saniyenur
Thu 23 August 2012, 12:27 pm GMT +0200
3- Hz. Osman Zamanında Kur'ân'ın Cem'i
Buhârî Sahih'inâe İbni Şihab senediyle Enes b. Mâlik'in şöyle dediğini rivayet eder: "Ermenistan ve Azerbaycan seferine iştirak eden Irak ve Suriyeli askerler arasında Kur'ân'ı okuyuşta bazı kıraat farkları belirmişti ve her iki taraf da kendi kıraâtlarmın doğruluğu iddiasındaydılar. Bu tehlikeyi sezen kumandan Huzeyfe b. el-Yemân, Hz. Osman'a gelip şöyle dedi: "Ey müminlerin emîri, bu ümmet Kur'ân-ı Kerim hakkında Yahudi ve Hıristiyanların düştüğü İhtilafa düşmeden onun imdadına yetiş." Bunun üzerine Osman, Hz. Hafsa'ya haber göndererek, "Bize Kur'ân sayfalarını gönder, onları sayfalara çoğalttıktan sonra sana iade edelim" dedi. Hz. Hafsa sayfalan gönderdi. Hz. Osman, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Zübeyr, Sa'id b. el-Âss, Abdurrahman b. Haris b. Hişam'a emretti ve onlar da bu sayfaları çoğalttılar. Hz. Osman onlara bu görevi verirken, Zeyd'den başka Kureyş'e mensup olan üç kişiye, "Kur'ân hakkında Zeyd İle aranızda bir ihtilaf olursa, onu Kureyş lehçesiyle yazınız. Çünkü o, Kureyş lehçesiyle nazil olmuştur" dedi. Heyet emri yerine getirerek Kur'ân'ı istinsah etti. Hz. Osman da asıl nüshayı Hz. Hafsa'ya gönderdi ve çoğaltılan Mushaflardan her birini o günkü ilim merkezlerine göndererek, bu mushaf dışında Kur'ân'dan her kimde ne bulunursa onu yakmasını emretti (Buharı, Ebû Dâvud, Tefsiru't-Taberî).
Bu sahih rivayet bize beş önemli hususu hatırlatmaktadır:
1- Kur'ân'ın kıraati hususunda Müslümanların İhtilafa düşmeleri, Hz. Osman'ın, Hz. Hafsa'nın yanında bulunan sayfaların mushaflar hâlinde çoğaltmasında temel etkendir. Onun için Blachere ve benzeri müsteşriklerin Hz. Osman'ın Kur'ân'ı ce-metme niyetine şüphe düşürme gayretlerinin hiç bir dayanağı yoktur. Bu halifenin bu önemli işi "aristokratik" bir eğilimle yaptığını neye dayanarak İddia ediyorlar? Onların iddiasına göre, Hz. Osman, en ileri temsilcilerinden bulunduğu Mekke "aristokrasisi" sınıfının adıyla bu işe girişmiştir (Blachere, sh. 57).
Bu konuda geniş hayalleri ve yalancı zan-lannın ötesinde hiç bir mesnetleri yoktur. Değilse bu iddialarını destekleyebilecek sahih tarihî rivayet nerededir? Akıl sahibi bir kimse tarihte güvenilirlik, zabt ve emanet hususlarında benzerine şahit olmadığı Buhârî gibi kimsenin rivayetine bu saçmalıkları tercih etmez.
2- Bu işle görevlendirilen komisyon dört kisiden oluşuyordu.
Medineli ve Ensardan olan Zeyd b. Sâbit'i istisna edersek diğer üç üyenin hepsinin Mekkeli ve Kureyşli olduğunu görürüz. Ayrıca bu dört kişinin hepsi sahabenin en güvenilir ve en faziletlİlerindendir.
3- Dört kişiden oluşan komisyonun çoğaltılan mushaflar için Hz. Hafsa'nin sahifelerini temel kabul etmesi, Ebu Bekir'in cem'ettiği asla dayandığı anlamındadır.
4- Kur'ân-ı Kerim Kureyş lehçesiyle inmiştir. Üç Kureyşli ile Zeyd arasında Kur'ân metninin yazılışı için tercih edilen lehçe de odur. İleride de göreceğimiz gibi bu, Kur'ân'ın indiği yedi harfi ihtiva eden yazılışına aykırı değildir. Çünkü o yazı hareke ve noktaları ihtiva etmiyordu. Ayrıca kıraat vecihlerini tek yazı içine almadığı zaman bu kıraatler mushaflara tevzi ediliyordu.
