- Hz. Selman El Farisı

Adsense kodları


Hz. Selman El Farisı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sidretül münteha
Wed 4 May 2011, 03:24 pm GMT +0200
Hz. Selman El-Farisı (Ranh)


Seçkin ve meşhur sahabelerden biri. İran asılı olup, İsfehan'ın Cayy kasabasında doğmuştur. Bir rivayete göre de doğum yeri Râmehürmüz'dür. Doğum tarihi hakkında bilgi bulunmamaktadır. Selman (R.a)'ın müslüman olmadan önceki ismi, Mabah b. Buzahsan'dır. Müslüman olduktan sonra Selman ismini almıştır. Künyesi Ebu Abdullah'tır. Ona nesebi sorulduğu zaman; "Ben; Selman İbni İslâm'ını" demiştir.[94]

Selman (R.a)'ın babası Mecusîliğe aşın bağlı olan bir köy ağası (Dikhan) olup büyük bir çiftliğe sahipti. Onun evinde bir ateşgede vardı ve onda ateşin sönmeden sürekli yanmasını sağlama işiyle Seîman (R.a) ilgileniyordu. Babasının ona karşı olan sevgisi çok aşırıydı. Bu yüzden onu, kendisine bir zarar gelmesin diye eve kapatmıştı. Bu arada Selman (R.a), Mecusîliğin gerçek bir din olup olamayacağı hakkında düşünmeye başladı. Ancak o kendi deyimiyle, bir köle gibi eve hapsedildiğinden, dışarıdaki olaylardan pek haberdar değildi ve bu yüzden Mecusiliği diğer dinlerle karşılaştırma imkanından yoksun bulunmaktaydı.

Bir ara babası, işleri yoğunlaşmca onu tarlalardan birisine bakması için göndermek zorunda kaldı. Öte taraftan onu, kendisi için her şeyden değer­li olduğunu söyleyerek işini bitirince gecikmeden eve dönmesi için uyardı. Bölgede az da olsa Hıristiyan bulunmaktaydı. Yola çıkan Selman (R.a), bir kilisenin yanından geçerken, içerde ibâdet edenlerin durumu dikkatini çekti ve içeri girerek onları izlemeye başladı. O, evde hap­sedilmiş olduğu için bu insanların dini hakkında hiç bir bilgiye sahip de­ğildi. Selman (R.a) tarlaya gitmekten vazgeçerek, büyük bir merak içerisinde, akşama kadar orada kalmış ve bu dinin Mecusîlikten daha hayırlı olduğu kanaatine vararak, onlara bu dinin kaynağının nerede olduğunu sormuştu. Onunla ilgilenen hristiyanlar, dinleri hakkında onu bilgilen­dirmişler ve bu dinlerinin kaynağının Suriye de olduğunu söylemişlerdi.

Selman (R.a), eve dönmekte gecikince babası endişelenmiş ve onu bulmak için adamlar göndermişti. Eve dönen Selman (R.a), başından geçen olayı babasına anlattı. Babası ise ona, gördüğü dinde hiç bir hayrın bulunmadığını ve atalarının dininin, karşılaştığı dinden daha iyi ve üstün olduğunu söyledi. Selman (R.a) babasına karşı çıkarak, hristiyanlığın kendi dinlerinden üstün olduğu konusunda onunla tartışmaya başladı. Babası, onun bu durumundan telaşlandı ve ayaklarından bağlayarak onu hapsetti.

Selman (R.a), kilisedeki Hıristiyanlarla irtibat kurarak, Suriye tarafına gidecek bir kervan hazır olduğu zaman, kendisine haber vermelerini iste­di. Böyle bir kervan hazır olduğu zaman, kendisine verilen haber üzerine evden kaçtı ve bu kervana katılarak Suriyeye gitti. Burada bir rahibin hizmetine girdi ve ondan Hristiyanlığın esaslarını öğrenmeye başladı. Ancak bu rahib, kötü bir kimseydi. O, insanları sadaka vermeye teşvik ediyor, fakat topladığı bu sadakaları yerlerine sarf etmeyerek kendisi için biriktiriyordu.

Bu rahib ölünce, Selman (R.a), onun yerine geçen rahibe tabî oîdu. Bu kimse zühd ve takva sahibi bir zattı. Ona büyük bir sevgiyle bağlanan Selman (R.a), ölümü yaklaştığı zaman; kendisine kimi tavsiye edebile­ceğini sordu. Rahip ona, tabi olunabilecek tek kişiyi tanıdığın!, onun da Musul'da bulunduğunu söyledi. Selman (R.a), Musul'a gidip, bu kimseye tabî oldu. Onun ölümü yaklaştığı zaman da ondan yine kimin gözetimine girmesi gerektiği hususunda tavsiye istedi. Bu zat ona, üzerinde bulun­dukları itikadta hiç kimseyi tanımadığını, ancak, Nusaybin'de bulunan bir âlime tabî olabileceğini söyledi.

