sakınanlarla beraberdir.»[159]

«Size ne oldu da Allah yolunda ve "Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan ve şehirlerden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize kalından bir yardımcı yolla" diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?»[160]

Bu izinle başlayan cihad, gerekçesi bulundukça kıyamete ka­dar sürmek üzere meşru kılınmış, Peygamberimiz on yıllık Medi­ne hayatında yirmi beş civarında büyük, küçük gaza yapmıştır. [161]

 
5. Belediye Nizamı:
 

«İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara ver­mek için ölçüp tarttıklarında ise noksan yapan hilekârlara yazık­lar olsun!»[162] mealindeki ayetler, çoğunluğa göre Mekke'de, bazı­larına göre ise Medine'de nazil olmuştur ve bu ayetleri ihtiva eden süre, Medine'de gelen ilk süredir. Bu rivayete göre belediye niza­mının temeli de Medine'de ilk yıldan itibaren atılmış olmaktadır. [163]

 
İkinci Yıl
 

1. Oruç:
 

Daha önceki ümmetlere de farz kılındığı Kur'ân-ı Kerim1 de bildirilmiş olan Ramazan orucu, muhtemelen Hz. İsmail ve babası İbrahim şeriatinden kalmış bir gelenek olarak araplarca tanınır, bazı kimseler bu ayda oruç tutarlardı. Peygamberimiz de bu ayda Hira dağına çekilir, burada ibadet ve tefekkür ile meşgul olurdu. Nitekim böyle bir ramazan ayında kendisine ilk vahiy gelmiş ve Kur'ân-ı Kerim'in nüzulü başlamıştı. Medine'ye hicret edince, bu­rada yahudilerin Aşura orucu tuttuklarım gören Rasûlullah, «biz bunu tutmaya onlardan daha lâyıkız» buyurarak mezkûr orucu vacib kılmıştı. Sonra aşağıdaki ayetler gelerek Ramazan orucunu müslümanlara farz kıldı ve aşura orucu mecburiyetini kaldırdı: «Ey iman edenler! Sizden Öncekilere yazıldığı gibi oruç size de ya­zıldı (farz kılındı); umulur ki korunursunuz. Oruç size sayılı gün­ler olarak yazıldı. Sizden her kim hasta, yahut yolcu olursa, tuta­madığı günler kadar diğer günlerde oruç tutar... Ramazan ayı, in­sanlara yol gösterici ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'ân kendisinde indirilen aydır. Sizden her kim hilali görürse oruç tutsun...»[164]

 
2. Bayram Namazları:
 

Medine'de halkın eğlenip neşelendiği iki günleri vardı. Pey­gamberimiz burayı teşrif ettikten sonra «Allah bunların yerine si­ze daha iyi ikisini verdi; fıtır bayramı ve kurban bayramı» buyu­rarak bu iki bayramı koydu ve halka bayram namazlarını kıldır­dı.[165]

 
3. Fıtır Sadakası:
 

Ramazan ve bayramda fakirleri sevindirmek ve geçimlerine katkıda bulunmak üzere —ülkemizde fitre diye bilinen— fıtır sa­dakası yine aynı yılda Peygamberimiz tarafından konmuştur. [166]

 
4. Kurban:
 

Peygamberimiz namazgahta, halka kurban bayramı namazı­nı kıldırdıktan sonra hazırladığı iki boynuzlu koçun birisini ken­disi ve ailesi için, diğerim de ümmeti için kurban etti, sonra da «Allah'ım bu sendendir ve sanadır» dedi.[167] Hz. İbrahim'in geçirdi­ği büyük imtihandan sonra Allah'ın lütfettiği koç kurbanını da ha­tırlatan bu ibadet böylece İslâm'da devam etmiş oluyordu. [168]

 
5. Zekat:
 

Îbnu'1-Esir, zekâtın hicrî dokuzuncu yılda farz kılındığını ke­sin olarak ifade etmiştir. Ancak daha hicrî beşinci yılda Peygam­berimize gelen Dımam b. Sa'lebe «(Bu sadakayı) zenginlerimizden alıp fakirlerimize dağıtmanı sana Allah mı emretti?» sorusu ile zekattan bahsettiğine göre bu ibadetin daha önce farz kılındığı anlaşılmaktadır. Ibnu'l-Esir'in bahsettiği olay, muhtemelen me­murlar tayin edilerek zekâtın devlet tarafından toplanmaya ve dağılmaya başlanmasıdır.[169] Kays b. Sa'd «Rasûlullah bize, zekât âyeti inmeden önce fitır sadakasını emretti» demiştir. Kastedilen ayet ise «Mallarından, onları temizleyeceğin ve ruhlarını yücelte­ceğin bir sadaka (zekât) al» mealindedir.[170]

 
6. Kıblenin Değiştirilmesi:
 

Müslümanlar Mekke döneminde namaz kılarken Kudüs'teki Beyt-i Makdis'e yöneliyor, Kabe'yi de önlerine aldıkları için aynı zamanda hem Kabe'ye, hem de Beyt-i Makdis'e dönerek namaz kılmış oluyorlardı. Medine'ye hicret edince bu imkan ortadan kalktı ve yalnızca Beyt-i Makdis'e yönelerek namazlarını kıldılar. Araplar yıllardan beri Kabe'yi mukaddes biliyor, oraya hürmet ediyorlardı, namazda da oraya yönelmek isterlerdi. Ancak ilk kıb­leye yönelerek namaz kılmanın da hikmetleri vardı; bir yandan içi henüz putlarla dolu olan Kabe'ye ibadette yönelmemek suretiyletevhid korunuyor, müşrik araplara muhalefet edilmiş oluyor, di­ğer yandan yahudüerin gönlü İslâm'a ısındırılıyordu. Bu geçici hikmetlerin müddeti dolunca müslümanlar alıştırılarak Kabe'ye yöneltildiler; önce «Doğu da Batı da Allah'ındır. Nereye dönerse­niz Allah'ın yüzü (zatı) oradadır...»[171] buyurularak şuraya veya buraya yönelmenin bir sembol olduğu, gönüllerin yöneldiği varlı­ğın bir tek olup asla değişmediği anlatılmış oldu, sonra da «Biz se­nin yüzünün göğe doğu çevrilmekte olduğunu görüyoruz. Hemen seni, hoşnut kalacağın bir kıbleye doğru döndürüyoruz; yüzünü artık Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müslümanlar) siz de ne­rede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin...» buyurularak müslümanlarm ebedî kıbleleri belirlenmiş oldu. Bu olay hicrî ikinci yılın Receb ayında vukubulmuştur.[172]

 

7. Ganimetler Ve Taksimi:
 

islâm'dan önce araplar savaşta ve talanda elde ettiklerini güç ve soy esasına göre dağıtırlar, aslan payım da kabile reisleri alırdı, islâm savaşın sebeplerini makul ve ebedî boyutlara indirdiği gibi savaş ganimetlerine de adil bir şekilde paylaşma esasını getirdi. Hicretin birinci yılında sınır boylarına gönderilen ilk akıncı gru­bu, Abdullah b. Cahş'm grubu idi. Akıncılar bu hareket esnasında ganimet elde etmişler ve komutan Abdullah ganimeti beşe ayır­mış, beşte birini Rasûlullah'a getirmiş, geri kalan kısmını gazilere eşit olarak paylaştırmıştı. İkinci yıl Bedir savaşında gelen ayet, Abdullah'ın bu içtihadını tasvib ediyor ve ilk düzenlemeyi yapı­yordu: «Eğer Allah'a ve hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile karşılaştığı (Bedir) günü kulumuza gönderdiğimiz şeye iman ediyorsanız, bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Rasûlüne, O'nun akrabasına, yetimlere, yoksullara ve (yolda kalmış) yolculara aittir. Allah her şeye hak-kıyle kadirdir.»[173]

Enfâl sûresinin başında «Allah ve Rasûlüne ait» olduğu bildi­rilen «enfali» de müfessirlerin çoğu, ganimet manasına almışlar­dır. Şu halde önce her şey gibi ganimetin de Allah ve Rasûlüne ait olduğu bildirilmiş, sonra da yine Allah'ın iradesi ve Rasûlününrızası ile bunun nasıl dağıtılacağı açıklanmış olmaktadır. Buna göre ganimetin beşte dördü gazilere dağıtılmakta, beşte biri de yine beş kısma ayrılarak ayette sayılan sınıflara verilmektedir. Allah ve Rasûlüne ait olan kısım Rasûlullah tarafından alınır ve pek azı ailesine, çoğu ise muhtaç müslümanlarm ihtiyaçlarına sarfedilirdi. Rasûlullah'm akrabasına ayrılan hisse (beşte birin beşte biri) mahrum edildikleri zekâtın bedeli idi. Bilindiği üzere O'nun yakınlarının —muhtaç olsalar dahi— zekat almaları caiz değildir.

