saniyenur
Wed 1 August 2012, 12:15 pm GMT +0200
HZ. MUHAMMED'IN SOSYAL DÜZENDE TAKVAYA YÜKLEDİĞİ YENİ MÂNA
Hz. Peygamber insan hayatında takva ve faziletin yeri konusuna yeni boyutlar getirerek bu kavramlara toplum nizâmı çerçevesinde yepyeni bir anlam yükledi. Takva ve iyiliğin (bin) çile içinde, dağlarda ve mağaralarda aç ve susuz bir hayat sürdürmek olduğu şeklindeki telâkkiyi yerle bir etti. Hz. Peygamber, kişi kendisine gösterilen sınırları aşmadıkça Allah'ın helâl kıldığı dünya nimetlerinden ve zevklerinden faydalanmasında bir sakınca olmadığını ve bunlardan sakınmanın takva olmadığını vazetmiştir (7: 32). Bu hayatı bırakıp kişinin kendisini ibadet etmek ve Allah'ı zikretmek gayesiyle manastır ve kiliselere hapsetmesi birr (doğruluk-iyilik) ve takva değildir. Gerçek takva insanlarla olan ilişki ve alış-verişlerde doğru hareket etmek ve onların haklarını samimi ve dürüst bir şekilde gözetmekle olur. Kur'ân bu eşsiz takva ilkesini şu âyette açıkça belirtmektedir:
"Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, o (kimsenin iyiliği)dir ki, zekâtı verdi.
Ahidleştikleri zaman ahidlerini yerine getirenler;
sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler,
işte doğru olanlar ve sakınanlar (takvalı olanlar) ancak onlardır." (2: 177).
Bu âyet kaba şekilciliği açıkça kınamakta ve gerçek muttaki kişinin tanımını çok güzel bir şekilde yapmaktadır. Böyle bir kimsenin şekli ibadetleri yerine getireceğine hiç şüphe yoktur; ancak bu kişi Allah sevgisini ve O'nun yaratıklarına karşı olan vazifelerini aynı önemde kabul etmektedir. Onun ilk meselesi iman'ın hakiki ve samimi olmasını sağlamaktır, ikincisi iman'ın infak ederek ve diğer insanlara iyilik ederek ifade edilmesidir; üçüncüsü diğer sâlih amellerde bulunması, hayır işlerinde yarışması ve dördüncüsü ise musibetler karşısında sabır ve sebatı elden bırakmamasıdır.
Bu iman'ın yalnızca sözlerden ibaret olmadığı anlamına gelmektedir. Allah'ın Varlığını ve Yüceliğini idrak etmeliyiz; eğer bu gerçekleşirse, herşey gözümüzde değersizleşir; ve hâl'in (şimdinin) değişkenliği ve sahte cazibesi bizi kendine köle yapamaz, çünkü bizler Ahiret Gününü şimdi yaşıyormuş gibi bir korumda oluruz. Ayrıca Allah'ın eserlerini içimizde de görmeye başlarız. O'nun Kudreti, melekleri, rasûlleri ve onların ilettiği mesajlar bizlere uzak olmaktan çıkıp tecrübe sınırlarımızın içine dâhil olurlar." (A. Yusuf Ali, The Holy Qur'an, s. 69, not. 177-178).
Yukarıdaki âyette (2: 177) "ibadet sırasında yalnızca yüzlerimizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmemizde hakiki bir fazilet olmadığı" açıkça ihtar edilmektedir. Burada, ibadetlerin mahiyetinden ziyade dış formlarına verilen önemin anlamsızlığını göstermek üzere böyle bir misal verilmiştir. Bazı dinî formalite ve törenleri icra etmenin veya dindarlık gösterisinin gerçek iyilik olmadığı, bunun Allah katında hiçbir kıymet ve Öneminin bulunmadığı anlatılmaktadır. Allah rızası için sadaka verilmesi, toplumun diğer fertlerine karşı fedakârlık, şefkat ve merhametle muamele edilmesi gibi fiillerle desteklenmedikçe yukarıdaki tavırların Allah katında bir değeri ve önemi yoktur. Bu nedenle özellikle ihtiyaç sahiplerine bu ya da şu şekilde mâlî yardım yapılması ve insanlara gerçek hayır-hasenatta bulunulması gereğine açıkça temas edilmiştir. (Ebu'l-Aiâ Mevdudi, The Meaning of the Qur'an, c. I, sh. 175).
