hafiza aise
Sun 3 July 2011, 10:21 am GMT +0200
D) HZ. PEYGAMBERDİN (S.A.) FETİH HUTBESİ
Hz. Peygamber'in (s.a.) Feth'in ikinci gününde yaptığı konuşmasında şu ilmî gerçekler bulunmaktadır:
1— "Mekke'yi insanlar değil Allah haram kılmıştır."[941] Dolayısıyla bu, takdiri bu dünyanın yaratıldığı gün gerçekleşmiş bir şer'î kaderi haram kılmadır. Sonra, Sahih-i Buharî'dç, Hz. Peygamber'den rivayet olunduğu gibi bu durum, dostu ibrahim'in ve Muhammed'in ^salavâtullahi ve selâmuhû aleyhimâ- lisanlarında kendisini göstermiştir.Rasûlullah (s.a.) bir duasında şöyle demiştir: "Allah'ım; dostun İbrahim Mekke'yi harem kıldı, ben de Medine'yi harem kılıyorum!.."[942] îşte bu, göklerin ve yeryüzünün yaratıldığı günkü, önceki bir harem kılınışını Hz. İbrahim'in lisanı üzere haber vermektir, bu nedenle Medine'nin harem kılmışını tartıştıkları halde ehl-i İslâm'dan hiç kimse Mekke'nin harem kılınışını tartışmamıştır. Bu konuda kesin doğru Medine'nin de harem kılındığıdır. Çünkü bu konuda Rasûİullah'tan (s.a.) hiçbir yönden kusur bulunamayacak yirmi küsur sahih hadis gelmiştir.[943]
2— "Mekke'de hiç kimsenin kan dökmesi helâl olmaz." Bu haram kıl- ma, Mekke'ye has olup da orası dışındaki yerlerde mubah, harem bölge ol- masından dolayı orada haram olan kan dökümüne aittir. Nitekim, oradaki ağacı kesme, yaş otu koparma ve kaybolan eşyayı kaldırmanın (almanın) haram oluşu oraya mahsustur, başka yerlerde bunlar mubahtır. Çünkü hepsi bir sözde ve bir nizamdadır; aksi takdirde tahsisin faydası yok olur. Bu da birkaç türlü olur:
a) Ebu Şurayh el-Adevî'nin kendisi dolayısıyla ifade ettiği husus: Ha-rem'de bulunup da imama biat etmekten kaçınan taife ile orada savaşılmaz; özellikle kendilerince (biat etmemelerine dair) bir te'villeri (gerekçeleri) varsa. Mekkelilerin Yezid'e biattan kaçınıp İbn Zübeyr'e biat etmelerinde olduğu gibi... Onlarla savaşmak, üzerlerine (taş atmak için) mancınık kurmak ve Allah'ın haremini helâl kılmak, nas ve icmâ ile caiz değildi. Bu konuda yalnızca fâsık Amr b. Saîd
[944] ve avanesi muhalefet etmiş, kendi re'yi ve hevâsı ile Rasûlullah'ın (s.a.) hadisine ters düşmüş ve: "Harem, bir âsiyi korumaz." demiştir. Kendisine denilir ki: O, asiyi Allah'ın azabından korumaz. Şayet kanının dökülmesinden korumayacaksa o zaman insanlar açısmdan harem olamaz; kuşlar ve hayvanlar için harem olur. Oysa Hz. İbrahim -salâvâtullahi aleyhi ve selâmuhu- döneminden beri asileri korumaya devam etmiş ve İslâm da bunu kabul etmiştir. Sadece Mekîs b. Subâbe, İbn Hatal ve bu ikisiyle birlikte adları sıralananları korumamıştır. Çünkü o saatta "harem" değildi, aksine "helâl bölge = hiU" idi. Savaş vakti geçince Allah Teâlâ'nın gökleri ve yeryüzünü yarattığı günde takdir ettiği (haremlik) konumuna döndü. Kaldı ki cahiliyye dönemindeki araplarda bile adam, babasının yahut oğlunun katilini harem'de görür fakat ona sataşmazdı. Bu durum onlar arasında haremi harem yapan özelliği idi. Sonra İslâm geldi, bu durumu pekiştirip güçlendirdi ve Hz. Peygamber (s.a.) ümmetten bazılarının savaşmak ve öldürmek suretiyle haremi helal kılması hususunda kendisini örnek alacağını anlayarak kendi fiiline başkasının iştirak etmesini kesmiş ve ashabına: "Bir kimse Rasûlullah'ın (s.a.) Mekke'de savaşmasından kendisine ruhsat çıkarmaya kalkışırsa ona: Aıİah, Rasûlü'ne izin vermiş, ama sana izin vermemiştir'deyiniz." buyurdu.[945] Buna göre, harem dışında öldürülmesini gerektiren bir had veya kısas (suçu) işleyip, sonra oraya sığınan kimseye sözkonusu cezanın haremde verilmesi caiz olmaz. İmam Ahmed (b. Hanbel), Ömer b. Hattâb'ın (r.a.) şöyle dediğini nakleder: "Orada (babam) Hattâb'ın katilini bulsam, oradan çıkıncaya kadar ona dokunmam."[946] Abdullah b. Ömer'in şöyle dediği rivayet olundu: "Babam Ömer'in katiliyle harem'de karşılaşsam, onu azarlayıp kovmazdim." İbn Abbas'ın ise: "Babamın katiliyle harem'de karşılaşsam, ona oradan çıkıncaya kadar sataşmam." dediği naklolunur, ki bu, tabiîn ile onlardan sonra gelenlerin çoğunluğunun görüşüdür. Hatta ne bir tabiîden ne de bir sahabîden aksi bir görüş kaydedilmiştir. Ebu Hanîfe ve Irak ekolünden kendisine uyanlarla, İmam Ahmed (b. Hanbel) ve hadis ekolünden kendisine uyanlar da bu görüştedirler.
b) İmam Mâlik ve Şafiî ise, o şahıstan hak hill'de (harem dışında) tamamen alındığı gibi harem'de de alınır görüşüne varmışlardır ki, İbn Münzir'in tercihi de böyledir. Bu görüşün delilleri: 1) Hadlerin ve kısasın her zaman ve mekânda uygulanacağına delâlet eden nassların umumî ifadeleri. 2) Hz. Peygamber'in (s.a.), İbn Hatal'ı Kabe'nin örtüsüne tutunmuş olduğu halde öldürtmesi. 3) Hz. Peygamber (s.a.): "Harem bir asiyi, bir idam kaçağını ve bir bozguncuyu korumaz (barındırmaz)" buyurmuştur[947] 4) Had ve kısas cezaları, idam suretiyle infaz olunmayan cezalardan olması halinde harem o kimseyi korumaz ve cezanın uygulanmasını engellemezdi. 5) Harem'de haddi veya kısası gerektiren bir suç işleseydi harem onu korumaz ve suçun cezasının tatbikini engellemezdi. Aynı şekilde haricinde işleyip, sonra harem'e sığındığında da durum aynıdır. Çünkü dokunulmazlığına nisbetle haremdir. İki durum arasında farkh bir pozisyon aizetmez. 6) Zararı sebebiyle öldürülmesi mubah sayılan hayvanın Harem'e sığınmış olarak öldürülmesi ile orada öldürülmesini icabettiren bir şey yapmış oluşu arasında bir fark yoktur; yılan, çaylak, saldırgan (kuduz) köpek., v.s. gibi. Zira Hz. Peygamber (s.a.): "Şu fasik (zararlı) beş yaratık hill'de de, harem'de de öldürülür... "[948] buyurmuş ve fısk illetinden ötürü hilî'de ve harem'-de öldürülmelerini tenbih etmiş; harem'e sığınmalarını öldürülmelerine bir engel saymamıştır. Öldürülmeyi hak etmiş olan fasık insanlar da böyledir.
İlk görüşte olanlar şöyle savundular: Bunda bizim saydığımız delillere ve özellikle Allah Teâlâ'nın "Kim oraya girerse güvenlik içinde olur."[949] âyetine ters düşen bir husus yoktur. Bu âyet, ya Allah Teâlâ'nın haberinde yanlış bildirimin imkânsız olması nedeniyle emir anlamında bir haberdir, ya haremi hakkında kanunlaştırdığı dininden ve şeriatından verdiği bir haberdir, ya da gerek cahiliyye, gerek İslâm dönemlerinde haremi hakkında daimî bilinen durumdan haber vermedir. Allah'ın şu âyetlerinde olduğu gibi: "Görmediler mi, çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken Biz, Mekke'yi güven içinde ve kutsal bir yer kıldık?..."[950] ve "Biz seninle beraber doğru yola gelirsek yurdumuzdan atılırız, dediler. Biz onları kendi katımızdan bir nzik olarak, her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli ve kutlu bir yere yerleştirmedik mj?"[951] Bunun dışındaki yanlış görüşlere iltifat edilmez. Meselâ, bazılarının: "Harem'e giren kimse cehennemden emîn olur." ve bazılarının: "Gayri müslim olarak Ölmekten emîn olur." demeleri gibi. Oysa oraya girenlerden niceleri cehennemin dibindedir!
Had cezalarının ve kısasın her zaman ve mekânda infaz edilebileceğini gösteren umumi kaidelere gelince, evvela denir ki: O genel kurallarda, infaz şartlarına ve engellerinin yokluğu hallerine ilişkin bir ifade bulunmadığı gibi, hadlerin ve kısasların infaz zamanına ve mekânına ilişkin bir ifade de yoktur. Zira ibare, konulduğu asıl anlamı ve gerekse muhtevası itibariyle buna delâlet etmemektedir; onlara nisbetle mutlaktır (şartlarla ve kayıtlarla sınırlandırılmış değildir). Bu nedenle hüküm için herhangi bir şart ya da engel (mani) bulunsaydı: "Hükmün ona bağlı olması o genel kural için bir tahsistir." demezdi. O zaman muhakkik (âlim araştırmacı), şöyle diyemez: Allah Teâlâ'-mn "...Size bunlardan gayrisi helâl kılındı..."[952] âyeti, iddeti içinde veya velisinin izni olmaksızın yahut şahitsiz nikahlanmış kadına mahsustur. İşte aynı şekilde hadlerin ve kısasların infazı hususundaki genel naslarda, infazın zamanına, mekânına, şartına, engeline ilişkin herhangi bir ifade de yoktur. İbarenin bunu içerdiği düşünülse o zaman gereğinin iptal olmaması için menetmeye delâlet eden delillerle tahsisi gerekirdi ve ayrıca genel ifadenin sair benzerleri gibi kendi dışındakilere hamledilmesi de gerekirdi. O genel hükümleri hamile kadın, emzikli, iyileşmesi umulan hasta ve ağır hastalık, aşırı soğuk, şiddetli sıcak gibi haddin veya kısasın infazını haram kılan ortam ve şartlar ile tahsis ettiğinize göre o genel hükümlerin bu delililerle tahsisini engelleyen şey nedir? Şayet; o tahsis değildir mutlakını takyîddir, derseniz, biz de bu ölçekle dengi dengine sizi ölçeriz.
Ibn Hatal'm öldürülmesine gelince, daha önce de geçtiği üzere bu iş haremde savaşmanın helâl olduğu vakitte olmuştu; üstelik Hz. Peygamber (s.a.) başkasının bu hususta daha kendisi gibi hareket etmesinin önünü kesmiş ve bunun kendi (s.a.) hususiyetlerinden olduğunu açıkça belirtmişti: "Gündüzün bir vaktinde sadece bana helâl kılındı." hadisi açıkça ifade etmektedir ki, harem dışında helâl olan kan dökme (haremde) özellikle o vakitte sadece O'na (s.a.) helâl kılınmıştır. Çünkü her zaman helâl olsaydı o saate tahsis etmezdi. Bu da açıkça gösterir ki o saatte helâl olan kan dökme, o saat dışında haramdır. "Harem bir âsiyi korumaz." sözüne gelince fasık Amr b. Said el-Eşdak'ın sözüdür. Ebu Şurayh el-Kâ'bî, yukarıdaki hadisi kendisine rivayet ettiğinde o, bu sözü söyleyerek Allah Rasülü'nün (s.a.) hadisini reddetmektedir. Nitekim Sahih'de bu durum açık bir şekilde gelmiştir. Şu halde Allah Rasülü'nün (s.a.) sözüne nasıl tercih edilebilir?
"Cezası idam olmayan had ve kısas gerektiren bir suç işlemesi halirjde harem, cezanın infazından onu korumaz." sözünüze gelince; bu meselede âlimlerin iki görüşü vardır ki bunların her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet olunan hükümlerdir: Hadlerin ve kısasların uygulanmaması görüşünde olan kimse idam ve idam dışındaki haddler ve kısaslar hakkındaki engelleyici delillerin genel ifadesine bakmıştır. İdamla idam dışındaki had ve kısasları ayıran kimse de, şöyle demiştir: Kan dökmek ifadesi öldürmeye hamledilir. Harem'de idamın haram kılınmasından dolayı orada idam dışındaki had ve kısasların infazının da haram kılınması gerekmez. Çünkü insan (hayatın)ın hürmeti, dokunulmazlığı en büyüktür ve öldürmek suretiyle bu hürmeti ihlâl ise en şiddetli ihlâldir. Diyorlar ki: Zira, (idam dışındaki) celde vurmak veya (el, ayak, kulak, burun... v.s.) kesmek terbiye etme yerindedir. Dolayısıyla efendisinin kölesini terbiye etmesi gibi bu durum da engellenmez. Bu görüşten anlaşıldığına göre bu hususta idamla idam dışındaki had ve kısaslar arasında bir fark yoktur. Ebu Bekr: Bu meseleyi Hanbel'in amcasından rivayetinde buldum; idam dışında cezaların hepsi harem'de infaz olunabilir. Dedi ki: Uygulama, hareme giren her caniye (suçlu) oradan çıkıncaya kadar had uygulanmaması şeklindedir. Diyorlar ki: O zaman size birleşik cevap veririz: Bu hususta idamla idam dışındakiler arasında müessir bir fark varsa, ilzam (ileri sürdüğünüz gerekçe) bâtıl olur; eğer aralarında müessir bir fark yoksa, aralarında eşit hüküm veririz, bu sefer de itiraz bâtıl olur. Böylece her iki takdire göre de bâtıllığı tahakkuk etmiş oldu.
Diyorlar ki: "Harem, orada hürmeti ihlâl eden kimseyi korumaz; çünkü orada haddi gerektirecek suçu işlemiştir. Dolayısıyla hareme sığman da böyledir." demenize gelince bu hüküm Allah'ın, Rasülü'nün ve sahabenin aralarını ayırdıkları iki şeyi bir tutmak demektir. İmam Ahmed, Abdürrezzak-Ma'mer-İbn Tâvûs-babası Tavus kanalıyla İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmiştir: "Hiirde (harem dışında) hırsızlık yapıp veya adam öldürüp de hareme giren kimseyle oturulmaz, konuşulmaz ve o kimse korunma altına alınmaz. Ama çıkması için yemin verilerek talepte bulunulur; çıkınca yakalanır ve had cezası uygulanır. Haremde hırsızlık yapmış veya adam öldürmüşse cezası da
haremde infaz edilir."[953] Esrem de yine İbn Abbas'tan: "Haremde bir suç işleyen kimseye ne işlemişse onun cezası orada uygulanır." dediğini rivayet eder. Allah Teâiâ, haremde savaşan şahsın öldürülmesini emretmiş ve: "Onlar orada size savaş açıncaya kadar Mescid'i Haram'da onlarla savaşmayın; size savaş açarlarsa onları öldürün..."[954] buyurmuştur.
