saniyenur
Sat 11 August 2012, 10:18 am GMT +0200
HZ. MUSA VE FİRAVUN
Musa, Firavun'u ve halkını Allah'ın Dinni'ne davet etmek için gönderilmiş, daveti reddederse İsrail oğullarını Firavun'un esaretinden kurtarması İstenilmişti. Kur'ân, Musa'ı ve Firavun ile arasındaki muhavereyi geniş olarak anlatır: "Musa dedi ki: 'Ey Fir'avn, ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Bana Allah'a karşı ancak gerçeği söylemek yaraşır. Size Rabb'inizden açık delü getirdim, artık İsrail oğullarını benimle gönder!' (Fir'avn) dedi: 'Eğer bir âyet (mucize) getirdiysen, hakikaten doğru söylüyorsan göster onu bakalım!' Bunun üzerine (Musa), asasını (yere) attı, birden o, açıkça bir ejderha (oluverdi). Ve elini (koltuğunun altından) çıkardı, birden o, bakanlar için bembeyaz parlayan birşey oldu." (7: 104-108).
Yunus sûresinde, şöyle buyrulur: "Sonra onların ardmdan Musa ve Harun'u âyetlerimizle birlikte Fir'avun'a ve adamlarına gönderdik; böbürlendiler ve suç işleyen bir topluluk oldular. Onlara katımızdan gerçek (mucize) gelince: 'Bu, bu apaçık bir büyüdür.' dediler. Musa: 'Size gelen gerçek için (böyle) mi diyorsunuz? Büyü müdür bu? Halbuki büyücüler iflah olmazlar.' dedi. Dediler ki: 'Sen bizi, babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden çeviresin de yeryüzünde büyüklük yalnız ikinize kalsın diye mi bize geldin? Biz size ina-nanacak değiliz!" (10: 75-78).
İsrâ sûresinde şu ayetleri görmekteyiz: "An-dolsun, biz Musa'ya açık açık dokuz âyet (mucize) vermiştik. İşte İsrail oğullarına sor: O (Mûsâ) onlara gelmiş, Firavn ona: 'Ey Mûsâ! Ben seni büyülenmiş sanıyorum' demişti. (Mûsâ) dedi ki: '(Ey Fir'avn) bunları, ancak göklerin ve yerin Rabb'inin, (benim doğruluğumu gösteren) deliller olarak insanlara indirdiğini pekâlâ bildin. Ey Fir'avn, ben de seni mahvolmuş görüyorum.' (Fir'avn) onları, o ülkeden sürüp çıkarmak istedi, biz de onu, yanındakilerle birlikte toptan boğduk." (17: 101-103).
Tâhâ suresinde ise şöyle buyrulmaktadır: "Fir'avn: 'Rabbiniz kim ey Musa?' dedi. (Mûsâ) : 'Rabbimiz, herşeye yaratılışım (varlığını ve biçimini) verip sonra onu doğru yola ileten (yaratılış gayesine uygun yola yöneltendir.' (Fir'avn): 'Peki, ya ilk nesillerin hâli ne olacak?' dedi. Dedi ki: 'Onların bilgisi Rabb'imin yanında bir kitapta (Levh-i Mahfuzda)dır, Rabbim şaşmaz ve unutmaz.' O ki, yeri size beşik yaptı ve onda sizin için yollar açtı, gökten bir su indirdi. Onunla her çeşit bitkiden çiftler çıkardık. Yeyin, hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için işaretler vardır. Sizi ondan (yani yerden) yarattık, yine oraya döndüreceğiz ve bir kez daha ondan çıkaracağız." (20: 49-55 ve 26: 23-39).
Zuhruf sûresinde şu ayetleri görmekteyiz: "Andolsun biz Musa'yı da âyetlerimizle Fir'avn'a ve erkânına gönderdik: 'Ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim' dedi. Onlara âyetlerimizi getirince bunlarla alay edip gülü-vermişlerdi. Onlara gösterdiğimiz her mucize, mutlaka ötekinden büyüktü. Belki dönerler diye onları (kıtlık, tufan, çekirge gibi türlü) azab(lar) ile cezalandırdık. Bunun üzerine dediler ki: 'Ey büyücü, bizim için Rabbine dua et, sende bulunan ahdi yüzü hürmetine (bizi bağışlamasını dile), artık biz doğru yola geleceğiz!" (43: 46-49).