Selman (R.a) doğruca Nusaybine gitti. Nusaybin'deki rahibin yanında bir müddet kaldıktan sonra, onun da ölüm döşeğine yattığını gören Selman (R.a), yine kime uyabileceğini sordu. Bu kimse, ona, uyulabilecek tek bir kimseyi tanıdığını ve onun Rum diyarında, Ammuriye'de bulun­duğunu söyledi. O ölünce Selman (R.a), Ammuriye'ye gitti.

Ammuriye'de bir müddet kaldıktan sonra burada yanında kaldığı rahibin ölümü yaklaştığı zaman ondan da kime tabi olacağı konusunda vasiyette bulunmasını istedi. Bu kimse ona, yeryüzünde tabi olunabilecek bir kimsenin var olduğunu bilmediğini söyledi ve şöyle ekledi:

Ancak bir peygamberin gelmesi yakındır. O, İbrahim'in dini üzere gönderilecek ve kavminin arasından hicret edip, içinde hurma bahçeleri olan iki harra arasındaki bir yere gidecektir. Onun pey­gamber olduğunu belirten alâmetleri vardır: O, hediye edilen şeyleri yer, sadaka olarak hiçbir şeyi kabul etmez. İki omuzu arasında da nübüvvet mührü bulunmaktadır. Görünce onu tanırsın. O ülkeye gidip ona katılmayı başarabileceğine inanıyorsan bunu yap.[95]

Selman (R.a), burada bir müddet kaldıktan sonra, Kelb kabilesinden bir tüccarla karşılaştı. Ondan, ülkesi hakkında bilgi aldı ve bahsedilen nebinin bu bölgedeki bir yerden çıkması gerektiğine kanaat getirerek, kendisini bir ücret karşılığında birlikte götürmesini istedi. Selman (R.a)'ın teklifini kabul eden Kelbli Arap onu yanına alarak Hicaz'a doğru yola çıktı. Ancak, Vadil-Kura'ya geldiklerinde bu kimse Selman (R.a)'a ihanet etti ve onu köle olarak bir Yahudiye sattı. Vadil-Kura'da hurmalık­ları gören Selman (R.a), kalbi mutmain olmamakla birlikte, Ammuriye'deki rahibin kendisine tarif ettiği yerin burası olmasını arzuluyordu. Vadil-Kura'da bir müddet kaldıktan sonra, efendisinin amcasının oğlu olan Kureyzaoğulları'ndan bir kimse tarafından satın alınarak Medine'ye götürülen Selman (R.a), burays görünce, hocasının kendisine bahsettiği beldeye geldiğini anlamıştı.

Rasûlüllah (sav) Mekke'de peygamberlikle görevlendirilip Medine'ye hicret edene kadar köle olarak hurma bahçelerinde çalışmış ve sürekü meşgul tutulduğu ve serbest olarak kimseyle konuşamadığı için, onun varlığından haberdar olamamıştı. Rasûlüllah (sav) Küba'ya geldiği zaman Yahudiler, Evs ve Hacrec'in ona iman etmesine kızıyor ve bunu bir türlü hazmedemiyorlardı. Selman (R.a), hurma bahçesinde bir ağacın tepesinde çalıştığı sırada Yahudilerden birisi gelmiş ve ağacın altında oturan Selman (R.a)'m sahibine[96] "Allah Benu Kayle'ye lanet etsin. Vallahi onlar şu anda, Mekke'den bu gün gelen bir adamın etrafında toplanmış bulunuyor ve onun nebi olduğuna inanıyorlar" dedi.

