- Hz.Peygamber devrinde usul

Adsense kodları


Hz.Peygamber devrinde usul

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Mon 4 October 2010, 10:52 am GMT +0200
Üçüncü Bolüm


HZ. PEYGAMBER DEVRİNDE USUL


Hz. Peygamber, ashabına tedvin edilmiş bir fıkıh ve fıkıh kita­bı bırakmadı. Fakat gerek Kur'ân'da, gerekse Rasûlullah'ın sün­netinde öyle geniş manalı, birçok fıkıh prensip ve kaidelerine te­mel olabilecek sözler vardı ki bütün bunlar, fıkıh ilmi meydana ge­lirken onun temel taşları vazifesini görmüştür. [59]

 
1- Kur'ân-I Kerim
 

A) Muhtevası Ve Bağlayıcılığı:             
 

Kur'ân-ı Kerim'in yalnızca bir tavsiye ve öğütler kitabı olma­dığı, içindeki birçok ayetin amir hüküm mahiyetinde bulunduğu ve müslümanlan bağladığı konusunda ittifak vardır. Bir çok âyet ve hadis müslümanlan bu ittifaka götürmüştür. Tartışılan konu şu veya bu ayetin, bağlayıcı olan, bağlayıcı olmayan kategoriler­den hangisine ait olduğu hususdur. Mesela bütün müslümanlar içkiyi ve faizi yasaklayan ayetlerin amir hükümler grubuna girdi­ği hususunda ittifak etmişlerdir. Buna mukabil kurban ile ilgili ayetin,[60] borcun yazılması ile ilgili ayetin,[61] boşanmanın şahitlei huzurunda yapılmasını isteyen ayetin[62] amir hüküm mü, yoksa tavsiye ve teşvik hükmü mü getirdiği hususu tartışma konusu ol­muştur.

Kur'ân-ı Kerim ferd ve toplum halinde insanlan ilgilendirer hemen her konuda ayetler ihtiva etmektedir. Bunlardan bir kısm: genel çerçeveli ve manalı, bir kısmı ise özellikle belli konulara ait ayetlerdir. Altı bini aşan ayetin en fazla üzerinde durduğu konu­lar: Allah'ın varlık ve birliği, bunun delilleri, sapık gei-çek dışı inançların reddi, vahiy, peygamberlik ve ahiret hayatının isbatı, cennet, cehennem ve ahirete ait hallerin tasviri, iyi davranışlara mükafat vadi, kötü davranışlara ceza tehdidi, öğüt, geçmiş top­lumların ve milletlerin hayatı ile ilgili bilgiler, Allah'ı hatırlatma, öğme, nimetlerim dile getirme, O'nun isim ve sıfatları ile ilgili açıklamalar, O'na nasıl ibadet edileceği ve nasıl anılacağı... Kur'ân-ı Kerim'ne yer alan fıkıh ile ilgili ayetlerin sayısı konusun­da farklı rakamlar ileri sürülmüştür; bunun sebebi «fıkıhla ilgili» kavramı üzerindeki anlayış farkıdır; doğrudan, isim vererek fıkıh meselesini ele alan ayetleri esas alanlar (mesela İbnu'l-Kayyim) bunları yüz elli olarak tesbit etmişlerdir. Birçok âlim beşyüz rak-kamını ileri sürmüş, istidlal yoluyla meseleye cevap getiren ayet­leri de sayıya dahil etmişlerdir. Ayetlerin çeşitli delâletleri göz Önüne anılırsa sayıyı daha da arttırmak mümkündür. Nitekim îb-nu'1-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân isimli eserinde bazı hocalarından şunu nakletmiştir: "Bakara süresinde bin emir, bin nehiy (yasak­lama), bin fıkıh hükmü ve bin haber vardır. Fıkıh açısından bu sûre büyük önemi haiz olduğu içindir ki tbn Ömer bu süreyi tam kavrayabilmek için sekiz yılım vermiştir.»[63] Ibnu'l-Arabî fıkıh ile ilgili âyetlerin tefsirini yaptığı mezkûr eserinde yüz beş sûreden 864 âyet üzerinde durmuş, bunlardan fıkıh hükümleri çıkarmış­tır. Bunların çoğu, Kur'ân-ı Kerim'in baş tarflannda yer alan ve Medine'de nazil olmuş bulunan otuz civarındaki sûrede bulun­maktadır.[64]

 
B) Geliş Şekli
 

Bugün, geldiği gibi elimizde bulunan mushaf altı yüz sayfa­dır. Çoğu okur-yazar olmayan ilk müslümanlara Kur'ân-ı Kerim toptan gelmiş olsa idi bundan iki önemli mahzur doğardı: a) Ez­berlemek, öğrenmek ve olduğu gibi korumakta büyük güçlük çekerlerdi, b) Lafzım öğrenip ezberlemeye yönelirler, mana ve hükmü üzerine yeterince düşünme, inceleme ve uygulama imkanı bulamazlardı. Halbuki inananlara kitab, sevap kazanmak üzere dirilerine ve ölülerine okusunlar diye değil, onu hayatlarında reh­ber edinsinler, onunla yepyeni bir kimlik kazansınlar diye gönde­rilmişti. Bu sebeple —yukarıda işaret edildiği gibi— ya hâdise üzerine sorulan sorulara, yahut da zamanı geldiği için Allah'ın takdirine dayalı olarak bir, on, bazen daha fazla ayet grupları ha­linde Hz. Peygambere geliyor, o da ümmetine, geldiği gibi tebliğ ediyor, gerektikçe açıklıyor ve uyguluyordu. Kur'ân-ı Kerim'in ni­çin toptan değil de parça parça geldiğini —müşriklerin buna iti­razları vesilesiyle— yine Kur'ân'dan öğreniyoruz: «Küfre sapan­lar "Kur'ân bir gelişte toptan gelseydi ya" dediler; onu kalbine iyi­ce yerleştirmek için böyle (yaptık) ve onu (sana ağır, ağır okuduk»[65] «... Onu insanlara sindire sindire okuyasın diye parça parça gön­derdik ve onu ağır ağır indirdik.»[66]

«Ondan önce sen (ey peygamber) ne bir kitabı okuyabilir, ne de elinle onu yazabilirdin. Böyle olsaydı haktan sapmış olanlar şüp­heye kapılırlardı.»[67] mealindeki ayet Kur'ân-ı Kerim'in, bir insan­dan okumamış bulunan «ümmî» Peygambere, Allah'tan geldiğini, beşeri bir kaynaktan alınmadığım ve yine çoğu eğitim öğretim görmemiş bir ümmete tabliğ edildiğini ifade etmekte, aynı zaman­da Kitâb'm toptan gelmeyişinin bir başka sebebine dikkat çek­mektedir. [68]

 

C) Kur'ân-I Kerim'in Yazılması Ve Kitaplaştırılması
 

Kur'ân-ı Kerim'de yer alan fıkıh ile ilgili ayetler ve bu ayetle­rin sayısız nkıh bilgi ve hükmüne kaynaklık ettiği gözönüne alı­nırsa, Fıkhın ilk tedvininin (kitapta yazılı hale getirilişinin) de, Kur'ân-ı Kerim'in yazılması ile gerçekleştiği söylenebilir. Allah Teâla Kur'ân-ı Kerim'i vahyettiği gibi koruyacağını da vadetmiş-ti.[69] Bu vadini, Peygamberine aldırdığı şu tedbirlerle gerçekleştir­di: Vahiy gelince Peygamberimiz okuma yazma bilen sahabileri çağrır, yeni gelen ayetleri yazdırır, tashih etmek üzere okutur, sonra bunu erkeklere ve kadınlara ayrı ayrı okurdu. O zamanda