Eski Mısır hükümdarları, en büyük yönetici anlamına gelen Firavun ismiyle anılırlardı. Kur'ân'da anlatılan kıssalarda iki ayrı Fira-vun'un yer aldığı görülmektedir. Birisi, Hz, Mûsâ doğduğu vakit başta bulunan ve onu yanına alan Firavun, diğeri ise Hz. Musa'nın Allah'ın Dinine çağırdığı, boğulan Firavun. İlki, II. Ramses, diğeri ise Mineptah idi. Arkeolojik bulgulara göre II. Ramses M.Ö. 1292'den 1225'e kadar hüküm sürmüştür. Fakat Yahudi kaynakları Hz. Musa'nın M.Ö. 1272'de vefat ettiğini bildirmektedir. Bu yüzden bu tarihleri uzlaştırmak imkânsızdır, (The Meaning ofthe Qur'an, c. IV, sh. 59)
Yukarıdaki âyetlerin ışığında, şu noktalar dikkatle mütalaa edilmelidir:
1- Hz. Musa Firavun'a iki görevle gönderilmişti. İlki, her peygamberin en önde gelen misyonu olarak Firavun'u, İslâm'ı kabul ederek, Allah'a teslim olmaya davet etmekti. İkincisi de, Firavun'dan, esaretliklerine son verip, tahakkümünü kaldırması ve İsrail oğullarını serbest bırakmasını istemekti. Bu iki görevi Kur'ân bazen bir ve aynı yerde veya yeri geldikçe ayrı ayrı, [meselâ Yunus ûuresinin başında (10: 3-10) ve Nazi'ât sûresinde (79: 17-21)] zikreder.
2- Bu iki mucize, Hz. Musa'ya bütün kâinatın Hâkimi ve Yaratıcısı olan Allah'ın Elçisi olduğuna delil olarak verilmiştir.
3- Bu âyet veya mucizeleri, tabiatın fizikî kanunlarına göre açıklamaya kalkışan kimseler yanılmaktadırlar. Bu suretle onlar Allah'ın Kitab'ına karşı şüpheci bir tavır takındıklarının farkında değildirler. Oysa, Kur'ân-ı Kerîm tabiatüstü bir olayı aktarmakta ve bunu Allah'ın bir âyeti ve peygamberliğin bir delili olarak ortaya koymaktadır. Bu yüzden, sıradan bir olay gibi açıklamak, aslında Kitab'a inanmamak demektir. Böyle davranmakla bu kimseler, kendilerini gülünç duruma düşürürler. Bir yandan, sırf mucizelere yer verdiği için Kur'ân'a, Allah'ın bir kitabı olarak inanmazlarken, diğer yandan tabiatüstü olayları ihtiva eden Kitab'a karşı besledikleri inançsızlıklarını da açıkça ortaya koyma cesaretini gösteremezler. Çünkü böyle bir hareket onları, mensup olduklarım iddia ettikleri dinin kendilerine sağlayacağı faydadan mahrum bırakacak ve birtakım dünyevî menfaatlerini de etkileyecektir.
Mucizeler sorusuna verilecek basit cevap şudur: Allah bu kâinatı belirli kurallar İçinde yaratmıştır ve İşleyişine bütünüyle hâkimdir. Hükümdarlığında her an emirleri uygulanır ve dilerse dilediği anda kısmen veya tamamen eşyayı şekillendirmeye ve olayların akışını düzenlemeye tam olarak Kadir'dir. Dilemesiyle herhangi bir fizikî kuralını askıya alıp durdurabilir. Bu âyetler ve mucizeler O'nun, Rasûl-lerinin görevlerini desteklemek için bazen kullandığı devamlı otorite ve murakabesinin birer örnekleridir.