Hicrî ikinci yılda vukubulan Bedir savaşı ile başlayan savaş hükümleri Uhud ve onu takip eden diğer savaşlarda tamamlana­rak devam etmiş ve bu hükümler mükemmel bir Devletler Huku-ku'na temel teşkil etmiştir. [174]

 
Üçüncü Yıl
 

1. Miras Hükümleri:
 

İslâm'dan önce araplar kızçocuklarına mirastan hisse vermezlerdi, miras erkek çocuklara kalırdı, bunun dışında mal bırakılmak istenen kimseler için vasiyet edilirdi. Buharînin İbn Abbas'tan şu rivayeti miras hukukunun tarihine de ışık tutmak­tadır: «Mal erkek çocuğa ait idi, ana-babaya vasiyet yoluyla mal bırakılırdı, Allah Teâlâ bu uygulamadan dilediği kısmı neshede-rek kaldırdı, erkeğe iki kadın hissesi kadar verdi, ana-babadan her birine altıda bir ve —bazı durumlarda- anaya üçte bir verdi, karıya sekizde veya dörtte bir, kocaya ise yarı veya dörtte bir ver­di.»[175] Buharî'nin bahsettiği değişlik şöyle gerçekleşti: Hicrî üçün­cü yılda, Uhud savaşından sonra, ensârdan Sa'd b. er-Rabi'nin eşi Peygamberimize gelerek «Ya Rasûlallah şu iki kız, Uhud'da sizin maiyetinizde şehit olan Sa'd'in kızlarıdır, amcaları bu ikisinin malını ellerinden aldı?» dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.): «Bu konuda Allah hükmünü verecektir.» buyurdu. Bunun üzerine «Allah ço­cuklarınız —in mirası hakkında— size şunu emir ve tavsiye eder...»[176] mealindeki uzun miras âyetleri geldi. Peygamberimiz çocukların amcalarına birini gönderip çağırttı ve kendisine şöylebuyurdu: «Sa'd'in iki kızma mirasın üçte ikisini ver, analarına se­kizde bir ver, geri kalan mal da senin hakkmdır.»[177]

Miras hukukunun büyük bölümü bu âyetlere dayanmakta­dır. Geri kalan hükümleri de,daha sonra gelen birkaç âyet ile ha­disler ve ictihad tamamlamıştır. [178]

 
2. Boşanma:
 

Bu yıl içinde boşama hükümleri konmuş ve «Talak» ismini taşıyan sûre inmiştir: «Ey Peygamber! Kadınları boşamak istedi­ğiniz zaman onları iddetleri içinde (iddetlerini gözeterek) boşayın ve iddeti iyi hesap edin. Rabbiniz Allah'tan korkun. Apaçık bir hayasızlık yapmadıkça onları evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasınlar...»[179] Hz. Peygamber (s.a.v.)'in eşi Hafsa'yı boşaması, sonra da Cebrail'in bırakmamasını tavsiye etmesi üzerine geri dönmesi (rec'at) bu sûrenin nüzul sebebi olarak gösterilmiştir.[180] Daha sonra diğer sûrelerde ve hadislerde boşama ile ilgili birçok hüküm gelmiş, Allah'ın sevmediği, fakat zaruret halinde başvu­rulması gereken bu tasarruf detaylarıyle anlatılmıştır. [181]

 

Dördüncü Yıl:
 

1. Yolculukta Namazın Kısaltılması Ve Korkulu Durum­larda Namaz:
 

Nisa sûresinin 101-103. âyetleri yolculukta ve savaş vb. hal­lerde namazla ilgili kolaylıklar getirmektedir: «Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfirlerin size kötülük etmelerinden çekinirse-niz, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz kafir­ler sizin apaçık düşmanınızdır. Sen de içlerinde bulunup (tehlike­li durumlarda) onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar, silahlarını (yanlarına) alsınlar, böylece (namazı kılıp) secde etliklerinde, (diğerleri) arkanızda olsunlar. Sonra henüz namazlarını kılmamış olan (bu) diğer grup gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve on­lar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. O kafirler arzu derler ki, siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil olsanız da üstü­nüze birden çullansalar (baskın yapsalar). Eğer size yağmurdan bir eziyet olur, yahut hastalanırsanız silahlarınızı bırakmanızda size günah yoktur. Yine de tedbirinizi alın. Şüphesiz Allah, kâfirler için alçaltıcı bir azab hazırlamıştır. Namazı bitirince de ayakta, otururken ve yanınız üzerine yatarken Allah'ı anın. Huzu­ra kavuşunca da namazı dostogru kılın, çünkü namaz, mü'minler üzerine, vakitleri belli bir farzdır.»

Hadisler ve uygulama, yolculuk vb. durumlarda namazın, dört rek'atlı farzlarının ikiye indirilerek kılınmaları ruhsatının, korku ve tehlikeli durumlara bağlı olmadığını, normal yolculuk­larda da bu kolaylığın söz konusu olduğunu ortaya koymuştur. Namazların yolculuk vb. hallerde kısaltılması ruhsatının, hicrî ikinci yılda vukubulduğunu ileri sürenler bulunduğu gibi, bu tari­he kadar dört rek'athlarm iki olduğunu, bu tarihten itibaren, ha­zarda ve normal hallerde dörde çıktığım, sefer vb. durumlarda ise iki olarak devam ettiğini kabul edenler de olmuştur. [182]

 
2. Recm Cezası:
 

Yahudi bir erkek, yine yahudî bir kadınla zina ederken yaka­lanmış ve Hz. Peygamber'e getirilmişlerdi. Peygamberimiz suçlu­lara, kendi dinlerine göre cezalarının ne olduğunu sormuş, onla­rın yalan söylemeleri üzerine Abdullah b. Selâm'ın yardımı ile Tevrat'ta mevcut recm hükmünü bulmuş ve suçlulara uygulamış­tı. Aynı hüküm, sünnete dayalı icmâ ile islâm'a da intikal etmiş ve bu suçu işleyen evli şahıslara uygulanmıştır.[183]

 
3. Arazî Iktâ'ı:
 

Hz. Peygamber (s.a.v.) hicretin ilk yılında muhacirlere, Medi­ne evlerim ıkta eylemiş; yani başkanlık sıfatına dayanarak bedel­siz tahsis eylemişti; fakat bu ikta, evin mülkiyetini değil, intifa hakkını vermekten ibadet idi. Dördüncü yılda ez-Zübeyr b. el-Avvâm'a vererek başlattığı toprak ıktaı ise mülkiyeti intikal etti­ren bir iktadır. Nitekim Hz. Esma'nm, Buharî'de yer alan «Zübeyr'in arazisinden —ki bunu ona Rasûlullah ikta eylemişti—hayvan yemi hurma çekirdeği taşırdım...»[184] şeklindeki ifadesi de arazinin ona intikal ettiğini göstermektedir.

