- Hz. Musa Ve Firavun

Adsense kodları


Hz. Musa Ve Firavun

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Sat 11 August 2012, 10:18 am GMT +0200
HZ. MUSA VE FİRAVUN

Musa, Firavun'u ve halkını Allah'ın Dinni'ne davet etmek için gönderilmiş, daveti reddederse İsrail oğullarını Firavun'un esare­tinden kurtarması İstenilmişti. Kur'ân, Musa'ı ve Firavun ile arasındaki muhavereyi ge­niş olarak anlatır: "Musa dedi ki: 'Ey Fir'avn, ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Bana Allah'a karşı ancak gerçeği söylemek yaraşır. Size Rabb'inizden açık delü getirdim, artık İsrail oğullarını benimle gönder!' (Fir'avn) dedi: 'Eğer bir âyet (muci­ze) getirdiysen, hakikaten doğru söylüyorsan göster onu bakalım!' Bunun üzerine (Musa), asasını (yere) attı, birden o, açıkça bir ejderha (oluverdi). Ve elini (koltuğunun altından) çı­kardı, birden o, bakanlar için bembeyaz par­layan birşey oldu." (7: 104-108).

Yunus sûresinde, şöyle buyrulur: "Sonra on­ların ardmdan Musa ve Harun'u âyetlerimizle birlikte Fir'avun'a ve adamlarına gönderdik; böbürlendiler ve suç işleyen bir topluluk ol­dular. Onlara katımızdan gerçek (mucize) gelince: 'Bu, bu apaçık bir büyüdür.' dediler. Musa: 'Size gelen gerçek için (böyle) mi di­yorsunuz? Büyü müdür bu? Halbuki büyücü­ler iflah olmazlar.' dedi. Dediler ki: 'Sen bizi, babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden çeviresin de yeryüzünde büyüklük yalnız iki­nize kalsın diye mi bize geldin? Biz size ina-nanacak değiliz!" (10: 75-78).

İsrâ sûresinde şu ayetleri görmekteyiz: "An-dolsun, biz Musa'ya açık açık dokuz âyet (mucize) vermiştik. İşte İsrail oğullarına sor: O (Mûsâ) onlara gelmiş, Firavn ona: 'Ey Mûsâ! Ben seni büyülenmiş sanıyorum' de­mişti. (Mûsâ) dedi ki: '(Ey Fir'avn) bunları, ancak göklerin ve yerin Rabb'inin, (benim doğruluğumu gösteren) deliller olarak insan­lara indirdiğini pekâlâ bildin. Ey Fir'avn, ben de seni mahvolmuş görüyorum.' (Fir'avn) onları, o ülkeden sürüp çıkarmak istedi, biz de onu, yanındakilerle birlikte toptan boğ­duk." (17: 101-103).

Tâhâ suresinde ise şöyle buyrulmaktadır: "Fir'avn: 'Rabbiniz kim ey Musa?' dedi. (Mûsâ) : 'Rabbimiz, herşeye yaratılışım (var­lığını ve biçimini) verip sonra onu doğru yola ileten (yaratılış gayesine uygun yola yönel­tendir.' (Fir'avn): 'Peki, ya ilk nesillerin hâli ne olacak?' dedi. Dedi ki: 'Onların bilgisi Rabb'imin yanında bir kitapta (Levh-i Mahfuzda)dır, Rabbim şaşmaz ve unutmaz.' O ki, yeri size beşik yaptı ve onda sizin için yollar açtı, gökten bir su indirdi. Onunla her çeşit bitkiden çiftler çıkardık. Yeyin, hayvanlarını­zı otlatın. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için işaretler vardır. Sizi ondan (yani yerden) ya­rattık, yine oraya döndüreceğiz ve bir kez da­ha ondan çıkaracağız." (20: 49-55 ve 26: 23-39).

Zuhruf sûresinde şu ayetleri görmekteyiz: "Andolsun biz Musa'yı da âyetlerimizle Fir'avn'a ve erkânına gönderdik: 'Ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim' dedi. Onlara âyetlerimizi getirince bunlarla alay edip gülü-vermişlerdi. Onlara gösterdiğimiz her muci­ze, mutlaka ötekinden büyüktü. Belki döner­ler diye onları (kıtlık, tufan, çekirge gibi tür­lü) azab(lar) ile cezalandırdık. Bunun üzerine dediler ki: 'Ey büyücü, bizim için Rabbine dua et, sende bulunan ahdi yüzü hürmetine (bizi bağışlamasını dile), artık biz doğru yola geleceğiz!" (43: 46-49).