Bakara sûresinin bu âyeti (2: 177) bütün şer'i emirleri söz konusu etmektedir: îman, ibadet, dürüst davranmanın gereği, yüksek ahlâk ve toplumsal sorumlulukların (huku-ku'l-ibâd) ve Allah'a karşı olan sorumlulukların (hukukullah) yerine getirilmesinin önemi. Bu âyet Allah'ın hakkının ve kullarının hakkının eşit derecede önemli ve kişileri eşit derecede bağlayıcı olduğunu açıkça göstermektedir. Kul hakkı bir şekliyle Allah'ın hakkını da ihtiva etmektedir. Kul hakkına riâyet etmeyen bir kimse, hakikatte Allah'a ve Ahiret Gününde O'nunla karşılaşacağına iman etmiyor demektir. İnsanların hakkına riâyet etme arzu, istek ve çabasının gösterilmesi ise kişinin Allah'a ve Ahiret Gününe olan hakiki ve sabit inancının açık bir göstergesidir.
Al-i imrân sûresi aynı gerçeği şöyle ifade etmektedir: "Sevdiğiniz şeylerden sarfetmedikçe iyiliğe erişemezsiniz. Her ne sarfederseniz, şüphesiz Allah onu bilir." (3: 92).
Bu âyet hakiki takva hakkındaki bütün yanlış anlayış ve düşünceleri ortadan kaldırmaktadır. Zahirî ibadet,âyin ve törenleri yerine getirmenin en yüksek dinî gaye olduğunu düşünenlere bu tutumlarının dayanaksız ve gerçekdışı olduğu söylenmektedir. Bu şeklî davranışlar bir fazilet göstergesi ve ölçüsü olamaz. Onlara açıkça şu söylenmektedir: "Kimisini kendi icat ettikleri tören ve ayinlerin gereklerini zahiren yerine getirmekle değil ancak ve ancak Allah sevgisiyle ve O'nun sevgisini dünyadaki her şeyin üstünde tutarak takvaya erişebilir. Dünyevî nimetleri Allah'tan daha çok seven kişiye takva kapıları kapalıdır ve Allah Rızası için sevdiği herhangi bir şeyden fedakârlık edemeyen kişi takvaya erişemez.
Canı gönülden istenmeden yerine getirilen ibadetler, kurdun kemirdiği tahtayı boyamaya benzer. İnsanların böyle dıştaki boyaya bakıp kanmaları mümkünse de, bu yollarla Allah'ı kandırmak imkânsızdır." (The Meaning of the Qur'an, c. I, sh. 47, not 75).
Bu durumda, yukarıdaki âyette (2: 177) açıklandığı üzere, birr'in (takvanın) hakiki özü kişinin sözünü tutması, ahit ve anlaşmalarını yerine getirmesi, Allah'ın haklarını yerine getirdiği gibi diğer insanların haklarına da sadakat ve samimiyetle riâyet etmesidir.
Arapça (bin) kelimesi diğer insanların haklarını tam ve mutlak olarak sorumluluk duygusu içinde yerine getirmek anlamına gelir. Fedakârlık ve iyi davranış anlamlarına, veya kendisine düşen sorumlulukları tamamen yerine getirmiş kişi anlamına da gelmektedir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Doğrudan ayrılmayınız. Çünkü doğruluk, iyilikle (takva) beraberdir. Bunların her ikisi Cennettedir. Yalandan uzak kalınız. Çünkü yalan kötülükle (fücur) beraberdir. Bunun ikisi de Cehennemidir." (İmam Buharî, Adabâ'l-Müf-rid; İbni Mâce ve Müsned-i Ahmed).