4- Hz. Mûsâ, Firavun'a karşı niçin ve nasıl bir tehdit oluşturmaktaydı ki, Firavun O'ndan böylesine korkuyor, rahatsız oluyordu? Önceki peygamberlerin başlarından geçen olaylarda da açıklandığı gibi, "Peygamberlik iddiası bizatihi Musa'nın, siyasî yapı da dahil olmak üzere mevcut hayat sistemini baştan aşağı değiştireceği anlamına geliyordu. Gerçek şu ki, âlemlerin Rabbinin Elçisi olduğunu iddia eden bir kişi, topyekûn İnsanların da kendisine uyması gerektiğini istemektedir. Çünkü âlemlerin Rabbinin elçisi dünyaya sıradan biri ve başkalarına tâbi kişi olarak gelmez. Ancak idareci ve.hami olarak gelir. Çünkü bir kâfirin hâkimiyetini tanımak ve ona tâbi olmak, peygamberlik iddiasını boşa çıkarır. Hz. Musa'nın peygamberlik ilânını duydukları vakit Firavun ve çevresinin sosyal, siyasî ve kültürel ihtilâl tehdidini hissetmeleri bu yüzdendir. Tâhâ sûresinin şu ayeti, bu korkuyu açıkça yansıtmaktadır: "Musa ve Harun'u göstererek: 'Bu iki sihirbaz, sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak, sizin en üstün dininizi ortadan kaldırmak istiyorlar' dediler." (20: 63).
Firavun ve maiyeti, Hz. Musa'nın üstün şahsiyeti hakkında yeterli bilgiye sahiptiler, onu yakından tanıyorlardı. Temiz ve güçlü bir karaktere sahip olduğunu ve doğuştan liderlik ve kumandanlık vasıflarım taşıdığını biliyorlardı. Bunun yanısıra, Talmud ve Yusifus kıssalarında anlatıldığına göre, Hz. Mûsâ, çağının bütün ilimlerini tahsil etmiş, savaş ve idarecilik hususunda tam manasıyla eğitilmişti. Çünkü içinde yetiştirildiği saray ailesi mensuplarının bunları Öğrenmesinin elzem olduğu düşünülürdü. Bütün bunlardan başka, Medyen'de geçirdiği sekiz yıla yakın bir süre devam eden çölün zor şartlan da, saray hayatının kolaylığını ve rahatlığını üstünden atmasına yardım etmişti. Bu yüzden, bu azametli, kararlı ve imanlı adam Firavun'un sarayında peygamberlik ilanıyla çıktığı zaman onlar, iddiasını bir kenara atıp ÖnemsememezIİk edemezlerdi. İkinci olarak, Hz. Musa'nın mucizelerini ve parlayan eli görünce dehşete düşüp, onun ardında gerçekten tabiatüstü bîr güç bulunduğunu kabul etmek zorunda kaldılar. Böylece, ona sihirbaz demeleri ile, aynı zamanda, kendilerini ülkeden sürüp çıkarabileceği korkusunu duymaları açık bir çelişki oluşturuyordu. Peygamberlik alâmetlerinin daha ilk zuhurunda onlar şaşırmamış, hayrete düşmemişlerdi. Şayet onlar, gerçekten Hz. Musa'yı sihirbaz olmakla itham ederken samimi olsalardı, ondan bir devrim sâdır olacağını düşünmez ve onu bir tehlike saymazlardı. Çünkü sihir ile, dünyada hiçbir zaman devrim meydana gelmemiştir.
5- Firavun'un maiyetinin bu sözleri (7: 111-112), onların İlâhî mucizenin neticesinde meydana gelen değişiklik ile sinirin tesiri arasındaki farkı ayirdedecek anlayışa sahiptiler. İlâhî mucizenin yaptığı değişikliğin gerçek, sihrin etkisinin ise bir aldatmaca olduğunu biliyorlardı. Hz. Musa'ya "Doğrusu bu usta bir sihirbazdır" (7: 109) diyerek peygamberliğini inkâr etmeye çalışmaları bu yüzdendir. Asâ'nın aslında yılana dönüşmediğini, sihir sebebiyle onlara yılanmış gibi göründüğünü ve bunu ilâhî bir mucize olarak kabul etmeyeceklerini söylemek istiyorlardı. "Bu yüzden, kafalarından bu olayın etkisini atmak için onlar Firavun'a, kendi sihirbazlarının da, ip ve sicim gibi şeyleri yılan şekline dö~ nüştürebildiklerini göstermek için mahir bütün sihirbazları toplamasını istediler" (The Meaning of the Qur'an, c. IV, sh. 58-61).