Oraya sığınan ile kudsiyetini (hürmetini) ihlâl eden arasında bazı yönlerden fark vardır:
1) Orada suç işleyen harem'de suç işlemeye kalkışmakla oranın kudsiyetini ihlâl etmiştir. Ama harem dışında suç işleyip de oraya sığınan için durum böyle değildir. Çünkü o, haremin kudsiyetine saygılıdır ve oraya sığınmakla haremin kudsiyetinin şuurundadir. Öyleyse ikisinden birinin diğerine kıyaslanması bâtıldır.
2) Harem'de suç işleyen kimse hükümdarın sarayında ve hareminde onun minderi (tahtı) üzerinde cinayet işleyen müfsid cani yerindedir. Harem dışında cinayet işleyip sonra oraya sığman kimse ise, sultanın tahtı ve haremi dışında cinayet işleyip de sığınma talebiyle haremine giren kimse mevkiindedir.
3) Harem'de cinayet işleyen, Allah Teâlâ'nın hürmetini (saygınlığım) Beytinin (Kabe'nin) ve hareminin hürmetini ihlal etmiştir. Bu yüzden o, başkasının aksine iki hürmeti ihlâl etmiş demektir.
4) Şayet haremde cinayet işleyenlere had uygulanmasaydı, Allah'ın Ha-remi'nde fesad yaygınlaşır ve kötülük artardı. Mekkeliler de diğerleri gibi canlarını, mallarını ve ırzlarım koruma ihtiyacındadırlar. Haremde suç işleyenler hakkında had uygulanması meşru olmasaydı, Allah'ın hadleri geçersiz (iflas etmiş), haremi ve orada oturanları zarar kuşatmış olurdu.
5) Hareme sığman kimse, günahtan sıyrılıp çıkmış, Rabbin evine sığın-mışj Kabe'nin örtüsüne yapışmış tevbekâr kimse durumundadır. Oranın hürmetini ihlâle kalkışmış olanın aksine ne kendisinin ne de Beytullah'ın durumu ona sataşılmaya uygundur. Böylece (aradaki) farkın sırrı açığa çıkmış ve İbn Abbas'm söylediği sözün fıkhın ta kendisi olduğu anlaşılmış oldu.
"O, müfsid (zararlı) bir hayvan gibidir; yırtıcı, kuduz köpek gibi hill'de ve haremde öldürülmesi caizdir." sözünüze gelince; bu kıyas doğru değildir. Zira yırtıcı köpeğin huyu zarar vermektir. Dolayısıyla harem, zararını orada bulunanlardan uzaklaştırmak için o köpeğin öldürülmesini haram kılmaz. Fakat insan hakkında asloîan hürmettir ve hürmeti de büyüktür. Sadece sorira-dan ortaya çıkan bir durum sebebiyle mubah olur. Bu durumda insan, yenilmesi mubah olan hayvanlardan insana saldıran azgın deveye benzer ve harem bu (tür) deveyi korur'
Hem ehl-i harem (Mekkelilerin) saldırgan köpeğin, yılanın ve çaylağın öldürülmesine harem dışında oturanlarla eşit ihtiyaç duyar. Eğer harem bunları korumuş olsaydı, haremde oturanlar bunlardan büyük zarar görürdü.
3— Hz. Peygamber'in (s.a.) hutbesinde söylediği: "Orada bir ağaç bile kesilmez!", hadisin diğer lafzında: "Dikeni kesilmez! "[955] ve Sahih-i Müslim'deki bir metinde ise: "Dikeni koparılmaz!"[956] sözünün ifade ettiği hüküm. Âlimler arasında şu hususta görüş ayrılığı yoktur: Bu ifade ile insanların yetiştirmediği, çeşitli türdeki yabani ağaçlar kastedilmektedir. Fakat insanların haremde (Mekke'de) yetiştirdiği ağaçlar hususunda âlimler üç ayrı görüş ileri sürmüşlerdir. Hepsi de Ahmed (b. Hanbel)'in mezhebinde mevcuttur:
1) Koparabilir, bundan dolayı tazmin etmesi de gerekmez. Bu görüş îbn Akîl'in, Ebu'l-Hattâb'ın ve daha başka âlimlerin tercihidir.
2) Koparamaz. Koparırsa her halükârda cezası vardır. Bu da Şafiî'nin görüşüdür; îbn Bennâ da Hısâl adlı eserinde işte bunu kaydetmiştir.
3) Hillde yetiştirilip de sonra (hiUden sökülerek) hareme dikilenle, başta harem'de yetiştirilenler arasında fark vardır. Birincisinde ceza yoktur, ikincisinde jse kopanlamaz, (koparılırsa) her halükârda cezası vardır. Bu da||el-Kâdî'nin görüşüdür.
4) Bu konuda dördüncü bir görüş daha vardır: Badem, ceviz, hurma gibi insanlar tarafından yetiştirilenlerle çmar ve palamut gibi insanlar tarafından yetiştirilmeyenler arasında fark vardır. Birinci kısmın koparılması caiz olup cezası da yoktur. İkincisinin ise (koparılması) caiz olmayıp (koparmanın) cezası vardır.
el-Muğnî adlı eserin müellifi şöyle diyor: Evlâ olan bütün ağaçların (koparılmasının) haram olduğu hususunda hadisin genel oluşunu kabul etmektir. Ancak zirai mahsullerden yetiştirdiklerine, evcil hayvanlardan kestiklerine kıyasla insanların yetiştirdiği ağaç türleri bu hükmün dışındadır. Zira biz, vahşi olup da evcilleştirilenleri değil, aslen evcil olanları av hayvanı hükmünden çıkardık. Burada da böyledir. Bu ifadeler, el-Muğnî yazarının şu dördüncü görüşü seçtiğini açıkça göstermektedir. Netice itibariyle Ahmed (b. Hanbel)'in mezhebinde dört görüş vardır.
Hadis, dikenin ve cehri çalısının koparılmasının haram kılındığı hususunda gerçekten de açıktır. Ama Şafiî: Koparılması haram değildir, zira tabiatı gereği insanlara eziyet verir; bu yüzden hüküm itibariyle yırtıcı/pençeli hayvanlara benzemiştir, demektedir. Bu da, Ebu'l-Hattâb ve İbn Akîl'in tercihi olup Atâ, Mücâhid ve daha başka âlimlerden de rivayet olunmuştur.
Hz. Peygamber'kı (s.a.) "dikeni kesilmez", diğer lâfızda "dikeni biçilmez" hadisi yasaklık hususunda açıktır. Dolayısıyla sıradan yırtıcı/pençeli hayvanlara kıyası sahih değildir. Zira, yırtıcı/pençeli hayvanlar yaratılış itibariyle saldırgandır, halbuki diken kendisine yaklaşmayana zarar vermez.
Hadis, yeşille kuru arasında ayırım yapmamaktadır. Fakat âlimler kurunun kesilmesine, "O ölü gibidir, bu konuda aksi bir görüş de bilinmemektedir." diyerek cevaz vermişlerdir. Buna göre hadisin gelişi, (Hz. Peygamber'in) sadece yeşil otu kasdettiğini gösterir. Zira bunu, avı ürkütmek gibi saymıştır. Kurunun kesilmesinde, Rabbini hamdetmek (övmek) suretiyle teşbih eden yeşil ağacın hürmetini ihlâl etme sözkonusu değildir. Bundan dolayı H2. Peygamber (s.a.), iki kabir üzerine iki yeşil dal dikerek: "Umulur ki, kurumadıkları sürece bunlardan dolayı kabirdekilerin azapları hafifletilir."[957] buyurmuştur. *
Hadiste, ağaç kendi kendine kökünden söküldüğünde veya dal kınldı-jİ! ğında ondan yararlanmanın caiz olduğuna delil vardır. Çünkü onu o kişi kes-* memiştir. Bu hususta ihtilaf yoktur.
Soru: Ne dersiniz, ağacı birisi kesip (veya söküp) sonra terkettiğinde, kendisinin veya başkasının ondan yararlanması caiz olur mu?
Cevap: İmam Ahmed (b. Hanbel)'e bu mesele soruldu da: "Ava benzetilmesi yönünden, odunundan yararlanamaz." dedi. Ve yine şöyle söyledi: Kestiğinde ondan yararlanıp yararlanamayacağı konusunda bir şey işitmedim. Bu konuda bir bakış açısı daha vardır: Kesen dışındakilerin ondan yararlanması caiz olur. Zira ağaç, kendisinin fiili bulunmaksızın kesilmiştir. Öyleyse, rüzgârın söktüğünde olduğu gibi bu durumda da ondan yararlanması mubah olur. Bu, avın aksinedir. Zira avı ihramlı bir kimse öldürdüğü vakit onu yemek başkaları için de haramdır. Zira ihramhmn avı öldürmesi, onu murdar kılması demektir. Hadisin diğer lafzmdaki: "Dikeni koparılmaz" sözü, yaprağın koparılmasının da haram olduğu hususunda açıktır veya açık gibidir. Bu, Ahmed (b.Hanbel)'in ,-rahimehuUah- görüşüdür. Şafiî ise: "Yaprağı koparabilir" demiştir. Bu görüş Atâ'dan da rivayet olunmuştur. Birincisi (İbn Hanbel'inki) nassın zahir ifadesi ve kıyastan dolayı daha sahihtir. Zira yaprağın ağaçtaki konumu tüyün kuştaki konumu gibidir. Hem yaprağın koparılması dalların kurumasına bir sebeptir. Çünkü yapraklar ağacın elbisesi ve koruyucusu dur.
4— Hz. Peygamber'in (s.a.) "Yaş otu koparılmaz." sözüdür. Bundan kasdolunanın insanların yetiştirdiği değil, kendi kendine biten (yabani otlar) olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Kuru ot hadisin hükmüne dahil değildir, hadis özellikle yaş ot hakkındadır. (Hadiste geçen) halâ (ot) sözü, yaşlığı devam ettiği sürece yaş ot demektir. Kuruduğunda "haşiş" denir. Ahleü'i-ardu" demek, o arazinin yaş otu arttı, çoğaldı demektir. (Hadiste geçen) 'İhîiiâu'I-halâ" ifadesi, halâ = yaş ot koparma anlamındadır. Bir hadisde geçen: "İbn Ömer, atı için ihtilâ ederdi." ifadesi atı için yeşil ot koparırdı anlamındadır. Bu kelimeden, yem torbası anlamına "mıhlat" kelimesi türetilmiştir ki yeşii ot kabı demektir. İzhır otunun (Mekke ayrığı, Mekke samanı) koparılması ise nass (hadis) ile istisna edilmiştir. İstisna suretiyle tahsis edilmesi, ondan gayrısmda umum kastedildiğine bir delildir.
Soru: Hadis, otlatmayı kapsamakta mıdır, kapsamamakta mıdır?
Cevap: Bu konuda iki görüş vardır. İlki: Kapsamaz, dolayısıyla otlatmak caiz olur. Bu Şafiî'nin görüşüdür. İkincisi: Her ne kadar lâfız yönüyle kapsamasa da mâna itibariyle kapsar; dolayısıyla otlatmak caiz olmaz. Bu da, Ebu Hanîfe'nin mezhebidir. Ahmed (b. Hanbel)'in arkadaşlarından her iki görüşten birini benimseyenler vardır.
Haramdır diyenler, koparıp hayvana verme ile hayvanı otlaması yeşil ota sürme arasında ne fark vardır? demişlerdir.
Mubahtır diyenler de, hac kurbanlarının hareme girmesi ve orada çokça bulunmaları âdet olduğuna ve hayvanların ağızlarının kapatıldığına dair asla bir şey aktarılmadığına göre bu durum otlatmanın caizliğine delâlet eder, demişlerdir.
Haramdır diyenler şöyle dediler: Hayvanım otlamaya göndermesi ve hayvanı yeşil otun üzerine sürmesi ile sahibi kendisini sürmeksizin hayvanın kendi kendine otlaması arasında fark vardır. Hayvan sahibinin hayvanların ağızlarını kapatması gerekmez. Nitekim (ihramhmn) kasden güzel koku koklaması caiz olmasa da ihramda iken güzel koku koklamamak için burnunu örtmesi de gerekmemektedir. Aynı şekilde yolu üstündeki bir avı ezmekten korkarak yürüyüşten vazgeçmesi de gerekmemektedir, her ne kadar bunu kasdetmesi (avı çiğneyeyim demesi) kendisine caiz değilse de... Benzerleri de böyledir.
Soru: Yer elması, mantar (tornalan) ve toprakta gömülü şeylerin koparılması/sökülmesi hadise dahil midir? Cevap: Dahil değildir. Çünkü o, meyve konumundadır. Ahmed (b. Hanbel) de: "Harem'in ağaçlarından acur ve ışrık[958] yenilir." demiştir.
5— Hz. Peygamberdin (s.a.) "Avı ürkütülmez!" sözü, avın öldürülmesine ve avlanmasına hangi sebeple olursa olsun neden olmanın haramhğı hususunda açıktır, hatta yerinden ürkütülmese bile... Çünkü o, bu mekânda muhterem bir hayvandır. Oraya önce gelmiştir ve orası hakkında daha çok hak sahibidir. Bu da gösterir ki, muhterem hayvan bir mekâna önce geldiğinde rahatsız edilmez.
6— "Yitiğini, ilân edenden (ilân etmek için alandan) başkası alamaz."; bir lâfızda: "Yitiği, ilân etmek için alandan başkasına helâl olmaz." hadisi, haremde kaybedilen eşyanın hiçbir durumda mülk edinîlemiyeceğine ve mülk edinmek için değil, sadece ilân etmek için alınabileceğine delildir. AJtsi takdirde Mekke'nin bununla tahsisinde asla bir fayda bulunmaz.
Bu hususta ihtilâf edilmiştir. Mâlik ve Ebu Hanîfe: Hill ve haremin yitiği birdir, demişlerdir ki Ahmed (b. Hanbel)'den gelen iki rivayetten ve Şafiî'nin ikûgörüşünden biri budur; İbn Ömer, İbn Abbas ve Âişe'den -Allah onlardan razı olsun- rivayet olunmuştur. Ahmed (b. Hanbel) diğer rivayetinde, Şafiî de diğer görüşünde şöyle demişlerdir: Haremdeki yitiğin mülk edinmek için alınması caiz olmaz, ancak sahibi adına korumak için almak caizdir. Almış olsa sahibi gelinceye kadar ebediyen ilân eder. Bu Abdurrahman b. Mehdî'nin, Ebu Ubeyd'in görüşü olup, doğru olanı da budur. Bu hususta hadis açıktır. (Hadiste geçen) "münşid", bulduğu yitiği sahibi var mı diye ilân eden; "naşid" ise, kaybettiği malı arayan demektir. "Kayıp arayanın, kayıp bulduğunu ilân edene kulak verişi gibi" deyiminde bu anlam açıkça görülmektedir. Ebu Davud'un Söneninde rivayetine göre, Hz. Peygamber (s.a.) hacımr yitirdiği kayıp malı almayı yasakladı. İbn Vehb, hadisi; "Yani sahibi bulsun diye bırakır." şeklinde açıklamıştır.[959]
Üstadımız (İbn Teymiye) demiştir ki: Bu, Mekke'nin özelliklerindendir. Bu konuda Mekke ite diğer beldeler arasındaki fark şudur: İnsanlar oradan çeşitli ülkelere dağılırlar. Dolayısıyla eşyasını kaybeden onu aramaya ve soruşturmaya imkân bulamaz. Ama diğer şehirler için böyle bir durum sözko-nusu değildir.