Selman (R.a) şöyle demektedir: "Ben kendi kendime; "Bu kesinlikle o peygamberdir" dedim. Öyle bir titremeye başladım ki; ağacın altında duran sahibimin üzerine düşeceğim korkusuna kapıldım. Süratli şekilde ağaçtan aşağı inip; "Ne diyor? Bu haber nedir?" diye sordum. Bunun üzerine efendim bana şiddetli bir yumruk attı ve;  Bundan sana ne! işinin başına dön" diye bağırdı. Ben ona; "Sadece duyduğum bu haberin ne olduğunu anlamak istemiştim" dedim. Akşam olunca Selman (R.a), birik­tirmiş olduğu bir miktar yiyeceği alarak, Küba'da bulunmakta olan Rasülüllah (sav)'ın yanma gitti ve ona; "Senin salih bir kimse olduğunu duydum. Yanınızda ihtiyaç sahibi olan arkadaşlarınız var. Sizin halinizi duyduğum zaman, bunları size vermemin daha iyi olacağını düşündüm" dedi ve getirdiklerini Rasûlüllah (sav)'m yanına koydu. Rasûlüllah (sav), ashabına; "Yiyin" dedi. Ancak kendisi bunlardan yemedi. Selman (R.a), sadaka kabui etmediğini gördüğü zaman kendi kendine; "Bu alâmetlerin biridir" dedi. Daha sonra Rasülüllah (sav) Medine'ye geçti. Seİmân (R.a) tekrar bir şeyler hazırlayarak Rasûlüllah (sav)'ın yanına gitti ve getirdiklerinin sadaka olmadığını, sadece kendisine hediye olarak vermek istediğini söyledi. Onun sahabeleriyle birlikte bunlardan yediğini görünce ikinci alametin de onda var olduğuna kani oldu. Bir zaman sonra Seiman (R.a) tekrar Rasûlüllah (sav)'m yanma gitti. Rasûlüllah (sav) ashâbıyia birlikte oturmaktaydı. O, onlara selam verdikten sonra, Rasûlüllah (sav)'ın etrafında dolaşmaya başladı. Onun, bildiği bir şeyi araştırdığını anlayan Rasûlüllah (sav) ridasını kaldırdı. Seiman (R.a), Rasûlüllah (sav)'ın sırtındaki mührü gördüğü zaman Ammuriye'deki rahibin kendisine bah­settiği mührün aynısı olduğunu anladı ve onu öperek ağlamaya başladı. Rasûlüllah (sav) onu yanma oturtarak halini sordu. Selman (R.a), oraya ulaşıncaya kadar başından geçen olayları anlattığı zaman, Rasûlüllah (sav) ve orada bulunan sahabeler bunu hayretler içerisinde dinlemişlerdi. [97]

Selman (R.a), Rasûlüllah (sav)'e geldiği zaman Arapçayı meramını anlatacak ölçüde bilmiyordu. Onunla Farsçayi bilen bir tercüman aracılığı ile konuşmuş olduğu rivayet edilmektedir. [98]

Selman (R.a)'ın İsfahan'daki köyünde başlayan ve müslüman olup kölelikten kurtuluncaya kadar başından geçen bu olayları Ahmed b. Hanbel, İbn Sa'd, İbnul-Esir ve diğerleri, onun kendi anlatımıyla İbn Abbas'dan rivayet etmektedirler. İbn Sa'd'ın Kurre el-Kindî'den naklet­tiği başka bir rivayette ise Seiman (R.a)'ın bu kıssası farklı bir şekilde anlatılmakta ve onun, İslâm'a ulaşan yolculuğu esnasında, Hıristiyan hocaların vasiyetleriyle, Hıms'a gittiği; yine buradan tavsiye üzerine Kudüs'e ulaştığı; burada kendisine tarif edilen zatı bulup ondan ilim tah­sil ettiği; bu kimsenin ona son peygamberin çıkacağı yer ve önceki rivayetlerde geçen alametleri bildirmesi üzerine Hicaz'a doğru hareket ettiği ve sonunda Araplardan bir topluluk tarafından köle edilip Medine'de bir kadına satıldığı nakledilmektedir. [99]

İbnul-Hacer, Selman (R.a)'m müslüman olana kadar hakkında nakledilen kıssaların birbiriyle farklılıklar arzettiğini, bunların arasını te'lif etmenin güç olduğunu söylemektedir. [100]

Selman (R.a), Hicret'in beşinci yılına kadar köle olarak yaşamıştır. Bundan dolayı o, Hendek savaşından önceki gazalara iştirak edemedi. Uhud savaşı öncesinde Rasûlüllah (sav) ona, efendisiyie mükâtebede bulunmasını söyledi. Selman (R.a), bunun üzerine efendisine giderek onunla, üçyüz hurma fidanı temin edip dikmek ve kırk ukiye (1600 yüz dirhem) altın vermek şartıyla anlaştı. Bunun üzerine Rasûlüllah (sav), Sahabelere:

"Kardeşinize yardım edin " dedi. Sahabeler güçleri miktarmca fidan temin ederek üç yüz tane fidanı ona verdiler. Rasûlüllah (sav), ona: "Selman, git çukurlarını kaz. Dikmeye sıra geldiği zaman onları sen dikme, bana haber ver. Onları kendi ellerimle yerlerine koyayım" dedi. Selman (R.a), çukurların kazılma işini Sahabelerin yardımıyla bitirdi. Rasûlüllah (sav), bahçeye giderek bütün fidanları yerine koydu. Bu fidanlardan hiç bir tanesi kurumamıştı. Daha sonra, Rasûlüllah (sav) Selman (R.a)'ı yanına çağırarak, efendisine ödemesi gereken kırk ukiye altını ödemesi için ona yumurta büyüklüğünde bir altın külçesi verdi. Selman (R.a): "Bu benim ödemem gereken miktarı nasıl karşılar ya Rasulallah?" demekten kendini alamadı. Rasûlüllah (sav) ona,