kâğıt mevcut olmadığı için yazmaya müsait her nesne kullanıl­mış, bu cümleden olarak kemik, taş, tabaklanmış deri, hurma dallarının orta damarı, porselen parçalarından istifade edilmiş­tir. Hicretten sekiz yıl önce Hz. Ömer'in müslüman olmasında et­kili olan ayetler kızkardeşinin elinde yazılı bulunuyordu. Bu ve benzeri vesikalar yazmanın hemen ilk yıllarda başladığını göster­mektedir. Rur'ân-ı Kerim böylece baştan sona çeşitli malzemeler üzerine birden fazla nüsha olarak yazıldığı gibi, ayrıca parçalar halinde veya bütünü ile ezberlenmiştir. Her müslüman, günde beş vakit namazda Kur'ân'dan bir miktar okumak durumunda oldu­ğu için ezberliyordu; ayrıca kabiliyetli kişiler onu baştan sona ezberlemiş bulunuyorlardı. Sahih rivayetlere göre her yıl Rama­zan ayında Cebrail geliyor, Hz. Peygamber (s.a.v.) ona Kur'ân-ı Kerimin mevcut kısmım baştan sona okuyor, bu yol ile muhafaza hususu kontrol edilmiş oluyordu. Peygamberimizin vefat edeceği yıl Cebrail iki kere okumasını istemiş, O da Kur'ân'ı baştan sona iki kere okumuştu. Bu esnada başta Zeyd b. Sabit olmak üzere ba­zı ashabı da orada bulunuyorlardı. Rasûl-i Ekrem'in dünya hayatı son bulduğunda Kur'ân-ı Kerim'in tamamı hem yazılmış, hem de birçok kişi tarafından ezberlenmiş durumda idi. Sûrenin ve ayet­lerin yerleri ve sıraları da bizzat Peygamberimiz tarafından bildi­rilmiş idi. Ebû Bekir halife olup yalancı peygamberlerle yapılan savaşlarda birçok hafız şehit düşünce, Hz. Ömer'in teklifi üzerine, Zeyd b. Sabit başkanlığında bir komisyon kurdu ve çeşitli ellerde bulunan Kur'ân parçalarının bir araya getirilerek yeniden yazıl­masını, bir kitap (mushaf) halinde toplanmasını istedi. Birden fazla nüsha ve hafızanın kontrolü altında bütün Kur'ân tek kitap halinde yazıldı ve halifeye teslim edildi. Yazımda Kureyş lehçesi esas alınmıştı, islâm dünyasına yayılmış bulunan ashab ise Kur'ân'ı, çeşitli lehçelerden okuyorlardı. Bu durum bazı karışık­lıklara sebebiyet verdiği için Hz. Osman'ın halifeliği zamanında yine Zeyd b. Sabit'in başkanlığındaki bir heyet ana nüshayı çoğalttı ve belli merkezlere birer nüsha gönderildi. Yazı ve lehçe bakımından bu nüshalara uymayan özel nüshalar ortadan kaldı­rıldı, işaret etmek gerekir ki, burada söz konusu olan farklılıklar, aynı manayı ifade eden ve çeşitli bölgelere ait bulunan az sayıda kelime farkından ibaret idi ve bu farklılığa, ümmete kolaylık olsun diye Hz. Peygamber örnek olmuş, izin vermişti, islâm bölge farklarım zayıflatıp Kureyş lehçesi yaygın hale gelince, geçici olarak izin verilen lehçe farkları da ortadan kaldırılmış oldu.[70]

 
D) Bazı Ayetlerin Yürürlükten Kaldırılması (Nesih)
 
Semavî dinlerin aynı kaynaktan geldiği, Allah'ın peygamber­lere vahyettiği bilgi ve esaslara dayandığı, bu sebeple inanç, ger­çekler ve genel prensiplerle ilgili bilgi ve hükümlerin değişmediği, bunların bütün semavî dinlerde aynı mahiyette bulunduğu bilin­mektedir. Fert ve toplum üzerinde dinin hedeflerini gerçekleştir­mek için Allah tarafından konmuş ibadetler, fert ve toplumun ha­yatını düzenleyen hüküm ve kaideler dinden dine değişebilir mi? Bu soruya da genellikle müsbet cevap verilmiş, mevsuk belgelere dayanılarak yapılan mukayeseler de bu vakıayı isbat etmiştir. Al­lah'ın insan ve tabiata hâkim kıldığı kanunlar içinde «terakki ka­nunu» da vardır; buna göre birbirini takip eden nesiller, bir bay­rak yarışında olduğu gibi ilim, sanat ve tekniği geliştirecek, icat ve keşiflerle zenginleştirecekler, bir vakte kadar medeniyet ve kül­tür tekamül edecektir. Bu gerçek karşısında ilahî dinlerin uyum­suz kalması düşünülemez; çünkü bu dinleri gönderen de, terakki kanununu koyan da tek kaynaktır; Allah'tır, iki din arasında uzunca bir zaman geçtiği için mezkûr değişiklikler zaruri ve tabii olmakla beraber, bir dinin başlangıç yıllarında, yeni salikler bu di­ne uyum sağlamaya çalışırken, birbirini değiştiren hükümlerin arka arkaya gelmesi caiz ve vâki midir? Bu mesele Öteden beri islâm âlimleri arasında tartışılmıştır. Genel bir hükmün özelleş­tirilmesi, bazı kayıt ve sınırların getirilmesi (tahsis, takyid) gibi değişikliklerin cevazı genellikle benimsenmiştir. A ve B gibi birbi­rine tamamen zıt iki hükmün bulunması ve ikincisinin birincisini yürürlükten kaldırması (nesh) ise sünnî çoğunluk tarafından caiz ve vaki görülmüş olmakla beraber bazı alimler «nazari olarak caizdir, fakat uygulamada böyle bir durum yoktur» tezini savun­muşlardır.[71]

Uygulamada neshin bulunduğunu benimseyen ulemâ, hükmü değiştiren âyetlerin sayısı konusunda farklı sonuçlara varmışlardır. Tahsis, takyid kabilinden olan değişiklikleri de nesih sayanlar sayıyı oldukça çoğaltmışlardır. Ayetin hükmünü tamamen ortadan kaldıran değişikliği nesih sayanlardan îbnul-Arabî, Süyûtî gibi araştırıcılar sayıyı yirmiye, Faslı Hacevî oniki-ye, Hindistanlı Şah Veliyyullah beşe indirmişlerdir. Bu beş ayet üzerinde son iki âlimin görüşleri birleştirilince sayının daha da azaldığı görülmektedir.[72] Şöyle ki:

1- «İçinizden birine ölüm yaklaştığında, eğer geride mal bıra­kıyorsa ana-babasına ve akrabasına vasiyet etmesi gereklidir.»[73] mealindeki âyeti, «Allah çocuklarınızın miras haklarını size şöy­lece bildirip emrediyor: Erkek, kadının aldığının iki mislini ala­caktır...» [74]mealindeki ayet neshetmiştir. «Vârise vasiyet yoktur; yani bir kimse ölüye zaten vâris oluyorsa buna ayrıca vasiyet yo­luyla mal verilmez» mealindeki hadis ise nesheden ayete açıklık getirmektedir.

2- Kocası ölen bir kadın, bir yıl bekler (evlenmez), bu arada ölenin malından nafakası sağlanırdı. Sonra bu hüküm kaldırıla­rak iddet dört ay on güne indirildi.[75]

3- Diğer müelliflerle beraber Hacevî'ye göre «Ona güç yetire-bilenler üzerine yoksulları doyuracak bir fidye gereklidir»[76] mealindeki ayet, oruca gücü yetenlerin dilerlerse oruç tutmayıp her oruç için bir fidye (fitre miktarı bedel) verebileceklerini ifade etmektedir ve bu ayet «İçinizden Ramazan ayına ulaşan onda oruç tutsun»[77] emri ile neshedilmiştir. Şah Veliyyullah'a göre «Ona güç yetirenler»den maksat «fitre verme gücü bulunanlar» demektir ve ayet, oruç tutanların bir de fitre (fıtır sadakası) ver­melerinin—imkâna bağlı olarak— gerekli olduğunu bildirmekte­dir. Burada nesih söz konusu değildir.

4- Müslümanların ona karşı bir de olsalar cihada devam etme­leri gerektiğini bildiren ayet, bu yükümlülüğü ikiye karşı bir şe­kilde değiştiren ayet ile[78] neshedilmiştir.

5- Belli bir sayı ve zamandan itibaren Hz. Peygambere evlen­meyi yasaklayan ayet[79] «Sana eşlerini helal kıldık...»[80] mealinde­ki ayet ile neshedilmiştir. Bu konuda Şâh Veliyyullah farklı bir gö­rüş zikretmediği halde Hacevi aksine görüşlerin bulunduğunu, bazılarının burada neshi kabul etmediklerini ileri sürmektedir.

6- Hz. Peygamber ile gizli bir şey konuşmak isteyenlerin önce fukaraya sadaka vermesini isteyen ayet,[81] bunu takip eden ayet tarafından neshedilmiştir.

7- Müzemmil sûresinin yirminci ayetinde, önce gece namazı farz kılınmış, sonra bu hüküm kaldırılmıştır. Hacevî burada da nesinden bahsetmenin uygun olmadığı, ayetin başında gece na­mazının, —Hz. Peygambere olduğu gibi—bütün mü'minlere farz kılındığına dair bir delaletin bulunmadığını ileri sürmektedir.

8- Rasul-i Ekrem kabir ziyaretini önce yasaklamış, sonra bu­na izin verilmiştir.

9- Namazda önce Kudüs'e dönülürken, sonra Kabe'ye yönelin-miştir.