7— Hutbedeki, "Bir kimsenin bir yakını öldürülürse, o kimse şu ikisinden birini tercih etmede muhayyerdir: Öldürmek (katilin öldürülmesini istemek), diyet (kan bedeli) almak" ifadesi, kasden öldürme durumunda katilin ille de kısas edilmesinin gerekmediğine delildir. Bilâkis bu durumda şu iki şeyden birisi tercih edilir: Ya kısas, ya da diyet.
Bu konuda üç görüş vardır, hepsi de İmam Ahmed (b. Hanbel'den rivayet edilmiştir:
Birinci görüş: Vacip olan iki şeyden birisidir; ya kısas, ya da diyet. Bu hususta veli şu dörtten birini tercih etmede muhayyerdir:
a— Karşılıksız affetme,
b— Diyet karşılığında affetmek.
c— Kısas.
Bu üçü arasındaki muhayyerliğinde görüş ayrılığı yoktur.
d— Diyetten daha çok bir meblağ üzerinde sulh olma, anlaşma. Bunda da iki görüş vardır. Mezhep itibariyle en meşhuru: Caiz olmasıdır. İkincisi ise, bir mal karşılığında affedecekse, ancak ya diyet, ya da diyetten daha aşağı bir miktar üzere anlaşma yapabilir. Delil bakımından daha tercihe şayan olan da budur. Zira diyeti tercih ederse, kısas düşer. Sonra artık kısas istemeye hakkı kalmaz. Bu Şafiî'nin mezhebi olup İmam Mâlik'den gelen iki rivayetin birisidir.
İkinci görüş: İcabeden aynen kısastır. Öldürülenin yakını, diyet karşılığında ancak katilin rızasıyla affedebilir. Diyete dönse de katil razı olmasa, derhal katile kısas uygulanır. Bu da kendisinden gelen rivayete göre Mâlik'in ve Ebu Hanîfe'nin mezhebidir.
Üçüncü görüş: Kısasla diyet arasında muhayyer olmakla birlikte icabeden aynen misli misline kısastır; isterse katil razı olmasın... Veli diyet karşılığında bağışladığında, katil de razı olduğunda problem yoktur. Ancak razı olmadığı takdirde, velinin aynen kısasa dönme hakkı vardır. Ama kısası mutlak (kayıtsız, şartsız) surette bağışlamışsa; "Vacip olan iki şeyden biridir." dediğimizde diyet onun hakkıdır, "Vacip olan aynen kısastır." dediğimizde de diyet olma hakkı düşer.
Soru: Katil ölmüş olsaydı ne derdiniz? Cevap: Bunda iki görüş vardır:
1) Diyet düşer. Ebu Hanîfe'nin mezhebi budur. Zira Hanefîlere göre vâcib olan aynen kısastır ve Allah Teâlâ'mn katilin canını almasıyla kısasın infazı imkânı yok olmuştur. Ebu Hanîfe, bunu cani kölenin ölmüş olması durumunda işlediği cinayetin diyetinin, efendinin zimmetine intikal etmezdi kaidesine benzetmiştir. Bu hüküm, rehinin telefi ve kefilin ölümü durumunun aksinedir. Zira hak, rehin verenin ve kendisine kefil olunan şahsın zimmetinde sabit olduğundan dolayı düşmediği gibi, vesikanın telef olmasıyla da düşmez.
2) Şafiî ve Ahmed ise şöyle demişlerdir: Diyetin terekesinden ödenmesi gerekir. Çünkü veliler kısası düşürmeksizin kısasın infazı imkânı kalmamıştır. Bundan dolayı mirasçıların hem idamdan hem de diyetden karşılıksız yoksun birakilmamaları için diyet vacip olur.
Soru: Ne dersiniz, kısası seçmiş olsaydı ondan sonra da diyet karşılığında bağışlamayı tercih etse, buna hakkı var mıdır?
Cevap: Bu hususta iki görüş vardır: a) Buna hakkı vardır. Çünkü kısas en üst düzeydir, öyleyse onun en alt düzeye intikal hakkı vardır, b) Buna hakkı yoktur. Çünkü kısası tercih ettiğinde kendi isteğiyle diyet hakkını düşürmüştür. Dolayısıyla düşürdükten sonra diyete dönme hakkı yoktur.
Soru: Peki bu hadisle Hz. Peygamber'in (s.a.): "Kasden öldüren kimse kisaslıktır."[960] hadisinin arasım nasıl bulursunuz?
Cevap: Aralarında hiçbir yönden çelişki yoktur. Bu hadis kasden öldürme hususunda kısasın farz olduğuna; "O iki görüşte muhayyerdir" sözü ise, ölenin yakınının bu farzın yerine getirilmesi ile bedelini yani diyeti alması arasında muhayyer oluşuna delâlet eder. O halde hangi çelişkidir sözkonusu olan? Bu hadis Allah Teâlâ'nm şu âyeti gibidir: "Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı."[961] Bu da, hak sahibinin kendisine farz kılınanı (kısası) talep etmekle bedelini alma arasında muhayyer kılınışını ortadan kaldırmaz. En iyi bilen Allah'dir.
8— Hz. Abbas'ın, kendisine: "İzhır müstesna" demesinden sonra hutbedeki, 'İzhir müstesna" sözü iki meseleye delildir:
a) İzhır'ın kesilmesinin mubah oluşu.
b) Konuşma sırasında istisna yapılacağı vakit istisnaya sözün başında veya bitirmeden önce niyet etme şart değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) şayet izhın istisnaya sözün başından veya tamamlanmasından önce niyet etmiş olsaydı, yaptığı istisna Hz. Abbas'ın kendisine sormasına, demircileri ve evleri| için izhırın gerekli olduğunu bildirmesine bağlı kalmazdı. Bunun benzeri Hz.Peygamber'in (s.a.) İbn Mes'ud'un hatırlatmasından sonra Bedir esirlerinden Süheyl b. Beydâ'yi istisna edişidir. Şöyle buyurmuştu: "Onlardan hiçbiri ya fidye vermek ya da boynu vurulmak dışında kurtulamayacaktır..." İbn Mes'ud'da: "Süheyl b. Beydâ müstesna... Zira ben onun müslüman olduğunu söylediğini duydum." dedi. Bunun üzerine: "Süheyl b. Beydâ müstesna..." buyurdu.[962] Onun her iki durumda da istisnaya sözünün daha başından niyet etmiş olmadığı malumdur.
Yine bir benzeri, meleğin Hz. Süleyman'a söylediği sözdür. Hz. Süleyman: "Bu gece yüz kadını (hanım ve cariye olarak yüz kadınla ilişki kurmak için) dolaşacağım, her kadın da Allah yolunda savaşacak bir erkek çocuk doğuracak." dediğinde melek ona: "İnşaâllahu teâlâ, de!" demiş; fakat Hz. Süleyman söylememiştir. Hz. Peygamber (s.a.): "Eğer inşaâllahu teâlâ deseydi, onlar Allah yolunda topluca savaşırlardı."; bir başka lâfızda ise: "isteğine nail olurdu" buyurmuş[963]' ve böylece Hz. Süleyman bu istisnada bulunsaydı istisnanın ona fayda vereceğini de haber vermiştir. Niyeti şart koşan kimse, ona fayda vermez der.
Bunun bir başka benzeri, Hz. Peygamber'in (s.a.): "Vallahi, Kureyş'le savaşacağım, vallahi Kureyş'le savaşacağım" diye üç defa söyleyip sonra sükut etmesi, daha sonra da: "İnşâallah" demesidir.[964] İşte bu da sükuttan sonraki istisnadır ki konuşmayı kestikten ve sükut ettikten sonra istisna etmeyi muhtevidir. Ahmed (b. Hanbel) cevazına hükmetmiştir ki bu, şüphesiz doğrudur. Ve bu açık sahih hadislerin gereğine uymak evlâdır. Başarı Allah'tandır.
9— Kıssada geçmektedir ki, Ebu Şâh adında sahabeden bir şahsın ayağa kalkıp: "Bana yazınız" demesi üzerine Hz. Peygamber (s.a.), hutbesini kas-dederek: "Ebu Şâh için yazınız!" buyurmuştur.[965] Bu da ilmin yazılmasına ve hadis yazma yasağının kaldırıldığına bir delildir. Zira Hz. Peygamber (s.a.) "Benden Kur'an dışında birşey yazan kimse onu yok etsin!" buyurmuştu[966] Bu yasak, İslâm'ın ilk dönemlerinde vahy-i metlûv (okunan vahiy, Kur'an) ile vahy-i gayr-i metlûvvün (namazda okunmayan vahiy, hadis) karşıtırıîma-sı korkusundandı. Sonra hadislerinin yazımına izin verdi.
Sahih bir rivayete göre Abdullah b. Amr, Hz. Peygamber'in (s.a.) hadisini yazardı.[967] Yazdıklarından es-Sâdıka diye adlandırılan bir sahife oluşmuştu ki bunu, torunu Amr b. Şu'ayb babasından, o da Abdullah'tan rivayet etmiştir. Adı geçen sahifedeki Hadisler, hadislerin en sahihlerindendir. Bazı hadis imamları, onu Eyyûb -Nâfi- İbn Ömer senediyle rivayet edilen hadisler derecesinde sayıyorlardı. Dört mezhep imamı ile daha başkaları bu sahifeyi delil olarak kullanmışlardır.
10— Kıssada geçtiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) Kabe'ye girdi, orada namaz kıldı; fakat suretler (resimler) imha edilinceye kadar oraya girmemiştir. Bu da resimli yerde namaz kılmanın mekruh olduğuna bir delildir. Hatta bu, mekruh olmaya hamamda namaz kılmaktan daha müstehaktır. Çünkü hamamda namaz kılmanın mekruh oluşu, oranın çoğunlukla pislik bulunan bir yer, ya da şeytan evi oluşundan dolayıdır ki doğru olan da budur. Resimlerin bulunduğu yer ise çoğunlukla şirk ihtimali taşıyan yerdir ve milletlerin şirklerinin çoğu, resimler ve kabirler yönündendir.
11— Kıssada geçer: Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'ye, başında siyah bir sarık olduğu halde girmiştir. Bu da zaman zaman siyah giymenin caiz oluşuna bir delildir. Bundan dolayı Abbasi halifeleri kendilerine, valilerine, kadılarına ve hatiplerine siyah giymeyi şiar kılmışlardır. Hz. Peygamber (s.a.), siyahı daimi bir elbise olarak giymemiş ve siyah giymek bayramlarda, cumalarda ve büyük cemiyetlerde elbette O'nun şiarı olmamıştır. Fetih günü başına siyah sarık sarmış olması bir rastlantıdır, öyle denk gelmiştir. Diğer sahabîler için böyle bir durum sözkonusu olmamıştı. Hatta o gün Hz. Peygamber'in (s.a.) diğer elbiseleri siyah değildi, üstelik sancağı beyazdı.
12— Kadınlarla müt'a nikâhının mubah kılınması da bu gazvede vâki olan şeylerdendir. Sonra müt'a nikâhını Mekke'den çıkışından önce, haram kılmıştır. Müt'anın haram kılındığı vakit hususunda dört görüş ileri sürülmüştür:
a) Hayber savaşmdaydı. Bu içlerinde Şafiî ve daha başkalarının bulunduğu bir grup âlimin görüşüdür.
b) Mekke fethi senesindedir. Bu da İbn Uyeyne ve bir grubun görüşüdür.
c) Huneyn gazası senesindeydi. Bu görüş, gerçekte Huneyn gazasının Mekke fethiyle peşpeşe olmasından dolayı ikinci görüşün aynıdır.
d) Veda haccı senesindeydi. Bu, ravilerden birinin yanılgısıdır. Zihni Mekke fethinden Veda haccına kaymıştır. Nitekim Muaviye'nin zihni de Ci'râne umresinden Veda haccına kaymıştı da: "Veda haccında, Merve'de Rasûlul-lah'ın (s.a.) saçım enli bir okla (yahut bıçakla) kısalttım." demişti. Bu konu hac bahsinde geçmiştir. Zihnin zamandan zamana, mekândan mekâna ve olaydan olaya intikali hadis hafızlarına ve onlardan alt mertebedeki şahıslara çok vakit arız olan bir hâdisedir.
Doğrusu: Müt'a nikâhı, kesinlikle Mekke fethedildiği yıl haram kılınmıştır. Çünkü Sahih-i Müslim'de sabit olmuştur ki; sahabe, Hz. Peygamber (s.a.) yanlannda olmakla beraber O'nun izni ile müt'a nikâhı yapmışlardır.[968] Şayet haram kılınması Hayber fethi sırasında olsaydı, neshin iki defa vaki olması gerekirdi ve bunun, şeriatın hiçbir döneminde asla bir benzeri yoktur; benzeri bir durum şeriatta vuku bulmaz. Hem Hayber'de müslüman hanımlar yoktu. Sadece yahudi kadınlar vardı. Ehl-i kitabın kadınlarıyla nikahlanmak henüz mubah kılınmamıştı. Bu olaydan daha sonra Mâide süresindeki şu âyetle mubah kılındılar: "Bugün size iyi ve temiz şeyler helâl kılındı. Kenr dilerine kitab verilenlerin yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir. İnananlardan hür ve iffetli kadınlar ve sizden önce kendilerine kitab verilenlerin hür ve iffetli kadınları size helâldir."[969] Bu âyet: "Bugün size dininizi tamamladım."[970] âyeti ile "Bugün artık kâfirler sizi dininizden etmekten umutlarım kesmişlerdir."[971] âyetine muttasıldır. Bu, Veda haccın-dan sonra veya Veda haccı sırasında gerçekleşen son durumdu. Dolayısıyla ehl-i kitabın kadınlarının nikâhlanması Hayber gazası sırasında sabit değildi ve Fetih'ten önce müslümanlann, düşmanlarının kadınları ile müt'a nikâhı yapmaya bir rağbetleri yoktu'. Fetih'ten sonra ehl-i kitap kadınlarından köle-leştirilenler oldu ve onlar müslümanlann cariyesi oldular.
Soru: Peki, Sahihayn'dz Ali b. Ebi Tâlib'den rivayet edilen: "Rasûlul-lah (s.a.) Hayber gazasında kadınlarla müt'a nikâhı yapmayı ve evcil eşeklerin etini yemeyi yasakladı." hadisini[972]' ne yapacaksınız? Hadis, sahih ve açıktır.
Cevap: Bu hadis iki metinle sahih olarak rivayet edilmiştir. Birisi budur. İkincisinde ise; Hz. Peygamberin (s.a.) yalnızca müt'a nikâhını ve Hayber savaşında evcil eşek eti yemeyi yasakladığı ifade edilmektedir. Bu, İbn Uyey-ne'nin Zührî'den rivayetidir. Kasım b. Asbağ'ın rivayetine göre Süfyan b. Uyeyne şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'in (s.a.) Hayber gazasında müt'a nikâhını değil, evcil eşeklerin etini (yemeyi) yasakladığını kasdediyor." Bunu Ebu Ömer (İbn Abdüber) zikretmiştir. Temhîd'dc; "Sonra âlimlerin çoğunluğu bunu kabul etmişlerdir." şeklinde bir ifade geçmektedir. Ravilerden biri Hayber gazasının ehl-i kitap kadınlarla müt'a nikâhı yapılmasının haram kılmış vakti olduğu yanılgısına kapılarak: "Rasûlullah (s.a.) Hayber gazası sırasında müt'a nikâhını ve ehli eşeklerin etinin yenmesini haram kıldı." şeklinde rivayet etmiştir. Birisi de hadisin bir bölümünü rivayetle yetinip: "Ra-sûlullah (s.a.) müt'ayı Hayber gazası sırasında haram kıldı." diyerek açık bir hata işlemiştir.