6- Bu zanları, Firavun'un ileri gelen sihirbazlarının hareketleriyle de tamamen desteklenmektedir. Yenilgilerinden sonra bu sihirbazlar "Musa'nın yaptığının sihir olmayıp, bunun tamamen âlemlerin Rab-binin gücünün bir tezahürü olduğunu itiraf ettiler. Buna hiçbir sihirin karşı gelmesi mümkün değildi. Sihirbazların söylediklerinin bir kalemde silinip kenara atılır cinsten olmadığı açıktı. Çünkü bir şeyin sihir mî olup olmadığı kararını en iyi onlar verebilirdi. Bu yüzden sihirbazların, Musa'nin yaptığının sihir olmadığına şehadetinden sonra, Firavun ve adamlarının onu sihirbazlıkla itham etmeleri imkânsız hale geldi." (The Meaning of the Qur'an, c. IV, sh. 64).
7- Peygamberlik ilânını desteklemek için Hz. Musa'ya birçok mucize ve âyet/alâmet verildi ve Hz. Mûsâ bunların hep Rabbİnden olduğunu belirtti. Şurası apaçıktır ki Firavun milletinin önceden uyarıldığı ve Hz. Musa'nın isteğiyle Mısır'ın üzerine gelen çok sayıda belânın sihir veya başka bir şekilde insan tarafından meydana getirilmesi imkânsızdı. O belâların şiddeti onları Mûsâ'dan yardım istemeye zorladı, yardım ederse ona inanacaklarını söylediler:
"Üzerlerine azâb başlarına çökünce: 'Ey Mûsâ, dediler, bizim için Rabbine, sana verdiği söz yüzü hürmetine, dua et; eğer bizden azabı kaldınrsan, muhakkak sana inanacağız ve mutlaka İsrail oğullarını seninle beraber göndereceğiz!' Biz onlardan, geçirecekleri bir süreye kadar azabı kaldırınca, hemen yeminlerini bozmağa başladılar." (7: 134-135). Âyetlerde de ifade edildiği gibi, bu belâların göklerin ve yerin Rabbından başka birisi tarafından gönderilmediğim tam olarak anlamışlardı.
Fİravun'un "Rabbiniz kimdir?" (20: 49) sorusuna verdiği cevapta Hz. Musa, ona ve çevresindekilere mesajı iletebilmek için kısa, fakat anlamlı bir ifade kullandı. Rabbinin kim olduğunu uygun bir dille söylemekle kalmayıp, O'nun neden Rab olduğunu ve niçin O'ndan başka Rab bulunmadığını da açıkladı. Firavun ve ona tâbi olanların birer insan olarak Allah'a muhtaç olduklarım, O'nun kanunlarına göre işleyen vücudlannm yine O'nun izni olmaksızın bir an bile yaşamaları için lüzumlu fonksiyonları yerine getiremeyeceğini ortaya koydu. Böylece Firavun'un rububiyet iddiası ve milletinin de onu rab olarak tanımalarının saçma ve ahmakça birşey olduğu ortaya çıkıyordu. Bunun yanısıra Hz. Musa, Firavun'un inkâr ettiği peygamberlere olan ihtiyacı da ifade etmek istiyordu. Allah, kâinatta bulunan herşeye yol gösterirken, insana yolunu bulmasında yardım etmemesi, bu ihtiyacını karşılamaması düşünülemezdi. Hayvanların içgüdüleri ile hareket etmesi sağlanırken, insanlara, bedenî ihtiyaçlarının dışında, peygamberler gönderilerek yol gösterilmiştir. Maddî ihtiyaçları için akıl ve İlim ile donatılıp tabiattan faydalanmaları sağlanmış, fakat ahlakî ve ruhî yönden yol göstermek için, Allah, ilk insan Hz. Âdem'in yeryüzüne indiğinden beri peygamberlerini göndermiştir.