5- Hz. Osman bu dört kişilik komisyonun istinsah ettiği mushaflardan her birini eyaletlere göndermiş ve ihtilâfı kökünden kazımak için özel sayfa ve mushaflann yakılmasını emretmiştir.
Görünen o ki, kıraat hususunda Müslümanlar arasındaki ihtilâflardan endişelenen sadece Huzeyfe b. el-Yemân değildir. İhtilâf çoğalmış ve sahabe-i kiram bundan endişe duymaya başlamıştı. Durum Hz. Osman'a ulaşmış ve daha da şiddetlenmeden icab edeni yapması gerektiği kanaatına varmıştı. İbni Cerir et-Taberî, Eyyub vasıtasıyla Ebu Kulâbe'den naklettiği bu rivayette buna işaret etmektedir. Bu rivayette Ebu Kulâbe şöyle der: "Hz. Osman'ın hilâfeti zamanında her Kur'ân öğreticisi, bir kişinin kıraati üzere öğretiyordu. Kur'ân okuyan talebeler karşılaştıklarında aralarında İhtilâf çıkıyordu. Durum öğreticilere aksedince onlardan bazısı diğerinin kıraatini tekfir eder oldu. Nihayet Hz. Osman bundan haberdar olunca halka hitab ederek Şöyle dedi: "Siz yanımda olduğunuz halde ihtilâfa düşüyor ve yanlışlıklar yapıyorsunuz.
O halde benden uzak olan bölgelerde ihtilâf daha şiddetli ve yanlışlıklar daha fazla olacaktır. Ey Muhammed'in ashabı, bir araya gelin ve halka bir imam nüsha yazın..."
Hz. Peygamber'in vefatından sonraki müddet içerisinde Hz. Hafsa'nın sahifeleri yanında şöhrete kavuşan başka nüshaların mevcudiyeti bu ihtilâfa yardımcı oluyordu. Nihayet Hz. Osman halkın hepsini bir Mushaf üzere topladı. Bu mushafların en meşhurları onları cem'edenlere nisbet edilen Ubeyy b. Ka'b ile Abdullah b. Mes'ud'un mushafıdır.
Bilinmeyen ve şöhret derecesine ulaşmayan başka mushaflar da mevcut olabilir. Nitekim İbnu'n-Nedim el-Fihrist ve Ebû Dâvud el-Mesahif adlı eserlerinde bunlardan bahsetmektedirler. Her ne kadar sayılarında abartma yoksa da sonraki dönemlerde bunların varlığını pekiştirecek herhangi bir sahih rivayet mevcut değildir.
Şunu da belirtelim ki bu mushaflar bize ulaşmamıştır. Bize ulaşan, bu mushaflarda sûre tertibi ve kıraat vecihleriyle ilgili bazı rivayetlerdir. Araştırılıp tesbit edilmeye muhtaç pek çok yönleri vardır. Ancak Hz. Osman'ın bunları yakma kararı, hiç şüphesiz çok yerinde bir karardır. Çünkü kalmaları, özellikle Hz. Peygamber'in döneminden uzaklaştıkça daha çok ayrılıklara sebep olacakları muhakkaktı.
Hz. Osman'ın bu davranışı halk tarafından hüsn-ü kabul gördü. Ancak İbni Mes'ud'un kendine has bir mushafı vardı. Başlangıçta bu emre karşı çıkmış ve mushafını yakmaktan kaçınmıştı. Daha sonra Allahu Teâlâ hakikatte ümmetin tamamının görüşü olan ve ümmet içerisinde ihtilâfı ortadan kaldıran Hz. Osman'ın görüşüne dönmesini ilham etti.
Dört kişiden oluşan komisyon hicri yirmibeş yılında Hz. Osman'ın kararını uygulamaya başladı. Kur'ân hafızı olmalarına rağmen Osman Hz. Hafsa'nın sahifesini çoğaltmalarını emretmişti ki çoğaltılacak bu mushaflar, Peygamber'in huzurunda yazılmış olan belgelere dayalı olan Hz. Ebu Bekir'in cem'ettiği nüshaya dayansın. Böylece ileri geri söylenecek her şüphenin önü alınmış oldu. Ebû Abdillah el-Muhasibî şöyle demektedir: "...Kur'ân'ın kendisinden çoğaltıldığı sa-hifeler, asıl olsun diye Ebu Bekir'in yanında muhafaza ediliyordu. Ölümüne kadar da yanında kaldı. Sonra Hz. Ömer'in vefatına kadar onun yanındaydı. Sonra da Hz. Hafsa'ya devredildi. Hz. Osman döneminde herkesi tek kıraat üzere toplama ihtiyacı hâsıl olunca Hz. Osman bu asıl nüshayı aldı ve mushafla-ra çoğaltıldı..." {el-Burhan).