"Ey Selman! Allah onunla senin borcunu karşılayacaktır" dedi. Selman (R.a) şöyle demektedir: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, onunla kırk ukiyelik ödemem gereken miktarı ödedim." Artık böylece Selman (R.a) hür­riyetine kavuşmuş oluyordu. [101]

Selman (R.a)'ın katıldığı ilk savaş Hendek savaşıdır. Müşrikler, müt­tefiklerle birlikte oluşturdukları on bin kişilik bir orduyla birlikte Medine'ye doğru harekete geçtikleri zaman, Rasûlüllah (sav), şehir içinde kalarak bir savunma savaşı vermeyi kararlaştırmıştı. Ancak, Medine'nin çevresinde düşmanın şehre girişini engelleyecek her hangi bir sur yoktu. Bu durum şehrin savunulmasını oldukça güçleştiriyordu. Yapılan isti­şareler esnasında Selman (R.a), Rasûlüllah (sav)'e, "Ey Allah'ın Rasûlü! Biz İranda muhasara edildiğimiz zaman şehrin etrafında bir hendek kazarak kendimizi savunurduk" deyip hücuma açık bölgede bir hendek kazılması görüşünü ileri sürmüştü.[102] Bu görüş Rasûlüllah (sav) tarafından uygun bulunmuş ve derhal hendeğin kazıl­ması için faaliyete geçilmişti. Selman (R.a), kuvvetli bir kimseydi ve kazı işinde oldukça verimli çalışmaktaydı. Ensar grubu, Selman (R.a)'ı sahiplenerek, "Selman bizdendir" dediler. Bunun üzerine muhacirler; "Hayır Selman bizdendir" demeye başladılar. Bunu duyan Rasûlüllah (sav); "Selman bizdendir. O ehl-i beytimdendir" diyerek onu ehl-i bey­tine dahil etmiştir. [103]

Selman (R.a), daha sonraki bütün savaşlarda Rasûlüllah (sav) ile bir­likte bulunmuştur. Mekkeli müşrikler, Medine önlerine geldikleri zaman şehirle aralarındaki hendeği gördüklerinde şaşırmışlardı. Çünkü Araplar daha önce böyle bir savunma usulünden habersizdiler. Müşrikler, bu hen­deği geçmeyi denedilerse de başaramadılar. Savaşın kazanılmasında hen­değin rolü o kadar büyük olmuştur ki, bundan dolayı Hendek savaşı olarak adlandırılmıştır.

Selman (R.a), Rasûlüllah (sav)'ın yanından vefat edinceye kadar ayrıl­madı. Hz. Ebu Bekir (R.a)'in Halifeliği zamanında da Medine'de bulun­muştur.

Ömer (R.a) devrinde İslâm ordusu İran'ın fethi için harekete geçtiği zaman Selman (R.a) da bu orduya katıldı. Selman (R.a) İran asıllıydı. Bundan dolayı düşman ordusunun durumunu çok iyi biliyordu. Ayrıca Parsların İslâm dinini kabul ederek dalaletten kurtulmalarını şiddetle arzulamaktaydı. İranlılar, Kadisiye yenilgisinden sonra Medain'de toplanmışlardı. Müslümanlar Dicle nehrinin kenarına geldikleri zaman, karşıya geçmek için hiç bir şey bulamadılar. Sa'd b. Ebî Vakkas, karşı sahile bir öncü birliği gönderip geçiş güvenliğini sağladıktan sonra, bütün orduya nehri geçme emrini verdi. Ordu topluca, suları kabarmış bir şek­ilde akan Dicle nehrine daldı. Sa'd (R.a)'ın yanında Selman (R.a) bulun­maktaydı. Sa'd (R.a), dua ediyor ve Allah Teâlâ'nın dostlarına yardım edeceğini, dinini üstün kılacağım ve Allah Teâlâ'ya isyan eden bir toplu­luğun iyiliğe (İslâm'a) galebe çalamayacağını söylüyordu. Nehrin ortasında oldukça heyecanlı bir halde bulunan Sa'd (R.a)'a, Selman (R.a) şöyle demekteydi:

"İslâm yepyenidir. Allah, karalan nasıl müslümanların emrine vermişse, denizleri de onların emrine verecek güçtedir. Allah'a yemin ederim ki müslümanlar nehre nasıl akın akın girmişlerse nehirden öylece akın akın çıkacaklardır."