Eski Mısır hükümdarları, en büyük yönetici anlamına gelen Firavun ismiyle anılırlardı. Kur'ân'da anlatılan kıssalarda iki ayrı Fira-vun'un yer aldığı görülmektedir. Birisi, Hz, Mûsâ doğduğu vakit başta bulunan ve onu yanına alan Firavun, diğeri ise Hz. Musa'nın Allah'ın Dinine çağırdığı, boğulan Firavun. İlki, II. Ramses, diğeri ise Mineptah idi. Ar­keolojik bulgulara göre II. Ramses M.Ö. 1292'den 1225'e kadar hüküm sürmüştür. Fakat Yahudi kaynakları Hz. Musa'nın M.Ö. 1272'de vefat ettiğini bildirmektedir. Bu yüz­den bu tarihleri uzlaştırmak imkânsızdır, (The Meaning ofthe Qur'an, c. IV, sh. 59)

Yukarıdaki âyetlerin ışığında, şu noktalar dikkatle mütalaa edilmelidir:

1- Hz. Musa Firavun'a iki görevle gönderil­mişti. İlki, her peygamberin en önde ge­len misyonu olarak Firavun'u, İslâm'ı ka­bul ederek, Allah'a teslim olmaya davet etmekti. İkincisi de, Firavun'dan, esaretliklerine son verip, tahakkümünü kaldır­ması ve İsrail oğullarını serbest bırakma­sını istemekti. Bu iki görevi Kur'ân bazen bir ve aynı yerde veya yeri geldikçe ayrı ayrı, [meselâ Yunus ûuresinin başında (10: 3-10) ve Nazi'ât sûresinde (79: 17-21)] zikreder.

2- Bu  iki  mucize,  Hz.  Musa'ya bütün kâinatın Hâkimi ve Yaratıcısı olan Al­lah'ın Elçisi olduğuna delil olarak veril­miştir.

3- Bu âyet veya mucizeleri, tabiatın fizikî kanunlarına göre açıklamaya kalkışan kimseler yanılmaktadırlar. Bu suretle on­lar Allah'ın Kitab'ına karşı şüpheci bir ta­vır takındıklarının farkında değildirler. Oysa, Kur'ân-ı Kerîm tabiatüstü bir olayı aktarmakta ve bunu Allah'ın bir âyeti ve peygamberliğin bir delili olarak ortaya koymaktadır. Bu yüzden, sıradan bir olay gibi açıklamak, aslında Kitab'a inanma­mak demektir. Böyle davranmakla bu kimseler, kendilerini gülünç duruma dü­şürürler. Bir yandan, sırf mucizelere yer verdiği için Kur'ân'a, Allah'ın bir kitabı olarak inanmazlarken, diğer yandan tabi­atüstü olayları ihtiva eden Kitab'a karşı besledikleri inançsızlıklarını da açıkça or­taya koyma cesaretini gösteremezler. Çünkü böyle bir hareket onları, mensup olduklarım iddia ettikleri dinin kendileri­ne sağlayacağı faydadan mahrum bıraka­cak ve birtakım dünyevî menfaatlerini de etkileyecektir.

Mucizeler sorusuna verilecek basit cevap şudur: Allah bu kâinatı belirli kurallar İçinde yaratmıştır ve İşleyişine bütünüyle hâkimdir. Hükümdarlığında her an emir­leri uygulanır ve dilerse dilediği anda kıs­men veya tamamen eşyayı şekillendirme­ye ve olayların akışını düzenlemeye tam olarak Kadir'dir. Dilemesiyle herhangi bir fizikî kuralını askıya alıp durdurabilir. Bu âyetler ve mucizeler O'nun, Rasûl-lerinin görevlerini desteklemek için bazen kullandığı devamlı otorite ve murakabesi­nin birer örnekleridir.