Soru: İkisinin haram kılmışı aynı anda vuku bulmuş değilse, ikisinin haram kılınışım bir arada zikretmekteki fayda nedir? Müt'a nikâhı ile eşek etinin haram kılmışı arasında ne ilişki vardır?
Cevap: Bu hadisi, Ali b. Ebî Tâlib -radıyalahu anh- iki meselede amca-oğlu Abdullah b. Abbas'a karşı bir delil olmak üzere rivayet etmiştir. Zira İbn Abbas, gerek müt'ayı, gerek eşek etini (yemeyi) mubah görüyordu. Bu yüzden Ali b. Ebî Tâlib bu iki meselede kendisiyle tartıştı ve ona bu iki haram kılmayı rivayet ederek eşeğin (etinin yenmesinin) haram kılınışım Hayber gazası sırasında olmakla kayıtladı ve müt'anın haram kılınışını mutlak bırakarak: "Sen yolunu şaşırmış bir adamsın. Şüphesiz Rasûluüah (s.a.) müt'ayı ve ehli eşeklerin etini (yemeyi) Hayber gazasında haram kılmıştır." dedi. Nitekim Süfyan b. Uyeyne'nin söylediği ve âlimlerin çoğunluğunun kabul ettiği budur. Böylece Hz. Ali, İbn Abbas'a karşı ikisinin de Hayber gazasında olduğunu kayıtlama suretiyle değil, bunlarla delil getirmek için bu iki durumu rivayet etmiştir. Başarıya ulaştıran Allah'dir.
Fakat işte tam burada bir başka bakış açısı vardır: Hz. Peygamber (s.a.) müt'ayı hiçbir halde mubah olmayan kötü şeylerin haram kılındığı gibi mi haram kılınmıştır, yoksa ihtiyaç olmadığı zamanda haram kılıp mecbur (zorunlu) kalana mubah mı kılmıştı? İşte İbn Abbas'ın hakkında tartıştığı ve: "Ben müt'ayı mecbur kalan (muztar olan) için leş ve kan (m helâl olduğu) gibi mubah gördüm." dediği bu ikincisidir. Müt'a hususunda işi rayından çıkaranlar olunca (yani muztar oluş haline aldırmaksızın müt'a ruhsatından istifade ederek nefsî davranışlar sergileyince) ve zaruret noktasında durmayınca (zaruret hali dışında da müt'a yapınca) İbn Abbas müt'anın helâl olduğuna dair fetva vermeyi kesti ve görüşünden döndü. îbn Mes'ûd müt'a nikâhını mubah görür ve bu konuda: "Ey iman edenler; Allah'ın size helâl kıldığı güzel,ve temiz şeyleri kendinize haram etmeyin."[973] âyetini okurdu. Sahihayn'-da onun şöyle dediği geçer: "Rasûlullah (s.a.) ile birlikte cihad ediyorduk. Yanlanmızda kadınlarımız da yoktu. Bunun üzerine: Hadım olalım mı? diye sorduk. Fakat Rasûlullah (s.a.) bize bunu yasakladı. Sonra bize elbise karşi-
lığında belli bir zamana kadar kadınlarla nikâhlanmamıza izin verdi. Sonra Abdullah b. Mes'ûd: 'Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı şeylerin iyi ve hoş olanlarını kendinize haram kılmayın. Haddi aşmayın. Doğrusu Allah haddi aşanları sevmez.' âyetini okudu."[974]
Abdullah b. Mesûd'un bu âyeti, bu hadisin hemen peşinden okuması iki şeye muhtemeldir: 1) Müt'ayı haram kılanı reddetmek ve müt'a şayet iyi ve hoş şeylerden olmasaydı Rasûlullah (s.a.) onu mubah kılmazdı, demektir. 2) Bu âyetin son tarafını kasdetmiş olmasıdır ki bu, müt'ayı mutlak surette mubah göreni reddetmek ve böyle gören kimsenin haddi aşan bir kimse olduğunu bildirmektir. Zira Rasûlullah (s.a.) müt'a konusunda sadece zaruret sebebiyle, gazve sırasında duyulan ihtiyaç zamanında, kadınların bulunmadığı ve kadına şiddetli ihtiyaç duyulduğu vakitte izin vermiştir. Kadınlar çok iken ve normal nikâhın kıyılmasına imkân varken, yolcu olmayıp memlekette ikâmet halinde iken müt'aya ruhsat veren kimse haddi aşmıştır ve Allah haddi aşanları sevmez.
Soru: Peki, Müslim'in Sahih'indt Câbir ve Seleme b. Ekva'dan rivayet ettiği: "Rasûlullah'in (s.a.) tellâlı yanımıza gelerek: Rasûlullah (s.a.) sizin is-timtâ', yani kadınlarla müt'a yapmanıza izin vermiştir, dedi." hadisini[975] ne yapacaksınız?
Cevap: Bu, haram kılınmadan önce Fetih sırasındaydı. Daha sonra Müslim'in Sahih'indç Seleme b. Ekva'dan rivayet ettiği şu delille müt'ayı (Hz. Peygamber) haram kıldı: "Rasûlullah (s.a.) Evtâs (Huneyn) yılında bize müt'a için üç (gece) ruhsat verdi, sonra bunu yasakladı."[976] Evtâs yılı, fetih yılı demektir. Çünkü Evtâs gazası Mekke fethiyîe peşpeşedir.
Soru: Peki Müslim'in Sahih'indc Câbir b. Abdillah'tan rivayet ettiği: "Biz Rasûlullah (s.a.) ve Ebu Bekir döneminde bir avuç hurma ve un karşılığında birkaç günlüğüne müt'a yapardık. Tâ ki Amr b. Hureys hâdisesinde Hz. Ömer bunu yasaklayıncaya kadar bu böyle devam etti." ifadesini[977]' ve Hz. Ömer'den sabit olan: "Rasûlullah (s.a.) döneminde iki müt'a vardı ki ben ikisini de yasaklıyorum: Kadınların müt'ası ve haccın müt'ası (hacc-ı temettü)" [978] ifadesine ne diyeceksiniz?
""Cevap: Ulemâ bu konuda iki gruba ayrılmıştır. Bit grup: "Müt'ayı haram sayan ve bize yasaklayan Hz. Ömer'dir. Rasûlullah (s.a.), Hulefâ-i Râ-şidîn'in sünnet edindiği şeylere uymayı emretmiştir." demektedir. Bu grup, müt'anın Fetih yılında haram kılmışına dair Sebre b. Ma'bed'den rivayet edilen hadisi sahih kabul etmemişlerdir. Zira hadisi, Abdülmelik b. er-Rebî' b. Sebre, babası aracılığıyla dedesinden rivayet etmiş olup İbn Maîn onun hakkında olumsuz şeyler söylemiş, Buharî de kendisine olan ihtiyaca ve İslâm'ın asıllarından bir asıl oluşuna rağmen Sahih İne (Sebre) hadisini almayı uygun görmemiştir. Şayet, Buharî'ye göre (sözkonusu hadis) sahih olsaydı, rivayet edip onu delil göstermekten geri durmazdı. Demişlerdir ki: Şayet Sebre hadisi sahih olsaydı, (bu durum) İbn Mes'ûd'a gizli kalmaz ve kendilerinin müt'a yaptıklarını rivayet edip âyeti delil göstermezdi. Hem şayet sahih olsaydı, Hz. Ömer: "O, Rasûlullah (s.a.) zamanındaydı; ben onu yasaklıyorum ve ona (müt'a yapmaya) ceza veriyorum." demez aksine; "Hz. Peygamber (s.a.) onu haram kılmış ve yasaklamıştır." derdi. Diyorlar ki: Sahih olsaydı, hakikaten peygamberlik hilâfeti dönemi olan<Hz. Ebu Bekir) es-Siddîk döneminde yapılmazdı.
İkinci grup ise, Sebre hadisinin sahih olduğu görüşündedirler. Bu hadis sahih olmasa bile, Hz. Ali'nin (r.a.); Rasûlullah'm (s.a.) kadınların müt'ası-nı haram kıldığına dair rivayet ettiği hadis sahihtir. O halde Câbir hadisinin şöyle anlaşılması gerekir: Câbir'in müt'a nikâhının yapıldığı yolundaki rivayeti haber vermesi sırasında kendisine haram kılındığı haberi ulaşmamıştı. Hz. Ömer (r.a.) zamanına kadar bu iş şöhret bulmamıştı. Müt'a hususunda tartışma (ayrılık) çıkınca haram kılınışı meydana çıktı ve şöhret buldu. Böylece müt'a hakkında gelen hadisler uzlaşmış olur. Başarı Allah'tandır.
13— Mekke fethi kıssasındaki fıkhı kurallardan biri de şudur: Kadının bir-iki erkeği koruması altına alması ve himaye etmesi caizdir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.), Ümmü Hânî'nin kocasının iki yakınına verdiği emanı geçerli saymıştır.
14— Tevbe etmesi istenilmeden, irtidadı (dinden dönmesi) çok amansız olan mürtedin öldürülmesi caizdir. Çünkü Abdullah b. Sa'd b. Ebî Şerh, müs-lüman olup hicret etmişti ve RasûluIIah'a gelen (s.a.) vahyi yazıyordu, (vahiy kâtiplerindendi). Sonra irtidat etti ve Mekke'ye sığındı. Fetih günü olunca, Hz. Osman b. Affân onu bîat etsin diye RasûluIIah'a (s.a.) getirdi. Rasûlullah (s.a.) Abdullah'tan uzun müddet geri durdu, sonra bîat aldı ve: "OnakarşLsadece biriniz kalkar da boynunu vurur diye sustum." buyurdu. Bunun İl üzerine bir sahâbî: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bana işaret etseydin ya!" dedi. O zaman da: "Bir peygamberin hain gözleri olması yakışmaz." buyurdu.[979] Zira iman edip hicret ettikten ve vahiy kâtipliği yaptıktan sonra dinden çıkmakla küfrü çok amansız ve katı olmuştu. Sonra irtidat etmiş ve müşriklere katılmıştı; İslâm'a dil uzatır, onu ayıplardı. Rasûlullah (s.a.) da öldürülmesini istiyordu. Bu nedenle, Osman b. Affân onu getirdiğinde -ki Osman'ın süt kardeşiydi- Hz. Peygamber (s.a.), Osman'dan haya ettiği için öldürülmesini emretmedi ve ashabından biri (kendiliğinden) kalkıp öldürsün diye bîat almadı. Onlarsa, RasûluIIah'a (s.a.) karşı izni olmaksızın onu öldürmeye kalkışmaktan sakındılar. Rasûlullah (s.a.) da Osman'dan haya etti (kırmak istemedi), ve Allah Teâlâ, Abdullah hakkında bundan sonra onun eliyle gerçekleşecek fetihler irade buyurduğu için ezelî takdir yardım etti de (Hz. Peygamber) ondan bîat aldı. Ve Allah Teâlâ'mn şu âyetiyle istisna ettiklerinden oldu: "İman ettikten, peygamberin hak olduğuna şehadet ettikten, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra inkâr eden bir milleti Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah, zâlim kavmi doğru yola iletmez. İşte onların cezası: Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerinedir! Onlar bunun içinde ebedi kalıcıdırlar. Kendilerinden azap hafifletilmeyecek ve onlara asîâ fırsat verilmeyecektir. Ancak bundan sonra tevbe edenler ve kendilerini düzeltenler müstesnadır. Çünkü Allah, gerçekten kusurları örten ve çok esirgeyendir."[980]Hz. Peygamber'in (s.a.): "Bir peygamberin hâin gözleri olması yakışmaz." sözü, Peygamberin (s.a.) dışı içine, gizlisi açığına ters düşmez; Allah'ın hükmü ve emri geldiğinde onu işaretle anlatmaz, aksine açıkça belirtir, ilân eder ve ortaya kor demektir. [981]
[941] Buharı, 3/37; Müslim, 1354.
[942] Müslim, 1374.
[943] Buharı, 5/98; Müslim, 1360-1363, 1365, 1366, 1372; Ebu Davud, 2034-2039; Tirmizî, 3917, 3918; İbn Mâce, 3113, Muvatta', 2/889; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/119, 169, 181, 185, 3/149, 159, 240, 243, 336, 393, 404, 77, 141, 5/309, 318, 329.
[944] Amr b. Saîd b. el-Âsî b. Ümeyye el-Kuraşî el-Emevî. Eşdak diye bilinir, tbn Hacer, Fethu'l-Bârî'dç (1/76) der ki: Sahabî değildir. Hayırla onları takıp edenlerden de değildir. Yezîd b. Muâviye'nin Medine valisi idi. Yezîd'e bîat etmeyip Kabe'ye sığındığında Abdullah b. Zübeyr'in üzerine, Mekke'ye savaş için ordu gönderen şahıs budur. Abdullah b. Zübeyr ise Beytullah'a (Kabe'ye) sığınmış ve bundan dolayı "Âizü'1-Beyt" diye isimlendirilmiştir.
[945] Yukarıda geçti.
[946] Abdürrezzak, Musannef, 9228, 9229.
[947] Bu, Amr b. Saîd el-Eşdak'ın sözü olup, Hz. Peygamber'in (s.a.) hadisi değildir. Bk: Buharı, 64/51; Müslim, 1354.
[948] Muttefekun aleyhtir. Yukarıda geçti.
[949] Âl-i İmrân, 3/97.
[950] Ankebût, 29/67
[951] Kasas, 28/57.
[952] Nisa..4/43.
[953] İsnadı sahihtir, Musannef (9226)'da mevcuttur.
[954] Bakara, 2/191.
[955] Buharî, 25/43; Müslim, 1304.
[956] Müslim, 1355.
[957] Buharı, 23/82; Müslim, 292.
[958] Irşık: Yere yayılan, geniş yapraklı dikensiz bir ağaçtır. Hemen hemen hiçbir şey bu ağacı yemez, ancak keçi ondan az bir miktar yer.
[959] Ebu Davud, 1719; Müslim, 1724
[960] Ebu Davııd, 4539; Nesâî, 8/39; İbn Mâce, 2635.
[961] Bakara, 2/178.
[962] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/383.
[963] Buharî, 84/9; Müslim, 1654.
[964] Ebu Davud, 3285. Senedi zayıftır.
[965] Buharı, 45/6.
[966] Müslim 3004.
[967] Buharî, 31/39.
[968] Daha önce geçti.
[969] Maide ,5/5.
[970] Maide 5/3.
[971] Maide 5/3.
[972] Daha önce ğeçti.
[973] Mâide, 5/87.
[974] Buharî 67/8; Müslim, 1404.
[975] Müslim, 1405.
[976] Müslim, 1405 (18).
[977] Müslim, 1405 (16).
[978] Ahmed b. Hanbel, 3/325; senedi hasendir. Müslim (1217) Sahihinde Hz. Cabır in şöyle dediğini rivayet eder: Biz Rasûlullah'ın {s.a.) yanında müt'a yaptık. Hz. Ömer hilafete geçince: "Şüphesiz ki Allah, Rasülü'ne dilediğini, dilediği şekilde helâl kılar. Yine şüphesiz ki Kur'an yerli yerine inmiştir. Artık Allah'ın size emrettiği gibi hac ve umreyi tamamlayın! Şu kadınlarla müt'a yapmayı kesin! Şayet bana bir süre için bir kadını nikâh eden bir adam getirirlerse, onu mutlaka taşlarla recmederim." dedi. ;
[979] Ebu Davud, 2683, 4359; Nesâî, 7/105, 106. Hâkim (3/45), sahih kabul etmiş Zehebi de kendisine muvafakat etmiştir.