Gerçekten Selman (R.a)'ın dediği olmuş ve müslüman ordusu hiç kayıp vermeden karşı kıyıya geçmişti [104] İranlı askerler dehşet içerisinde, onların nehri geçişleri ne bakıyorlar ve kendi kendilerine; "Şeytanlar geliyor. Vallahi bizim savaştığımız bu topluluk cinlerden başkaları değildir demekteydiler."[105] İranlı askerler kaçarak Kisra'nın sarayına sığınıp direnmeye devam ettiler. Buraya gönderilen öncü birliğinin komutanı Selman (R.a)'dı. O, surun önüne geldiği zaman, İslâmın emrettiği şekilde onları üç defa müslüman olmaya, kabul etmezlerse cizye ödemeye davet etti. Selman (R.a) onlara şöyle diyordu:

"Ben de aslen sizden biriyim. Size acıyor ve yumuşak davranıyo­rum. Eğer müslüman olursanız bizi kardeşlerimiz olarak aynı hak­lara sahip olursunuz. Bunu kabul etmez, dinîniz de kalmak isters­eniz, bize itaat ederek cizye ödersiniz. Bunu da kabul etmezseniz, diğerleri gibi sizinle savaşırız.[106]

Selman (R.a), meselenin Arapların Acemlere hâkimiyeti meselesi olmadığını onlara anlatabilmek için, "Sizden biri olduğum halde Araplar bana itaat ediyor" diyerek [107] ikna etmeye çalışıyordu. Selman (R.a) ilk iki şartı kabul etmemeleri üzerine onlara üç gün düşünmeleri için mühlet verdi. Üçüncü gün sarayda bulunan askerler teslim olmayı kabul ettiler ve böylece Kisra'nın muhteşem sarayı müslü­manların eline geçmiş oldu. [108]

Daha önce Behuresirdekileri de o İslâm'a davet etmişti. Ancak bura­dakiler, cizye vermeyi de reddedince savaşılarak mağlup edilmişlerdi. [109]

Sa'd (R.a) Medâin'de karargah kurmuştu. Ancak buranın havası, İslâm askerlerine iyi gelmemiş, iklim değişikliğinden dolayı yüzlerinin renkleri değişmişti. Bu durumu öğrenen Ömer (R.a), Sa'd'a haber göndererek, müslümanların yaşamalarına uygun bir yer tesbit edilmesi için SeSinan (R.a) ile Huzeyfe (R.a)'ı görevlendirmesini istedi. Bu yer ile Medine arasında ulaşım kolaylığını engelleyecek bir nehrin bulunmamasını özel­likle vurguladı. Bölgede araştırmalarda bulunan Selman (R.a) ve Huzeyfe (R.a), sonunda Küfe üzerinde karar kıldılar ve burada ordugah şehri inşa edildi. (17/638) [110] Selman (r.a) İran'ın fethi için devam eden askerî harekâtlarda aktif olarak rol almıştır.[111]

Selman (R.a), Hz. Ömer (R.a) döneminde Medâin valiliğinde bulun­muştur. Selman (R.a), Hicri 36 yılında Medâin'de vefat etmiştir.[112] Ancak onun ölüm tarihi hakkında farklı rivayetler bulun­maktadır. Hz. Osman (r.a)'ın hilafetinin sonlarına doğru, (35) veya 37 yılında vefat ettiği rivayet edilmekte; hattâ Hz. Ömer zamanında öldüğü de söylenmektedir.[113] İbn Hacer, onun ölümü ile ilgili farklı tarihleri verdikten sonra, Enes (R.a)'den, İbn Mes'ud'un, ölüm döşeğindeki Selman (R.a)'ı ziyaret ettiği şeklindeki rivayeti delil alarak, İbn Mes'ud'un 34. yıldan önce vefat ettiğini, dolayısıyla Selman (R.a)'ın ölümünün 33. veya 32. yılında olması gerektiği görüşünü ileri sürmektedir.[114] Onun iki yüz elli ile üç yüz elli sene yaşadığı şeklinde rivayetler bulunmakta ve raviler iki yüz elli sene yaşadığının şüphe götürmez olduğunu söylemektedirler.[115] İbn Hacer, Zehebî'nin rivayet­lerini değerlendirdikten sonra, onun ancak seksen yıl kadar yaşamış ola­bileceği kanaatine vardığını nakletmektedir [116] ki, gerçeğe yakın olan da budur. Selman (R.a)'ın mezarı, Bağdad'ın 30 km doğusunda Medain harabeleri civarından akan Deyale ırmağının kenarmdadır. Onun bulunduğu yer Selman-ı Pak (temiz Selman) olarak isimlendirilmiştir. Onun mezarının içinde bulunduğu cami IV. Murad tarafın­dan tamir ettirilmiştir.