Kur-'ân bu hususta Firavun ve kavminin düşüncelerini ayrıntılı olarak anlatmaktadır: "Fir'avn milletinin ileri gelenleri: 'Doğrusu bu bilgin bir sihirbazdır, sizi memleketinizden çıkarmak istiyor!' dediler. Fir'avn: 'Ne buyurursunuz?' dedi." (7: 109-110). Fİravun'un saltanatı ve zenginliği ile kibirlenmesi Kasas sûresinde aynen zikredilmektedir: "Fir'avn memleketin başına geçti ve halkım fırkalara ayırdı. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak onların oğullarını boğazlıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu; çünkü o, bozguncunun biriydi... Fir'avn: 'Ey ileri gelenler! Sizin benden başka bir tanrınız olduğunu bilmiyorum. Ey Hâmân! Benim için toprak üzerine bir ateş yak, tuğla hazırlayıp bana bir kule yap; çıkar belki Musa'nın tanrısını görürüm. Doğrusu onu yalancılardan sanıyorum' dedi. O ve askerleri, memlekette, haksız yere büyüklük tasladılar. Gerçekten Bize döndürül-meyeceklerini sandılar. Biz de, onu ve askerlerini yakalayıp suya attık. Zâlimlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak." (28: 4, 38-40).
"Sizin benden başka bir tanrınız olduğunu bilmiyorum" sözü. Firavun'un siyasî gücünü ve Mısır topraklarının sahibi olduğunu ifade etmektedir. Mısır'ın hükümdarı idi ve onun kanunları yürürlükteydi. Kendisini ülkenin mutlak ve en üst hâkimi olarak görüyordu. Ülkesinde ondan başka kimsenin sözü geçmezdi. Kâinatın Rabb'inin Elçisi olduğunu öne süren Mûsâ da kim oluyordu ve "sanki hükümdar o da, ben ona tâbiyim, gibi bana emirler veriyor" diyordu. Zuhruf suresinde bu hususta şöyle buyrulmaktadır: "Fir'avn kavminin içinde seslenip dedi ki: 'Ey kavmim! Mısır mülkü ve şu altımdan akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?" (43: 51). Kibir içindeki Firavun, Mûsâ hakkında küstah bir şekilde şöyle diyordu: "Yahut, ben, şu hakîr, nerdeyse söz anlatamayacak durumda olan kimseden daha üstün değil miyim?" (43: 52).
"Bu zihniyet, bugün uzaya Sputnik, Lunic roketlerini gönderenlerin, bu araçların uzayda (hâşâ) 'Allah falan bulamadıklarını' sÖyleme-leriyle aynı zihniyette olduğunu sergilemektedir. İşte kadîm zamanların aptalı Firavun da Allah'ı çıktığı bir kulenin tepesinden görmek istemişti (28: 38). Bu, 3500 senedir sapık insanların kafa yapılarının hep aynı olduğunu göstermektedir. Onlara, kâinatın Rabbi olan Allah'ın göklerin üstünde bir yerde durduğunu kim söylemiştir ki, bu uçsuz bucaksız kâinatta, yeryüzünden birkaç milyon kilometre yüksekte O'nu görmezlerse bunun Allah'ın varolmadığına delil olduğunu öne sürmektedirler." (The Meaning ofthe Qur'an, c. IX, sh. 95-96).
Zâriyât sûresinde, şöyle buyrulmaktadır: "Ona en büyük mucizeyi gösterdi. Fakat o, hemen yalanladı ve karşı geldi. Sonra (inkâr için) olanca çabasını göstererek sırtını döndü. Derhal (adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: 'Ben, sizin en yüce Rabbinizim!' dedi." (79: 20-24).