[980] Âl-i İmran, 3/86-89.
[981] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/493-511.
Hz. Peygamber'in (s.a.) Feth'in ikinci gününde yaptığı konuşmasında şu ilmî gerçekler bulunmaktadır:
1— "Mekke'yi insanlar değil Allah haram kılmıştır."[941] Dolayısıyla bu, takdiri bu dünyanın yaratıldığı gün gerçekleşmiş bir şer'î kaderi haram kılmadır. Sonra, Sahih-i Buharî'dç, Hz. Peygamber'den rivayet olunduğu gibi bu durum, dostu ibrahim'in ve Muhammed'in ^salavâtullahi ve selâmuhû aleyhimâ- lisanlarında kendisini göstermiştir.Rasûlullah (s.a.) bir duasında şöyle demiştir: "Allah'ım; dostun İbrahim Mekke'yi harem kıldı, ben de Medine'yi harem kılıyorum!.."[942] îşte bu, göklerin ve yeryüzünün yaratıldığı günkü, önceki bir harem kılınışını Hz. İbrahim'in lisanı üzere haber vermektir, bu nedenle Medine'nin harem kılmışını tartıştıkları halde ehl-i İslâm'dan hiç kimse Mekke'nin harem kılınışını tartışmamıştır. Bu konuda kesin doğru Medine'nin de harem kılındığıdır. Çünkü bu konuda Rasûİullah'tan (s.a.) hiçbir yönden kusur bulunamayacak yirmi küsur sahih hadis gelmiştir.[943]
2— "Mekke'de hiç kimsenin kan dökmesi helâl olmaz." Bu haram kıl- ma, Mekke'ye has olup da orası dışındaki yerlerde mubah, harem bölge ol- masından dolayı orada haram olan kan dökümüne aittir. Nitekim, oradaki ağacı kesme, yaş otu koparma ve kaybolan eşyayı kaldırmanın (almanın) haram oluşu oraya mahsustur, başka yerlerde bunlar mubahtır. Çünkü hepsi bir sözde ve bir nizamdadır; aksi takdirde tahsisin faydası yok olur. Bu da birkaç türlü olur:
a) Ebu Şurayh el-Adevî'nin kendisi dolayısıyla ifade ettiği husus: Ha-rem'de bulunup da imama biat etmekten kaçınan taife ile orada savaşılmaz; özellikle kendilerince (biat etmemelerine dair) bir te'villeri (gerekçeleri) varsa. Mekkelilerin Yezid'e biattan kaçınıp İbn Zübeyr'e biat etmelerinde olduğu gibi... Onlarla savaşmak, üzerlerine (taş atmak için) mancınık kurmak ve Allah'ın haremini helâl kılmak, nas ve icmâ ile caiz değildi. Bu konuda yalnızca fâsık Amr b. Saîd
[944] ve avanesi muhalefet etmiş, kendi re'yi ve hevâsı ile Rasûlullah'ın (s.a.) hadisine ters düşmüş ve: "Harem, bir âsiyi korumaz." demiştir. Kendisine denilir ki: O, asiyi Allah'ın azabından korumaz. Şayet kanının dökülmesinden korumayacaksa o zaman insanlar açısmdan harem olamaz; kuşlar ve hayvanlar için harem olur. Oysa Hz. İbrahim -salâvâtullahi aleyhi ve selâmuhu- döneminden beri asileri korumaya devam etmiş ve İslâm da bunu kabul etmiştir. Sadece Mekîs b. Subâbe, İbn Hatal ve bu ikisiyle birlikte adları sıralananları korumamıştır. Çünkü o saatta "harem" değildi, aksine "helâl bölge = hiU" idi. Savaş vakti geçince Allah Teâlâ'nın gökleri ve yeryüzünü yarattığı günde takdir ettiği (haremlik) konumuna döndü. Kaldı ki cahiliyye dönemindeki araplarda bile adam, babasının yahut oğlunun katilini harem'de görür fakat ona sataşmazdı. Bu durum onlar arasında haremi harem yapan özelliği idi. Sonra İslâm geldi, bu durumu pekiştirip güçlendirdi ve Hz. Peygamber (s.a.) ümmetten bazılarının savaşmak ve öldürmek suretiyle haremi helal kılması hususunda kendisini örnek alacağını anlayarak kendi fiiline başkasının iştirak etmesini kesmiş ve ashabına: "Bir kimse Rasûlullah'ın (s.a.) Mekke'de savaşmasından kendisine ruhsat çıkarmaya kalkışırsa ona: Aıİah, Rasûlü'ne izin vermiş, ama sana izin vermemiştir'deyiniz." buyurdu.[945] Buna göre, harem dışında öldürülmesini gerektiren bir had veya kısas (suçu) işleyip, sonra oraya sığınan kimseye sözkonusu cezanın haremde verilmesi caiz olmaz. İmam Ahmed (b. Hanbel), Ömer b. Hattâb'ın (r.a.) şöyle dediğini nakleder: "Orada (babam) Hattâb'ın katilini bulsam, oradan çıkıncaya kadar ona dokunmam."[946] Abdullah b. Ömer'in şöyle dediği rivayet olundu: "Babam Ömer'in katiliyle harem'de karşılaşsam, onu azarlayıp kovmazdim." İbn Abbas'ın ise: "Babamın katiliyle harem'de karşılaşsam, ona oradan çıkıncaya kadar sataşmam." dediği naklolunur, ki bu, tabiîn ile onlardan sonra gelenlerin çoğunluğunun görüşüdür. Hatta ne bir tabiîden ne de bir sahabîden aksi bir görüş kaydedilmiştir. Ebu Hanîfe ve Irak ekolünden kendisine uyanlarla, İmam Ahmed (b. Hanbel) ve hadis ekolünden kendisine uyanlar da bu görüştedirler.
b) İmam Mâlik ve Şafiî ise, o şahıstan hak hill'de (harem dışında) tamamen alındığı gibi harem'de de alınır görüşüne varmışlardır ki, İbn Münzir'in tercihi de böyledir. Bu görüşün delilleri: 1) Hadlerin ve kısasın her zaman ve mekânda uygulanacağına delâlet eden nassların umumî ifadeleri. 2) Hz. Peygamber'in (s.a.), İbn Hatal'ı Kabe'nin örtüsüne tutunmuş olduğu halde öldürtmesi. 3) Hz. Peygamber (s.a.): "Harem bir asiyi, bir idam kaçağını ve bir bozguncuyu korumaz (barındırmaz)" buyurmuştur[947] 4) Had ve kısas cezaları, idam suretiyle infaz olunmayan cezalardan olması halinde harem o kimseyi korumaz ve cezanın uygulanmasını engellemezdi. 5) Harem'de haddi veya kısası gerektiren bir suç işleseydi harem onu korumaz ve suçun cezasının tatbikini engellemezdi. Aynı şekilde haricinde işleyip, sonra harem'e sığındığında da durum aynıdır. Çünkü dokunulmazlığına nisbetle haremdir. İki durum arasında farkh bir pozisyon aizetmez. 6) Zararı sebebiyle öldürülmesi mubah sayılan hayvanın Harem'e sığınmış olarak öldürülmesi ile orada öldürülmesini icabettiren bir şey yapmış oluşu arasında bir fark yoktur; yılan, çaylak, saldırgan (kuduz) köpek., v.s. gibi. Zira Hz. Peygamber (s.a.): "Şu fasik (zararlı) beş yaratık hill'de de, harem'de de öldürülür... "[948] buyurmuş ve fısk illetinden ötürü hilî'de ve harem'-de öldürülmelerini tenbih etmiş; harem'e sığınmalarını öldürülmelerine bir engel saymamıştır. Öldürülmeyi hak etmiş olan fasık insanlar da böyledir.
İlk görüşte olanlar şöyle savundular: Bunda bizim saydığımız delillere ve özellikle Allah Teâlâ'nın "Kim oraya girerse güvenlik içinde olur."[949] âyetine ters düşen bir husus yoktur. Bu âyet, ya Allah Teâlâ'nın haberinde yanlış bildirimin imkânsız olması nedeniyle emir anlamında bir haberdir, ya haremi hakkında kanunlaştırdığı dininden ve şeriatından verdiği bir haberdir, ya da gerek cahiliyye, gerek İslâm dönemlerinde haremi hakkında daimî bilinen durumdan haber vermedir. Allah'ın şu âyetlerinde olduğu gibi: "Görmediler mi, çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken Biz, Mekke'yi güven içinde ve kutsal bir yer kıldık?..."[950] ve "Biz seninle beraber doğru yola gelirsek yurdumuzdan atılırız, dediler. Biz onları kendi katımızdan bir nzik olarak, her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli ve kutlu bir yere yerleştirmedik mj?"[951] Bunun dışındaki yanlış görüşlere iltifat edilmez. Meselâ, bazılarının: "Harem'e giren kimse cehennemden emîn olur." ve bazılarının: "Gayri müslim olarak Ölmekten emîn olur." demeleri gibi. Oysa oraya girenlerden niceleri cehennemin dibindedir!
Had cezalarının ve kısasın her zaman ve mekânda infaz edilebileceğini gösteren umumi kaidelere gelince, evvela denir ki: O genel kurallarda, infaz şartlarına ve engellerinin yokluğu hallerine ilişkin bir ifade bulunmadığı gibi, hadlerin ve kısasların infaz zamanına ve mekânına ilişkin bir ifade de yoktur. Zira ibare, konulduğu asıl anlamı ve gerekse muhtevası itibariyle buna delâlet etmemektedir; onlara nisbetle mutlaktır (şartlarla ve kayıtlarla sınırlandırılmış değildir). Bu nedenle hüküm için herhangi bir şart ya da engel (mani) bulunsaydı: "Hükmün ona bağlı olması o genel kural için bir tahsistir." demezdi. O zaman muhakkik (âlim araştırmacı), şöyle diyemez: Allah Teâlâ'-mn "...Size bunlardan gayrisi helâl kılındı..."[952] âyeti, iddeti içinde veya velisinin izni olmaksızın yahut şahitsiz nikahlanmış kadına mahsustur. İşte aynı şekilde hadlerin ve kısasların infazı hususundaki genel naslarda, infazın zamanına, mekânına, şartına, engeline ilişkin herhangi bir ifade de yoktur. İbarenin bunu içerdiği düşünülse o zaman gereğinin iptal olmaması için menetmeye delâlet eden delillerle tahsisi gerekirdi ve ayrıca genel ifadenin sair benzerleri gibi kendi dışındakilere hamledilmesi de gerekirdi. O genel hükümleri hamile kadın, emzikli, iyileşmesi umulan hasta ve ağır hastalık, aşırı soğuk, şiddetli sıcak gibi haddin veya kısasın infazını haram kılan ortam ve şartlar ile tahsis ettiğinize göre o genel hükümlerin bu delililerle tahsisini engelleyen şey nedir? Şayet; o tahsis değildir mutlakını takyîddir, derseniz, biz de bu ölçekle dengi dengine sizi ölçeriz.
Ibn Hatal'm öldürülmesine gelince, daha önce de geçtiği üzere bu iş haremde savaşmanın helâl olduğu vakitte olmuştu; üstelik Hz. Peygamber (s.a.) başkasının bu hususta daha kendisi gibi hareket etmesinin önünü kesmiş ve bunun kendi (s.a.) hususiyetlerinden olduğunu açıkça belirtmişti: "Gündüzün bir vaktinde sadece bana helâl kılındı." hadisi açıkça ifade etmektedir ki, harem dışında helâl olan kan dökme (haremde) özellikle o vakitte sadece O'na (s.a.) helâl kılınmıştır. Çünkü her zaman helâl olsaydı o saate tahsis etmezdi. Bu da açıkça gösterir ki o saatte helâl olan kan dökme, o saat dışında haramdır. "Harem bir âsiyi korumaz." sözüne gelince fasık Amr b. Said el-Eşdak'ın sözüdür. Ebu Şurayh el-Kâ'bî, yukarıdaki hadisi kendisine rivayet ettiğinde o, bu sözü söyleyerek Allah Rasülü'nün (s.a.) hadisini reddetmektedir. Nitekim Sahih'de bu durum açık bir şekilde gelmiştir. Şu halde Allah Rasülü'nün (s.a.) sözüne nasıl tercih edilebilir?
"Cezası idam olmayan had ve kısas gerektiren bir suç işlemesi halirjde harem, cezanın infazından onu korumaz." sözünüze gelince; bu meselede âlimlerin iki görüşü vardır ki bunların her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet olunan hükümlerdir: Hadlerin ve kısasların uygulanmaması görüşünde olan kimse idam ve idam dışındaki haddler ve kısaslar hakkındaki engelleyici delillerin genel ifadesine bakmıştır. İdamla idam dışındaki had ve kısasları ayıran kimse de, şöyle demiştir: Kan dökmek ifadesi öldürmeye hamledilir. Harem'de idamın haram kılınmasından dolayı orada idam dışındaki had ve kısasların infazının da haram kılınması gerekmez. Çünkü insan (hayatın)ın hürmeti, dokunulmazlığı en büyüktür ve öldürmek suretiyle bu hürmeti ihlâl ise en şiddetli ihlâldir. Diyorlar ki: Zira, (idam dışındaki) celde vurmak veya (el, ayak, kulak, burun... v.s.) kesmek terbiye etme yerindedir. Dolayısıyla efendisinin kölesini terbiye etmesi gibi bu durum da engellenmez. Bu görüşten anlaşıldığına göre bu hususta idamla idam dışındaki had ve kısaslar arasında bir fark yoktur. Ebu Bekr: Bu meseleyi Hanbel'in amcasından rivayetinde buldum; idam dışında cezaların hepsi harem'de infaz olunabilir. Dedi ki: Uygulama, hareme giren her caniye (suçlu) oradan çıkıncaya kadar had uygulanmaması şeklindedir. Diyorlar ki: O zaman size birleşik cevap veririz: Bu hususta idamla idam dışındakiler arasında müessir bir fark varsa, ilzam (ileri sürdüğünüz gerekçe) bâtıl olur; eğer aralarında müessir bir fark yoksa, aralarında eşit hüküm veririz, bu sefer de itiraz bâtıl olur. Böylece her iki takdire göre de bâtıllığı tahakkuk etmiş oldu.
Diyorlar ki: "Harem, orada hürmeti ihlâl eden kimseyi korumaz; çünkü orada haddi gerektirecek suçu işlemiştir. Dolayısıyla hareme sığman da böyledir." demenize gelince bu hüküm Allah'ın, Rasülü'nün ve sahabenin aralarını ayırdıkları iki şeyi bir tutmak demektir. İmam Ahmed, Abdürrezzak-Ma'mer-İbn Tâvûs-babası Tavus kanalıyla İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmiştir: "Hiirde (harem dışında) hırsızlık yapıp veya adam öldürüp de hareme giren kimseyle oturulmaz, konuşulmaz ve o kimse korunma altına alınmaz. Ama çıkması için yemin verilerek talepte bulunulur; çıkınca yakalanır ve had cezası uygulanır. Haremde hırsızlık yapmış veya adam öldürmüşse cezası da
haremde infaz edilir."[953] Esrem de yine İbn Abbas'tan: "Haremde bir suç işleyen kimseye ne işlemişse onun cezası orada uygulanır." dediğini rivayet eder. Allah Teâiâ, haremde savaşan şahsın öldürülmesini emretmiş ve: "Onlar orada size savaş açıncaya kadar Mescid'i Haram'da onlarla savaşmayın; size savaş açarlarsa onları öldürün..."[954] buyurmuştur.