Selman (R.a), ilim, fazilet ve zühd bakımından Ashabın en önde gelen simalarından birisi olup, Rasûlüllah (sav)'e yakınlığıyla tanınmaktadır. Hz. Aişe (R.anha), şöyle demektedir:

"Bir çok geceler Selman (R.a) Rasûlüllah (sav) ile yalnız kalırlardı. Bu beraberlik o kadar sürerdi ki Rasûlüllah (sav) hanımlarından birinin yanına bile girmezdi."[117] Rasûlüllah (sav), Hendek savaşı esnasında onun ehl-i beytinden olduğunu ilân etmişti. Hz. Ali (R.a) onun hakkında; "Ona evvelkilerin ve sonrakilerin ilmi verilmiştir. Onda bulunan bu ilme ulaşılamaz" demiştir. Başka bir zaman da: "O bizim ehl-i beytimizdendir. Aranızdaki konumu Lokman Hekim gibidir. İlk ve son kitabı okumuştur. Sonu olmayan bir denizdir" demiştir. Muaz (R.a) kendisine gelenlere ilmi, aralarında Selman (R.a)'ın da bulunduğu dört kişiden talep etmelerini söylemiştir. Onun ilmi hakkında yapılan övgüler Rasûlüllah (sav)'in söylediği; "Selman ilme doyuruldu."[118] Sözüne dayandırılmaktadır. Selman (R.a), Ebu'd-Derdâ' (R.a)'ın gece boyu namaz kıldığı ve sürekli oruç tuttuğunu gördüğü zaman onu bundan alıkoyup hazırlanan yemekten yiyerek orucunu bozması konusunda ısrar etmiş ve ona; "Üzerinde gözünün hakkı vardır, ailenin hakkı vardır. Bazen oruç tut, bazen tutma; bazen namaz kıl, bazan ara ver"[119] Ebu'd-Derdâ' bu durumu Rasûlüllah (sav)'e ilettiği zaman o; "Selman senden daha âlimdir" dedi ve bunu üç kere tekrarladı. [120]

Hz. Ömer (R.a), ona büyük bir saygı gösterirdi. Ümmetin idaresinin sorumluluğu altında ezilen Ömer (R.a), duyduğu bir endişesini dile geti­rerek Selman (R.a)'a şöyle sormuştu: "Ben bir melik (kral) miyim, yoksa halife miyim?". Selman (R.a) ona şöyle karşılık verdi; "Eğer sen müsîümanların toprağından bir dirhemden az veya fazla bîr para alır, sonra onu, haksız bir şekilde sarfedersen, sen halife olmayıp bir melik olursun."[121]

Hz. Ömer (R.a), fey gelirlerini taksim ederken, Selman (R.a)'a dört bin dirhem hisse ayırmıştır. Bazı kimseler, Halifenin oğlu (Abdullah) üç bin beşyüz dirhem alıyor, bu Farsh ise dört bin dirhem alıyor" diy­erek bu durumu garipsemişlerdi. Oradakiler: "Selman, Rasûiüllah (sav) ile Abdullah'ın katılmamış olduğu bir çok savaşa katılmıştır" diyerek cevapladılar. [122]

Başka bir rivayette, Ömer (R.a), Fey gelirlerinden müslümanlara maaş bağlamak için Divanul-Atâ'yı tesis ettiği zaman, Sahabeler için İslâm'da­ki öncelikleri ve katıldıkları savaşları göz önüne alarak bir gruplandırma yaptığı; Selman (R.a)'ı, Hasan (R.a), Hüseyin (R.a) ve Ebu Zerr ile bir­likte olmadıkları halde Bedir ehlinden sayarak alacakları miktarı beş bin dirhem olarak kararlaştırdığı bildirilmektedir. [123] Ra­sûlüllah (sav) şöyle buyurmuştur: "Cennet üç kişiyi özler. Ali, Ammar ve Selman."[124]

Selman (R.a), son derece mütevazı ve kanaatkar bir hayat yaşamıştır. O, Medain'de vali bulunduğu ve çoğu devlet memurlarından fazla gelire sahip olduğu halde günlük yaşamı, son derece sadeydi. O, köle olduğu zaman nasıl giyinir ve nasıl gezer idiyse Medain valisi olduğu zaman da aynı hal üzere devam etmişti. O, eline geçen parayı tasadduk eder ve kendi emeğiyle ürettiği şeylerden başkasını yemezdi.