Bu tahlil ve tartışmalar da göstermektedir ki uygulamada, kelimenin tam manasıyle bir nesih olayının bulunduğunu isbat etmek oldukça güç bulunmaktadır. Geriye kalan bir iki örneği de «önceki yanlış anlamayı düzeltme ve gerekli açıklamada bulun­ma» şeklinde yorumlamak mümkündür. Durum ne olursa olsun nesih, ancak Rasûlullah hayatta iken bahis mevzuu olan bir hadi­sedir. O'nun intikalinden sonra vahiy kesildiği için nesih ihtimali de ortadan kalkmıştır; çünkü Allah ve Rasulu nün koyduğu bir hükmü başkasının kaldırması mümkün değildir. [82]

 

2- Sünnet
 

A) Fıkıh Bakımından Önemi
 

Doğumdan Ölüme, ibadetten hayat nizamına kadar çok geniş bir sahayı içine alan ve düzenleyen Fıkh'm iki ana kaynağından ikincisi Sünnettir. Burada Sünnet'ten maksat, Rasûlullah'ın (s.a.v.) ümmet için örnek teşkil eden davranışlarının bütünüdür.

Ancak bunları bize ileten ifadeler çoğu kere ashaba ve diğer ravile-re ait bulunduğu (hadisi Rasûlullah'm sözleri ile değil, manayı ve meali esas alarak naklettikleri) ve hadislerin çoğunun ilk nesiller­de tek ravi tarafından nakledildiği (haber-i vâhid olduğu) için Sünnet —Kur'ân-ı Kerim'e nisbetle— ikinci kaynak olarak kabul edilmiştir. Bununla beraber hadis âlimlerinin ortaya koyduklari ince ve sağlam güvenilirlik ölçülerine uygun bulunan hadislerin, ister haber-i vâhid olsun, ister meşhur veya mütevatir olsun, bilgi ve hüküm kaynağı olacağı konusunda sünnî mezheblerin ittifakı vardır. Özellikle Fıkıhta kesin bilgi yerine zan ve kanaat yeterli bulunduğu için, Rasûlullah'a aidiyyeti ve ifadesi konularında haklı bir şüphe bulunmayan, bu iki bakımdan kişiye kanaat ve itminan veren hadislerin delil (hüküm kaynağı) olarak kullanıl­ması tabiidir. Hadislerin ve dolayısryle Sünnet'in kaynak olması­na karşı eski ve yeni muhalifler tarafından ileri sürülen deliller ve bunlar arasında bulunan: «Hadislerin Kur'ân-ı Kerim ile karşılaş­tırılması ve ona uyanların kullanılması, uymayanların atılması» manasını ifade eden uydurma hadis, Fıkıh usûlü ve Hadis usulü kitaplarında ele alınmış, ilmî tenkit ve tahliller ile çürütülmüş­tür.

Fıkıh kaynağı olarak Sünnet bir yandan Kur'ân-ı Kerim'in açıklanmaya (beyâna) muhtaç bulunan âyetlerini açıklarken di­ğer yandan boşlukları doldurmakta, yani müstakil olarak —Kur'ân-ı Kerim'de bulunmayan— hükümler koymaktadır. «Onlara indirileni halka açıklaman için sana sözü (Kur'ân'ı) in­dirdik.»[83] mealindeki ayet Rasûlullah'm ve dolayısıyle Sünnet'in birinci rolüne; «Rasûl size neyi getirirse onu alın, kabul edin, size neyi yasaklarsa ondan da uzak durun»[84] «Gerçekten Rasûlul-lah'ta sizin için güzel bir örneklik vardır.»[85] «De ki, Allah'a ve Rasulüne itaat edin...» «...Rasûl onlara güzel şeyleri helal kı­lar, pis ve çirkin şeyleri de haram kılar..» mealindeki ayetler ile bunları teyit eden hadisler de Sünnet'in ikinci rolüne mesnet teş­kil etmektedir. Ayrıca Kur'ân-ı Kerim'de genel çizgileriyle anlatı­lan iman ve islâm konularının, namaz, oruç, hac zekât gibi temel ibadetlerin ve benzeri hükümlerin geniş açıklamaları, Sünnet'in «açıklama» fonksiyonunun; fitır sadakası, vitir namazı, evli kişilerin zinalarının cezası, bir kadının üzerine hala ve teyzesini alma­nın haram oluşu, ehli eşek etinin haram olması, ramazan orucunu kasten ve mazeretsiz bozan kimsenin yerine getireceği keffaret vb. yüzlerce hüküm de «boşlukları doldurma» fonksiyonunun ör­nekleridir. Sünnet kaynağının Fıkıh açısından önemini gösterme­si bakımından İbnu'l-Kayyim'in verdiği rakkam da ilgi çekicidir; buna göre Sünnet kaynağında, Fıkıh hükümlerine esas teşkil eden hadislerin sayısı beşyüz civarındadır; esas ile ilgili bulunan bu hadisleri açıklayan, tafsilat veren, kayıt ve şartları bildiren ha­dislerin sayısı ise dört bine ulaşmaktadır.[86]

 

B) Sünnette Nesih
 

islâm'ın bünyesinde bulunan kolaylık prensibinin gerekle­rinden birinin de nesih olduğuna, bu sayede ilk müslümanlarm önemli ve köklü bir kültür değişmesini arızasız olarak gerçekleş­tirme imkanı bulduklarına daha önce işaret edilmişti. Bu cümle­den olarak Kur'ân-ı Kerim ayetleri arasında olduğu gibi hadisler arasında, hatta hadisler ile ayetler arasında karşılıklı nesihten de bahsedilmiştir. Ayet-Hadis arası nesih tartışılmış olmakla bera­ber bazı hadislerin birbirini neshetmiş olması vakıası genellikle kabul edilmiş ve bu konuda müstakil eserler kaleme alınmıştır.[87]

Sünnet'te nesih olayı da Rasûlullah devri özelliklerinden biri olup, daha sonraki devirlerde Sünnet'in neshi mümkün değildir. [88]

 

C) Sünnetin Yazılması Ve Toplanması
 

Fıkh'm kaynakları bakımından ilk tedvini Kur'ân-ı Kerim'in yazılıp Mushaf haline getirilmesidir, ikinci tedvini ise Sünnet'in yazılıp ayır kitaplarda ve farklı tertipler içinde derlenme sidir. Bu son iş yani çeşitli tertipler içinde Sünnet'in kitaplara geçirilmesi, kitaplaştınlması (tasnif) hicrî ikinci asırda gerçekleşmiş olmakla beraber tertipsiz olarak yazılması ve büyük, küçük mecmualarda ve sayfalarda muhafazası (tedvin) Rasûlullah (s.a.v.)'in zamanına kadar uzanmaktadır. Gerçi Rasülullah (s.a.v.) başlangıçta, Kur'ân ayetleri ile karıştırılmasın diye hadislerin yazılmasını ya­saklamıştır. Ancak yine başlangıçta güvendiği kimselerin yazma­larına izin verdiği gibi, karıştırma ihtimali ortadan kalktıktan sonra yasağını geri almış ve genel olarak yazmaya izin vermiş­tir.[89] Buharî'nin Sahih'i ve Müslim'in Sahih'inin ilim bölümleri ile benzeri kaynaklarda, Hz. Peygamber'in hayatının sonlarına doğ­ru yazma izni verdiğini gösteren açık ve güçlü ifadeler mevcuttur. Süleyman Nedvî, Prof. M. Hamidullah, Prof. Fuad Sezgin gibi âlimlerin araştırmaları, hadisin çok erken bir zamanda yazılma­ya başladığını ve Buharî, Muvatta gibi önemli hadis kaynakları­nın sözlü rivayetler yanında yazılı rivayetlere de dayandığını or­taya koymuştur.

Şüphesiz hadislerin konularına göre kitaplara geçirilmesi daha sonraki zamanlarda yapılmıştır ve bu yapılırken daha önce yazılmış bulunan Fıkıh kitaplarının tertibinden istifade edilmiş, yahut bunların tesiri altında kalınmıştır. Ancak böyle bir tertiple olmasa bile hadislerin, Hz. Peygamber zamanından itibaren hafi-zalar yanında, yazılarak da muhafaza edilmesi ve müctehidlerin fıkıh hükümlerini çıkarırken bu hadislerden istifade etmeleri vakıası Fıkhın oluşması ve tedvini bakımından büyük önem taşı­maktadır. [90]

 
D) Kitab Ve Sünnet'in Fıkıh Hükümlerini İfade Şekli
 

İlmî eserler ve bu arada Fıkıh kitapları belli bir metod ve üs-lub ile yazılır; ifade şekli tekdüzedir, aynı hüküm ve fikirler belli cümle şekilleri ve terimler ile anlatılır. Kitab ve Sünnet ise insan eseri değil, Allah'ın vahyi mahsulüdür. Bu iki kaynakta insanlara gerekli bulunan bilgiler en güzel ve tesirli ifade şekilleri ile verilmiş, üslûb usanmadan tekrar tekrar okunacak şekilde ayarlan­mış, hem konular, hem de ifade şekli bakımından çeşitliliğe yer verilmiştir. Bu sebeple mezkûr kaynakların ve Özellikle tertibi de ilahî olan Kur'ân-ı Kerim'in belli bir bölümünde, Fıkıh hükümleri, «şu haramdır, şu helaldir, şu akit şöyle yapılır, şartları şunlar­dır..şeklinde verilmemiştir; bilgi ve hükümler yeri geldikçe de­ğişik kelime ve cümlelerle ifade edilmiş ve çeşitli sûrelere serpişti­rilmiştir. Bu cümleden olarak:

Helâl ve haramlar, «şu helaldir, size haram kılındı size helal kılındı» şeklinde; farz kılman hususlar «farz kıldık, Allah size farz kıldı, Allah hükmetti (kaza), üzerinize şöyle yazıldı...» tarzında ifade edilmiştir.