Oraya sığınan ile kudsiyetini (hürmetini) ihlâl eden arasında bazı yönlerden fark vardır:
1) Orada suç işleyen harem'de suç işlemeye kalkışmakla oranın kudsiyetini ihlâl etmiştir. Ama harem dışında suç işleyip de oraya sığınan için durum böyle değildir. Çünkü o, haremin kudsiyetine saygılıdır ve oraya sığınmakla haremin kudsiyetinin şuurundadir. Öyleyse ikisinden birinin diğerine kıyaslanması bâtıldır.
2) Harem'de suç işleyen kimse hükümdarın sarayında ve hareminde onun minderi (tahtı) üzerinde cinayet işleyen müfsid cani yerindedir. Harem dışında cinayet işleyip sonra oraya sığman kimse ise, sultanın tahtı ve haremi dışında cinayet işleyip de sığınma talebiyle haremine giren kimse mevkiindedir.
3) Harem'de cinayet işleyen, Allah Teâlâ'nın hürmetini (saygınlığım) Beytinin (Kabe'nin) ve hareminin hürmetini ihlal etmiştir. Bu yüzden o, başkasının aksine iki hürmeti ihlâl etmiş demektir.
4) Şayet haremde cinayet işleyenlere had uygulanmasaydı, Allah'ın Ha-remi'nde fesad yaygınlaşır ve kötülük artardı. Mekkeliler de diğerleri gibi canlarını, mallarını ve ırzlarım koruma ihtiyacındadırlar. Haremde suç işleyenler hakkında had uygulanması meşru olmasaydı, Allah'ın hadleri geçersiz (iflas etmiş), haremi ve orada oturanları zarar kuşatmış olurdu.
5) Hareme sığman kimse, günahtan sıyrılıp çıkmış, Rabbin evine sığın-mışj Kabe'nin örtüsüne yapışmış tevbekâr kimse durumundadır. Oranın hürmetini ihlâle kalkışmış olanın aksine ne kendisinin ne de Beytullah'ın durumu ona sataşılmaya uygundur. Böylece (aradaki) farkın sırrı açığa çıkmış ve İbn Abbas'm söylediği sözün fıkhın ta kendisi olduğu anlaşılmış oldu.
"O, müfsid (zararlı) bir hayvan gibidir; yırtıcı, kuduz köpek gibi hill'de ve haremde öldürülmesi caizdir." sözünüze gelince; bu kıyas doğru değildir. Zira yırtıcı köpeğin huyu zarar vermektir. Dolayısıyla harem, zararını orada bulunanlardan uzaklaştırmak için o köpeğin öldürülmesini haram kılmaz. Fakat insan hakkında asloîan hürmettir ve hürmeti de büyüktür. Sadece sorira-dan ortaya çıkan bir durum sebebiyle mubah olur. Bu durumda insan, yenilmesi mubah olan hayvanlardan insana saldıran azgın deveye benzer ve harem bu (tür) deveyi korur'
Hem ehl-i harem (Mekkelilerin) saldırgan köpeğin, yılanın ve çaylağın öldürülmesine harem dışında oturanlarla eşit ihtiyaç duyar. Eğer harem bunları korumuş olsaydı, haremde oturanlar bunlardan büyük zarar görürdü.
3— Hz. Peygamber'in (s.a.) hutbesinde söylediği: "Orada bir ağaç bile kesilmez!", hadisin diğer lafzında: "Dikeni kesilmez! "[955] ve Sahih-i Müslim'deki bir metinde ise: "Dikeni koparılmaz!"[956] sözünün ifade ettiği hüküm. Âlimler arasında şu hususta görüş ayrılığı yoktur: Bu ifade ile insanların yetiştirmediği, çeşitli türdeki yabani ağaçlar kastedilmektedir. Fakat insanların haremde (Mekke'de) yetiştirdiği ağaçlar hususunda âlimler üç ayrı görüş ileri sürmüşlerdir. Hepsi de Ahmed (b. Hanbel)'in mezhebinde mevcuttur:
1) Koparabilir, bundan dolayı tazmin etmesi de gerekmez. Bu görüş îbn Akîl'in, Ebu'l-Hattâb'ın ve daha başka âlimlerin tercihidir.
2) Koparamaz. Koparırsa her halükârda cezası vardır. Bu da Şafiî'nin görüşüdür; îbn Bennâ da Hısâl adlı eserinde işte bunu kaydetmiştir.
3) Hillde yetiştirilip de sonra (hiUden sökülerek) hareme dikilenle, başta harem'de yetiştirilenler arasında fark vardır. Birincisinde ceza yoktur, ikincisinde jse kopanlamaz, (koparılırsa) her halükârda cezası vardır. Bu da||el-Kâdî'nin görüşüdür.
4) Bu konuda dördüncü bir görüş daha vardır: Badem, ceviz, hurma gibi insanlar tarafından yetiştirilenlerle çmar ve palamut gibi insanlar tarafından yetiştirilmeyenler arasında fark vardır. Birinci kısmın koparılması caiz olup cezası da yoktur. İkincisinin ise (koparılması) caiz olmayıp (koparmanın) cezası vardır.
el-Muğnî adlı eserin müellifi şöyle diyor: Evlâ olan bütün ağaçların (koparılmasının) haram olduğu hususunda hadisin genel oluşunu kabul etmektir. Ancak zirai mahsullerden yetiştirdiklerine, evcil hayvanlardan kestiklerine kıyasla insanların yetiştirdiği ağaç türleri bu hükmün dışındadır. Zira biz, vahşi olup da evcilleştirilenleri değil, aslen evcil olanları av hayvanı hükmünden çıkardık. Burada da böyledir. Bu ifadeler, el-Muğnî yazarının şu dördüncü görüşü seçtiğini açıkça göstermektedir. Netice itibariyle Ahmed (b. Hanbel)'in mezhebinde dört görüş vardır.
Hadis, dikenin ve cehri çalısının koparılmasının haram kılındığı hususunda gerçekten de açıktır. Ama Şafiî: Koparılması haram değildir, zira tabiatı gereği insanlara eziyet verir; bu yüzden hüküm itibariyle yırtıcı/pençeli hayvanlara benzemiştir, demektedir. Bu da, Ebu'l-Hattâb ve İbn Akîl'in tercihi olup Atâ, Mücâhid ve daha başka âlimlerden de rivayet olunmuştur.
Hz. Peygamber'kı (s.a.) "dikeni kesilmez", diğer lâfızda "dikeni biçilmez" hadisi yasaklık hususunda açıktır. Dolayısıyla sıradan yırtıcı/pençeli hayvanlara kıyası sahih değildir. Zira, yırtıcı/pençeli hayvanlar yaratılış itibariyle saldırgandır, halbuki diken kendisine yaklaşmayana zarar vermez.
Hadis, yeşille kuru arasında ayırım yapmamaktadır. Fakat âlimler kurunun kesilmesine, "O ölü gibidir, bu konuda aksi bir görüş de bilinmemektedir." diyerek cevaz vermişlerdir. Buna göre hadisin gelişi, (Hz. Peygamber'in) sadece yeşil otu kasdettiğini gösterir. Zira bunu, avı ürkütmek gibi saymıştır. Kurunun kesilmesinde, Rabbini hamdetmek (övmek) suretiyle teşbih eden yeşil ağacın hürmetini ihlâl etme sözkonusu değildir. Bundan dolayı H2. Peygamber (s.a.), iki kabir üzerine iki yeşil dal dikerek: "Umulur ki, kurumadıkları sürece bunlardan dolayı kabirdekilerin azapları hafifletilir."[957] buyurmuştur. *
Hadiste, ağaç kendi kendine kökünden söküldüğünde veya dal kınldı-jİ! ğında ondan yararlanmanın caiz olduğuna delil vardır. Çünkü onu o kişi kes-* memiştir. Bu hususta ihtilaf yoktur.
Soru: Ne dersiniz, ağacı birisi kesip (veya söküp) sonra terkettiğinde, kendisinin veya başkasının ondan yararlanması caiz olur mu?
Cevap: İmam Ahmed (b. Hanbel)'e bu mesele soruldu da: "Ava benzetilmesi yönünden, odunundan yararlanamaz." dedi. Ve yine şöyle söyledi: Kestiğinde ondan yararlanıp yararlanamayacağı konusunda bir şey işitmedim. Bu konuda bir bakış açısı daha vardır: Kesen dışındakilerin ondan yararlanması caiz olur. Zira ağaç, kendisinin fiili bulunmaksızın kesilmiştir. Öyleyse, rüzgârın söktüğünde olduğu gibi bu durumda da ondan yararlanması mubah olur. Bu, avın aksinedir. Zira avı ihramlı bir kimse öldürdüğü vakit onu yemek başkaları için de haramdır. Zira ihramhmn avı öldürmesi, onu murdar kılması demektir. Hadisin diğer lafzmdaki: "Dikeni koparılmaz" sözü, yaprağın koparılmasının da haram olduğu hususunda açıktır veya açık gibidir. Bu, Ahmed (b.Hanbel)'in ,-rahimehuUah- görüşüdür. Şafiî ise: "Yaprağı koparabilir" demiştir. Bu görüş Atâ'dan da rivayet olunmuştur. Birincisi (İbn Hanbel'inki) nassın zahir ifadesi ve kıyastan dolayı daha sahihtir. Zira yaprağın ağaçtaki konumu tüyün kuştaki konumu gibidir. Hem yaprağın koparılması dalların kurumasına bir sebeptir. Çünkü yapraklar ağacın elbisesi ve koruyucusu dur.
4— Hz. Peygamber'in (s.a.) "Yaş otu koparılmaz." sözüdür. Bundan kasdolunanın insanların yetiştirdiği değil, kendi kendine biten (yabani otlar) olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Kuru ot hadisin hükmüne dahil değildir, hadis özellikle yaş ot hakkındadır. (Hadiste geçen) halâ (ot) sözü, yaşlığı devam ettiği sürece yaş ot demektir. Kuruduğunda "haşiş" denir. Ahleü'i-ardu" demek, o arazinin yaş otu arttı, çoğaldı demektir. (Hadiste geçen) 'İhîiiâu'I-halâ" ifadesi, halâ = yaş ot koparma anlamındadır. Bir hadisde geçen: "İbn Ömer, atı için ihtilâ ederdi." ifadesi atı için yeşil ot koparırdı anlamındadır. Bu kelimeden, yem torbası anlamına "mıhlat" kelimesi türetilmiştir ki yeşii ot kabı demektir. İzhır otunun (Mekke ayrığı, Mekke samanı) koparılması ise nass (hadis) ile istisna edilmiştir. İstisna suretiyle tahsis edilmesi, ondan gayrısmda umum kastedildiğine bir delildir.
Soru: Hadis, otlatmayı kapsamakta mıdır, kapsamamakta mıdır?
Cevap: Bu konuda iki görüş vardır. İlki: Kapsamaz, dolayısıyla otlatmak caiz olur. Bu Şafiî'nin görüşüdür. İkincisi: Her ne kadar lâfız yönüyle kapsamasa da mâna itibariyle kapsar; dolayısıyla otlatmak caiz olmaz. Bu da, Ebu Hanîfe'nin mezhebidir. Ahmed (b. Hanbel)'in arkadaşlarından her iki görüşten birini benimseyenler vardır.
Haramdır diyenler, koparıp hayvana verme ile hayvanı otlaması yeşil ota sürme arasında ne fark vardır? demişlerdir.
Mubahtır diyenler de, hac kurbanlarının hareme girmesi ve orada çokça bulunmaları âdet olduğuna ve hayvanların ağızlarının kapatıldığına dair asla bir şey aktarılmadığına göre bu durum otlatmanın caizliğine delâlet eder, demişlerdir.
Haramdır diyenler şöyle dediler: Hayvanım otlamaya göndermesi ve hayvanı yeşil otun üzerine sürmesi ile sahibi kendisini sürmeksizin hayvanın kendi kendine otlaması arasında fark vardır. Hayvan sahibinin hayvanların ağızlarını kapatması gerekmez. Nitekim (ihramhmn) kasden güzel koku koklaması caiz olmasa da ihramda iken güzel koku koklamamak için burnunu örtmesi de gerekmemektedir. Aynı şekilde yolu üstündeki bir avı ezmekten korkarak yürüyüşten vazgeçmesi de gerekmemektedir, her ne kadar bunu kasdetmesi (avı çiğneyeyim demesi) kendisine caiz değilse de... Benzerleri de böyledir.
Soru: Yer elması, mantar (tornalan) ve toprakta gömülü şeylerin koparılması/sökülmesi hadise dahil midir? Cevap: Dahil değildir. Çünkü o, meyve konumundadır. Ahmed (b. Hanbel) de: "Harem'in ağaçlarından acur ve ışrık[958] yenilir." demiştir.
5— Hz. Peygamberdin (s.a.) "Avı ürkütülmez!" sözü, avın öldürülmesine ve avlanmasına hangi sebeple olursa olsun neden olmanın haramhğı hususunda açıktır, hatta yerinden ürkütülmese bile... Çünkü o, bu mekânda muhterem bir hayvandır. Oraya önce gelmiştir ve orası hakkında daha çok hak sahibidir. Bu da gösterir ki, muhterem hayvan bir mekâna önce geldiğinde rahatsız edilmez.
6— "Yitiğini, ilân edenden (ilân etmek için alandan) başkası alamaz."; bir lâfızda: "Yitiği, ilân etmek için alandan başkasına helâl olmaz." hadisi, haremde kaybedilen eşyanın hiçbir durumda mülk edinîlemiyeceğine ve mülk edinmek için değil, sadece ilân etmek için alınabileceğine delildir. AJtsi takdirde Mekke'nin bununla tahsisinde asla bir fayda bulunmaz.
Bu hususta ihtilâf edilmiştir. Mâlik ve Ebu Hanîfe: Hill ve haremin yitiği birdir, demişlerdir ki Ahmed (b. Hanbel)'den gelen iki rivayetten ve Şafiî'nin ikûgörüşünden biri budur; İbn Ömer, İbn Abbas ve Âişe'den -Allah onlardan razı olsun- rivayet olunmuştur. Ahmed (b. Hanbel) diğer rivayetinde, Şafiî de diğer görüşünde şöyle demişlerdir: Haremdeki yitiğin mülk edinmek için alınması caiz olmaz, ancak sahibi adına korumak için almak caizdir. Almış olsa sahibi gelinceye kadar ebediyen ilân eder. Bu Abdurrahman b. Mehdî'nin, Ebu Ubeyd'in görüşü olup, doğru olanı da budur. Bu hususta hadis açıktır. (Hadiste geçen) "münşid", bulduğu yitiği sahibi var mı diye ilân eden; "naşid" ise, kaybettiği malı arayan demektir. "Kayıp arayanın, kayıp bulduğunu ilân edene kulak verişi gibi" deyiminde bu anlam açıkça görülmektedir. Ebu Davud'un Söneninde rivayetine göre, Hz. Peygamber (s.a.) hacımr yitirdiği kayıp malı almayı yasakladı. İbn Vehb, hadisi; "Yani sahibi bulsun diye bırakır." şeklinde açıklamıştır.[959]
Üstadımız (İbn Teymiye) demiştir ki: Bu, Mekke'nin özelliklerindendir. Bu konuda Mekke ite diğer beldeler arasındaki fark şudur: İnsanlar oradan çeşitli ülkelere dağılırlar. Dolayısıyla eşyasını kaybeden onu aramaya ve soruşturmaya imkân bulamaz. Ama diğer şehirler için böyle bir durum sözko-nusu değildir.