4. Teyemmüm ile ilgili tamamlayıcı hükümler ve ay tutul­ması sebebiyle namaz da dördüncü yılda meşru kılman ahkâm arasındadır. [185]

 

5. İffete İftira Cezası (Haddu'1-Kazf):
 

Kadınların namuslarına dil uzatılmasını engellemek maksa­dına yönelik «iftira cezası» yine bu yıl, Hz.Âişe'ye yöneltilen bir if­tira sebebiyle vazedilmiştir.[186] Bu cezayı getiren ayetin meali şöy­ledir: «Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, sonra (isbat için) dört şahit getiremiyenlere seksener sopa vurun ve artık onla­rın şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin...»[187]

 
6. Örtünme Ve Evlere İzin Alarak Girme Hükümleri:
 

Enes b. Mâlik, Hz. Peygambere on yıl hizmet etme saadetine ermiş bir sahabî olarak «örtü ve perde arkasında bulunma âyetinin gelmesini ve buna sebeb olan hadiseyi en iyi ben bilirim» diye başladığı bir hadiste olayı detaylarıyle anlatmıştır: Hz. Pey­gamber (s.a.v.) Zeyneb b. Cahş ile evlendiklerinde davetli ashab, zifaf yapılacak odada, uzun boylu kalmışlar, Peygamberimiz de bundan rahatsız olmuş, hatta birkaç kere çıkıp girerek oradaki­lerin artık gitmelerini ima etmişti. Daha önce de Hz. Ömer'in, örtünme konusu ile ilgili teklifleri olmuştu.[188] Buna son olay da ek­lenince —ilahî plandaki zaman gelmiş olduğu için— şu mealdeki ayet nazil oldu: «Ey iman edenler! Siz zamanını gözetlemeksizin, bir yemeğe davet edilmedikçe Peygamberin evlerine girmeyin. Ancak davet edildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde hemen dağdın, konuşmaya dalmayın. Çünkü bu davranışınız Peygam­beri üzüyor, fakat o (bunu size söylemekten) utanıyordu. Ama Allah, gerçeği söylemekten çekinmez. Peygamberin hanımlarından birşey istediğiniz zaman perde (hicab) arkasından isleyin. Bu, hem sizin kalbleriniz, hem de onların kalbleri için daha temiz bir davranıştır. Sizin, Allah'ın Rasûlünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımları ile evlenmeniz asla caiz olamaz; çünkü bu, Allah katında büyük bir günahtır.[189]

Âyette iki önemli hüküm vardır: 1. Başkalarının evine davet­siz ve izinsiz girmemek, 2. Hz. Peygamberin hanımları ile perde arkasından görüşmek. Bunlardan birincisi «isti'zan», ikincisi de «hicab» terimleri ile meşhur olmuştur.

Rasûlullah (s.a.v.)'in eşleri, mü'minlerin anneleridir.[190] Soy ve doğum bağına dayanmasa bile anne annedir; anne ile evladı ara­sında düşünülebilecek kötü (şehevî) duygu, yabancılar arasında olandan daha ağır ve çirkin olduğu için Allah Teâlâ, hem O'nun eş­lerini, hem de mü'minleri korumak için —Hz. Peygamber İn ha­nımlarına mahsus olmak üzere— hicab emrini göndermiş, gerek­tiğinde konuşmanın perde arkasından olmasını istemiştir. Sefer sırasında da onlar için, develer üzerine küçük evcikler (mahfeler) yapılır, böylece perde emrine uyulurdu. Aynı yıl, diğer mü'min ka­dınlar için de örtünme emri gelmiştir.[191] Buna göre mü'min kadın­lar, ihtiyaç gereği açılan el, yüz ve ayakları dışında kalan yerleri­ni, uygun giysilerle örteceklerdir.

İstizan emri de yalnızca Hz. Peygamber'in hanelerine mah­sus olarak kalmamış, bütün evlere teşmil edilmiştir: «Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere, geldiğinizi farkettirip (izin alıp) ev halkına selam vermedikçe girmeyin. Bu sizin için da­ha iyidir; herhalde düşünüp anlarsınız. Orada kimseyi bulama-dınızsa size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size «geri dönün» denilirse (girmenize izin verilmezse) hemen dönün; çünkü bu, sizin için daha temiz bir davranıştır. Allah yaptığınızı bilir,»[192]

 
7. Hac Ve Umre:
 

Hac ve umre ibadetleri, İslâm'dan önce de bilinen ve araplarca yapılan bir ibadet idi. Bu ibadetin Hz. İbrahim zamanına kadaruzandığını gösteren ayetler vardır: «Bir zamanlar ibrahim'e evin (Kabe'nin) yerini hazırlamış ve ona (şöyle demiştik): Bana hiçbir şeyi eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rüku ve secdeye varanlar için evimi temiz tut. İnsanlar için haccı ilân et ki, gerek yaya olarak ve gerekse, nice uzak yoldan gelen yorgun argın deve­ler üzerinde, kendilerine ait bir takım faydaları yakinen görmele­ri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları (kurban kesmele­ri) için sana (Kabe'ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz y ey in, hem de yoksula, fakire yedirin. Sonra kirlerini gidersinler; adak­larını yerine getirsinler ve o eski evi tavaf etsinler»[193] Araplar, Hz. İbrahim'in öğrettiği hac ibadetini kısmen değiştirmişler; Arefe vakfesini, Safa ile Merve arasında Sa'yi terketmişler, hac aylarım da işlerine geldiği gibi ayarlamışlardı. Hicretin dördüncü yılında hac farz kılınmış olmasına rağmen Hz. Peygamber ancak onuncu yılda meşhur veda haccını ifa buyurmuşlardır. Bundan Önce altın­cı yılda yapmak istedikleri umre, Mekkeli müşrikler tarafından engellenmiş, yapılan anlaşma gereğince ertesi yıl kaza edilmiştir. Haccm dördüncü yılda farz kılınmış olduğunu ortaya koyan delil­lerin en güçlüsü Dımâm b. Salebe hadisidir. Kabilesini temsilen Hz. Peygamber (s.a.v.)'e gelen bu zat, oldukça sert, açık ve samimi sorular sormuş, sonunda müslüman olmuştu. Bu sorular arasın­da, diğerleri yanında hac ibadeti de geçmektedir.[194] Dımam b. Sa'lebe'nin Medine'ye ne zaman geldiği konusunda iki rivayet var­dır. Bunlardan birisi «onuncu yıl» dır. İbn Hacer, el-lsabe'de, İbn Sa'd'e dayanarak bunu tercih etmektedir.[195] Habuki İbn Sa'd, Ta-bakatinda, ibn Abbas'a dayanan bir senetle bu hadiseyi naklet­miş ve Dımamin «hicrî beşinci yılın Receb ayında geldiğini» açıkça ifade eylemiştir.[196] Bunu vakıdî de teyit etmektedir. Beşinci yılda, Dımâm ile Hz. Peygamber arasında geçen bir görüşmede hac ibâdeti zikredildiğine göre bunun daha önce farz kılınmış olması gerekmektedir ve dördüncü yılda farz kılındığı tesbiti güç kazan­maktadır. Daha sonra gelen ayetle [197]ve özellikle Rasûlullahin (s.a.v.) «Hac ibadetini benden öğrenin» diyerek ifâ buyurdukları hac ile bu ibadetin kaide ve hükümleri tamamlanmış, bozulan ta­rafları ıslah edilmiştir.[198]

 
Beşinci Yıl
 

1. Yağmur Duası Namazı:
 

Bu yıl içinde Hz. Peygamber, ashabı ile birlikte yağmur duası edip namaz kılmış, bunun üzerine Allah Teâlâ bol miktarda yağ­mur vermiştir.[199]

 
2. İlâ:
 

îlâ, kocanın karısına yaklaşmamak, onunla cinsî temasta bulunmamak üzere yemin etmesidir. Cahiliye devrinde araplar böyle yaparak kadınlara tahakküm eder, sonunda onları terkederlerdi; yani bu yemin de evlilik bağını çözen sebeplerden biri idi. «Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler dört ay beklerler; eğer (bu müddet içinde) kadınlarına dönerlerse şüphesiz Allah çokça bağışlayan ve esirgeyendir. Eğer boşamaya karar verirlerse Allah (her şeyi) işitir ve bilir.»[200] Duyurularak, önce bu yeminin doğrudan boşama meydana getirmediği, istenirse tekrar normal ilişkiye dönülüp keffaret verilebileceği ifade buyurulmuş, sonra da —bu yoldan kadına zulmedilmesin diye- dört ay yaklaşılmama­sı halinde evlilik bağının sona ereceği kaidesi getirilmiştir. [201]