Kimisi kesin, kimisi teşvik mahiyetinde olmak üzere istenen şeyler «Allah emretti, emreder, Allah şundan hoşnut ve razı olur, şöyle yapmanızda sakınca, günah ve kınama yoktur (bu üslûb da­ha ziyade serbest bırakılan davranışlar ve şeyler için kullanılır), şu işte, bu davranışta iyilik vardır, hayır vardır... şeklinde ifade edildiği gibi «şöyle yapın, şunu yapın» şeklinde açık emir kipi de kullanılmıştır.

Kesin veya teşvik mahiyetinde yasaklanan, yapılması isten­meyen hususlar da yukarıda geçenlerin tersi olan ifadelerle anla­tılmıştır: «Allah şunu yapmanızı sevmez, şundan hoşnut kalmaz, razı olmaz, şu iyilik değildir, şunda hayır yoktur, şunda günah ve vebal vardır, şunu yapana Allah lanet eder, şu pistir, şeytan işidir, şunu yapmanın cezası cehennemdir, şunu yapmayın, şundan uzak durun...»

Bu ifadeler yanında Hz. Peygamber'in fiilleri, Özellikleri bir iş ve davranışı devamlı yapması yine hüküm kaynağı olai'ak değer­lendirilmiştir.

Gerek ashab ve gerekse daha sonra gelen müctehidler Kitâb ve Sünnet'in üslûbuna alışmış, maksadını anlamış, karineleri de değerlendirerek gerektiğinde Fıkıh hükümlerini çıkarmış ve uygulamışlardır. Bu arada gerekçesi, dayanağı (illeti) zikredilen hükümlere kıyas yaparak da meselelere çözüm getirmişlerdir. Bununla beraber müctehidler Kitâb ve Sünnet'in açık ve kesin ifa­delerine dayanmayan, ictihad ve yorum ile elde edilen bilgileri ve hükümleri için kesin ifadeler kullanmamış, «şu haram, bu helal, şu farz» dememiş, aksine «şunda sakınca yoktur, bu bana hoş gelmiyor, şu geçmişlerin fiillerine uymuyor, bu bana daha sevimli geliyor» gibi ifadeler kullanmayı tercih etmişlerdir. [91]

 
3- İcmâ
 

Herhangi bir asırda yaşayan müctehidlerin tamamının bir fıkıh hükmü üzerinde ittifak etmeleri manasına gelen icmâ, müc­tehidlerin çoğuna göre ancak Kitab ve Sünnet'ten bir delile daya­nacaktır; yani bir ayet veya hadisin belli bir hükmü ifade ettiği, başka bir manaya gelmediği hususunda asrın müctehidleri fikir ve görüş birliğine varmış olacaklardır. Bazı fıkıhçılara göre ise icmâ, böyle bir delile dayanmaksızın, ictihad ve kıyasların birleş­mesi suretiyle de teşekkül edebilir. Bu ikinci görüş nazari olarak doğru gibi görünse de misal bulma konusunda zorlanümıştır. Icmâın bağlayıcı bir delil olması, ümmetin dinî konularda yanlış üzerinde ittifak etmiyeceklerini haber veren hadislere ve «mü'minlerin yolundan ayrılmayı kınayan» ayete[92] dayanmakta­dır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında herhangi bir ictihad ve yo­rumun, O'nun tasvibinden geçmeden devamlı delil (hüküm ve davranış kaynağı, dayanağı) olması caiz ve mümkün değildir. O'nun yokluğunda sahabenin yaptığı ictihadlar ise geçici olarak delil olmakta, huzuruna gelindiği zaman O'na arzedilmekte ve an­cak tasvibinden sonra delil olabilmekte idi. Bu takdirde ise delil, kıyas ve ictihad olmaktan çıkıp Sünnet çerçevesine gireceği için «O'nun zamanında sahabenin ictihad ve yorumlarının devamlı delil olamıyacağı» sonucu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Rasûlullah'ın ahirete intikalinden sonra sahabenin bir konuda it­tifak etmeleri mümkün ve vakidir; Ahmed b. Hanbel gibi bazı müctehidlere göre «yalnızca sahabe devrinde icmâ meydana gele­bilir ve muteber olur.» Icmâ'm işlediğimiz devri ilgilendiren taran, Rasûlullah'm ümmeti ittifaka teşvik ederek gerektiğinde icmâ eğitimi vermesi ve «ümmetin ittifakının değerini» açıklamış bu­lunmasından ibarettir. [93]

 
4- Kıyâs
 

Kitab ve Sünnet'te yer alan bir hükmün hangi gerekçeye (va­sıf, illet) dayandığı bilinir veya ayrı bir ictihad ile ortaya çıkarılır (tahricu'l-menât içtihadı yapılır), sonra aynı gerekçeye sahip bulunan, aynı illet ve vasfi taşıyan bir fiil veya nesneye de aynı hü­küm verilirse «kıyas» içtihadı gerçekleşmiş olur. Hz. Peygamber (s.a.v) içtihada izin verirken, ashabına ictihad eğitimi yaptınrken kıyas içtihadına da izin vermiş ve bunun örnekleri o asırda ortaya çıkmıştır. [94]

 
5- İstidlal
 

Kur'ân-ı Kerim'den ve Sünnet'ten, dil bilgisine ve kaidelerine dayamlarak bilgi ve hüküm elde edildiği gibi bu hükümlerin ge­rekçesine (illetine) dayanmak suretiyle kıyas yoluyla da hüküm ve bilgi sahibi olmak mümkündür. Bunların dışında kalan bilgi ve hüküm elde etme yollan «istidlal» kelimesi ile ifade edilmektedir. Hz. Peygamber ve ashabının istidlal yolunu kullanıp kullanma-dıklannı araştırmak üzere bunun başlıca Çeşitlerini teker teker ele almak gerekecektir: [95]

 

A) Telâzilm
 

iki hüküm arasındaki gerektirme bağlantısı (telâzüm): in­sanlar önce mantık kaidelerine göre düşünmüş, bu kaidelerin adı­nı koymadan onlan düşüncesinde kullanmışlar, sonra da —zama­nı gelince— mantık ilmini ve kaidelerini tesbit etmişler, sistem-leştirmiş ve tedris eylemişlerdir, islâm dünyasına mantık ilmi­nin, Emeviler devrinden itibaren Yunan felsefesinin tercümesi yoluyla geçtiği bilinmektedir. Ancak gerek Peygamberimizin ve gerekse ashabının birçok akıl yürütme işleminde —adını koyma­dan— mantıkçılann kıyaslanm kullandıklan anlaşılmaktadır ki, yukarıda «telâzüm» kelimesiyle ifade edilen akıl yürütme şekli tamamen mantıkçılann kıyaslanndan ibarettir. Meselâ Sa'd b. Muaz'm hakem olduğu hadisede şöyle bir kıyas yaptığı anlaşıl­maktadır: «Benî Kurayza müslümanlara karşı savaşmışlardır.