Hz. Hafsa'nın sahifeleri kendisine geri verilince ölünceye kadar onda kaldı. Bu arada Mervan b. el-Hakem (ö. 65) yakmak maksadıyla onları Hz. Hafsa'dan istemişse de, Hz. Hafsa onları teslim etmedi. Ama vefatından sonra Mervan onları alıp yakmış ve bu görüşünü şöyle savunmuştur: "Bunu yaptım. Çünkü onlarda bulunan yazılmış ve asıl nüshaya alınıp muhafaza altına alınmıştır. Aradan uzun müddet geçtikten sonra bir şüphecinin çıkıp da onlar hakkında şüpheye düşmesinden korktum." (Kutabu'l-Mesahif).
Hz. Osman'ın eyaletlere gönderdiği mushaf-ların sayısı hakkında ihtilafa düşülmüştür. Ebu Amr ed-Dânî el-Muknfdç, şöyle demektedir: "Âlimlerin çoğu Hz. Osman mushafları yazdığı zaman onları dört nüsha olarak çoğalttığını ve bunlardan herbirini bir tarafa: Küfe, Basra ve Suriye'ye gönderdiğini ve birini de yanında muhafaza ettiğini söylemektedir. Bir rivayete göre yedi nüsha olarak çoğaltılmış ve yukarıdaki yerlere ilave olarak Mekke, Yemen ve Bahreyn'e birer nüsha göndermiştir. ed-Dârânî, birinci görüşün daha doğru ve âlimlerin bu görüşte olduğunu belirtir." {el-Burhan), Suyûtî ise, meşhur rivayete göre beş adet olduğu görüşündedir {el-Itkan). Hz. Osman'ın Medine'de yanında alıkoyduğu asıl nüsha da eklenecek olursa sayıları altıya ulaşmaktadır. Beş sayısına asıl nüshayı eklemekle beşi altıya yükselttiğimiz gibi adı geçen nüshayı aralarında saymadığımız zaman yedi sayısını altıya İrca edebiliriz. Onun için bizler şu görüşe meylediyoruz:
Komisyon yedi mushaf çoğaltmış ve Hz. Osman bunlardan altı tanesini çeşitli bölgelere göndermiş, bir tanesini de yanında alıkoymuştur. Bazı kişilerin, Hz. Osman'ın mushafından kendilerine çoğalttıkları bazı nüshalara nail olmaları bu görüşe meylimizi artırmıştır. Nitekim Abdullah b. ez-Zübeyr ve mü'minlerin anaları Hz. Aişe, Hafsa ve Ümmü Seleme'nin (Allah hepsinden razı olsun) böyle davrandıklarını biliyoruz. Bize öyle geliyor ki, halife Hz. Osman'ın, nüfuzları ne olursa olsun, bazı kişilerin resmî nüshalara sahip olmalarına izin verip müslümanlar arasında ittifak sağlayan ve aralarındaki ihtilâfı kaldıracak olan bu mushaf nüshalarını İslâm diyarına göndermekte cimri davranması mantıkî değildir. Hele Allah kitabının mus-haflar halinde çoğaltılması düşüncesinin asıl sebebinin Kur'ân kıraati hususunda müslü-manların ihtilâfı olunca...
Ancak, kesin sayısı ne olursa olsun bu mus-hafların hepsi Kur'ân'ın tamamını içine alıyordu. Herbirinde nokta ve harekelerden hâlî yüzondört sûrenin hepsi mevcuttu. Hz. Ebu Bekir'e uyularak bu mushaflarda da ne hareke ve ne de sûrelerin isimleri İle fasılalar vardı. Bunların hepsi yoktu. Bunun ötesinde Hz. Osman'ın mushafları Kur'ân'dan olmayan şerh ve tefsirlerden de tecrid edilmişti. Sahabeden bazısı, Rasûlullah'dan duyduğu tefsir ve izahı mushafına not ediyordu. Meselâ İbni Mes'ud yazdığı bir âyetin sonunda tefsir ve İzah maksadıyla bir fazlalık bulunmaktadır. O fazlalık da ümmetin icma' ettiği mushafların büyük çoğunluğuna muhaliftir. İbnu'l-Cezerî bunu vuzuha kavuşturarak şöyle demektedir: "Bazen kıraatlara tefsir ve açıklamaları sokarlar. Çünkü Peygamber'den Kur'ân olarak aldıklarını kesinlikle biliyorlardı. Kur'ân ile izahı bir birine karıştırmayacaklarından emin idiler. Bazen, bazıları bu izahları da beraberinde yazıyorlardı" (el-Itkan, c. I, sh. 134). Yani kendine ait olan mushafa Kur'ân ile birlikte açıklamaları da yazıyorlardı; Hz. Aişe'nin mushafmda olduğu gibi.