 
Altıncı Yıl
 

1. Anlaşma Kaideleri:
 

Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) ashabı ile beraber, hicrî altıncı yılda umre ibâdeti yapmak üzere Mekke'ye hareket etmişti. Mekke yakınlarındaki Hudeybiye mevkiinde Kureyş müşrikleri yolunu keserek Mekke'ye sokmayacaklarım söylemişlerdi. Arada elçiler gidip geldi, bir ara savaş ihtimali belirdiği için ashab Rasûlullah'a bağlılık sözü verdiler (bey'atu'r-rıdvan yapıldı), sonra, ilk bakışta müslümanlann aleyhine gibi gözüken, fakat sonraki gelişmele­rin, isabetini ortaya koyduğu şartlar dahilinde bir anlaşmaya varıldı ve o yıl Medine'ye dönüldü. Bu hadise çerçevesinde, millet­lerarası ilişkiler, harb ve sulh, müzakere usûlü vb. ile ilgili önemli kaideler konmuş, örnekler verilmiş oldu. [202]

 
2. Hac Ve Umre Yolunda Engellenme:
 

Yine Hudeybiye olayı sebebiyle niyet ettikleri halde umreyi yapamadıkları için şu ayet nazil oluyor ve bu duruma düşenlerin ne yapmaları gerektiğini açıklıyordu: «Haccı ve umreyi Allah için tamam yapın. Eğer bunlardan alıkonursanız kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tı­raş etmeyin...»[203]

 
3. Alkollü İçkilerin Ve Şans Oyunlarının Yasaklanması:
 

Alkollü içkilerin yasaklanması birden olmamış, bu köklü alış­kanlığı arızasız olarak ortadan kaldırmak için «yasaklamayı za1-man içine yayma ve sindirme» metodu takip edilmiştir, ilk âyette hurma ve üzümün faydalarından bahsedilirken bunların sarhoş olmak için de kullanıldığı zikredilmiş,[204] ikinci ayette içki ve kuma­rın faydaları da bulunmakla beraber zararlarının daha büyük ol­duğu anlatılmış,[205] üçüncü ayette sarhoşların namaz kılmaları yasaklanmış,[206] konu ile ilgili son ayette ise alkollü içkiler ve şans oyunları kesin olarak yasaklanmıştır: «Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pis­liktir, bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz.»[207]

Bu yasaklamanın tarihi konusunda çeşitli rivayetler ve tes-bitler vardır. Bunlardan birisi ve kuvvetli olanı da yasaklamanın Hudeybiye yalında olduğudur.[208]

 
4. Zıhar:
 

Cahiliyye döneminde bir arap, karısına «senin sırtın bana, anamın sırtı gibi olsun» deyince kadın ona haram ve boş olur-du.Islâm'dan sonra, hicri altıncı yılda, Evs b. es-Sâmit, eşi Havle için bu tabiri kullanmış, Havle de Hz. Peygambere başvurmuştu. Rasûlullah (s.a.v.) muhtemelen Hz.İbrahim'den kalan bu uygula­mayı onlar için de geçerli saymış, arkasından şu mealdeki âyet gelince taraflara yeni hükmü tebliğ etmiştir:[209] «Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı işitir; çünkü Allah işi­tendir, bilendir. İçinizden zıhar yapanların kadınları, onların anaları değildir, onların anaları, ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Şüphesiz onlar çirkin bir söz ve yalan söylüyorlar ve şüphesiz Allah affedici, bağışlayıcıdır.»[210] Müteakip ayetlerde zıhar yapanların, tekrar normal evlilik hayatına dönmek istedik­lerinde «bir köle azad etmeleri, bunu yapmayanların iki ay aralık­sız oruç tutmaları, bunu da yapamayanların altmış fakiri doyur­maları» keffaret olarak istenmiştir. [211]

 
5. Vakıf:
 

Hayber'den elde edilen ganimet dağıtılınca Hz. Ömer, kendi hissesini, Allah rızası için vakfetmek üzere Rasûlullah ile istişare etti, Onun «istersen aslını bırakır, menfaatini tasadduk edersin»
buyurması üzerine Hz. Ömer, «satılmamak, hibe edilmemek, mirasçılara kalmamak üzere; fakirler, akraba, köleler, müsafııier ve yolcular için» bu değerli toprağı vakfetti. Rivayetlerden birine göre islâm'da ilk vakıf uygulaması bu olmuştur.[212]

 
6. İsyân Ve Haydutluğun Cezası:
 

Hicrî altıncı yıl ile yedinci yıl arasında Hz. Peygambere etraf kabilelerden bazı kimseler, müslüman olduk diyerek sığınmışlar­dı, zayıf oldukları için Medine sıtmasına yakalandılar, Hz. Pey­gamber de onları hem tedavi olsunlar, hem de beslensinler diye Medine haricinde, zekat develerinin bulunduğu yere gönderdi. Bu şahıslar orada iyileşip güç kazamnca irtidat ettiler, deve çobanla­rını tüyler ürperten işkencelerle öldürdüler, develeri de alıp gitti­ler. Rasûlullah bunların peşinden takipçi birlik gönderdi, yakala­nıp getirildiler, cezaları hakkında şu âyetler nazil oldu: «Allah ve Rasûlüne karşı savaşanların ve yeryüzünde düzeni bozmaya çalı­şanların cezası, ancak, ya acımadan öldürülmeleri, ya asılmala­rı, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulun­dukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığı-dır. Onlar için ahirette de büyük azab vardır,»[213]

Hz. Peygamber bu iğrenç nankörlüğü —ayetin öngördüğü şe­kilde— cezalandırmış, bu arada suçluların, çobanlara yaptıkları­nı da onlara uygulatmıştı. Bilâhare misilleme yoluyla da olsa işke-ce yasaklandığı için yalnızca belli cezalar kalmıştır. Buharî'nin bu olayı nakleden hadisinin ravisi Katâde, bu hususu şöyle açıkla­maktadır: «Bu olaydan sonra Rasûlullah (s.a.v.)'m, devamlı olarak, fukaraya yardımı teşvik ettiği ve işkenceyi de yasakladığı haberi bize ulaştırılmıştır.[214]

 
Yedinci Yıl
 

1. Bazı Yiyeceklerin Yasaklanması:
 

Hayber savaşında ehlî eşeklerin azalması üzerine durumu Rasûlullah (s.a.v.)'e iletmişlerdi, O da ehlî eşek etinin yenmesini kesin olarak yasakladı.[215] Cahiliye devri arapları hemen bütün hayvanları yerlerdi. Bunlardan bir kısmını Kur'ân-ı Kerim, bir kısmım da (köpek dişi ile parçalayan etoburlar ile pençesiyle avla­yan kuşlar vb.) sünnet yasaklamıştır. [216]

 
2. Ziraî Ortaklık:
 

Cahiliye devrinde toprağı üç sıfatla işlemek ve ekmek müm­kün oluyordu: sahibi olmak, menfaati bağışlanmış olmak, nakit karşılığında kiralamak, islâm bunlardan ilk ikisini ibka eyledi, üçüncü şekil üzerinde yasaklayıcı hadisler bulunduğu için görüş ayrılıkları vardır. Rasûlullah (s.a.v.)'in, Hayber fethinden sonra getirdiği yeni şekil «ortaklık»tır. Bu yeni uygulama gereği Hayber toprakları sahiplerinin ellerinde bırakılmış ve mahsulün yarısı kendilerine ait olmak üzere ortak ekip biçmeleri istenmiştir.[217]

 
Sekizinci Yıl
 

1. Mekke'nin Kutsîliği Ve Dokunulmazlığı:
 

Mekke ve Medine mukaddes, mübarek ve müstesna birer şe­hirdir. Bu iki şehre saygı gösterilmesi, bu şehirlere mahsus bazı dokunulmazlıklara rivayet edilmesi, Allah ve Rasûlü tarafından istenmiştir. Mekke'nin bu özelliğinin hem tarihini hem de mana­sını Buharî'nin bir rivayetinde açıkça görmek mümkündür: Muâviye ve oğlu Yezid zamanlarında Mekke valiliği yapan Amr b. Sa'îd (v. 70/690), Mekke'de düzeni sağlamak için birlikler gönderip dururken Ebû-Şurayh bu-gün ona şunları söylemişti: Ey vali! Bana izin ver de sana, Rasûlullah'm Mekke fethinin ertesi günü yaptığı, gözlerimle gördüğüm ve kulaklarımla işittiğim hitabeyi nakledeyim. Allah Rasûlü Rabbine hamdü senadan sonra şöyle buyurdu: «Şüphesiz Allah Mekke'yi dokunulmaz kıldı, fakat in­sanlar buna riayet etmediler. Allah'a ve ahiretgününe iman eden bir kimseye orada kan dökmek, oranın ağacını kesmek helal değil­dir. Eğer birisi çıkar da orada Allah Rasûlü'nün savaştığını öne sürerek kendisine destek ararsa ona şöyle deyin: Allah, Rasûlüne izm vermiştir, fakat size izin vermiyor, Allah orada bana, gündü­zün kısa bir bölümünde izin verdi, bugün ise oranın dokunulmaz­lığı, dün olduğu gibidir, bunu burada olanlar, olmayanlara ulaş­tırsın.» Ravi Ebu Şurayh'm anlattığına göre vali Amr, kendisine şu mukabelede bulunmuş: «Ben bu hususu senden daha iyi biliyo­rum; Harem-i şerifin dokunulmazlığı vardır, fakat orası devlete îsyan edene, kan dökene, fesat çıkarana sığmak olamaz.»[218]