4- Hz. Mûsâ, Firavun'a karşı niçin ve nasıl bir tehdit oluşturmaktaydı ki, Firavun O'ndan böylesine korkuyor, rahatsız olu­yordu? Önceki peygamberlerin başların­dan geçen olaylarda da açıklandığı gibi, "Peygamberlik iddiası bizatihi Musa'nın, siyasî yapı da dahil olmak üzere mevcut hayat sistemini baştan aşağı de­ğiştireceği anlamına geliyordu. Gerçek şu ki, âlemlerin Rabbinin Elçisi olduğunu iddia eden bir kişi, topyekûn İnsanların da kendisine uyması gerektiğini istemekte­dir. Çünkü âlemlerin Rabbinin elçisi dün­yaya sıradan biri ve başkalarına tâbi kişi olarak gelmez. Ancak idareci ve.hami olarak gelir. Çünkü bir kâfirin hâkimiye­tini tanımak ve ona tâbi olmak, peygam­berlik iddiasını boşa çıkarır. Hz. Musa'nın peygamberlik ilânını duydukları vakit Firavun ve çevresinin sosyal, siyasî ve kültürel ihtilâl tehdidini hisset­meleri bu yüzdendir. Tâhâ sûresinin şu ayeti, bu korkuyu açıkça yansıtmaktadır: "Musa ve Harun'u göstererek: 'Bu iki si­hirbaz, sihirleriyle sizi yurdunuzdan çı­karmak, sizin en üstün dininizi ortadan kaldırmak istiyorlar' dediler." (20: 63).

Firavun ve maiyeti, Hz. Musa'nın üstün şahsiyeti hakkında yeterli bilgiye sahipti­ler, onu yakından tanıyorlardı. Temiz ve güçlü bir karaktere sahip olduğunu ve do­ğuştan liderlik ve kumandanlık vasıflarım taşıdığını biliyorlardı. Bunun yanısıra, Talmud ve Yusifus kıssalarında anlatıldı­ğına göre, Hz. Mûsâ, çağının bütün ilim­lerini tahsil etmiş, savaş ve idarecilik hu­susunda tam manasıyla eğitilmişti. Çünkü içinde yetiştirildiği saray ailesi mensupla­rının bunları Öğrenmesinin elzem olduğu düşünülürdü. Bütün bunlardan başka, Medyen'de geçirdiği sekiz yıla yakın bir süre devam eden çölün zor şartlan da, sa­ray hayatının kolaylığını ve rahatlığını üstünden atmasına yardım etmişti. Bu yüzden, bu azametli, kararlı ve imanlı adam Firavun'un sarayında peygamberlik ilanıyla çıktığı zaman onlar, iddiasını bir kenara atıp ÖnemsememezIİk edemezler­di. İkinci olarak, Hz. Musa'nın mucizele­rini ve parlayan eli görünce dehşete dü­şüp, onun ardında gerçekten tabiatüstü bîr güç bulunduğunu kabul etmek zorunda kaldılar. Böylece, ona sihirbaz demeleri ile, aynı zamanda, kendilerini ülkeden sü­rüp çıkarabileceği korkusunu duymaları açık bir çelişki oluşturuyordu. Peygam­berlik alâmetlerinin daha ilk zuhurunda onlar şaşırmamış, hayrete düşmemişlerdi. Şayet onlar, gerçekten Hz. Musa'yı sihir­baz olmakla itham ederken samimi olsa­lardı, ondan bir devrim sâdır olacağını düşünmez ve onu bir tehlike saymazlardı. Çünkü sihir ile, dünyada hiçbir zaman devrim meydana gelmemiştir.

5-  Firavun'un maiyetinin bu sözleri (7: 111-112), onların İlâhî mucizenin neticesinde meydana gelen değişiklik ile sinirin tesiri arasındaki farkı ayirdedecek anlayışa sa­hiptiler. İlâhî mucizenin yaptığı değişikli­ğin gerçek, sihrin etkisinin ise bir aldat­maca olduğunu biliyorlardı. Hz. Musa'ya "Doğrusu bu usta bir sihirbazdır" (7: 109) diyerek peygamberliğini inkâr etmeye ça­lışmaları bu yüzdendir. Asâ'nın aslında yılana dönüşmediğini, sihir sebebiyle on­lara yılanmış gibi göründüğünü ve bunu ilâhî bir mucize olarak kabul etmeyecek­lerini söylemek istiyorlardı. "Bu yüzden, kafalarından bu olayın etkisini atmak için onlar Firavun'a, kendi sihirbazlarının da, ip ve sicim gibi şeyleri yılan şekline dö~ nüştürebildiklerini göstermek için mahir bütün sihirbazları toplamasını istediler" (The Meaning of the Qur'an, c. IV, sh. 58-61).