Bu âyetler, Firavun'un ve sahip oldukları güçleriyle kibirlenip Allah'ın Dinini reddeden bütün insanların mantığını ortaya koymaktadır. Hz. Musa çok güzel bir şekilde Allah'ın. Dinini Firavun'a tebliğ etti ve iman etmesini istedi. "De ki: '(Nasıl), arınmağa gönlün var mı? Seni Rabbin(i bilmeğ)e ileteyim de O'ndan korkasın.' Ona büyük mucizeyi gösterdi. Fakat o, (Musa'yı) yalanladı, karşı geldi." (79: 18-21).
Allah, insanın doğru yolu bulması ve bu dünyada ona sağladığı tabiat kaynaklarından kendi menfaati için yararlanması ve Allah'ın Dinine uyması için ardı ardına peygamberler göndermiştir. İlahî yolun ışığında insanın sağlam bir medeniyet kurması için tabiat güçlerinin dizginlerine sahip olmasını sağlayacak akıl ve bilgi nimetleriyle donatmıştır. Hiç şüphesiz, insan, aklını kullanmış ve madde dünyasındaki bilgisini artırarak, maddî yaşantısını daha iyi hâle getirmiştir. Ancak, kültürel, sosyal, iktisadî ve siyasî yönlerden dengeli bir sisteme sahip olması için kendisine verilen ahlâk nizamına gereğince uymadığından mutluluk ve huzuru kaybetmiştir.
Hz. Musa'nın başından geçen olaylara Kur'ân'ın bir çok yerinde temas edilmiştir. Bunun bir sebebi, Hz. Musa'nın ümmeti olan İsrail oğullarının Allah tarafından seçilmiş bir ümmet oluşu ve Hz. Muhammed'in ümmetinden önce yeryüzünde hilafeân onlara verilmiş olmasıdır. Diğer bir sebebi de, Muhammed'in ümmetine öncülük etmiş olmaları ve Kitab ümmetinden olarak onların hareket ve davranışlarından Muhammed ümmetinin çıkaracağı bir çok ders bulunmasidir. Başka bir sebep, bu insanların şehir ve kasabalarda yaşamış, çok ileri bir kültür ve medeniyet kurmuş olmalarıdır. Siyasî, sosyal ve iktisadî sistemleri ve toplumları, yapı, düzenleme ve görünüm olarak büyük bir gelişme göstermişti. Tabiat kanunlarının işleyişini ve Önemini kavrama ve anlama yolunda ilerleme kaydetmiş, aynı zamanda kendilerinden önce gelen toplumlara göre bu dünyaya ilişkin bilgileri bir hayli artmıştı.
Hz. Musa ile Firavun'un kıssası, önceki kıssalar gibi, insanlara şu gerçeği bildirmektedir: Allah'ın Dininden haberdar olan bir topluluk, onun icaplarını yerine getirmek zorundadır; yoksa, reddetmelerinin kötü akıbeti, onları beklemektedir. Allah tarafından geldiği apaçık olan âyetleri inkâr etmekten daha büyük haksızlık olamaz ve bunların sihirle meydana gelebileceğini hiçbir akıl sahibinin öne sürmesi mümkün değildir. Üstelik sihirbazların kendileri bu âyetlerin sihirle meydana gelemeyeceği gerçeğine şehadet ettikten sonra, artık bunları sihir diye reddetmek haksızlıktan başka birşey değildir. (The Meaning of îhe Qur'an, c. IV. sh. 58-59).
Hz. Musa'nın getirdiği Hakikatin bâtılı galebe çalmasıyla, sihirbazlar secdeye kapanıp şöyle dediler: "Âlemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine inandık!" (7: 120-122). Buna sinirlenen Firavun onları asıp kesmekle tehdit etti, fakat: "Onlar da: 'Doğrusu biz ancak Rabbimize döneriz. Rabbimizin âyetleri gelince onlara inanmamızdan ötürü bizden öç alıyorsun. Rabbimiz! Bize sabır ver ve canımızı müslim olarak al' dediler." (7:125-126).