O halde Hz. Osman, mushafları Kur'ân'dan olmayan ve tefsir, mücmeli tafsil veya mah-zııfu isbat kabilinden olan bütün bu fazlalıklardan tecrid edilmişti. Ahâd rivayetlerin hepsi atılmıştı. Böylece sûre ve âyetleri bugün elimizde mevcut mushaflarm tertibi üzere dizilmiş oldu. Hz. Osman mushaflannda noktalama ve hareke işaretlerinin olmaması sebebiyle bazı Kur'ân lâfızları bir vecihten fazla okunabiliyordu. Çünkü ya Rasûlullah onları her iki vecihle okumuş ya da sahabeden biri sallallahu aleyhi ve sellemİn huzurunda onları bu iki vecihle okumuş ve O da ona itiraz etmeden okuyuşunu kabul etmiştir. Herhangi bir kıraat hususunda buna benzer mütevatir delil söz konusu olduğu zaman ancak yazı bir şekle göre şekillendirilir. Şayet bir kıraat hakkında tevatür derecesine ulaşamamış âhâd rivayet varsa, yazı müsait olsa bile, o kıraat kabul olunmaz; sikaların rivayetlerine ters düştüğü için şâz kabul edilir (el-Itkan).
Bütün bu anlatılanlardan sonra Kur'ânî bir lâfız hakkında birden fazla kıraat tevatür derecesine ulaşmadığında o lâfzın sadece tevatüre ulaşan şekil üzere yazıldığını ve bir vecihten fazla okunuşuyla ilgili tevatür derecesinde kıraat bulunup, bu kıraatleri bir şekil üzere tesbît imkânı bulunmadığında Kur'ân'ı çoğaltan nâsihlerin bazı mushaflarda o kelimeleri bir şekil üzere yazmışken diğer mushaflarda diğer kıraatin şeklini yazdıklarını belirtmeye ihtiyaç yoktur.
Hz. Osman, insanların Kur'ân'ı hafızların hıfzından almayı ve yazılı mushaflardan çok onlara rağbetlerini artırmayı teşvik için genellikle mushaf gönderdiği bir bölgeye, kıraati o mushafa uygun bir de hafız gönderirdi. Zeyd b. Sabit Medine mushafinm okuyucusu, Abdullah b. es-Sâib Mekke mushafının, el-Muğire b. Şihab Suriye Mushafının, Ebu Abdirrahman es-Sülemî Küfe mushafının ve Amir b. Abdilkays Basra mushafının okuyucusuydu {Menahilu'l-Irfan, c. I, sh. 396-97).
Hz. Osman'ın şahıslara ait mushafları yakmasına gelince, o, ancak sahabe-i kirama danıştıktan ve onların desteğini aldıktan sonra bu işe girişmiştir. İşte Suveyd b. Ğafle şöyle diyor: "Hz. Ali dedi ki: Osman'ı ancak iyilikle anın. Allah'a yemin ederim ki o, ancak bizden seçkin bir cemaata dınıştıktan sonra mus-haflara yaptığını yapmıştır (yakmıştır)." (el-hkan). Hz. Ali yine şöyle dernektedir: "Şayet Osman'ın yerinde ben olsaydım, mushaflara yaptığını ben de yapardım." (e i-Burhan).