6- Bu zanları, Firavun'un ileri gelen sihir­bazlarının hareketleriyle de tamamen des­teklenmektedir. Yenilgilerinden sonra bu sihirbazlar "Musa'nın yaptığının sihir olmayıp, bunun tamamen âlemlerin Rab-binin gücünün bir tezahürü olduğunu iti­raf ettiler. Buna hiçbir sihirin karşı gel­mesi mümkün değildi. Sihirbazların söy­lediklerinin bir kalemde silinip kenara atılır cinsten olmadığı açıktı. Çünkü bir şeyin sihir mî olup olmadığı kararını en iyi onlar verebilirdi. Bu yüzden sihirbaz­ların, Musa'nin yaptığının sihir olmadı­ğına şehadetinden sonra, Firavun ve adamlarının onu sihirbazlıkla itham etme­leri imkânsız hale geldi." (The Meaning of the Qur'an, c. IV, sh. 64).

7- Peygamberlik ilânını desteklemek için Hz. Musa'ya birçok mucize ve âyet/alâmet verildi ve Hz. Mûsâ bunların hep Rabbİnden olduğunu belirtti. Şurası apaçıktır ki Firavun milletinin önceden uyarıldığı ve Hz. Musa'nın isteğiyle Mı­sır'ın üzerine gelen çok sayıda belânın sihir veya başka bir şekilde insan tarafın­dan meydana getirilmesi imkânsızdı. O belâların şiddeti onları Mûsâ'dan yar­dım istemeye zorladı, yardım ederse ona inanacaklarını söylediler:

"Üzerlerine azâb başlarına çökünce: 'Ey Mûsâ, dediler, bizim için Rabbine, sana verdiği söz yüzü hürmetine, dua et; eğer bizden azabı kaldınrsan, muhakkak sana inanacağız ve mutlaka İsrail oğullarını se­ninle beraber göndereceğiz!' Biz onlar­dan, geçirecekleri bir süreye kadar azabı kaldırınca, hemen yeminlerini bozmağa başladılar." (7: 134-135). Âyetlerde de ifade edildiği gibi, bu belâların göklerin ve yerin Rabbından başka birisi tarafın­dan gönderilmediğim tam olarak anlamış­lardı.

Fİravun'un "Rabbiniz kimdir?" (20: 49) sorusuna verdiği cevapta Hz. Musa, ona ve çevresindekilere mesajı iletebilmek için kısa, fakat anlamlı bir ifade kullandı. Rabbinin kim olduğunu uygun bir dille söylemekle kalmayıp, O'nun neden Rab olduğunu ve niçin O'ndan başka Rab bu­lunmadığını da açıkladı. Firavun ve ona tâbi olanların birer insan olarak Allah'a muhtaç olduklarım, O'nun kanunlarına göre işleyen vücudlannm yine O'nun izni olmaksızın bir an bile yaşamaları için lü­zumlu fonksiyonları yerine getiremeyece­ğini ortaya koydu. Böylece Firavun'un rububiyet iddiası ve milletinin de onu rab olarak tanımalarının saçma ve ahmakça birşey olduğu ortaya çıkıyordu. Bunun yanısıra Hz. Musa, Firavun'un inkâr ettiği peygamberlere olan ihtiyacı da ifade et­mek istiyordu. Allah, kâinatta bulunan herşeye yol gösterirken, insana yolunu bulmasında yardım etmemesi, bu ihtiya­cını karşılamaması düşünülemezdi. Hay­vanların içgüdüleri ile hareket etmesi sağ­lanırken, insanlara, bedenî ihtiyaçlarının dışında, peygamberler gönderilerek yol gösterilmiştir. Maddî ihtiyaçları için akıl ve İlim ile donatılıp tabiattan faydalanma­ları sağlanmış, fakat ahlakî ve ruhî yön­den yol göstermek için, Allah, ilk insan Hz. Âdem'in yeryüzüne indiğinden beri peygamberlerini göndermiştir.