Sonradan müctehidler bu hadis ve anlayışlar üzerine yorum­lar yapacaklar, bazıları ne sebeple olursa olsun Harem bölgesinde çatışma olamıyacağı, kısas cezası bile uygulanamıyacağı; bura­nın, iç ihtilaflar bakımından tarafsız ve askerden arındırılmış bir bölge olacağı görüşünü savunurken, bazıları başka çare bulunma­ması halinde, oraya sığınan bazı suçluların cezalandırılmasının caiz olduğunu ileri süreceklerdir.[219]

 
2. Kısas:
 

Kısas ile ilgili ayetler [220]gereği Mekke'de Rasûlullah (s.a.v.), Hüzeyl kabilesinden bir şahsı, Süleym kabilesinden birisi öldür­düğü için kısas ile cezalandırmıştır. Fetih'ten sonra irad buyur­dukları hutbede de şu ifadeye yer vermişlerdir: «Bir yakını öldü­rülen kişinin önünde iki seçenek vardır; ya kendisine tazminat ödenir, yahut da —bunu kabul etmezse— katil kısas olunur...»[221]

 
3. Alkollü İçki Satışının Yasaklanması:
 

Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), alkollü içkilerin içilmesinin yasaklan­masından bir müddet önce şöyle buyurmuştu: «Ey insanlar! Al­lah, şarapla ilgili işaretlerde bulunuyor, umarını bu konuda âyetler gönderecektir, kimin yanında bundan bir miktar varsa he­men satsın ve bedelinden faydalansın.» Ravi Ebu Sa'id el-Hudrî ekliyor: «Allah şarabı (alkollü içkileri) kesin olarak yasakladı, bu ayeti duyan ve yanında bunlardan bulunan kimse ne içsin, ne de satsın.»

Alkollü içkilerin satımının yasaklanmasının tarihi konusun­da iki hadis bilgi vermektedir. Bunlardan birincisi Câbir b. Abdul­lah'ın rivayet ettiği hadistir. Burada Câbir, Rasûlullah'ın, fetih yı­lı Mekke'de, şöyle buyurduğunu işittim diyor: «Allah ve Rasûlü, şarap, murdar et, domuz ve put satışını kesin olarak yasaklamış­lardır.»

ikinci hadis, Hz. Aişe tarafından rivayet edilmektedir. Bura­da da Hz. Aişe, Bakara sûresinin sonlarındaki riba ile ilgili âyetler gelince Rasûlullah'ın Mescid'e çıktığını ve şarap ticaretini yasak­ladığını naklediyor.[222]

Bu hadisleri birlikte gözönüne alırsak, şarap ticaretinin ya­saklanmasının fetih yılında olduğunu söylememiz gerekecektir; Ebu Said el-Hudri hadisinden, içme yasağı ile satış yasağının arka arkaya olduğunu anlamak da mümkündür; ancak diğer iki hadis tarih konusunda açık olduğu için, Ebû Said hadisini de bu çerçeve­de değerlendirmek gerekecektir. Buna göre Ebu Said birkaç yıl içinde gelen iki hükmü arka arkaya anlatmış olmaktadır. [223]

 
4. Müddetli Evlenmenin Yasaklanması:
 

İslâm'da evlenme akdi, geçici bir zaman için, müddetli olarak değil, devamlı olmak üzere yapılır, ikinci bir tasarruf ile evlenme bağı çözülmedikçe akit taraflardan birinin ölümüne kadar devam eder.

Hayber savaşına kadar, savaş hali zaruri kıldığı için müslü-manlann, belli bir müddet için akit yaparak evlenmelerine de izin verilmişti. Mut'a nikâhı denilen bu nevi evlenme, nihâî hükme müslümanlarm intibaklarını kolaylaştırmak üzere, önce Hayber savaşında yasaklandı. Sonra bir müddet daha serbest bırakıldı ve Mekke'nin fethi seferinde kesin ve devamlı olmak üzere kaldıldi.[224]

 
5. Hukuk Karşısında Eşitliğin İlânı:
 

Mekke fethi seferinde Mahzûm kabilesinden bir kadın hırsız­lık yapmış, kadına hırsızlık cezasının uygulanma ihtimali Kureyş mensuplarının zoruna gitmiş ve çare aramaya koyulmuşlardı. Hz. Peygamber'in çok sevdiğini bildikleri Usâme b. Zeyd'i aracı kıldı­lar. Üsâme, Rasûlullah'tan, cezayı uygulamamasını isteyince, Allah Rasûlünün yüzü sararmış ve Üsâme'ye «Allah'ın koyduğu bir cezayı uygulamayayım diye aracılık mı ediyorsun» diyerek serzenişte bulunmuştur: «Sizden öncekilerin helak olup gitmele­rine sebep ancak şudur ki, içlerinden asalet sahibi birisi hırsızlık ederse ona dokunmaz, serbest bırakırlardı, zayıf birisi hırsızlık ederse onu cezalandırırlar di. Allah'a yemin ederim ki eğer Mu-hammed'in kızı Fâtıma hırsızlık etseydi, onumda aynı şekilde ceza­landırırdım,» Bu hitabeden sonra emretmiş, kadına ceza uygu­lanmıştır. Hz. Aişe'nin nakline göre kadın sonradan samimi ola­rak tevbe etmiş, ıslâh-ı nefseylemiş ve Hâne-i sa'adete gelip giden­ler arasına girmişti.[225]

Bu olay, hırsızlık cezasının, muhtemelen ilk uygulamasının, Mekke fethi sırasında yapıldığına delâlet etmesi yanında, ondan da Önemli olarak, gerek kanunda ve gerekse uygulamada insanla­rın «hukuk önünde eşit oldukları» prensibini getirmekte, bunu canlı bir şekilde ortaya koymaktadır. [226]

 
6. Kabir Ziyaretine İzin Verilmesi:
 

İslâm'ın getirdiği tevhid inancı yerleşme döneminde iken, Allah'tan başka bir varlığa tapınmanın izlerinin silinmesi, bu konuda en küçük bir tavize yer verilmemesi gerekiyordu. Bu sebeple, faydalı tarafları bulunmasına rağmen kabir ziyaretleri de yasaklanmıştı. Rasûlullah (s.a.v.) Mekke'yi fethedince annesi­nin kabrini ziyaret etmeyi arzulamış ve bunun için Rabbinden izin istemişti, Allah'ın izin vermesi üzerine şöyle buyurdular: «Kabir­leri ziyaret edin; çünkü kabirler ahireti hatırlatır.» Bir başka ha­dislerinde de «Sizi, kabirleri ziyaretten menetmiştim; artık ziyaret edin; çünkü bunlar size ahireti hatırlatır.»[227]

 
Dokuzuncu Yıl
 

1. Çıplak Tavafın Yasaklanması:
 