Bu konuyla ilgilenen çıkıp, Hz. Osman'ın mushaflarına ne oldu, şimdi neredeler? şeklinde bir soru sorabilir ve buna yeterli cevap bulamayabilir. Çünkü tezhiplerle surelerin arasını ayıran süslemeler Kahire'de Dâru'l-Kütüb'de bulunan yazmaların, Hz. Osman'ın mushafları olmadıklarını gösterir. Bilindiği kadarıyla Hz. Osman'ın mushaflarında bunlar mevcut değildi. Oysa müsteşriklerden bazısı, eski âlimlerden bazısının bu mushafları yahut bu mushaflardan bazı sûreleri belli İslâm memleketlerinde gördüklerini doğrulayan bir çok tarihi rivayeti zikretmişlerdir. Bu müsteşriklerin başında Quatremere gelir. Bergtrâesser ve Pretzel de Kur'ân metni tarihiyle ilgili çalışmalarında bu rivayetlere yer vermişlerdir (Geschite des Qoran texts, 7, sh. 99). Yİne müsteşrik Casanova, selefi Quatremere'in araştırmalarına dayanarak bu meseleyi tekrar gözden geçirmiş ve bu konuya bazı ilâvelerde bulunmuştur. Hz. Osman'ın mushaflarından birinin hicrî dördüncü yüzyıl başlarında bazı ilim çevrelerince bilindiğini bu müsteşrikten öğreniyoruz (Mohammed et La Fin du Monde, sh. 125). Ünlü seyyah İbni Batuta'nın Gırnata, Merakeş, Basra ve diğer şehirlere yaptığı birçok seyahatinde Hz. Osman mushafları olduğu sanılan bazı mushafları veya bazı sayfalan bizzat gördüğü kaydedilmektedir. Ancak Casanova bu hassas ve faydalı malûmatı serdettikten sonra tarihî değeri hakkında şüphesini ifade etmekten de geri kalmıyor. Kur'ân İle ilgili çalışmalar sadedinde en garip ve cüretkâr bir iddia ileri sürüyor. Ona göre Hz. Osman'ın mushafi cem'i vehmî bir hikâyeden ibarettir ve halife Abdülmelik b. Mervan zamanında düzülmüştür ki sözkonu-su halife döneminde mushaflarm yazısına dahil edilen abartılı süsleme ve tezyinata zemin hazırlamıştır. Casanova bundan da daha garip ve hiçbir akıl sahibinin, hatta dostları müsteşriklerin bile kabul edemiyeceği çocukça ve saçma bir hüküm ileri sürerek, Kur'ân'ı cem'eden ilk zatın Haccac Yusuf es-Sakafî olduğunu iddia etmektedir (Mohammed et La Fin du Monde, sh. 127). Bir başka müsteşrik Blachere İse bu görüşün tutarlı olmadığını belirterek şöyle yazmaktadır: "Sabit rivayetlere dayanmayan Casanova'nın bu cüretkârca iddiasını asla kabul edemeyiz." (Blachere, sh. 68).
Hicrî sekizinci yüzyıl âlimlerinden İbni Kesir (ö. 774) Şam mushafmı bizzat gördüğünü ifade ederek, Fezâilu'l-Kur'ân isimli eserinde şöyle demektedir: "Hz. Osman'ın Mushafları-nin asıllarına gelince, bugün için onları en meşhuru Suriye'de Şam Camiinde bulunan nüshadır. Daha önce Tabariyye şehrinde bulunan bu nüsha H. 518 dolaylarında Şam'a getirilmiştir. Bizzat gördüğüm bu değerli, yüce ve büyük kitap güzel, açık ve güçlü bir hat ve kaliteli bir mürekkeple ve deve derisi olduğunu sandığım deri üzerine yazılmıştır." (Fezâilu'l-Kurân, sh. 49). Anlaşıldığı kadarıyla, en-Neşr fi'l-Kıraati'l-Aşr isimli kitabın yazarı İbnu'l-Cezerî ile Mesaüku'l-Ebsâr fî Memâliki'l-Emsâr isimli eserin yazan İbni Fazlillah el-Umerî de bu Şam Suriye mushafını görmüşlerdir. Bazı araştırmacılar da bu mushafın uzun müddet Rus Çarlarının hâkimiyeti altında Leningrad Kütüphanesinde kaldığı ve oradan da İngiltere'ye götürüldüğü kanaati hâkimdir. Başka araştırmacılara göre ise, H. 1310 senesine kadar Şam Mescidinde kalmış ve çıkan yangında yanmıştır. Bizim ve her insaf sahibi araştırmacının kesin bilgi ile bildiği Kur'ân gibi hiç bir Kitabın bu derece ihtimama ve onun ulaştığı tevatüre nail olmadığıdır. Schwally'nin de belirttiği gibi "insanın beklemeyeceği büyük bir titizlik ve mükemmeliyette muhafaza edilerek" (Die Sammlung des Qorans, 2, sh. 93) bize intikal etmiştir. Hiç şüphesiz o, ne önünden ve ne de arkasından bâtılın kendisine sızmadığı Allah'ın kitabıdır. O, Hakim ve Hamîd olan Allah tarafından indirilmiştir.