Müslümanlara karşı her savaşının eli silah tutanı öldürülür, kadın ve çocukları esir edilir. Sonuç: Beni Kurayza'mn eli silah tu­tanı öldürülür, kadın ve çocukları esir edilir.» Burada birinci ve ikinci cümleler (mukaddimeler) birer hüküm ifade etmekte, bu iki hüküm arasında mezkûr sonucu gerektiren bir bağlantı bulun­maktadır. [96]

 
B) Îstishab
 

Sonraki devirlerde hanbelîler ve zahirîler tarafından çokça kullanılan istishab «varlığı sabit olan bir hüküm ve durumun geçmişte veya halihazırda da var sayılması» esasına dayanmakta­dır ve çeşitleri vardır. Rasûlullah (s.a.v) zamanında mevcut olan istishab üç çeşittir:

aa) Akıl veya hukukun (şer'in) varlık (sübut) ve devamına delâlet ettikleri şeyin var sayılması, var kabul edilmesidir. Meselâ mülkiyetin sübutunu gerektiren sözün sarfedilmesi üzerine bu hakkın sübutu, borçlanma veya itlaf vaki olunca zimmette borcun sübutu, nikâh akdi yapıldıktan sonra karı koca arasındaki «helal olma» hükmünün devamı bu nevi istishaba dayanmaktadır.

ab) Aklın delaleti ile bilinen asıl yokluğun (el-ademu'1-aslî) hukuki hükümlerde de yok sayılması (istishabı): «Şer'î (dini-hu-kuki) bir delil bulunmadıkça, böyle bir delile dayalı bir değişiklik vuku bulmadıkça yükümlülük de yoktur» hükmü böyle bir istisha­ba dayanmaktadır. Meselâ Kitab ve Sünnet'ten bir delil bulunma­dıkça müslümanın, altıncı bir namaz ile mükellef olması düşünü­lemez.

ac) Bazı naslann özelleştirilmiş, kayıtlanmış olması, bazıları­nın da —Rasulullah zamanında— neshedilmiş bulunmaları ihti­maline rağmen —bu ihtimallerin vukuu bilinmedikçe— mezkûr naslarla amel edilmesi de bir nevi istishaba dayanmakta, bu nas-lar anlaşıldıkları ve oldukları gibi yürürlükte kabul edilmektedir.

Bu üç nevi istishab (hükme varma yolu) Rasûlullah zamanın­da da kullanılmıştır; ancak bunlardan üçüncüsü daha ziyade as-hab için söz konusudur. [97]

 
C) Önceki Semavî Dinlere Ait Hükümler
 

Bir önceki din çeşitli sebeplerle devrini tamamlayıp yeni bir peygambere ve kitaba ihtiyaç hasıl olunca Allah Teâlâ yeni pey­gamberi göndermekte, baştan beri devam eden değişmez din prensipleri yanında değişen hüküm ve kaideler koymaktadır. Buna göre prensip olarak her yeni din bir öncekini yürürlükten kaldırmakdır. Önceki dinlerde mevcut hüküm ve kaidelerin islâm dini ve müslümanlar bakımından da geçerli olabilmesi için mev­suk ve muteber bir kaynakta (Kur'ân-ı Kerim, sahih hadisler) zik­redilmesi ve ayrıca peygamberimiz tarafından yürürlükten kaldı­rılmadığının (neshedilmediğinin) bildirilmiş bulunması şarttır. Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine'ye hicret edince buradaki yahudi-lerin aşura günü oruç tuttuklarım görerek «niçin tuttuklarını sor­du», «bugün Allah Musa'yı kurtarmıştı» dediler, «biz Musa'ya on­lardan daha yakınız» buyurarak kendisi de o gün oruç tuttu.[98] Bu ve benzeri vakıalar önceki dinlere ait bazı hükümlerin İslâm'da yürürlükte kaldığına örnek olarak gösterilmiştir. [99]

 

D) Îstihsân                                           
 

Mezhep müctehidlerinin yaşadığı devri incelerken ele alına­cak olan istihsan metodu, «karşılaşan iki delilden daha kuvvetli olanı tercih» esasına dayanmaktadır. Bu metodu gerek Rasûlul­lah hayatta iken ve gerekse intikalinden sonra ashabın kullandık­ları anlaşılmaktadır. İleride daha çoğunu göreceğimiz örnekler­den biri Hz. Ali'nin kur'a formülüdür. Yemende üç erkek, iki hayız arasındaki bir temizlik içinde bir kadınla (câriye) birleşmişler ve kadın da bundan hamile kalmıştı. Çocuğun kime ait olacağı konu­sunda ihtilafa düşen erkekler Hz. Ali'ye başvurdular, o da şöyle hükmetti: «Aranızda kur'a çekin, kur'a kime çıkarsa çocuğu o alır ve diğer şahsa, bir tam diyetin (kan bedeli, tazminat) üçte ikisini öder.» Bilahare bu hükmü Hz. Peygambere iletmişler, O da tasvip buyurmuştur.[100] Bu meselede kıyas (umumi kaide) çocuğun nesep­siz kalmasını, anasının çocuğu olmasını gerektirirken, Hz. Ali, çocuğun maslahatını (menfaatini) gözönüne alarak yukarıdaki hükme varmış ve istihsan metodunu kullanmıştır. [101]

 
E) Istıslah
 

«el-Mesâlihul-mursele» terimi ile de ifade edilen istıslah me­todu kıyasa bir cihetten oldukça yakınlığı bulunan bir metoddur. Kıyas yapabilmek için illetin bilinmesine ihtiyaç vardır, illeti tes-bitin yollarından biri de'münasebettir, münasebet illetin (nassa dayalı hükmün gerekçesinin) hikmet ve maslahata uygun bulun­masıdır. Meselâ şarabın içilmesinin haram kılınmasının illeti «sarhoşluk verme vasfıdır» denildiği zaman bu vasfı taşıyan bü­tün yiyecek ve içecekler yasaklanır, yasaklanınca da dinin «aklı ve hayatı koruma» hikmeti gerçekleşmiş bulunur; şu halde «sarhoş­luk verme» gerekçesi, dinin aklı ve hayatı koruma hikmetine (maksadına) münasib düşmektedir. Böyle bir vasfın, dini-hukuki hükümde gerekçe kılındığına nas, dar veya geniş çerçevede dela­let ederse kıyas yoluna gidilir. Muayyen naslardan böyle bir mana elde edilemiyor da birçok nassm ortaya koyduğu, «dinin genel maksatlarına» bakılıyor ve «buna uygun bulunma» esasına göre hükme varılıyorsa istislâh metodu kullanılmış olur. Kur'ârı-ı Ke-rim'in bir mushafta toplanması, hadislerin resmen toplattırılıp yazdınlması, minarelerin yapılması, halkı cumaya çağırmak için bir ezan daha (ilk ezan) okutturulması... bu metoda dayalı hüküm­lere örnektir.

Gerek istislâh metodu ve gerekse «harama giden yolu tıkama» mahiyetinde olan şeddi— zeria metodu, Hz. Peygamber'in irşad ve eğitimi ile yetişen ashab tarafından O'nun yokluğunda kulla­nılmış, sonra da diğer müctehidlere intikal etmiştir. Yeri geldikçe bu metodlarm gelişmelerine temas edilecektir. [102]

 

6- Hz. Peygamber Devrinde İctihad
 

A) Hz. Peygamber'in İçtihadı
 

Hz. Peygamber devrinde fıkhın iki kaynağı vardır: Kur'ân (Kitabullah) ve Sünnet. Bunların her ikisi de doğrudan veya dolaylı olarak vahye dayanır. Bu arada gerek Hz. Peygamber, ge­rekse onun izniyle sahabe, ictihad etmişlerdir. Gerçi Rasûlullahin içtihadı vahyin, sahabenin içtihadı ise Rasûlullahin kontrolü al­tındadır, bunun için de Kur'ân ve Sünnete dayanmış olmaktadır.

Fakat buna rağmen ictihad faaliyetinin faydasız olduğu söylene­mez. Çünkü sahabe devrinden itibaren çok ihtiyaç duyulacak ve başvurulacak olan ictihad bu sayede öğrenilmiş ve meleke kaza­nılmıştır.

Fıkıh Usulü kitaplarında Rasûlullah'm ictihad ederek hükme varmasının caiz olup olmadığı tartışılmıştır. Tartışmanın bir ta­rafına göre O'nun din konusunda her söylediği vahye dayanır (Necm: 53/4), bilgi ve hüküm kaynağı olarak vahiy bulununca da içtihada ihtiyaç yoktur. Diğer tarafa göre ise O'nun söyledikleri­nin vahye dayalı olması, Kur'ân ayetleri ile ilgilidir, Kur'ân-ı Kerim'de ne varsa hem manası ve hem de sözleri ile Allah'a aittir. Allah tarafından Rasûlüne vahyedilmiştir. Sünnete gelince bu­nun büyük bir kısmının manası yine Allah tarafından Rasûlüne vahyedilmiştir. Sünnete gelince bunun büyük bir kısmının mana­sı yine Allah tarafından vahyedilmiştir, sözleri ise Allah Rasûlüne aittir ve bunların da önemli bir kısmı O'nun sözleri ile değil, ashabın anlayış ve kavrayışlarına göre kendi sözleri ile rivayet edilmiştir. Sünnetin bir kısmının ise hem manası ve hem de sözle­ri Rasûlullah'a aittir. Şüphesiz Rasûlullah'ın içtihadı, Allah'ın kontrolü altındadır, ashabın içtihadı da Allah Rasûlü'ne arzedil-dikten ve O'nun tasvibini aldıktan sonra Sünnet hükmüne geç­mektedir. Ancak bu gerçek, onların ictihad etmediklerine, ictihad yolunu kullanmadıklaıına delil olmaz. Bizim de katıldığımız bu ikinci görüşü, geçen ve gelecek Örneklere ek olarak şu misallar de teyit etmektedir:

Hz. Peygamber'in içtihadından örnekler:

a) Bedir savaşında alman esirlere yapılacak muamele hak­kında bir vahiy gelmemişti. Hz. Peygamber meseleyi ashabiyle is­tişare etti. Hz. Ömer, öldürülmeleri, Hz. Ebu Bekir, fidye karşılı­ğında salınmaları fikrini ileri sürdüler. Resûl-i Ekrem de ikinci fikre katıldı. Bu istişarî ictihad üzerine gelen ayet şöyle diyordu: «Yer yüzünde savaşırken düşmanı yere sermeden esir almak hiç bir peygambere yaraşmaz. Gerçi dünya malını istiyorsunuz, oysa Allah ahireti kazanmanızı ister; Allah aziz ve hakimdir. Daha ön­ceden Allah'tan bir hüküm gelmiş olmasaydı aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azap verirdi.»[103] Bu vahiy üzerine Rasul-i Ek­rem ağhyarak şöyle demiştir: «Fidye aldıkları için ashabıma azab şu ağaç kadar yaklaşmıştı... Eğer azap gelseydi Ömer'den başkası kurtulamazdı.»[104]

Allah Teâlâ, içtihadında, hata edenlere azab etmiyeceğini be­yan ettiği için azap bahis mevzuu olmamış, fakat hatayı açıkla­mıştır.

Bu âyet, Hz. Peygamber'in, her olayın çözümü için vahyi beklemediğini, istişare (danışma) yoluyla ashabının da görüşünü alarak, zaman zaman içtihada başvurduğunu, şayet içtihadında yanılırsa, Allah Teâlâ'nın bu hatayı olduğu gibi bırakmayıp pey­gamberini ikaz ve irşad buyurduğunu açıkça ifade eder.

b) Bazı münafıklar Tebük Seferine katılmamak için mazeret­ler uydurmuş ve Hz. Peygamber'den izin almışlardı. Allah Teâlâ bunun üzerine Rasûlüne şöyle hitap etti: «Allah seni affetsin! Doğrudan sana belli olup yalancıları da bilmeden önce niçin onla­ra izin verdin?»[105]

c) Hanımlarından birine Resûl-i Ekrem şöyle demiştir: «Eğer kavmin küfürden yeni ayrılmış olmasalardı Kabe'yi Hz. İbra­him'in temelleri üzerine yeniden yapardım.»[106]

d) Misvak hakkmda:«Ümmetime üçlük çıkarmış olmasam her namaz için misvak kullanmalarını isterdim.»[107]

Bunlar Hz. Peygamber'in, mesalih ve mefâsidi, fayda ve zara­rı gözönüne alıp mukayese ederek de hüküm ve karara vardığını göstermektedir.

e) Peygamberimiz (s.a.v.) eşlerinden Zeyneb b. Cahş'ın oda­sında onun sunduğu bal şerbetini içmiş ve bu sebeple orada biraz fazlaca kalmıştı. Bu durum diğer iki eşinin kıskançlığını tahrik et­tiği için aralarında sozleşerek ağzından kötü bir kokunun geldiği­ni söylediler, O da bir daha bal şerbeti içmemek üzere yemin etti. Bu hükmü ve davranışı vahiy mahsulü olmadığı, kendi ictihad ve takdirine dayandığı içindir ki, hadise üzerine gelen ayet (vahiy) şöyle diyordu: «Ey peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.»[108]

f) Bedir savaşında Rasûlullah (s.a.v.) askeri kuyuların başla­dığı yere yerleştirmişti. Sahabeden el-Habbâb «Bunu, vahiy ile mi yoksa şahsî görüş ve takdirinize göre mi yaptınız» diye sordu, va­hiy ile olmadığı cevabını alınca «uygun olanı kuyuları arkamıza almamız ve düşmanı susuz bırakmanızdır» dedi. Hz. Peygamber bu reyi uygun bularak yeri değşitirdi. Muhtemeldir ki, Peygambe­rimiz düşmanı insan dışı canlılara benzeterek «onlar nasıl sudan mahrum edilemez ise bunlar da edilemez» kıyasım yapmıştı, el-Habbab ise savaş durumunu ve düşmanın hayat hakkının bulun­madığını göz önüne alarak bir başka kıyas veya istidlal ile zikredi­len görüşünü ileri sürdü.

g) «Annem vefat etti, adayıp da tutamadığı orucu var, onun namına ben tutsam olur mu?» diye soran kadına «annenin bir bor­cu olsaydı da sen onu ödeseydin borcu ödenmiş olmaz mıydı» buyurdu,kadm «evet ödenmiş olurdu» deyince «Allah'a olan borç ödenmeye daha layıktır» dedi.[109]

h) Oruçlu iken eşini öpünce orucunun bozulduğunu zanneden Ömer'e «su ile ağzım çalkalasan orucunun bozulur mu idi?» ceva­bını verdi.[110]

ı) Şu örnekler Allah Teâlâ'nın Ona doğrudan hüküm verme ve kaide koyma selahiyeti verdiğini, «şu konularda dilediğin hükmü ver ve koy» dediğim göstermektedir:

«Hamile kadınların çocuklarını emzirmelerini yasaklamak istedim, sonra Bizans ve îran kadınlarının bunu yaptıkları halde çocuklarına zarar vermediğini hatırlayarak yasaklamaktan vaz­geçtim.»[111]

«Ümmetimegüçlük verecek olmasaydım, her namazdan Önce dişlerini misvak ile temizlemelerini emrederdim.»[112]

Rasûlullah (s.a.v.) müslümanlara hac ibadetinin farz olduğu­nu bildirirken birisi «her yıl bir kere yapmak farz mı» diye sormuş­tu, Peygamberimiz şöyle buyurdular: «Evet deseydim her yıl haccetmeniz farz olurdu, buna da güç yetiremezdiniz. Size bir şeyi buyurmadığım müddetçe siz de beni kendi halime bırakın, sizden Öncekilerin mahvolması ancak peygamberlerine durmadan gelip idip soru sormaları yüzünden olmuştur.»[113]

«Mekke'nin ağacı kesilmez, otu yolunmaz» buyurdukları za­man Abbas «Mekke ayrığı (izhir) müstesna» demiş, Peygamberi­miz de bunu tasvib ederek tekrarlamışlardır.[114] Yasaklama tefer­ruatına kadar vahiy mahsulü olsaydı bir sahabinin sözü üzerine mezkûr istisna yapılmazdı.

Hayber'in fethinde akşam olunca askerler ocakları yakmış ve kazanları üzerine koymuşlardı. Hz. Peygamber ne pişireceklerini sorunca «ehlî eşek eti» cevabını verdiler. Bunun üzerine «kazanla­rı dökün ve kırın» buyurdu. İçlerinden birisi «içindekini dökün yı-kasak olmaz mı» diye sorunca «bu da olur» cevabını verdiler.[115]

Rasûlullah (s.a.v.) yirmi üç yıllık peygamberlik hayatında sa­dece alıcı-verici bir cihaz gibi kalmamış, Kur'ân-ı Kerim'i tefsir, tatbik, temas etmediği meselelerin hükümlerini teşri, anlaşmaz­lık sonucu hükmüne müracaat edenler arasında hüküm, islâm devletini tesis ve idare ... gibi bir kısmı içtihada müstenid tasar­ruflarda bulunmuştur. Ancak O'nun içtihadının, isabetsiz olduğu takdirde Allah teâlâ tarafından tashih edilmek gibi bir imtiyazı vardır. Çünkü O, «insanlara iyi Örnek olmak»,[116] «neyi emretmişse tutulmak ve neyi yasaklamışsa terkedilmek» [117]üzre gönderilmiş, kendisine itaatin Allah'a itaat olduğu bildirilmiştir.[118]

 
B) Sahabenin İçtihadı
 

aa) Hz. Peygamberin Huzurunda iken Sahabenin içtihadı Rasûlullah (s.a.v.) muasırı olan müslümanlar için dinin iki kaynağı vardı: Kitap ve Sünnet. Ancak bu iki kaynağın anlaşılma­sı ve tatbikatı ile temas etmediği hükümler boşluğunun doldurul­ması yine de içtihadı gerekli kılıyordu. Hz. Peygamber, dinî ve hayatî bir zaruret olan ietihad mevzuunda da ashabını yetiştir­mek, onlara rehberlik etmek için, gerek huzurunda ve gerekse gıyabında ietihad etmelerine izin veriyor, hatta onları teşvik edi­yordu.[119]

Gerçi «...bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve ra-sülüne götürün...»[120] ayeti vardı [121]fakat bu, içtihadı menetmiyor ancak neticenin Rasûlullah'a arzım gerekli kılıyordu. Nitekim mezkûr âyetin tefsirinde Cessas şunları kaydetmiştir: «Rasûlul-lah'm hayatında kıyas ve re'ye başvurmak ve hâdiseleri benzerle­rine göre hükme bağlamak iki durumda caiz üçüncüsünde ise gayr-i caizdir: Caiz olanlar 1) Rasûlullah'tan uzakta bulundukları durum; Muaz hadisi bunu ifade etmektedir. 2) Öğretmek ve dene­mek için Hz. Peygamberin onlara içtihadı emrettiği durum. Ukbe b. Amir'in rivayetine göre Rasûlullah'a iki davacı gelmiş, O da: «Ukbe, aralarındaki davayı hükme bağla.» buyurmuştu "Ukbe: «Siz burada iken nasıl hükmederim, ey Allah'ın rasûlü?» deyince de şu cevabı vermişlerdir: «Aralarında hükmet; isabet edersen sa­na on sevap, hata edersen bir sevap vardır.»