Sihirbazların sözleri ve Hz. Musa'nın Rabbine imanıyla ilgili ifadeler, onların Allah'ın âyetlerinin önemini kavramış olduklarını açıkça göstermektedir. Sihirbazlar, Allah'ın Hakikatine ve O'nun insan ve dünya ile olan münasebetine dair doğru bilgilere sahip olmuşlardı. Bu hayatın gerçeğini kavramakla birlikte, Musa aleyhisselâma yardım edememişler, fakat getirdiği dini kabul edip, İman etmişlerdi.
Firavun onları acılı bir ölüm ile tehdit ettiği vakit verdikleri cevap çok manâlı ve düşündürücüdür: "Zararı yok, dediler, (nasıl olsa) biz Rabb'imize döneceğiz. Biz, inananların ilki olmamızdan ötürü Rabb'imizin, hatalarımızı bağışlayacağını umarız." (26: 50-51).
Sihirleriyle atalar dinini güçlendirmek ve güvenliğe erdirmek için çağrılan ve daha bir dakika önce mükâfat için Firavun'un önünde eğilen aynı sihirbazlar şimdi öylesine cesaretlenmiş ve ruhî asalet kazanmışlardı ki Firavun'un gücüne ve tehditlerine (7: 113-114) hiç aldırmıyor ve imanları uğrunda ölümü ve en ağır işkenceleri göze alabiliyorlardı. (The Meaning ofthe Qur'an, c. IV, sh. 64-65).
Sihirbazların Allah'a secde etmeleri hadisesi, bu yarışmayı seyretmeye gelen binlerce Mısırlı'mn önünde, Hz. Musa'nın yaptığı işin sihirle hiçbir ilgisi bulunmadığının, ancak her-şeye kadir olan Allah'ın kudretinin bir tezahürü olduğunun açık bir bildirişiydi. Mağlûp olduktan sonra, Firavun halâ inatla, bunun sihirbazların bir oyunu olduğunda ısrar ediyordu: "Doğrusu bu, halkı şehirden çıkarmak için düzdüğünüz bir hiledir." (7: 123). Tâhâ sûresinde, şöyle buyrulmaktadır: "Ben size izin vermeden mi O'na inandınız? Doğrusu size sihri öğreten büyüğünüz odur." (20: 71). Böylece, Firavun halkın sihirbazların, Hz. Musa'ya, gösterdiği mucizelerden ötürü değil, yarışmadan önce iktidarı ele geçirmek ve nimetlerinden beraber faydalanmak için anlaştıkları için yenildiklerine inanmalarını sağlamaya çalışıyordu... Fakat sihirbazların böylesine korkunç tehditler karşısında bile inançlarında sebat göstermeleri, Firavun'a karşı oyun oynadıkları suçlamasının asılsız olduğunu ispatlamaktadır. Bu hâdise ayrıca, Mısırlıların çoktanrılı inançlarını kendi gözleri önüne serip Hz. Musa'nın getirdiği Din'in Hak olduğunu ispat ederek halkın zihnine yerleştirdi.
Her peygamberin halkıyla ilgili tarihî hadiseleri naklettikten sonra Kur'ân, Allah'ın her rasûlünü gönderişinde görülen genel ve yaygın süreci açıklamaktadır: "Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, onun halkını, yalvarıp yakarsınlar diye, mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmişızdır. Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik getirdik de (İnsanlar) çoğaldılar ve: 'Atalarımıza da darlık ve sevinç dokunmuştu (onlar da üzüntülü ve sevinçli günler geçirmişlerdi)?' dediler ve hemen onları, hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın yakaladık." (7: 94-95).