Araplar, islâm'dan Önce genellikle Kabe'yi çıplak tavaf eder­ler, içinde günah işledikleri elbise ile tavan caiz görmezlerdi. Bun­dan ancak Kureyş mensupları ile, bunların tavaf için elbise verdi­ği diğer kabile mensupları müstesna idi. Veda haccmdan bir yıl önceki hac mevsiminde, Rasûlullah (s.a.v.), Hz. Ebû Bekiri hac emîri tayin etmişlerdi. Emîr, aldığı talimat gereği, bayram günü halka şunu ilan etmişti: «Duyduk duymadık demeyin! Bu yıldan sonra hiçbir müşrik haccedemiyecek ve hiçbir çıplak da Kabe'yi ta­vaf edemiyecektir.»[228] Hz. Peygamberin açıklama ve uygulamala­rından anlaşıldığı üzere erkek ve kadınların avret (kapanması ge­reken) yerlerini açmaları haramdır ve bunları açan kişi, kısmen giyimli de olsa çıplak sayılır. Kabe'yi tavaf eden kadınların, el, yüz ve ayakları dışında kalan yerleri, erkeklerin ise diz kapakları ile göbekleri arasındaki kısımları örtülmüş olacaktır. [229]

 
2. Mulâ'ane:
 

Mulâ'ane, karşılıklı lânetleşme, birbirine lanet okuma de­mektir. Aslında müslümanlann birbirine lanet okumaları yasak­tır. Ancak karısına zina isnad edip de bunu isbat edemiyen kişi ile karısı arasında, hâkimin huzurunda başvurulan Mulâ'ane ıstisnâen caiz görülmüştür. Bu usûlün başlangıcı da hicrî doku­zuncu yılda, Rasûlullah'm Tebûk seferinden dönmelerini takip eden günlerde olmuştur. Seferden dönenler arasında bulunan Uveymir el-Aclânî hanımının hamile olduğunu görünce çocuğun kendinden olduğunu inkâr etmiş ve Rasûlullah'a başvurmuştur. Bir müddet sonra hadise ile alâkalı vahiy geldiği için Peygamberi­miz çifti çağırtmış ve mulâ'aneyi icra etmiştir.[230] İlgili ayet şöyle­dir: «Eşlerine zina isnadında bulunup da kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şahitliği, ken­disinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik etmesi, beşinci defa da, eğer yalan söyleyen­lerden ise Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını dilemesi-dir...»[231] Koca bunu yapmakla iftira cezasından kurtulmakta ve hâkim mulâane sonunda çifti ayırmaktadır. [232]

 
Onuncu Yıl:
 

1. İnsan Haklarının İlânı:
 

Veda haccma kadar, çeşitli vesilelerle, ayetler ve hadisler, in­sanların temel hak ve hürriyetlerini açıklamış, islâm toplumun­dan bunlara riayet edilmesini istemiş, hatta dünyada hak ve ada­letin gerçekleşmesi, zulmün ortadan kalkması için mücadeleyi (cihadı) onlar için mukaddes görev haline getirmişti. Bu cümleden olarak Rasûlullah (s.a.v.) daha hicretin ilk yılında Medine'deki yahudiler ile andlaşma yapmış, hazırladığı anayasaya onların da hak ve hürriyetlerini dercetmiş; kendilerine din ve vicdan hürri­yeti yanında adlî muhtariyet de bahsetmişti. Daha sonra Necran hristiyanlarıyle yaptığı sulh andlaşmasında aynı hakları —daha da fazlasıyle— onlara da tanımış, bunların süresiz olarak korun­masını istemişti, Kur'ân-ı Kerim: «Yeryüzünden fitne (baskı ve zu­lüm) kalkıncaya ve din tamamen Allah için oluncaya (korkuya ve baskıya dayalı dindarlık ortadan kalkıncaya) kadar onlarla (bas­kı ve zulüm yapanlara karşı) savaşın»[233] ve «Dinde zorlama yok­tur, doğru eğriden ayrılmış, ortaya çıkmıştır»[234] diyerek din ve vic­dan hürriyetini, daha önce naklettiğimiz naslarla da, kanun ve kaza önünde eşitlik, mesken dokunulmazlığı, fırsat eşitliği vb. hakları ilân etmişti. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) veda haccmda topla­nan büyük kalabalığı fırsat bilerek bu hak ve hürriyetleri, yeni bazı hükümlerle beraber ilân etmek istemiş, bunun için Arefe gü­nü tarihi bir hitabede bulunmuştu. Hitabenin üslûbu, Hucurât sûresinde, İslâm'ın insanlık ve toplum anlayışım ortaya koyan âyetin (49/13) üslûbuna benziyordu. Âyet, «Ey insanlar, Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için küçük büyük gruplara ayırdık. Şüphe yok ki Allah katında en değerli ve üstün olanınız en muttaki olanınızdır (Allah'ın hakları­na en fazla saygı gösterenenizdir); şüphesiz Allah bilendir, haber­dar olandır.» diyordu. Rasûlulah da hutbesine «Ey insanlar!» diye başlamış, Hucurât süresindeki eşitlik ve fazilet (üstünlük) prensi­bine işaret etmiş ve sonra da—özellikle— şunları söylemişti: «Şu mukaddes şehrinizde, mukaddes ayınızda, mukaddes gününüz ne kadar mukaddes ve dokunulmaz ise kanlarınız (hayatlarınız), mallarınız, namus ve şerefleriniz de o kadar birbirinize haram­dır, dokunulmazdır. Herkes duysun, cahiliye devrinden kalan her şey ayaklarımın altındadır. Cahiliye devrinden kalan kan dava­ları kaldırılmıştır... Cahiliye devrinden kalan faiz borçları kaldı­rılmıştır... (Bu iki konuda ilk uygulamayı da kendi yakınlarından başlatmıştır). Kadın hakları konusunda Allah'tan korkun. Onla­rı Allah'ın emaneti olarak aldınız, Allah'ın kanunu gereği onlarla karı-koca oldunuz... Size sarıldığınız müddetçe doğru yoldan sap­mayacağınız bir şey bıraktım: Allah'ın Kitabı!... Benden sonra, birbirinizin boynunu vuran kafirler olmayın.» Rasûlullah hutbe­sinden sonra «vazifemi yerine getirdim mi, aldığım talimatı tebliğ ettim mi?» diye sormuş, halkı ve Allah'ı buna şahit tutmuştur.[235] Allah Rasûlü bir başka hadislerinde, hutbede geçen dokunul­mazlık ve dayanışma prensiplerini şöyle açıklamışlardır: «Çeke-mezlik etmeyin, haksız rekabette bulunmayın, birbirinize kırıl­mayın, sırt çevirmeyin, birbirinizin satım akitlerini bozmayın ve Allah'ın kulu kardeşler olun. Müslüman müslümamn kardeşidir; ona haksızlık etmez, yüzüstü bırakmaz, onu küçümsemez. (Üç ke­re kalbim işaret ederek) takva şuradadır! (iyi davranışlar gönül­den gelmelidir, Allah rızâsına dayanmalıdır.) Bir müslümana kö­tülük olarak, müslüman kardeşini küçük görmesi yeter! Müslü­man bütünüyle, diğer müslümana haramdır; kanı, malı, namus ve şerefi.»[236]

Hicrî onuncu yılda ikmal ve ilan edilen hak ve hürriyetleri bütünü ile ele alıp değerlendirdiğimiz zaman karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: islâm'ın öngördüğü toplum yapısında insan-lar,aynı ana,babadan gelme kardeşler, müslümanlar, ise buna ek olarak, aynı imam ve değer hükümlerini paylaşan kardeşlerdir, insanların büyük küçük gruplara ayrılması (kabile, kavim, millet, ümmet oluşları), «iradeye bağlı olmayan özelliklere» dayanarak üstünlük taslamak ve başkalarına hor bakmak için değil, tanış­mak ve bütünleşmek içindir, insan ilişkilerinde merhamet, fazi­let, eşitlik, dayanışma ve adalet hakim olacaktır. Bunlar, toplum yapısının temel taşlarıdır. Devlet, hak için halka hizmet maksa­dıyla var olan bir hukuk devletidir; ferd, toplum ve devletin bağlı bulunduğu,yazılı bir mukaddes metin vardır: Allah'ın Kitabı. Bu metinde, daha çok çerçeve hükümler vardır, bunların zaman ve zemine göre uygulanmasını sünnet, sahabe tatbikatı ve ietihad sağlayacaktır; anayasadan yönetmeliklere kadar bütün mevzuat bu kaynaklara dayanacaktır; nitekim Rasûlullah'm Medine Site devleti anayasası, Ana Kitaba dayalı ilk ana-kanun örneği olmuş­tur, insanların temel hak ve hürriyetleri, Kitabullah'a dayanmak­ta ve Allah'ın himayesi altında bulunmaktadır, Allah'ın himayesi­ni yeryüzünde Onun kullarının oluşturduğu toplum (ümmet) temsil etmektedir ve ümmet bunlar ün teşkilatlanacak, bunlar uğruna mücadele verecektir. [237]