Caiz olmayan durum: O'nun huzurunda müstakil olarak ve O'nun tasvibine sunmaksızm ietihad etmektir.»[122]

Hz. Peygamber (s.a.v.) devrinde fetva vermekle meşhur on dört sahabi vardır: Ebi Bekir (v. 13/634), Ömer (v. 23/643), Ali (v.40/660) Abdurrahman b. Avf (v.32/652),İbn Mes'ud (v. 32/652), Ebu Musa'l-Eş'arî (v. 44/664), Mu'âz (v. 18/639), Ubey b. Ka'b (v.21/642), Zeyd b. Sabit (v. 45/665), Osman (v. 35/ 655), îbn Abbas (v. 68/687), îbn Ömer (v. 74/693), îbn Amr (v. 65/684) ve Aişe (v.58/677)[123]

Bunlardan yalnız Ebu Bekir, Rasûlullah'm huzurunda fetva verirdi. [124]

Hz. Peygamberin huzurunda ashabın içtihadından örnekler:

a) Hz. Peygamber Muâz'ı kadı olarak Yemene gönderirken ne ile hükmedeceğini sormuş, Muâz da —Kitap ve sünnetten sonra— «Reyimle ietihad ederim» demişti. Bu cevap Resûlullah tarafın­dan tasvip edilmiştir.

b)  Sahabeden Maiz, Rasûlullah'm huzurunda üç kere zina aptığını ikrar edince Ebu Bekir: «Eğer dördüncü defa ikrar eder­sen Rasûlullah seni recmeder.» demiştir.[125]

Bu, her ikrarın bir şehadet yerine geçeceğim ifade eden bir io tihaddır.

c) Oruçlu olduğu halde arzulayarak karısını Öpen Hz. Ömer, Rasûlullah'a gelerek: «Ey Allah'ın rasüle, fena bir iş yaptım, oruç­lu olduğum halde kanma öptüm.» demiş ve aralarında şu konuş­ma geçmiştir:

— Sen oruç iken suyu ağzına alıp çalkalayarak geri çıkarsan bir şey olur mu?

— Hayır, bunun oruca bir zararı yoktur.

— O halde fena iş bunun neresinde?[126]

Bu hâdisede Hz. Ömer'in doğrudan doğruya hükmü sormadı­ğım, önce, yaptığı fiilin orucu bozduğu hükmüne ictihad ile vardı­ğını sonra bunu Hz. Peygamber'e arzettiğini, Rasûlullah'm da kendisine kıyas yoluyla bir ictihad dersi verdiğini görüyoruz.

d) Bedirdeki mevzilenme yeri mevzuunda el-Habbâb'm içti­hadını daha önce zikretmiştik.

e) Namaza ne ile davet edileceği Hz. Peygamber (s.a.v.) ile as­habı arasında istişare mevzuu olmuş, sanayiler kendi rey ve içti-hadlannı bildirmişler, sonunda Abdullah b. Zeyd'in (v. 63/683) rü­yasına uygun davet şekli (ezan) vahy ile tasdik edilmiştir.[127]

f) Muharebede katledilen düşmanın eşyası öldürülen gaziye ait olduğu için Ebu Qatâde (v. 54/674) böyle bir eşyayı taleb etmiş, onun hakkı olan şeylere el koymuş bulunan birisi de Hz. Peygam­berden «bu eşyanın kendisinden alınmamasını, gazinin başka bir şekilde memnun edilmesini» istemişti. Mecliste bulunan Ebû Be­kir: «Allah ve rasûlü yolunda kendini Ölüme atarak arslanlar gibi çarpışan bir kimsenin bu mükafattan mahrum edilemiyeceği» ka­naatini izhar etmiş, Rasûlullah da onu tasdik eylemiştir.[128]

bb) Hz. Peygamberden ayrı bulunduklarında Sahâbe'nin iç­tihadı:

Savaş, kaza, öğretmenlik gibi iş ve vazifeler sebebiyle Hz. Pey­gamber (s.a.v.)'den uzakta bulunan ashab, kitap ve sünnetin açık­ça temas etmediği hadiseler karşısında kaldıkça içtihada müraca­at ediyor, fırsat buldukları zaman reylerim Rasûlullah'a arzede-rek tashih veya tasdikini temin ediyorlardı.[129]

a) Muaz b. Cebel bir vazife ile Yemen1 e gönderilirken Hz. Pey-gamber'in suali üzerine kitap ve sünnette bulamadığı hükümleri ictihadıyle elde edeceğini söylemiş ye Rasûl un müsaadesine hat­ta hoşnutluğuna mazhar olmuştu.[130]

b) Ahzâb Muharebesi irin akabinde (5/627) Rasûlullah: «Hiç­bir kimse Benu Kurayza ya varmadan ikindi namazını kılma­sın.» diye ilan ettirmişti. Hedefe yarılamadan ikindi namazının vakti daralmca sefere iştirak eden ashâb iki kısma ayrılmış; bir kısmı «bu sözden maksad oraya bir an önce yetişmemizdir; yoksa ikindi namazının vakti içinde kılınmaması değildir» diyerek sö­zün mana ve maksadını nazar-ı itibâra almış ve ikindiyi zamanı içinde yolda kılmışlar, diğer grup ise lafza uyarak «oraya varılma­dan ikindinin kılınmaması emredildi, vakit çıksa bile biz yolda kıl­mayız» demiş buna göre hareket etmişlerdi. Bilâhare bunu Rasûlullah'a arzettiler, O, her iki grubun da görüşünü hoş karşıla­dı.[131]

c) Yolculukta su bulamayan iki sahâbî teyemmüm ederek na­mazlarını kıldılar; biraz gidince su buldular, birisi abdest alıp na­mazı yemden kıldı. Diğeri yeniden kılmadı. Sonradan durumu Resûlullah'a bildirince şöyle buyurdu: «Sen iki defa sevap aldın; senin de yaptığın sünnete uygundur ve kıldığın (tek) namaz sana kâfidir.»[132]

d) Beni Kurayza, Ahzab savaşında müslümanlara hıyanet et­miş ve anlaşmayı bozmuşlardı. Savaştan sonra müslümanlar du­ruma hâkim oldular, Beni Kurayza kendilerine yapılacak uamele konusunda Sa'd b. Muaz'ı hakem kıldılar. Sa'd, «eli silah tutan erkeklerin katledilmesine, kadın ve çocuklarının ise esir edilmelerine hükmetti, bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) «onlar hakkında Allah'ın hükmü ile hüküm verdin» buyurdu.[133] Sa'd bu hükümde kıyas içtihadım kullanmış, hıyanet eden ve antlaşmayı bozanların fiilini, devlete başkaldıran asîlere, yahut savaş esirle­rine kıyas etmiştir.

e) Bir seferde Ammâr b. Yâsir ihtilâm olmuş ve uyanınca bütün vücudunu toprak üzerinden geçirmek suretiyle teyemmüm etmiş ve namazını kılmıştı. Beraberinde bulunan Ömer ise bu şe­kilde teyemmüm etmemiş ve namazını da kılamamıştı. Seferden dönünce durumu Rasûlullah'a anlattılar, Peygamberimiz dirsek­lere kadar ellerin ve kolların, çene altına kadar yüzün toprakla meshedilmesi şeklinde yapılan teyemmümün yeterli olduğunu, toprakta yuvarlanmaya gerek bulunmadığım ifade buyurdular.[134] Bu ictihadda Ammâr, teyemmümü su ile yıkanmaya benzetmiş (kıyas etmiş) ve bütün vücudu kaplaması gerektiğine hükmetmiş­ti. Ömer (r.a.) ise «kadınlara dokunmuş ve su bulamamış iseniz te­miz toprakla teyemmüm edin» mealindeki âyeti (Maide: 5/6) cinsî birleşme durumuna varmadan okşama olarak anlamış ve cünüb olan için teyemmümün yeterli olmayacağına, yıkanmanın gerekli bulunduğuna hükmetmişti.