Kur-'ân bu hususta Firavun ve kavminin dü­şüncelerini ayrıntılı olarak anlatmaktadır: "Fir'avn milletinin ileri gelenleri: 'Doğrusu bu bilgin bir sihirbazdır, sizi memleketiniz­den çıkarmak istiyor!' dediler. Fir'avn: 'Ne buyurursunuz?' dedi." (7: 109-110). Fİra­vun'un saltanatı ve zenginliği ile kibirlenmesi Kasas sûresinde aynen zikredilmektedir: "Fir'avn memleketin başına geçti ve halkım fırkalara ayırdı. İçlerinden bir topluluğu güç­süz bularak onların oğullarını boğazlıyor, ka­dınlarını sağ bırakıyordu; çünkü o, bozguncu­nun biriydi... Fir'avn: 'Ey ileri gelenler! Sizin benden başka bir tanrınız olduğunu bilmiyo­rum. Ey Hâmân! Benim için toprak üzerine bir ateş yak, tuğla hazırlayıp bana bir kule yap; çıkar belki Musa'nın tanrısını görürüm. Doğrusu onu yalancılardan sanıyorum' dedi. O ve askerleri, memlekette, haksız yere bü­yüklük tasladılar. Gerçekten Bize döndürül-meyeceklerini sandılar. Biz de, onu ve asker­lerini yakalayıp suya attık. Zâlimlerin sonu­nun nasıl olduğuna bir bak." (28: 4, 38-40).

"Sizin benden başka bir tanrınız olduğunu bilmiyorum" sözü. Firavun'un siyasî gücünü ve Mısır topraklarının sahibi olduğunu ifade etmektedir. Mısır'ın hükümdarı idi ve onun kanunları yürürlükteydi. Kendisini ülkenin mutlak ve en üst hâkimi olarak görüyordu. Ülkesinde ondan başka kimsenin sözü geç­mezdi. Kâinatın Rabb'inin Elçisi olduğunu öne süren Mûsâ da kim oluyordu ve "san­ki hükümdar o da, ben ona tâbiyim, gibi bana emirler veriyor" diyordu. Zuhruf suresinde bu hususta şöyle buyrulmaktadır: "Fir'avn kavminin içinde seslenip dedi ki: 'Ey kav­mim! Mısır mülkü ve şu altımdan akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musu­nuz?" (43: 51). Kibir içindeki Firavun, Mûsâ hakkında küstah bir şekilde şöyle diyordu: "Yahut, ben, şu hakîr, nerdeyse söz anlatamayacak durumda olan kimseden daha üstün değil miyim?" (43: 52).

"Bu zihniyet, bugün uzaya Sputnik, Lunic ro­ketlerini gönderenlerin, bu araçların uzayda (hâşâ) 'Allah falan bulamadıklarını' sÖyleme-leriyle aynı zihniyette olduğunu sergilemek­tedir. İşte kadîm zamanların aptalı Firavun da Allah'ı çıktığı bir kulenin tepesinden görmek istemişti (28: 38). Bu, 3500 senedir sapık in­sanların kafa yapılarının hep aynı olduğunu göstermektedir. Onlara, kâinatın Rabbi olan Allah'ın göklerin üstünde bir yerde durduğu­nu kim söylemiştir ki, bu uçsuz bucaksız kâinatta, yeryüzünden birkaç milyon kilomet­re yüksekte O'nu görmezlerse bunun Al­lah'ın varolmadığına delil olduğunu öne sür­mektedirler." (The Meaning ofthe Qur'an, c. IX, sh. 95-96).

Zâriyât sûresinde, şöyle buyrulmaktadır: "Ona en büyük mucizeyi gösterdi. Fakat o, hemen yalanladı ve karşı geldi. Sonra (inkâr için) olanca çabasını göstererek sırtını döndü. Derhal (adamlarını) topladı ve (onlara) bağır­dı: 'Ben, sizin en yüce Rabbinizim!' dedi." (79: 20-24).