 
2. Vasiyet, Neseb, Nafaka Ve Borçla İlgili Hükümler:
 

Bundan önceki bahiste gördüğümüz meşhur veda hutbesi da­ha ziyade amme hukuku ile ilgli prensipleri ihtiva etmektedir. Rasûlullah bu hutbede, hususi hukuk sahasına giren hükümler ve kaideler de tebliğ etmiştir; hutbe uzunca ve önemli hükümleri muhtevi olduğu için bir ravi tamamını nakledememiş, çeşitli ravi-ler tarafından parça parça rivayet edilmiştir. Tirmizi'de, Ebû Umame'den gelen bir rivayet şöyledir: Veda Haccı'nda Rasûlul-lah'm, hutbesinde şöyle dediğini işittim: «Şüphesiz Allah teâlâ, hak sahibi her mirasçıya hakkını vermiştir, artık vârise vasiyet (ile mal vermek) yoktur, doğan çocuk yatağa (yatak sahibi nikâhlı kocaya) aittir, zina edene ise mahrumiyet (ve ceza) vardır, bunla­rın hesaba çekilmeleri Allah'a aittir (ayrıca âhirette Allah'a karşı sorumlulukları vardır), babasından başkasını baba bilen, sahiple­rinden başkasını sahip bilen kişi üzerine, kıyamete kadar sürecek Allah'ın laneti vardır (her çocuk, gerçek babasının soy adını taşı­yacak ve ailenin soyunu devam ettirecektir, evlat edinmek yok­tur), kocasının izni olmadan hiçbir kadın, kocasının malvarlığın-dan bir şeyi sadaka olarak vermesin —«Yiyecek de vermesin mi Yâ Rasûlullah» diye soruldu, «O mallarımızın en kıymetli sidir» ce­vabını verdi.— îyreti alman şey sahibine geri verilecek, ürünün­den istifade edilsin diye verilen nesne —zamanı gelince sahibi­ne— iade edilecektir, borç ödenecektir, bir borca kefil olan — borç­lu ödemede bulunmazsa borcu- ödeyecektir.»[238]

Cahiliye devrinde kadınlara, kızlara mirastan pay verilmez, ayrıca vasiyet yoluyla, mirasçı olsun olmasın herkese istenildiği kadar mal bırakılırdı. îslâm kızlar ve kadınlar da dahil olmak üze­re bütün akrabaya,mirastan âdil ölçüde paylar ayırmış,bunun dı­şında vasiyet yoluyla mirasçıya mal bırakılmasını yasaklamış-tır.Cahiliye dönemide âdet haline gelen evlat edinme de yasaklan­mış; yetim, kimsesiz çocukların, aileleriyle soy ilişkileri ve hukuk bağları kesilmeksizin, alınıp himaye edilmesi, bırakılıp beslenme­si, cemiyete kazandırılması teşvik edilmiştir. Sadaka iyreti ver­me, borç verme gibi dayanışma örneklerinde bunların kötüye kul­lanılmaması, hak ve emanetlere riayet edilmesi istenmiştir. [239]

 
3. Cezanın Şahsîliği Prensibi:
 

Veda haccmda, Arafat'da irad edile hutbe, Amr b. el-Ahvas ri­vayetinde şu ilaveyi de ihtiva etmektedir: «... Hiçbir suçlu, kendi­sinden başkası aleyhine (başkasını suçlu kılan) bir suç işleyemez; suçlu, çocuğu aleyhine; çocuk, babası aleyhine suç işleyemez (kişi­nin işlediği suç kendisini bağlar ve sorumlu kılar). Şunu bilin ki, şeytan, sizin şu ülkenizde kendisine tapınılmaktan ümidini kes­miştir; fakat küçümsediğiniz işlerinizde ona itaatiniz olacak, bu da onu hoşnut kılacaktır!»[240]

Kur'ân-ı Kerim «Suç işleyip ceza çeken, başkasının cezasını çekmez.»[241] âyetiyle cezanın şahsiliği prensibini açık olarak getir­miş, Rasûlullah da hutbelerinde bu prensibi açıklayarak ilân etmişlerdir. Birçok eski hukukta, suçun cezasını yalnızca suçlu çekmez, onun yakınları da cezadan paylarını alırlardı. «Cezayı yalnızca suçu işleyenlerin ve ona yardım edenlerin çekmesi gerek­tiği, diğer masum kişilei'in, suçlu ile yakınlıkları olsa dahi ceza çekmelerinin adalete aykırı olduğu» şeklinde ifade edebileceğimiz «cezanın şahsiliği», Fransız İhtilâlinden sonra,Batı Hukuklarına, bir prensip olarak girmiştir. îslâm Hukuku ise başından beri bu prensibi ilan etmiş ve titizlikle uygulamıştır. [242]

 
4. Vasiyetin Üçte Birle Sınırlandırılması:
 

Varise vasiyet yasaklandığı gibi, yabancılara vasiyet yoluyla mal bırakma da, terikenin üçte biri ile sınırlandırılmış, geri kalan mal, verese için mahfuz hak olarak bırakılmıştır. Sa'd b. Ebî Vak-kas hasta olmuş, Rasûlullah (s.a.v.)'m kendisini ziyareti sırasın­da malını, hayır ve hasenat için vasiyet edeceğini söylemişti. Rasûlullah, «Varislerini varlıklı bırakman, insanlara el açan yoksullar olarak bırakmandan daha iyidir» buyurmuş, vasiyeti­ni, malının üçte biri ile sınırlan dır ma sim istemiştir.[243]

 
5. Faizin Yasaklanması Ve Akitlerin Serbest Bırakılması:
 

Onuncu yılda nazil olan Mâide sûresi «Ey iman edenler! Akit­leri ifa ediniz.» ayeti ile başlıyordu. Burada akitler, kayıtsız ve sı­nırsız olarak zikrediliyor, yasaklananlar dışında kalan akitlerin muteber olacağı anlatılıyor, bu sebeple onların ifa edilmesi, gere­ğinin yerine getirilmesi isteniyordu. Şüphesiz İslâm'dan önce de Arabistan'da ve özellikle Hicaz bölgesinde bilinen bir çok akit çeşi­di vardı. İslâm bunların ahlâka ve adalet prensiplerine aykırı olanlarım yasakladı, geri kalanlarım ya aynen, yahut da gerekli ıslâhatı yaparak kabul etti, gerektikçe her birinin kuruluş, şart ve hükümlerini açıkladı. Bu âyette ise bilinen (isimli) akitler yanın­da, o gün bilinmeyen, fakat kıyamete kadar insanların ihtiyaç du­yup icad edecekleri akitlerin genel hükmünü beyan etti: «Akitler birtakım borçlar doğurur, bu borçları yerine getiriniz.» Cahiliye devrinde akitler, ancak bir takım şekil şartları ile gerçekleşiyor ve borç doğuruyordu. İslâm bunların da çoğumu -amme menfaati ve nizamının gerekli kıldığı şartlar dışında kalanları— kaldırdı ve akdin kuruluşunu karşılıklı rızâya bağladı: «Ey iman edenler! Si­zin karşılıklı rızanıza dayanan ticaret olmadıkça mallarınızı, aranızda, batıl yollar ile (elde edip) yemeyin.»[244]