7— Hutbedeki, "Bir kimsenin bir yakını öldürülürse, o kimse şu ikisinden birini tercih etmede muhayyerdir: Öldürmek (katilin öldürülmesini istemek), diyet (kan bedeli) almak" ifadesi, kasden öldürme durumunda katilin ille de kısas edilmesinin gerekmediğine delildir. Bilâkis bu durumda şu iki şeyden birisi tercih edilir: Ya kısas, ya da diyet.
Bu konuda üç görüş vardır, hepsi de İmam Ahmed (b. Hanbel'den rivayet edilmiştir:
Birinci görüş: Vacip olan iki şeyden birisidir; ya kısas, ya da diyet. Bu hususta veli şu dörtten birini tercih etmede muhayyerdir:
a— Karşılıksız affetme,
b— Diyet karşılığında affetmek.
c— Kısas.
Bu üçü arasındaki muhayyerliğinde görüş ayrılığı yoktur.
d— Diyetten daha çok bir meblağ üzerinde sulh olma, anlaşma. Bunda da iki görüş vardır. Mezhep itibariyle en meşhuru: Caiz olmasıdır. İkincisi ise, bir mal karşılığında affedecekse, ancak ya diyet, ya da diyetten daha aşağı bir miktar üzere anlaşma yapabilir. Delil bakımından daha tercihe şayan olan da budur. Zira diyeti tercih ederse, kısas düşer. Sonra artık kısas istemeye hakkı kalmaz. Bu Şafiî'nin mezhebi olup İmam Mâlik'den gelen iki rivayetin birisidir.
İkinci görüş: İcabeden aynen kısastır. Öldürülenin yakını, diyet karşılığında ancak katilin rızasıyla affedebilir. Diyete dönse de katil razı olmasa, derhal katile kısas uygulanır. Bu da kendisinden gelen rivayete göre Mâlik'in ve Ebu Hanîfe'nin mezhebidir.
Üçüncü görüş: Kısasla diyet arasında muhayyer olmakla birlikte icabeden aynen misli misline kısastır; isterse katil razı olmasın... Veli diyet karşılığında bağışladığında, katil de razı olduğunda problem yoktur. Ancak razı olmadığı takdirde, velinin aynen kısasa dönme hakkı vardır. Ama kısası mutlak (kayıtsız, şartsız) surette bağışlamışsa; "Vacip olan iki şeyden biridir." dediğimizde diyet onun hakkıdır, "Vacip olan aynen kısastır." dediğimizde de diyet olma hakkı düşer.
Soru: Katil ölmüş olsaydı ne derdiniz? Cevap: Bunda iki görüş vardır:
1) Diyet düşer. Ebu Hanîfe'nin mezhebi budur. Zira Hanefîlere göre vâcib olan aynen kısastır ve Allah Teâlâ'mn katilin canını almasıyla kısasın infazı imkânı yok olmuştur. Ebu Hanîfe, bunu cani kölenin ölmüş olması durumunda işlediği cinayetin diyetinin, efendinin zimmetine intikal etmezdi kaidesine benzetmiştir. Bu hüküm, rehinin telefi ve kefilin ölümü durumunun aksinedir. Zira hak, rehin verenin ve kendisine kefil olunan şahsın zimmetinde sabit olduğundan dolayı düşmediği gibi, vesikanın telef olmasıyla da düşmez.
2) Şafiî ve Ahmed ise şöyle demişlerdir: Diyetin terekesinden ödenmesi gerekir. Çünkü veliler kısası düşürmeksizin kısasın infazı imkânı kalmamıştır. Bundan dolayı mirasçıların hem idamdan hem de diyetden karşılıksız yoksun birakilmamaları için diyet vacip olur.
Soru: Ne dersiniz, kısası seçmiş olsaydı ondan sonra da diyet karşılığında bağışlamayı tercih etse, buna hakkı var mıdır?
Cevap: Bu hususta iki görüş vardır: a) Buna hakkı vardır. Çünkü kısas en üst düzeydir, öyleyse onun en alt düzeye intikal hakkı vardır, b) Buna hakkı yoktur. Çünkü kısası tercih ettiğinde kendi isteğiyle diyet hakkını düşürmüştür. Dolayısıyla düşürdükten sonra diyete dönme hakkı yoktur.
Soru: Peki bu hadisle Hz. Peygamber'in (s.a.): "Kasden öldüren kimse kisaslıktır."[960] hadisinin arasım nasıl bulursunuz?
Cevap: Aralarında hiçbir yönden çelişki yoktur. Bu hadis kasden öldürme hususunda kısasın farz olduğuna; "O iki görüşte muhayyerdir" sözü ise, ölenin yakınının bu farzın yerine getirilmesi ile bedelini yani diyeti alması arasında muhayyer oluşuna delâlet eder. O halde hangi çelişkidir sözkonusu olan? Bu hadis Allah Teâlâ'nm şu âyeti gibidir: "Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı."[961] Bu da, hak sahibinin kendisine farz kılınanı (kısası) talep etmekle bedelini alma arasında muhayyer kılınışını ortadan kaldırmaz. En iyi bilen Allah'dir.
8— Hz. Abbas'ın, kendisine: "İzhır müstesna" demesinden sonra hutbedeki, 'İzhir müstesna" sözü iki meseleye delildir:
a) İzhır'ın kesilmesinin mubah oluşu.
b) Konuşma sırasında istisna yapılacağı vakit istisnaya sözün başında veya bitirmeden önce niyet etme şart değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) şayet izhın istisnaya sözün başından veya tamamlanmasından önce niyet etmiş olsaydı, yaptığı istisna Hz. Abbas'ın kendisine sormasına, demircileri ve evleri| için izhırın gerekli olduğunu bildirmesine bağlı kalmazdı. Bunun benzeri Hz.Peygamber'in (s.a.) İbn Mes'ud'un hatırlatmasından sonra Bedir esirlerinden Süheyl b. Beydâ'yi istisna edişidir. Şöyle buyurmuştu: "Onlardan hiçbiri ya fidye vermek ya da boynu vurulmak dışında kurtulamayacaktır..." İbn Mes'ud'da: "Süheyl b. Beydâ müstesna... Zira ben onun müslüman olduğunu söylediğini duydum." dedi. Bunun üzerine: "Süheyl b. Beydâ müstesna..." buyurdu.[962] Onun her iki durumda da istisnaya sözünün daha başından niyet etmiş olmadığı malumdur.
Yine bir benzeri, meleğin Hz. Süleyman'a söylediği sözdür. Hz. Süleyman: "Bu gece yüz kadını (hanım ve cariye olarak yüz kadınla ilişki kurmak için) dolaşacağım, her kadın da Allah yolunda savaşacak bir erkek çocuk doğuracak." dediğinde melek ona: "İnşaâllahu teâlâ, de!" demiş; fakat Hz. Süleyman söylememiştir. Hz. Peygamber (s.a.): "Eğer inşaâllahu teâlâ deseydi, onlar Allah yolunda topluca savaşırlardı."; bir başka lâfızda ise: "isteğine nail olurdu" buyurmuş[963]' ve böylece Hz. Süleyman bu istisnada bulunsaydı istisnanın ona fayda vereceğini de haber vermiştir. Niyeti şart koşan kimse, ona fayda vermez der.
Bunun bir başka benzeri, Hz. Peygamber'in (s.a.): "Vallahi, Kureyş'le savaşacağım, vallahi Kureyş'le savaşacağım" diye üç defa söyleyip sonra sükut etmesi, daha sonra da: "İnşâallah" demesidir.[964] İşte bu da sükuttan sonraki istisnadır ki konuşmayı kestikten ve sükut ettikten sonra istisna etmeyi muhtevidir. Ahmed (b. Hanbel) cevazına hükmetmiştir ki bu, şüphesiz doğrudur. Ve bu açık sahih hadislerin gereğine uymak evlâdır. Başarı Allah'tandır.
9— Kıssada geçmektedir ki, Ebu Şâh adında sahabeden bir şahsın ayağa kalkıp: "Bana yazınız" demesi üzerine Hz. Peygamber (s.a.), hutbesini kas-dederek: "Ebu Şâh için yazınız!" buyurmuştur.[965] Bu da ilmin yazılmasına ve hadis yazma yasağının kaldırıldığına bir delildir. Zira Hz. Peygamber (s.a.) "Benden Kur'an dışında birşey yazan kimse onu yok etsin!" buyurmuştu[966] Bu yasak, İslâm'ın ilk dönemlerinde vahy-i metlûv (okunan vahiy, Kur'an) ile vahy-i gayr-i metlûvvün (namazda okunmayan vahiy, hadis) karşıtırıîma-sı korkusundandı. Sonra hadislerinin yazımına izin verdi.
Sahih bir rivayete göre Abdullah b. Amr, Hz. Peygamber'in (s.a.) hadisini yazardı.[967] Yazdıklarından es-Sâdıka diye adlandırılan bir sahife oluşmuştu ki bunu, torunu Amr b. Şu'ayb babasından, o da Abdullah'tan rivayet etmiştir. Adı geçen sahifedeki Hadisler, hadislerin en sahihlerindendir. Bazı hadis imamları, onu Eyyûb -Nâfi- İbn Ömer senediyle rivayet edilen hadisler derecesinde sayıyorlardı. Dört mezhep imamı ile daha başkaları bu sahifeyi delil olarak kullanmışlardır.
10— Kıssada geçtiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) Kabe'ye girdi, orada namaz kıldı; fakat suretler (resimler) imha edilinceye kadar oraya girmemiştir. Bu da resimli yerde namaz kılmanın mekruh olduğuna bir delildir. Hatta bu, mekruh olmaya hamamda namaz kılmaktan daha müstehaktır. Çünkü hamamda namaz kılmanın mekruh oluşu, oranın çoğunlukla pislik bulunan bir yer, ya da şeytan evi oluşundan dolayıdır ki doğru olan da budur. Resimlerin bulunduğu yer ise çoğunlukla şirk ihtimali taşıyan yerdir ve milletlerin şirklerinin çoğu, resimler ve kabirler yönündendir.
11— Kıssada geçer: Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'ye, başında siyah bir sarık olduğu halde girmiştir. Bu da zaman zaman siyah giymenin caiz oluşuna bir delildir. Bundan dolayı Abbasi halifeleri kendilerine, valilerine, kadılarına ve hatiplerine siyah giymeyi şiar kılmışlardır. Hz. Peygamber (s.a.), siyahı daimi bir elbise olarak giymemiş ve siyah giymek bayramlarda, cumalarda ve büyük cemiyetlerde elbette O'nun şiarı olmamıştır. Fetih günü başına siyah sarık sarmış olması bir rastlantıdır, öyle denk gelmiştir. Diğer sahabîler için böyle bir durum sözkonusu olmamıştı. Hatta o gün Hz. Peygamber'in (s.a.) diğer elbiseleri siyah değildi, üstelik sancağı beyazdı.
12— Kadınlarla müt'a nikâhının mubah kılınması da bu gazvede vâki olan şeylerdendir. Sonra müt'a nikâhını Mekke'den çıkışından önce, haram kılmıştır. Müt'anın haram kılındığı vakit hususunda dört görüş ileri sürülmüştür:
a) Hayber savaşmdaydı. Bu içlerinde Şafiî ve daha başkalarının bulunduğu bir grup âlimin görüşüdür.
b) Mekke fethi senesindedir. Bu da İbn Uyeyne ve bir grubun görüşüdür.
c) Huneyn gazası senesindeydi. Bu görüş, gerçekte Huneyn gazasının Mekke fethiyle peşpeşe olmasından dolayı ikinci görüşün aynıdır.
d) Veda haccı senesindeydi. Bu, ravilerden birinin yanılgısıdır. Zihni Mekke fethinden Veda haccına kaymıştır. Nitekim Muaviye'nin zihni de Ci'râne umresinden Veda haccına kaymıştı da: "Veda haccında, Merve'de Rasûlul-lah'ın (s.a.) saçım enli bir okla (yahut bıçakla) kısalttım." demişti. Bu konu hac bahsinde geçmiştir. Zihnin zamandan zamana, mekândan mekâna ve olaydan olaya intikali hadis hafızlarına ve onlardan alt mertebedeki şahıslara çok vakit arız olan bir hâdisedir.
Doğrusu: Müt'a nikâhı, kesinlikle Mekke fethedildiği yıl haram kılınmıştır. Çünkü Sahih-i Müslim'de sabit olmuştur ki; sahabe, Hz. Peygamber (s.a.) yanlannda olmakla beraber O'nun izni ile müt'a nikâhı yapmışlardır.[968] Şayet haram kılınması Hayber fethi sırasında olsaydı, neshin iki defa vaki olması gerekirdi ve bunun, şeriatın hiçbir döneminde asla bir benzeri yoktur; benzeri bir durum şeriatta vuku bulmaz. Hem Hayber'de müslüman hanımlar yoktu. Sadece yahudi kadınlar vardı. Ehl-i kitabın kadınlarıyla nikahlanmak henüz mubah kılınmamıştı. Bu olaydan daha sonra Mâide süresindeki şu âyetle mubah kılındılar: "Bugün size iyi ve temiz şeyler helâl kılındı. Kenr dilerine kitab verilenlerin yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir. İnananlardan hür ve iffetli kadınlar ve sizden önce kendilerine kitab verilenlerin hür ve iffetli kadınları size helâldir."[969] Bu âyet: "Bugün size dininizi tamamladım."[970] âyeti ile "Bugün artık kâfirler sizi dininizden etmekten umutlarım kesmişlerdir."[971] âyetine muttasıldır. Bu, Veda haccın-dan sonra veya Veda haccı sırasında gerçekleşen son durumdu. Dolayısıyla ehl-i kitabın kadınlarının nikâhlanması Hayber gazası sırasında sabit değildi ve Fetih'ten önce müslümanlann, düşmanlarının kadınları ile müt'a nikâhı yapmaya bir rağbetleri yoktu'. Fetih'ten sonra ehl-i kitap kadınlarından köle-leştirilenler oldu ve onlar müslümanlann cariyesi oldular.
Soru: Peki, Sahihayn'dz Ali b. Ebi Tâlib'den rivayet edilen: "Rasûlul-lah (s.a.) Hayber gazasında kadınlarla müt'a nikâhı yapmayı ve evcil eşeklerin etini yemeyi yasakladı." hadisini[972]' ne yapacaksınız? Hadis, sahih ve açıktır.
Cevap: Bu hadis iki metinle sahih olarak rivayet edilmiştir. Birisi budur. İkincisinde ise; Hz. Peygamberin (s.a.) yalnızca müt'a nikâhını ve Hayber savaşında evcil eşek eti yemeyi yasakladığı ifade edilmektedir. Bu, İbn Uyey-ne'nin Zührî'den rivayetidir. Kasım b. Asbağ'ın rivayetine göre Süfyan b. Uyeyne şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'in (s.a.) Hayber gazasında müt'a nikâhını değil, evcil eşeklerin etini (yemeyi) yasakladığını kasdediyor." Bunu Ebu Ömer (İbn Abdüber) zikretmiştir. Temhîd'dc; "Sonra âlimlerin çoğunluğu bunu kabul etmişlerdir." şeklinde bir ifade geçmektedir. Ravilerden biri Hayber gazasının ehl-i kitap kadınlarla müt'a nikâhı yapılmasının haram kılmış vakti olduğu yanılgısına kapılarak: "Rasûlullah (s.a.) Hayber gazası sırasında müt'a nikâhını ve ehli eşeklerin etinin yenmesini haram kıldı." şeklinde rivayet etmiştir. Birisi de hadisin bir bölümünü rivayetle yetinip: "Ra-sûlullah (s.a.) müt'ayı Hayber gazası sırasında haram kıldı." diyerek açık bir hata işlemiştir.