Bu âyetler, Firavun'un ve sahip oldukları güçleriyle kibirlenip Allah'ın Dinini redde­den bütün insanların mantığını ortaya koy­maktadır. Hz. Musa çok güzel bir şekilde Al­lah'ın. Dinini Firavun'a tebliğ etti ve iman et­mesini istedi. "De ki: '(Nasıl), arınmağa gön­lün var mı? Seni Rabbin(i bilmeğ)e ileteyim de O'ndan korkasın.' Ona büyük mucizeyi gösterdi. Fakat o, (Musa'yı) yalanladı, karşı geldi." (79: 18-21).

Allah, insanın doğru yolu bulması ve bu dün­yada ona sağladığı tabiat kaynaklarından kendi menfaati için yararlanması ve Allah'ın Dinine uyması için ardı ardına peygamberler göndermiştir. İlahî yolun ışığında insanın sağlam bir medeniyet kurması için tabiat güç­lerinin dizginlerine sahip olmasını sağlayacak akıl ve bilgi nimetleriyle donatmıştır. Hiç şüphesiz, insan, aklını kullanmış ve madde dünyasındaki bilgisini artırarak, maddî ya­şantısını daha iyi hâle getirmiştir. Ancak, kül­türel, sosyal, iktisadî ve siyasî yönlerden den­geli bir sisteme sahip olması için kendisine verilen ahlâk nizamına gereğince uymadığın­dan mutluluk ve huzuru kaybetmiştir.

Hz. Musa'nın başından geçen olaylara Kur'ân'ın bir çok yerinde temas edilmiştir. Bunun bir sebebi, Hz. Musa'nın ümmeti olan İsrail oğullarının Allah tarafından seçilmiş bir ümmet oluşu ve Hz. Muhammed'in ümmetinden önce yeryüzünde hilafeân onla­ra verilmiş olmasıdır. Diğer bir sebebi de, Muhammed'in ümmetine öncülük etmiş olmaları ve Kitab ümmetinden olarak onların hareket ve davranışlarından Muhammed ümmetinin çıkaracağı bir çok ders bulunmasidir. Başka bir sebep, bu insanların şehir ve kasabalarda yaşamış, çok ileri bir kültür ve medeniyet kurmuş olmalarıdır. Siyasî, sosyal ve iktisadî sistemleri ve toplumları, yapı, dü­zenleme ve görünüm olarak büyük bir geliş­me göstermişti. Tabiat kanunlarının işleyişini ve Önemini kavrama ve anlama yolunda iler­leme kaydetmiş, aynı zamanda kendilerinden önce gelen toplumlara göre bu dünyaya iliş­kin bilgileri bir hayli artmıştı.

Hz. Musa ile Firavun'un kıssası, önceki kıssa­lar gibi, insanlara şu gerçeği bildirmektedir: Allah'ın Dininden haberdar olan bir topluluk, onun icaplarını yerine getirmek zorundadır; yoksa, reddetmelerinin kötü akıbeti, onları beklemektedir. Allah tarafından geldiği apa­çık olan âyetleri inkâr etmekten daha büyük haksızlık olamaz ve bunların sihirle meydana gelebileceğini hiçbir akıl sahibinin öne sür­mesi mümkün değildir. Üstelik sihirbazların kendileri bu âyetlerin sihirle meydana gele­meyeceği gerçeğine şehadet ettikten sonra, artık bunları sihir diye reddetmek haksızlık­tan başka birşey değildir. (The Meaning of îhe Qur'an, c. IV. sh. 58-59).

Hz. Musa'nın getirdiği Hakikatin bâtılı gale­be çalmasıyla, sihirbazlar secdeye kapanıp şöyle dediler: "Âlemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine inandık!" (7: 120-122). Buna sinirlenen Firavun onları asıp kesmekle tehdit etti, fakat: "Onlar da: 'Doğrusu biz an­cak Rabbimize döneriz. Rabbimizin âyetleri gelince onlara inanmamızdan ötürü bizden öç alıyorsun. Rabbimiz! Bize sabır ver ve canı­mızı müslim olarak al' dediler." (7:125-126).