Âl-i İmran (3: 92) ve Bakara suresi (2: 177) âyetleri ışığında, (birr)e ulaştıran en iyi yolun kişinin sevdiği şeylerden Allah Rızası İçin infak etmesi olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Bir diğer ifadeyle, kişi sahip olduklarının en iyisini ve en çok sevdiği şeyi Allah Rızası için infak etmedikçe Allah'ın Hakkına riâyet edilmiş ve kişinin sorumluluğu sona ermiş olmaz. Bu âyet kişi en çok sevdiği şeyi Allah yolunda feda etmedikçe ebrar (müttakiler) mertebesine erişemiyeceği anlamını da yüklenmektedir. (Müfti Muhammed Safi, Maarif-ül Kur ân, c. II, sh. 106-107).
Aynı gerçeğe bir başka âyette şöyle değinilmiştir: "...evlere arkalarından girmek iyilik değildir; iyilik kötülükten sakınanın iyiliğidir..." (2: 189). Bu âyet kişilerin bâtıl inançlarını, âyin ve törenlerini reddetmekle kalmayıp ayrıca onları "takvanın bâtıl âyin ve âdetlerle bir ilgisi olmadığı" yolunda uyarmakta' ve takvaya Allah'ı hoşnutsuz kılacak davranışlardan kaçınıp toplum içinde O'nun iyilik, hayırseverlik ve adaletle ilgili emirlerine uymak yoluyla ulaşılacağına işaret etmektedir.
Maide sûresinde insanlara O'nun Rızasının kazanılacağı bütün meselelerde işbirliği emredilmekte, ve O'na isyan ve günah sayılacak her davranıştan sakınılması emredilmektedir: "...İyilik ve takva üzerinde yardımlasın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın, Allah'tan korkun..." (5: 2).
Yine, bu âyet toplumun yararına olacak pratik iyilik ve takva fiillerini emretmekte ve toplumu bozup, çürütecek olan fiilleri yasaklamaktadır.
Mümtehine sûresinde şu âyeti okumaktayız: "Allah... iyilik yapmanızı ve onlara karşı adil davranmanızı yasak kılmaz; doğrusu Allah adil olanları sever." (8: 60). Âyet-i kerîme, insanlara müşfik, güzel ve âdil davranmanın önemini vurgulamaktadır. Bir diğer ifadeyle, insanlara karşı müşfik, iyi ve âdil olmak ve onlara cömertlik ve hayırhahlıkla serbestçe muamele etmek kesin, olumlu ve somut bir takva işaretidir. İnsanlara karşı düşünceli, müşfik ve sevgi dolu olunduğunu gösteren bütün davranışlar Allah katında gerçek takvanın işaretleri olarak kabul görmektedir.
Allah'ın ve O'nun kullarının haklarına yer yerince riâyet etme niyetiyle işlenen her tikli iyi amel İslâm'da takvanın (birr) bir ifades olarak kabul edilir. Buna Kur'ân'ın pek çot yerinde temas edilmiştir.
"Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın.'1 (2: 148)
"... kötülükten meneder iyiliklere koşarlar..." (3:114).
"Onları, emrimizle doğru yola gösteren Önderler yaptık ve onlara hayırlı işler yapmayı... vahyettik."(21:73).
"...Gerçekten onlar hayır işlerine koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi ve bize karşı gönülden saygı duyarlardı." (21: 90).
Kur'ân'ın bütün bu âyetleri insanların hayrına ve yararına olan her çeşit iyi ve güzel işin yapılmasını emretmektedir. Bakara sûresinin 148. âyeti "herkesin yöneldiği bir yön" olduğunu ancak, esas Önemli olanın yönelinen yön veya amaç değil "bu sayede kazanılacak takva" olduğunu ifade etmektedir. Yani, "gerçekten önemli olan belli bir yön veya yerin kendisi değil, orasının oluşturacağı ruh hâli ve hakikate yöneliştir." (The Meaning of the Qur'an, c. I, sh. 123, not: 149).