Tanımayan birisinin, onun vali olduğunu anlaması mümkün değildi. Medain sokaklarında yürürken Suriye tarafından gelen bir tüccar, üzerinde alelade bir aba ile gördüğü Selman'ı çağırarak yüklerini taşı­masını istedi. O, hiç tereddüt etmeden yükleri sırtına aldı ve adamla bir­likte yürümeye başladı. Onu bu halde görenler, "Bu validir" dediklerinde adam; "seni tanımıyordum" diyerek özür diledi. Selman (R.a) ona, "Hayır bunları evine kadar götüreceğim" diyerek yoluna devam etti. [125]

Bazı kimselerin giyiminden dolayı kendisine dil uzatmaları ve hafife almalarına karşı hiç bir tepki göstermemiştir. Bir defasında iki genç asker yanından geçerlerken, onu göstererek; "Emiriniz budur" diyerek gülüyor­lardı. Selman (R.a)'ın yanındaki adam ona, "Ey Ebu Abdullah! şunlarm 'ne dediğini görüyor musun?" dedi. Selman (R.a) ona şöyle dedi:

Onları bırak. Hayır ve şer bu günden sonradır. Eğer toprak yemeyi becerebilirsen onu ye de, iki kişiye dahi olsa emir olmaktan kaçın. Mazlumun ve sıkışık durumdaki kimselerin duasından sakın. Çünkü onların duaları ile Allahû Teâlâ arasında perde yoktur.[126] Selman (R.a) çok cömert bir kişiliğe sahipti. Eline geçen her şeyi fakirlere bölüştürürdü. [127]

O, hiçbir zaman sadaka kabul etmemiştir. Çoğu zaman eline geçen parayla hemen et alır ve onu pişirerek, hadis ehlini çağırır ve birlikte yer­lerdi.[128]

Selman (R.a), ölüm döşeğine yattığı zaman, ziyaretine giden Medain valisi Sa'd b. Malik ve Sa'd b. Mes'ud onu ağlarken buldular. Neden ağladığını sorduklarında o şöyle cevap vermişti: "Rasûlüllah (sav) bizden bir ahid aldı. Hiç birimiz onu koruyamadık. O bize şöyle demişti:

"Sizin dünyadaki geçimliliğiniz bir yolcunun azığı kadar olsun."

Onun ilmi ve takvası diğer sahabeleri de etkilemekteydi. Zira onu ziyarete giden Sa'd b. Ebî Vakkas, kendisine nasıl davranması gerektiği şeklinde tavsiyede bulunmasını istemişti. [129]

Selman (R.a), sık saçlı, uzun boylu bir kimseydi. Onun Medain'de Bukeyre adında bir hanımı vardı. [130] Selman (R.a), Medine'deyken Hz. Ömer (R.a)'in kızını ondan istediği, fakat, Amr b. el-Âs'ın bu konuda Selman (R.a)'ı kızdırması üzerine bundan vazgeçtiği nakledilmektedir. [131] Ancak onun ailesi hakkında açık rivayetler bulunmamaktadır.

Sufıler, Selman (R.a)'ı Ashabul-Suffe ile birlikte tasavvufun kurucu­larından biri olarak kabul ederler. Bir çok tarikat silsilesi ona dayandırıl­maktadır. O, Rasûlüllah (sav)'m berberliğini yaptığı için Fütüvvet teşki­latına bağlı berberlerin piri olarak kabul edilmekteydi.

Selman (R.a)'ın sahip olduğu haklı şöhreti, bütün müslümanların ona karşı içten bir sevgi duymalarına sebep olmuştur. Sünnî müslümanlar onun adını büyük bir sevgiyle anarlar. Ehli beytten sayılması, Şiilerin ona karşı farklı bir ilgi göstermelerine sebep olmuştur. Hacdan dönen Şiiler Kerbelâ'dan sonra onun mezarını ziyaret etmeyi ihmal etmezler. Ayrıca, Şiiler, Hz. Ali ve Ehli Beyt hakkında rivayet olunan hadislerin çoğunu ona isnad ederler. Gulat-ı Şia ekollerinde ise o, ilahî sudur sırasında Ali (R.a)'den hemen sonra yer alır. Nusayriler ise onu, üç gizli harften biri kabul ederler. Nusayriîiğin teslis akidesini ifade eden ayn, mim ve sin harflerinden ayrı Ali'yi, mim Muhammed (sav)'i, sin ise Selman'ı ifade eder. Mana (Ali), ism (Muhammed) bab ise Selman'dır. Buna göre o Nusayri teslis akidesinin kapısı (bab) olup, üçüncü had'dir. Dürziler ise, Kur'an'ın Selman'a vahyolunduğuna, Peygamberin Kur'an'ı ondan aldığına inanmaktadırlar. Bu ekoller, oluşturdukları inanç sistemlerinde diğer birkaç sahabe ile birlikte Selman (R.a)'ı temel unsur olarak kullan­mışlar ve ona çeşitli fonksiyonlar yüklemişlerdir. Bu mezheplerin gerçek­te mutedil Şia ile alakalan yoktur. Zira muhtevalarındaki inanç prensip­leri gözönüne almdığı zaman İslâmî şahsiyetlerin isimlerini kullanarak putperest bir inanç sistemi meydana getirdikleri görülecektir. Oysa ki, Selman-i Farisi (R.a.)'in ömrü putperstlere karşı savaşmakla geçmiştir.