Sihirbazların sözleri ve Hz. Musa'nın Rabbi­ne imanıyla ilgili ifadeler, onların Allah'ın âyetlerinin önemini kavramış olduklarını açıkça göstermektedir. Sihirbazlar, Allah'ın Hakikatine ve O'nun insan ve dünya ile olan münasebetine dair doğru bilgilere sahip ol­muşlardı. Bu hayatın gerçeğini kavramakla birlikte, Musa aleyhisselâma yardım edeme­mişler, fakat getirdiği dini kabul edip, İman etmişlerdi.

Firavun onları acılı bir ölüm ile tehdit ettiği vakit verdikleri cevap çok manâlı ve düşün­dürücüdür: "Zararı yok, dediler, (nasıl olsa) biz Rabb'imize döneceğiz. Biz, inananların il­ki olmamızdan ötürü Rabb'imizin, hatalarımı­zı bağışlayacağını umarız." (26: 50-51).

Sihirleriyle atalar dinini güçlendirmek ve gü­venliğe erdirmek için çağrılan ve daha bir da­kika önce mükâfat için Firavun'un önünde eğilen aynı sihirbazlar şimdi öylesine cesaret­lenmiş ve ruhî asalet kazanmışlardı ki Fira­vun'un gücüne ve tehditlerine (7: 113-114) hiç aldırmıyor ve imanları uğrunda ölümü ve en ağır işkenceleri göze alabiliyorlardı. (The Meaning ofthe Qur'an, c. IV, sh. 64-65).

Sihirbazların Allah'a secde etmeleri hadisesi, bu yarışmayı seyretmeye gelen binlerce Mısırlı'mn önünde, Hz. Musa'nın yaptığı işin si­hirle hiçbir ilgisi bulunmadığının, ancak her-şeye kadir olan Allah'ın kudretinin bir teza­hürü olduğunun açık bir bildirişiydi. Mağlûp olduktan sonra, Firavun halâ inatla, bunun si­hirbazların bir oyunu olduğunda ısrar ediyor­du: "Doğrusu bu, halkı şehirden çıkarmak için düzdüğünüz bir hiledir." (7: 123). Tâhâ sûresinde, şöyle buyrulmaktadır: "Ben size izin vermeden mi O'na inandınız? Doğrusu size sihri öğreten büyüğünüz odur." (20: 71). Böylece, Firavun halkın sihirbazların, Hz. Musa'ya, gösterdiği mucizelerden ötürü de­ğil, yarışmadan önce iktidarı ele geçirmek ve nimetlerinden beraber faydalanmak için an­laştıkları için yenildiklerine inanmalarını sağ­lamaya çalışıyordu... Fakat sihirbazların böy­lesine korkunç tehditler karşısında bile inanç­larında sebat göstermeleri, Firavun'a karşı oyun oynadıkları suçlamasının asılsız oldu­ğunu ispatlamaktadır. Bu hâdise ayrıca, Mı­sırlıların çoktanrılı inançlarını kendi gözleri önüne serip Hz. Musa'nın getirdiği Din'in Hak olduğunu ispat ederek halkın zihnine yerleştirdi.

Her peygamberin halkıyla ilgili tarihî hadise­leri naklettikten sonra Kur'ân, Allah'ın her rasûlünü gönderişinde görülen genel ve yay­gın süreci açıklamaktadır: "Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, onun halkını, yalvarıp yakarsınlar diye, mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmişızdır. Sonra kötülüğü değiş­tirip yerine iyilik getirdik de (İnsanlar) çoğal­dılar ve: 'Atalarımıza da darlık ve sevinç do­kunmuştu (onlar da üzüntülü ve sevinçli gün­ler geçirmişlerdi)?' dediler ve hemen onları, hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın ya­kaladık." (7: 94-95).