Soru: İkisinin haram kılmışı aynı anda vuku bulmuş değilse, ikisinin haram kılınışım bir arada zikretmekteki fayda nedir? Müt'a nikâhı ile eşek etinin haram kılmışı arasında ne ilişki vardır?
Cevap: Bu hadisi, Ali b. Ebî Tâlib -radıyalahu anh- iki meselede amca-oğlu Abdullah b. Abbas'a karşı bir delil olmak üzere rivayet etmiştir. Zira İbn Abbas, gerek müt'ayı, gerek eşek etini (yemeyi) mubah görüyordu. Bu yüzden Ali b. Ebî Tâlib bu iki meselede kendisiyle tartıştı ve ona bu iki haram kılmayı rivayet ederek eşeğin (etinin yenmesinin) haram kılınışım Hayber gazası sırasında olmakla kayıtladı ve müt'anın haram kılınışını mutlak bırakarak: "Sen yolunu şaşırmış bir adamsın. Şüphesiz Rasûluüah (s.a.) müt'ayı ve ehli eşeklerin etini (yemeyi) Hayber gazasında haram kılmıştır." dedi. Nitekim Süfyan b. Uyeyne'nin söylediği ve âlimlerin çoğunluğunun kabul ettiği budur. Böylece Hz. Ali, İbn Abbas'a karşı ikisinin de Hayber gazasında olduğunu kayıtlama suretiyle değil, bunlarla delil getirmek için bu iki durumu rivayet etmiştir. Başarıya ulaştıran Allah'dir.
Fakat işte tam burada bir başka bakış açısı vardır: Hz. Peygamber (s.a.) müt'ayı hiçbir halde mubah olmayan kötü şeylerin haram kılındığı gibi mi haram kılınmıştır, yoksa ihtiyaç olmadığı zamanda haram kılıp mecbur (zorunlu) kalana mubah mı kılmıştı? İşte İbn Abbas'ın hakkında tartıştığı ve: "Ben müt'ayı mecbur kalan (muztar olan) için leş ve kan (m helâl olduğu) gibi mubah gördüm." dediği bu ikincisidir. Müt'a hususunda işi rayından çıkaranlar olunca (yani muztar oluş haline aldırmaksızın müt'a ruhsatından istifade ederek nefsî davranışlar sergileyince) ve zaruret noktasında durmayınca (zaruret hali dışında da müt'a yapınca) İbn Abbas müt'anın helâl olduğuna dair fetva vermeyi kesti ve görüşünden döndü. îbn Mes'ûd müt'a nikâhını mubah görür ve bu konuda: "Ey iman edenler; Allah'ın size helâl kıldığı güzel,ve temiz şeyleri kendinize haram etmeyin."[973] âyetini okurdu. Sahihayn'-da onun şöyle dediği geçer: "Rasûlullah (s.a.) ile birlikte cihad ediyorduk. Yanlanmızda kadınlarımız da yoktu. Bunun üzerine: Hadım olalım mı? diye sorduk. Fakat Rasûlullah (s.a.) bize bunu yasakladı. Sonra bize elbise karşi-
lığında belli bir zamana kadar kadınlarla nikâhlanmamıza izin verdi. Sonra Abdullah b. Mes'ûd: 'Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı şeylerin iyi ve hoş olanlarını kendinize haram kılmayın. Haddi aşmayın. Doğrusu Allah haddi aşanları sevmez.' âyetini okudu."[974]
Abdullah b. Mesûd'un bu âyeti, bu hadisin hemen peşinden okuması iki şeye muhtemeldir: 1) Müt'ayı haram kılanı reddetmek ve müt'a şayet iyi ve hoş şeylerden olmasaydı Rasûlullah (s.a.) onu mubah kılmazdı, demektir. 2) Bu âyetin son tarafını kasdetmiş olmasıdır ki bu, müt'ayı mutlak surette mubah göreni reddetmek ve böyle gören kimsenin haddi aşan bir kimse olduğunu bildirmektir. Zira Rasûlullah (s.a.) müt'a konusunda sadece zaruret sebebiyle, gazve sırasında duyulan ihtiyaç zamanında, kadınların bulunmadığı ve kadına şiddetli ihtiyaç duyulduğu vakitte izin vermiştir. Kadınlar çok iken ve normal nikâhın kıyılmasına imkân varken, yolcu olmayıp memlekette ikâmet halinde iken müt'aya ruhsat veren kimse haddi aşmıştır ve Allah haddi aşanları sevmez.
Soru: Peki, Müslim'in Sahih'indt Câbir ve Seleme b. Ekva'dan rivayet ettiği: "Rasûlullah'in (s.a.) tellâlı yanımıza gelerek: Rasûlullah (s.a.) sizin is-timtâ', yani kadınlarla müt'a yapmanıza izin vermiştir, dedi." hadisini[975] ne yapacaksınız?
Cevap: Bu, haram kılınmadan önce Fetih sırasındaydı. Daha sonra Müslim'in Sahih'indç Seleme b. Ekva'dan rivayet ettiği şu delille müt'ayı (Hz. Peygamber) haram kıldı: "Rasûlullah (s.a.) Evtâs (Huneyn) yılında bize müt'a için üç (gece) ruhsat verdi, sonra bunu yasakladı."[976] Evtâs yılı, fetih yılı demektir. Çünkü Evtâs gazası Mekke fethiyîe peşpeşedir.
Soru: Peki Müslim'in Sahih'indc Câbir b. Abdillah'tan rivayet ettiği: "Biz Rasûlullah (s.a.) ve Ebu Bekir döneminde bir avuç hurma ve un karşılığında birkaç günlüğüne müt'a yapardık. Tâ ki Amr b. Hureys hâdisesinde Hz. Ömer bunu yasaklayıncaya kadar bu böyle devam etti." ifadesini[977]' ve Hz. Ömer'den sabit olan: "Rasûlullah (s.a.) döneminde iki müt'a vardı ki ben ikisini de yasaklıyorum: Kadınların müt'ası ve haccın müt'ası (hacc-ı temettü)" [978] ifadesine ne diyeceksiniz?
""Cevap: Ulemâ bu konuda iki gruba ayrılmıştır. Bit grup: "Müt'ayı haram sayan ve bize yasaklayan Hz. Ömer'dir. Rasûlullah (s.a.), Hulefâ-i Râ-şidîn'in sünnet edindiği şeylere uymayı emretmiştir." demektedir. Bu grup, müt'anın Fetih yılında haram kılmışına dair Sebre b. Ma'bed'den rivayet edilen hadisi sahih kabul etmemişlerdir. Zira hadisi, Abdülmelik b. er-Rebî' b. Sebre, babası aracılığıyla dedesinden rivayet etmiş olup İbn Maîn onun hakkında olumsuz şeyler söylemiş, Buharî de kendisine olan ihtiyaca ve İslâm'ın asıllarından bir asıl oluşuna rağmen Sahih İne (Sebre) hadisini almayı uygun görmemiştir. Şayet, Buharî'ye göre (sözkonusu hadis) sahih olsaydı, rivayet edip onu delil göstermekten geri durmazdı. Demişlerdir ki: Şayet Sebre hadisi sahih olsaydı, (bu durum) İbn Mes'ûd'a gizli kalmaz ve kendilerinin müt'a yaptıklarını rivayet edip âyeti delil göstermezdi. Hem şayet sahih olsaydı, Hz. Ömer: "O, Rasûlullah (s.a.) zamanındaydı; ben onu yasaklıyorum ve ona (müt'a yapmaya) ceza veriyorum." demez aksine; "Hz. Peygamber (s.a.) onu haram kılmış ve yasaklamıştır." derdi. Diyorlar ki: Sahih olsaydı, hakikaten peygamberlik hilâfeti dönemi olan<Hz. Ebu Bekir) es-Siddîk döneminde yapılmazdı.
İkinci grup ise, Sebre hadisinin sahih olduğu görüşündedirler. Bu hadis sahih olmasa bile, Hz. Ali'nin (r.a.); Rasûlullah'm (s.a.) kadınların müt'ası-nı haram kıldığına dair rivayet ettiği hadis sahihtir. O halde Câbir hadisinin şöyle anlaşılması gerekir: Câbir'in müt'a nikâhının yapıldığı yolundaki rivayeti haber vermesi sırasında kendisine haram kılındığı haberi ulaşmamıştı. Hz. Ömer (r.a.) zamanına kadar bu iş şöhret bulmamıştı. Müt'a hususunda tartışma (ayrılık) çıkınca haram kılınışı meydana çıktı ve şöhret buldu. Böylece müt'a hakkında gelen hadisler uzlaşmış olur. Başarı Allah'tandır.
13— Mekke fethi kıssasındaki fıkhı kurallardan biri de şudur: Kadının bir-iki erkeği koruması altına alması ve himaye etmesi caizdir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.), Ümmü Hânî'nin kocasının iki yakınına verdiği emanı geçerli saymıştır.
14— Tevbe etmesi istenilmeden, irtidadı (dinden dönmesi) çok amansız olan mürtedin öldürülmesi caizdir. Çünkü Abdullah b. Sa'd b. Ebî Şerh, müs-lüman olup hicret etmişti ve RasûluIIah'a gelen (s.a.) vahyi yazıyordu, (vahiy kâtiplerindendi). Sonra irtidat etti ve Mekke'ye sığındı. Fetih günü olunca, Hz. Osman b. Affân onu bîat etsin diye RasûluIIah'a (s.a.) getirdi. Rasûlullah (s.a.) Abdullah'tan uzun müddet geri durdu, sonra bîat aldı ve: "OnakarşLsadece biriniz kalkar da boynunu vurur diye sustum." buyurdu. Bunun İl üzerine bir sahâbî: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bana işaret etseydin ya!" dedi. O zaman da: "Bir peygamberin hain gözleri olması yakışmaz." buyurdu.[979] Zira iman edip hicret ettikten ve vahiy kâtipliği yaptıktan sonra dinden çıkmakla küfrü çok amansız ve katı olmuştu. Sonra irtidat etmiş ve müşriklere katılmıştı; İslâm'a dil uzatır, onu ayıplardı. Rasûlullah (s.a.) da öldürülmesini istiyordu. Bu nedenle, Osman b. Affân onu getirdiğinde -ki Osman'ın süt kardeşiydi- Hz. Peygamber (s.a.), Osman'dan haya ettiği için öldürülmesini emretmedi ve ashabından biri (kendiliğinden) kalkıp öldürsün diye bîat almadı. Onlarsa, RasûluIIah'a (s.a.) karşı izni olmaksızın onu öldürmeye kalkışmaktan sakındılar. Rasûlullah (s.a.) da Osman'dan haya etti (kırmak istemedi), ve Allah Teâlâ, Abdullah hakkında bundan sonra onun eliyle gerçekleşecek fetihler irade buyurduğu için ezelî takdir yardım etti de (Hz. Peygamber) ondan bîat aldı. Ve Allah Teâlâ'mn şu âyetiyle istisna ettiklerinden oldu: "İman ettikten, peygamberin hak olduğuna şehadet ettikten, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra inkâr eden bir milleti Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah, zâlim kavmi doğru yola iletmez. İşte onların cezası: Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerinedir! Onlar bunun içinde ebedi kalıcıdırlar. Kendilerinden azap hafifletilmeyecek ve onlara asîâ fırsat verilmeyecektir. Ancak bundan sonra tevbe edenler ve kendilerini düzeltenler müstesnadır. Çünkü Allah, gerçekten kusurları örten ve çok esirgeyendir."[980]Hz. Peygamber'in (s.a.): "Bir peygamberin hâin gözleri olması yakışmaz." sözü, Peygamberin (s.a.) dışı içine, gizlisi açığına ters düşmez; Allah'ın hükmü ve emri geldiğinde onu işaretle anlatmaz, aksine açıkça belirtir, ilân eder ve ortaya kor demektir. [981]
[941] Buharı, 3/37; Müslim, 1354.
[942] Müslim, 1374.
[943] Buharı, 5/98; Müslim, 1360-1363, 1365, 1366, 1372; Ebu Davud, 2034-2039; Tirmizî, 3917, 3918; İbn Mâce, 3113, Muvatta', 2/889; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/119, 169, 181, 185, 3/149, 159, 240, 243, 336, 393, 404, 77, 141, 5/309, 318, 329.
[944] Amr b. Saîd b. el-Âsî b. Ümeyye el-Kuraşî el-Emevî. Eşdak diye bilinir, tbn Hacer, Fethu'l-Bârî'dç (1/76) der ki: Sahabî değildir. Hayırla onları takıp edenlerden de değildir. Yezîd b. Muâviye'nin Medine valisi idi. Yezîd'e bîat etmeyip Kabe'ye sığındığında Abdullah b. Zübeyr'in üzerine, Mekke'ye savaş için ordu gönderen şahıs budur. Abdullah b. Zübeyr ise Beytullah'a (Kabe'ye) sığınmış ve bundan dolayı "Âizü'1-Beyt" diye isimlendirilmiştir.
[945] Yukarıda geçti.
[946] Abdürrezzak, Musannef, 9228, 9229.
[947] Bu, Amr b. Saîd el-Eşdak'ın sözü olup, Hz. Peygamber'in (s.a.) hadisi değildir. Bk: Buharı, 64/51; Müslim, 1354.
[948] Muttefekun aleyhtir. Yukarıda geçti.
[949] Âl-i İmrân, 3/97.
[950] Ankebût, 29/67
[951] Kasas, 28/57.
[952] Nisa..4/43.
[953] İsnadı sahihtir, Musannef (9226)'da mevcuttur.
[954] Bakara, 2/191.
[955] Buharî, 25/43; Müslim, 1304.
[956] Müslim, 1355.
[957] Buharı, 23/82; Müslim, 292.
[958] Irşık: Yere yayılan, geniş yapraklı dikensiz bir ağaçtır. Hemen hemen hiçbir şey bu ağacı yemez, ancak keçi ondan az bir miktar yer.
[959] Ebu Davud, 1719; Müslim, 1724
[960] Ebu Davııd, 4539; Nesâî, 8/39; İbn Mâce, 2635.
[961] Bakara, 2/178.
[962] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/383.
[963] Buharî, 84/9; Müslim, 1654.
[964] Ebu Davud, 3285. Senedi zayıftır.
[965] Buharı, 45/6.
[966] Müslim 3004.
[967] Buharî, 31/39.
[968] Daha önce geçti.
[969] Maide ,5/5.
[970] Maide 5/3.
[971] Maide 5/3.
[972] Daha önce ğeçti.
[973] Mâide, 5/87.
[974] Buharî 67/8; Müslim, 1404.
[975] Müslim, 1405.
[976] Müslim, 1405 (18).
[977] Müslim, 1405 (16).
[978] Ahmed b. Hanbel, 3/325; senedi hasendir. Müslim (1217) Sahihinde Hz. Cabır in şöyle dediğini rivayet eder: Biz Rasûlullah'ın {s.a.) yanında müt'a yaptık. Hz. Ömer hilafete geçince: "Şüphesiz ki Allah, Rasülü'ne dilediğini, dilediği şekilde helâl kılar. Yine şüphesiz ki Kur'an yerli yerine inmiştir. Artık Allah'ın size emrettiği gibi hac ve umreyi tamamlayın! Şu kadınlarla müt'a yapmayı kesin! Şayet bana bir süre için bir kadını nikâh eden bir adam getirirlerse, onu mutlaka taşlarla recmederim." dedi. ;
[979] Ebu Davud, 2683, 4359; Nesâî, 7/105, 106. Hâkim (3/45), sahih kabul etmiş Zehebi de kendisine muvafakat etmiştir.
[980] Âl-i İmran, 3/86-89.
[981] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/493-511.