Bu bâtıl yollardan biri de faiz geliri idi. İslâm'dan önce araplar arasında çok yaygın olan faizciliği İslâm, zaman içine yayarak (tedricen) yasakladı. Önce faizin en zalimi olan «katlı faizi» yasak­ladı: «Ey iman edenler! Üstüste katlanmış olarak faizi yemeyin, Allah'tan korkun ki kurtuluşa eresiniz, kafirler için hazırlanmış bulunan ateşten sakının.»[245] Sonra faiz mahiyetinde olan bazı mu­ameleleri yasakladı. Rasûlullah (s.a.v.) veda hutbesinde eskiden kalma faiz borçlarını iptal etti ve bunun ilk uygulamasını da kendi yakınlarından faiz alacaklısı olanlar üzerinde yaptı. Bütün bun­lardan sonra faizin bütün çeşitlerim, sınırsız ve kayıtsız olarak ya­saklayan şu âyetler geldi: «Faiz yiyenler, şeytan çarpmış kimsele­rin nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar. Bu hal onların «aalım-sa-tım tıpkı faiz gibidir» demeleri yüzündendir. Halbuki Allah alım-satımı helal, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbin-den bir öğüt gelir de (Rabbin öğüdünü dinler de) faizden vazgeçer­se, geçmişte olan kendisinindir, artık onun işi Allah'a aittir. Kim de tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar. Allah faizi tüketir, (faiz önce servetleri, sonra kendini yer bitirir), sadakaları ise bereketlendirir. Allah küfürde ve günahta ısrar eden hiçbir kimseyi sevmez... Ey iman edenler! Allah'tan kor­kun; eğer gerçekten iman ediyorsanız, halen mevcut faiz alacakla­rınızı terkedin. Şayet bunu yapmazsanız, Allah ve Rasûlü tarafın­dan size açılan savaştan haberiniz olsun. Eğer tevbe edip vazge­çerseniz, sermayeniz sizindir; ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığa uğramış olursunuz.»[246]

Yirmi üç yıl içinde Rasûlullah'a gelen vahiy (Kur'ân-ı Kerim ve tebliğ mahiyetinde olan Sünnet) prensipler, ana kaideler, çer­çeveler bakımından dini tamamlamıştı. Bundan som-a kıyamet gününe kadar ortaya çıkacak olan mesele ve problemler, bu kay­naklara, genel ve çerçeve hükümlere bakılarak, ietihad yoluyla çözülecek, dinin hayata intibakı sağlanacaktı, işte bu sebepledir ki yine-veda hacemda Allah Teâlâ şanlı Rasûlüne şu âyeti vahyet-mişti: «Bugün size dininizi tamamladım, size olan nimetimi ikmâl ettim ve sizin için din olarak islâm'a razı oldum (sizin için razı ol­duğum din islâm'dır»)[247][/b]
[/size]

[139] Tekvir, 31/8.

[140] Maide, 5/103.

[141] En'âm, 6/145.

[142] En'âm, 6/151-152.

[143] En'âm, 6/121.

[144] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/65-66.

[145] Buharî, Salat, 1, Taksir, 5; Müslim, Salâtu'l-müsafirin, 1,3.

[146] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/66.

[147] Müslim, Mesâcid, 176,179.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/66-67.

[148] Vaka, 56/79.

[149] İbn Hacer, Fethu'l-Bari, C.I, s. 233 (Selefiyye tab'ı)

[150] Maide, 5/6.

[151] Müddessir, 74/4.

[152] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/67-68.

[153] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/68.

[154] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/68.

[155] Buharî, Ezan, 1; Tirmizî, Mevâkit, 27; Müslim, Nikâh, 79 vd.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/69.

[156] Buharî, Nikâh, 7, 54, 56...

[157] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/69.

[158] Hac, 22/39.

[159] Bakara, 2/193-194.

[160] Nisa, 4/75.

[161] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/69-70.

[162] Muttafifin, 83/1, 2, 3.

[163] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/70.

[164] Bakara, 2/183-185.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/71.

[165] Nesaî, Iydeyn,l; Ahmed, C.III, s. 103.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/71.

[166] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/71.

[167] Şevkânî, Neylu'l-Evtar, C.V, s. 117 vd.

[168] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/72.

[169] Nesaî, Zekât, 31,33; İbn Mâce, Zekât, 21.

[170] Tevbe, 9/103.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/72.

[171] Bakara, 2/115.

[172] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/72-73.

[173] Enfâl, 8/41.

[174] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/73-74.

[175] Buharı, Vasaya, 6.

[176] Nisa, 11-12.

[177] Tirmizî, Ferâiz, 3; Ahmed, C.III s.352.

[178] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/74-75.

[179] Talâk, 65/1.

[180] Kurtubî, Tefsir, C.XVIII, s. 148. Hadis için bak. Ibn Mâce, Talâk, 1.

[181] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/75.

[182] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/75-76.

[183] Buharî, Hudûd, 24 vd.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/76.

[184] Buharî, Nikâh, 107;Humus, 19.

hafız_32
Mon 4 October 2010, 10:40 am GMT +0200
[184] Buharî, Nikâh, 107;Humus, 19.

[185] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/76-77.

[186] Buharî, Teyemmüm, 1; Tevbe, 56...

[187] Nûr, 24/4.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/77.

[188] Buharî, İstizan, 10; Nikâh, 67.

[189] Ahzâb, 33/53.

[190] Ahzâb, 33/6.

[191] Nûr, 240/30-31.

[192] Nûr, 24/27-28.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/77-78.

[193] Hac, 22/26-29.

[194] Müslim, İmân, 10.

[195] İbn Hacer, İsabe, Mısır, 1939, C.II, s. 202.

[196] İbn Sa'd, Tabakat, Beyrut, 1960, C.I, s. 299; İbnu'l-Kayyim 9 veya onuncu yılda farz olduğunu savunuyor; Zâdu'l-Mead, C.II, s. 101 vd.;Umre, s. 90 vd.

[197] Bakara, 2/196-199; Tevbe, 9/37.

[198] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/78-80.

[199] Nesaî, îstiska, 2, 4,13.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/80.

[200] Bakara, 2/226, 227.

[201] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/80.

[202] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/81.

[203] Bakara, 2/196.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/81.

[204] Nahl, 16/97.

[205] Bakara, 2/219.

[206] Nisa, 4/43.

[207] Mâide, 5/90.

[208] İbn Hacer,Fethu'l-bari, C.XII, s. 127.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/81-82.

[209] Nesaî, Talâk, 33.

[210] Mücâdele, 58/1-2.

[211] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/82.

[212] Şevkânî, Neylu'l-evtâr, C.VI, s. 22-35.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/83.

[213] Maide, 5/33.

[214] Buharı, Megazî, 36.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/83.

[215] Buharı, Zebâih, 24 vd.; İbnu'l-Kayyim haram kılınış sebebinin «pis, rics» olmasını tercih ediyor; Zâdu'l-Mead, Beyrut, 1987; C.III, s. 342.

[216] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/84.

[217] İbn Mâce, Ruhun, 14; Müslim,Buyu', 85-100, İbnu'i-Kayyim, a.g.e., C.III, s. 144, 345.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/84.

[218] Buharî, Megazî, 51.

[219] İbnu'l-Kayyim, a.g.e., C.III, s. 434-458.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/84-85.

[220] Bakara, 2/178,179; Mâide, 5/45; Isrâ, 17/33.

[221] Buharî, Diyât, 8.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/85.

[222] Müslim, Müsanat, 67-12.

[223] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/86.

[224] Müslim, Nikâh, 22; İbnu'l-Kayyim, Zâdu'l-mead, C.III, s. 342 vd.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/86-87.

[225] Buharı, Hudud, 12; Müslim, Hudud, 8-11.

[226] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/87.

[227] Müslim, Cenâiz, 105,108.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/87-88.

[228] Buharı, Hac, 67.

[229] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/88.

[230] Darakutnî, Sünen, Medine, 1966, C.III, s. 277.

[231] Nur, 24/6-9.

[232] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/88-89.

[233] Bakara, 2/193.

[234] Bakara, 2/256.

[235] Müslim, Hac, 147; Buharî, Hac, 132.

[236] Müslim, Birr, 32.

[237] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/89-91.

[238] Tirmizî, Vasaya, 6; Avnu'l-Ma'bud, C.VI, s. 309.

[239] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/91-92.

[240] Tirmizî,Ferc, 2.

[241] En'âm, 6/164.

[242] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/92-93.

[243] Buharı, Vasaya, 2, 3; Müslim, Vasıyyet, 5, 7, 8,10.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/93.

[244] Nisa, 4/29.

[245] Ali İmrân, 3/130.

[246] Bakara, 2/275, 276, 278, 279.

[247] Mâide,5/3.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/93-95.