Bu genel kaideye göre, "Ne vakit bir rasûl gönderilmişse, Allah o halkın kibrini kırmak, tevazuyla daveti kabule hazır bir hale getir­mek için bir takım zorluklar ve felaketlerle etki eder. Bu sünnete uygun olarak, Allah, peygamberler gönderdiği kavimlere kıtlık ve hastalık göndermiş, onları çeşitli iktisadî dar-boğazlara sokmuş, savaşlarda yenilgilere ve buna benzer felaketlere uğratmıştır. Bütün bunlar, onların kibir ve gurularım kırmak, güç, kuvvet ve zenginliğe olan aşın güvenle­rini ve bağlılıklarını sarsmak içindir. Bu on­lara kendilerinin fevkinde, mukadderatlarını kontrol eden Yüce bir Kudretin olduğunu ikaz etmek içindir ki, bu sayede kalbleri, uya­rıları alıcı hâle gelsin ve Rablerinin Önünde diz çöksünler. Fakat bu usûl eğer Hakkı anla­maya yöneltmede onlar üzerinde muvaffak olmazsa, bu sefer de, o insanlar bolluk ve re­fah ile şımartılır. İşte bu hâl artık onların so­nunun başlangıcıdır. Kural olarak, sıkıntı ve felaketlere duçar olan bir topluluk, büyüyüp zenginleşmeye başladıklarında ise Rablerine minnet duymaktan kaçınırlar ve hatta eski günlerini sanki sıkıntılar hiç olmamış gibi unutup giderler. Sonra, içlerindeki sözde ay­dınlan hemen "bunda olağandışı birşey yok. Mukadderatın İyi ve kötü olayları hiçbir ahlakî değere bağlı olmadan meydana geldi­ğini tarih bize göstermektedir. Bu olaylar Al­lah'ın kontrolüne bağlı veya ahlâkî kanunlara uygun olarak ortaya çıkmamakta, aksine bü­tün bunlara, yani darlık, felaket veya refah ve bolluklara, 'tabiat' dediğimiz şey sebep ol­maktadır. Bu yüzdendir ki, bizden Önce ge­çenlerin de darlık ve bollukları yaşamış ol-duklannı tarih bize göstermektedir. Dolayı­sıyla bu olaylardan hareketle, herhangi bir ahlâkî ders çıkarmak ve sadece Allah'ın hu­zurunda boyun eğmek ve tevazu göstermek aklî yönden bir zaafın işaretidir ve bu gibi ta­vırlar düşünme yetersizliğinin bir sonucudur" gibi kendilerince mantıkî gerekçeler ileri sü­rerek halklannı kandınrlar.

Rasulullah aynı durumu bir hadis-i şerif-yerinde şöyle belirtmiştir: "Bir mü'minin darlığı, tüm kirlerden annıp bu azaptan kur­tulana kadar kendisini düzeltmesine yardım eder. Münafığın hali ise; sahibinin kendisini niçin bağladığını ve niçin çözdüğünü anlamayıp aval aval bakan merkebe benzemektedir. Eğer bir topluluk, musibet ve dertlere duçar olduğunda bile   Allah'a yönelmiyorsa, ya da Allah rahmetini ve bereketini saçarken O'nu hatırlamıyor, ya da kendini ıslâh etmek için, hiç mi hiç gayret göstermiyorsa, onun fena akıbeti ve helâkî artık yakın ve kaçınılmaz­dır." (The Meaning ofthe Qur'an, c. IV, sh. 53-56).

Böylece Allah, insanları imtihan eder. Yolla­rını doğrultmaları, kendiliklerinden Hak Yol'a uymaları için onlara mühlet verir. Bu­na uyarlarsa insanlar sadece hayatlarında dengeyi kurup huzur içinde yaşamakla kal­maz, tabiatın imkânlarından âzâmî ölçüde faydalanıp, maddi refaha da ulaşırlar. Bir başka ifadeyle, insanlar eğer, Allah'ın Rasû-lüne itaat ederlerse, öte dünyanın olduğu ka­dar, bu dünyanın da nimetlerinden istifade edecek ve maddî, manevî zenginliğe sahip olacaklardır. İlk insan, Âdem aleyhisselâmın yaratılışından İtibaren, insanların doğru yolu bulmaları için Allah'ın rasûllerini gönderme­sinin sebebi, budur. Rasûller, insanların iç ve dış dünyalarını geliştirmeleri ve bunun sonu­cu olarak, kültür ve medeniyetlerini zengin­leştirip daha yükseğe çıkarmalarım sağlamak için onlara engin bir ilim getirmişlerdir. Ne yazık ki, insanoğlu maddenin somut dünyası­na söz geçirip sahip olduğu halde, ilahî Reh­berliği anlayıp takip etmekte başarısız kaldı­ğından, hayatında huzur ve sükûn duyamamaktadır.