Selman, İslâm'a mensubiyetin beraberinde getirdiği şerefin sem­bolüdür. İslâm teslim olup müslümanlara mensub olmak, başlı başına bir şereftir. Sahabe fıkhında kavim ve kabile değil, İslâm önplandadır. Müslümana şeref kazandıran kavmi veya kabilesi değil, dinidir.

 
[94] İbn Sa'd Tabakâtül Kübra, Beyrut (t.y.), IV, 75; İbnul-Esir, Üsdül-Gabe, II, 417; İbn Hacer el-Askalani, El-İsâbe, Bağdat (t.y.), 11, 62

[95] Ahmed b. Hanbel, V, 442-443; İbn Sa'd, IV, 77-78; İbnul-Esîr, Üsdül-Gâbe, H, 417-4İ8

[96] Evs ve Hacrec'i kastederek

[97] İbn İshak, es-Sîre, Nesr: M. Hamdullah, İstanbul 1981, 66; Ahmed b. Hanbel, V, 442-443; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 77-79; İbmil-Esîr, Üsdül-Gabe, II, 418-419; Muhammed b. Hasan ed-Diyarbekrî, Tarihul-Hamis, Beyrut (t.y), I, 351-352; Ahmed b. Hafız el-Hakemî, el-Kısasul-İslâmiye, (muhtemelen) Riyad 1976, 1,187-189

[98] Diyarbekrî, a.g.e., I, 352

[99] İbn Sa'd, a.g.e., IV, 71-72; diğer rivayetler için bk. el-Hâkim, el-Müstedrek, Beyrut (t.y.), III, 598, vd

[100] Askalanî, a.g.e., II, 62

[101] Ahmed b. Hanbel, V, 443-444; İbn Sa'd, a.g.e., IV 79-80; Diyarbekri, I, 468; İbnül-Esîr, Üsdü'l-Gabe, II, 419; onun azad edilmesi hakkında değişik rivayetler için bk. Diyarbekri, a.g.e., I, 469

[102] Taberi, Tarih, II, 566

[103] Taberi, aynı yer; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 83

[104] Taberi, Tarih, IV, 11-12; İbn ul-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, II, 511-512

[105] Taberi, II, 514

[106] Taberi, a.g.e., IV, 14

[107] İbn Hanbel, V, 444

[108] Taberi, a.g.e., IV

[109] Taberi, aynı yer

[110] Taberi, a.g.e., IV, 40-41; İbnul-Esir, el-Kamil fıt-Tarih, II, 527-528

[111] Taberi, IV, 305; İbnül-Esir, et-Kâmil fıt-Tarih, III, 132

[112] İbnul-İmad, Sezerâtu'z-Zeheb, I, 44; İbn Hacer, a.g.e., II, 63; İbnul-Esîr, Tarih, III, 287; İbn Sa'd, a.g.e., VI,! 7

[113] İbnul-Esîr, Üsdül-Gabe, II, 421

[114] İbn Hacer, a.g.e, II, 63

[115] el-Askalanî, a.g.e., II, 62; Îbnül-Esîr, Tarih, ü, 287; Üsdül-Gabe, 421

[116] İbn Hacer, aynı yer

[117] İbnul-Esir, Üsdül-Gabe, II, 420

[118] İbn Sa'd, a.g.e., IV, 85

[119] bunları naille olan ibâdetleri için söylemiştir

[120] İbn Sa'd, a.g.e., IV, 85-86

[121] Taberi, a.g.e., IV, 40-41; İbnul-Esir, el-Kamil fıt-Tarih, II, 527-528

[122] İbn Sa'd, IV, 86

[123] Taberi, a.g.e., ili, 614

[124] Tirmizi, Menâkib, 34

[125] İbn Sa'd, a.g.e., IV, 88; buna benzer diğer bir olay için bk. aynı yer

[126] İbn Sa'd, a.g.e., IV, 87-88

[127] İbnul-Esîr, Üsdül-Gâbe, II, 42

[128] İbn Sa'd, IV, 9

[129] İbn Sa'd, a.g.e., IV, 90-91

[130] İbn Sa'd, IV, 92

[131] İbn Abdirrabbih, İkdu'l-Ferid, Beyrut 1949, VI, 90