Bu genel kaideye göre, "Ne vakit bir rasûl gönderilmişse, Allah o halkın kibrini kırmak, tevazuyla daveti kabule hazır bir hale getirmek için bir takım zorluklar ve felaketlerle etki eder. Bu sünnete uygun olarak, Allah, peygamberler gönderdiği kavimlere kıtlık ve hastalık göndermiş, onları çeşitli iktisadî dar-boğazlara sokmuş, savaşlarda yenilgilere ve buna benzer felaketlere uğratmıştır. Bütün bunlar, onların kibir ve gurularım kırmak, güç, kuvvet ve zenginliğe olan aşın güvenlerini ve bağlılıklarını sarsmak içindir. Bu onlara kendilerinin fevkinde, mukadderatlarını kontrol eden Yüce bir Kudretin olduğunu ikaz etmek içindir ki, bu sayede kalbleri, uyarıları alıcı hâle gelsin ve Rablerinin Önünde diz çöksünler. Fakat bu usûl eğer Hakkı anlamaya yöneltmede onlar üzerinde muvaffak olmazsa, bu sefer de, o insanlar bolluk ve refah ile şımartılır. İşte bu hâl artık onların sonunun başlangıcıdır. Kural olarak, sıkıntı ve felaketlere duçar olan bir topluluk, büyüyüp zenginleşmeye başladıklarında ise Rablerine minnet duymaktan kaçınırlar ve hatta eski günlerini sanki sıkıntılar hiç olmamış gibi unutup giderler. Sonra, içlerindeki sözde aydınlan hemen "bunda olağandışı birşey yok. Mukadderatın İyi ve kötü olayları hiçbir ahlakî değere bağlı olmadan meydana geldiğini tarih bize göstermektedir. Bu olaylar Allah'ın kontrolüne bağlı veya ahlâkî kanunlara uygun olarak ortaya çıkmamakta, aksine bütün bunlara, yani darlık, felaket veya refah ve bolluklara, 'tabiat' dediğimiz şey sebep olmaktadır. Bu yüzdendir ki, bizden Önce geçenlerin de darlık ve bollukları yaşamış ol-duklannı tarih bize göstermektedir. Dolayısıyla bu olaylardan hareketle, herhangi bir ahlâkî ders çıkarmak ve sadece Allah'ın huzurunda boyun eğmek ve tevazu göstermek aklî yönden bir zaafın işaretidir ve bu gibi tavırlar düşünme yetersizliğinin bir sonucudur" gibi kendilerince mantıkî gerekçeler ileri sürerek halklannı kandınrlar.
Rasulullah aynı durumu bir hadis-i şerif-yerinde şöyle belirtmiştir: "Bir mü'minin darlığı, tüm kirlerden annıp bu azaptan kurtulana kadar kendisini düzeltmesine yardım eder. Münafığın hali ise; sahibinin kendisini niçin bağladığını ve niçin çözdüğünü anlamayıp aval aval bakan merkebe benzemektedir. Eğer bir topluluk, musibet ve dertlere duçar olduğunda bile Allah'a yönelmiyorsa, ya da Allah rahmetini ve bereketini saçarken O'nu hatırlamıyor, ya da kendini ıslâh etmek için, hiç mi hiç gayret göstermiyorsa, onun fena akıbeti ve helâkî artık yakın ve kaçınılmazdır." (The Meaning ofthe Qur'an, c. IV, sh. 53-56).
Böylece Allah, insanları imtihan eder. Yollarını doğrultmaları, kendiliklerinden Hak Yol'a uymaları için onlara mühlet verir. Buna uyarlarsa insanlar sadece hayatlarında dengeyi kurup huzur içinde yaşamakla kalmaz, tabiatın imkânlarından âzâmî ölçüde faydalanıp, maddi refaha da ulaşırlar. Bir başka ifadeyle, insanlar eğer, Allah'ın Rasû-lüne itaat ederlerse, öte dünyanın olduğu kadar, bu dünyanın da nimetlerinden istifade edecek ve maddî, manevî zenginliğe sahip olacaklardır. İlk insan, Âdem aleyhisselâmın yaratılışından İtibaren, insanların doğru yolu bulmaları için Allah'ın rasûllerini göndermesinin sebebi, budur. Rasûller, insanların iç ve dış dünyalarını geliştirmeleri ve bunun sonucu olarak, kültür ve medeniyetlerini zenginleştirip daha yükseğe çıkarmalarım sağlamak için onlara engin bir ilim getirmişlerdir. Ne yazık ki, insanoğlu maddenin somut dünyasına söz geçirip sahip olduğu halde, ilahî Rehberliği anlayıp takip etmekte başarısız kaldığından, hayatında huzur ve sükûn duyamamaktadır.