f) Bir seferde Ammar b. As ihtilâm olduğu için teyemmüm et­miş ve komutan sıfatıyle cemaate imam olarak namaz kıldırmıştı. Seferden dönünce hadiseyi Hz. Peygambere aktardılar, teyem­mümünü uygun buldu, fakat imam olmasını hoş karşılamadı. Bu ictihadda Amr, tek başına olanın halini imamın hali ile bir tutmuş, Hz. Peygamber ise bu kıyasın uygun olmadığına işaret buyurmuşlardır.[135]

g) Sahabeden Ebû-Said el-Hudrî bir görev yolculuğunda, ak­rep sokmuş bir müşriki Fatiha sûresini okuyup üfleyerek tedavi etmiş ve karşılığında birkaç koyun almıştı. Yol arkadaşlarından bir kısmı bunun caiz olup olmadığı konusunda tereddüt geçirmiş­ler ve dönünce Rasûlullah'a sormuşlardı; Peygamberimiz bunu tasvib ettiler.[136]

Hz. Ali Yemen'de iken kendisine bir çocuğun babası oldukları­nı iddia eden üç kişi gelmişti. Hz.AIi aralarından birisini seçmek üzere kuraya müracaat etti, çocuğu kurayı kazanana verdi, diğer ikisine de çocuğu alanın üçte iki diyet miktarı ödemesine hükmet­ti. Bu hüküm Hz. Peygamber'e iletildiği zaman çok memnun ol­muş ve gülmüşlerdir.[137]

Bunlar ve benzeri örneklerle vardığımız neticeye göre Rasûlullah hayatta iken gerek kendileri ve gerekse izinleriyle ashabı tarafından ietihad hareketi başlatılmış, Şâri'in kontrolü altında yürütülmüş, müessese olarak Allah ve rasûlünün tasdiki­ne bağlı olmuştur. [138]


 
[59] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/39.

[60] Kevser, 108/2.

[61] el-Bakara, 2/282.

[62] Talâk, 65/2.

[63] Îbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, Beyrut, ts. C.I, s. 8 (el-Bakara sûresinin tef­siri başında)

[64] el-Hacvî, a.g.e., C.I, s. 26.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/39-40.

[65] el-Furkan, 25/32.

[66] el-lsrâ, 17/106.

[67] en-Nisâ, 4/176.

[68] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/40-41.

[69] el-Hicr, 15/9.

[70] Kur'ân- Kerim'in yazılması ve toplanması konusu hadis, siyer, tarih kitap­ları yanında Süyûtî'nin el-îtkan'ı gibi Kur'ân tarihi ve ilimlerine mahsus eserlerde bulunmaktadır. Toplu bilgi için bak. Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, 1-9; Taberî, Tefsir, Mısır, 1321, C.I, s. 15-22; Prof. Dr.M. Hamidunah, Kur'ân-ı Kerim Tarihi, çev. S. Mutlu, İst. 1965, s. 42-56.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/41-43.

[71] Prof. Hamidullah, a.g.e., s. 56.

[72] Hacevî, el-Fikru's-sâmt, C.I, s. 34 vd.; Şâh Veliyyullah, el-Fevzu'l-kebir, s. 21 vd.

[73] Nisa, 4/11-12.

[74] Bakara, 2/234-240.

[75] Bakara, 2/184.

[76] Bakara, 2/185.

[77] Enfâl, 8/65-66.

[78] Ahzâb, 33/52.

[79] Ahzâb, 33/50.

[80] Mücâdele, 13/9.

[81] Nahl, 16/44.

[82] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/43-45.

[83] Haşr, 59/7.

[84] Ahzâb, 33/21.

[85] Al-i İmran, 3/32.

[86] İbnu'l-Kayyim, İlâmu'l-muvakkin, C.II, s. 257.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/45-47.

[87] Bu konuda yapılmış en yeni ilmî çahşma Ali Osman Koçkuzu'nun doktora tezidir: Hadiste Nasih-Mensuh Meselesi, İstanbul, 1985, tartışmalar için 145-165. sayfalar, örnekler için 175-340. sayfalar.

[88] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/47.

[89] Hadisin yazılmasını yasaklayan hadis ile buna izin veren hadisleri uzlaş­tırmak için birçok görüş ileri sürülmüştür: Yasaklanan yazılıp Kur'ân say­faları ile beraber Hz. Peygamber'in evinde bırakılmasıdır, yasaklanan Kur'ân ile aynı sayfaya yazılmasıdır, yasaklama ezber işine sekte verme­sin diye bazı şahıslara mahsustur gibi yorumlar bunlar arasındadır. An­cak uzmanların tercihine göre doğrusu, karışma tehlikesinin bulunduğu zaman genel olarak yasaklanmış, bu tehlike ortadan kalkınca da izin veril­miş olmasından ibarettir. İbn Kesir, İhtisâru-Ulûmİ'l-hadis, A. Şakir neş­ri, Mısır, 1951, s. 132 vd.

[90] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/47-48.

[91] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/48-50.

[92] Nisa, 4/115.

[93] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/50.

[94] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/51.

[95] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/51.

[96] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/51-52.

[97] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/52.

[98] Buharî, Menâkıb, 26; Müslim, Savm, 111 vd. 49.

[99] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/53.

[100] Ahmed, Müsned, C.IV, s. 374.

[101] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/53.

[102] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/54.

[103] el-Enfâl, 8/67-68.

[104] Ahmed b. Hanbel, Müsned (A.M. Şakir neşri, Kahire, 1948), c.I.

[105] et-Tevbe, 9/43.

[106] Buharî, K. el-Hacc, bab: 42, el-Enbiyâ, 10; Müslim, K. el-Hacc, nu. 399.

[107] Müslim, K et-Tahârah, nu. 42.

[108] Tahrim,66/l.

[109] Buharî, Vesaya, 19; Müslim,Nezr, 1.

[110] Ibn Mace, Siyam, 19; Muvatta, Siyam, 13.

[111] Müslim, Nikâh, 140 vd.

[112] Müslim, Taharet, 42; Ebû Dâvûd, Taharet, 25.

[113] Tirmizî, Hac, 5; Nesâî, Menâsik, 1.

[114] Buharı, Cenaiz, 76; İlim, 39; Müslim, Hac, 445, 447.

[115] Buharı, Cihad, 130; Müslim, Sayd, 34.

[116] el-Ahzâb, 33/21.

[117] el-Haşr, 59/7.

[118] en-Nisâ, 4/80.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/54-58.

[119] Mu'az hadisi ile içtihadında yamlana dahi mükafat vadeden hadis burada hatırlanabilir.

[120] en-Nisâ, 4/59.

[121] Bu nevi içtihadı kabul etmeyenler için bak. Gazzali, a.g.e, C.II, s. 355.

[122] Cessas, a.g.e., C.II, s. 212-213.

[123] İbn Sa'd, Tabakat, C.II, s. 212-213.

[124] Kettanî,Terâtîb, c.I, s. 57.

[125] Şiazî, Tabakat, s. 5.

[126] İbn Hazm, el-îhkam, s. 967; el-Hatib, el-Fakih ve'l-mütefakih (Köprülü nüshası),vr. 71b.

[127] İbn Hazm, el-îhkam, s. 698.

[128] Müslim, a.g.e., C.III, s. 1370.

[129] İbn Hazm, a.g.e, s. 811.

[130] Giriş bölümünde zikredilen Muaz hadisi.

[131] El-Hatib, a.g.e., (Köprülü n) vr. 72b; Buhari, a.g.e, C. V, s. 50; Ayni, a.g.e., C III, s. 348; İbnu'l-Kayyim, a.g.e., C.I, s. 203.

[132] İbnü'l-Kayyim, A.g.e., C.I, s. 204. Bu devrede ictihad hareketi ve örnekler için bak. H. Karaman, Başlangıçtan Dördüncü Asra Kadar îslam Huku­kunda İctihad (Tez. Birinci Bölüm).

[133] Buhârî, Cihad, 168, Megazî, 38; Müslim, Cihad.

[134] Buharı, Teyemmüm, 8.

[135] Buhârî, Teyemmüm, 7; Ebû Dâvûd, Taharet, 124.

[136] Buharı, Tıb, 33, 39.

[137] Vekî,Ahbaru'l-kudat, C.I, s. 91; İbnu'l-Kayyim, a.g.e., C.I, s.203.

[138] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 3/58-63.