saniyenur
Tue 7 August 2012, 11:50 am GMT +0200
Hz. Muhammed Ve Duyu Ötesi İdrak
Rahman sûresinin ayeti (55: 33) İnsanın kendisini duyuöteşi algı ve güçlerle donatması ve fâni madde, zaman ve mekân âlemini aşarak zaman, mekân ve ağırlık gibi smrrlamalannm Öneminin kalmadığı semavî âleme ulaşması için yeni boyutlar ve yeni bilgi ufukları getirmektedir. Bu yeni boyutlar ve ufuklar sayesinde insanoğlu semavî âlemde de günlük hayatında hissî idrak vasıtasıyla yapabildiği kadar serbestçe çalışmalarda bulunabilir.
insanoğlu kendisi ve yaratıcısı arasında varolan gerçek ilişkinin farkına vardığı ve O'nunla olan orijinal ilişkisini güçlendirme ve yenilemeye gayret ettiği zaman bu altıncı his kabiliyeti insanoğlunun imkânı dahiline girer ve onun fiilen ulaşabileceği bir duruma gelir. Yaratan her zaman hâzır ve nazırdır; kulunun her an, her yerde münacaatını beklemektedir ve O bu çağrıya cevap vermekte asla gecikmez. Yine, kendini başka başka meşguliyet ve zevklerle çok derinden oyalayarak O'nu unutan, O'nun emirlerine isyan eden ve hatta O'nun varlığını inkâr eden insandır. Ancak Allah onu daima geriye çağırmakta ve O'nunla olan irtibatını yenileyerek O'nun varlığım idrak etmenin huzurunu yaşamasını istemektedir. Kur'ân Allah'ın bu dileğinden şu şekilde bahsetmektedir: "Kullarım, sana benden sorar(lar)sa (söyle): Ben (onlara) yakınım. Bana dua edince dua edenin duasına karşılık veriririm. O halde onlar da bana karşılık versin (benim çağrıma uysun)lar, bana inansınlar ki, doğru yolu bulalar." (2: 186).
Bu mütevâzİ bir yaratığa Yaratıcısı ve âlemlerin Hâkimi olan Yüce Kudret tarafından yapılan açık bir davettir. Buna göre insanoğlu dilediği zaman O'na gidebilir, ve O'nu görebilir ve O'nunla konuşabilir, ihtiyaç ve isteklerini O'ndan serbestçe talep edebilir. Hatta bu dilekleri kelimelerle ifade etmek bile gerekmez, çünkü O kalplerin en gizli köşelerinde olanı bile bilir ve duyar. Aracılara, tavsiyecilere ve şefaatçilere de gerek yoktur. Çünkü, O, sana senden daha yakındır (50: 16), istendiği zaman ve yerde O'nunla temas kurulabilir. Ve hiç bir şey O'nun gücünün ötesinde değildir, çünkü, O, bütün kâinatın Mutlak Hâkimi ve Rabb'idir ve Kadir-i Mutlaktır, hüküm sahibidir. Dua edenin duasına icabet edendir.
Bundan dolayı, eğer dileklerin karşılanmasında bir gecikme varsa; bu, aptalca geçici ve kısa ömürlü olan güç ve serveti arzulayan insanın kabahatidir. Allah zâtına teslim olarak gelen ve öylesi bir dilekte bulunan herkese maddî ve manevî, her İki tip servet ve gücü bahşedebilir. Allah'ın hazinesinde hiçbir şeyin eksikliği yoktur ve her kim O'na gelirse bu hazineden ölçüsüz olarak nzıklandmlır (2: 212; 3: 37; 42: 19). Bundan dolayı bu "yakınlık" durumu insanın ulaşabileceği bir yerdedir, yeter ki insanoğlu Allah'ın Hakimiyetine inansın ve kendisini O'nun Hükümranlığının mütevazi bir kulu olarak kabul etsin. Şurası açıktır ki, devlete isyan edenlerin eline bir güç veya mevki verilemez; bu yerler yalnızca devlete muti, muhabbetli mensupları olarak sakin ve edeplice yaşayan imanlı, itaatkâr vatandaşlar için ayrılmıştır.
Bunun gibi, Allah ile olan bu yakın ilişki yalnızca Rab'lerine tam bir imanla O'nu bir gün göreceklerini ümit eden mütevazi kulların mükâfata kavuşmasına sebep olacaktır. Hz. Süleyman Sebe' melikesinin tahtını yanı başında görünce, Allah'a şükretti ve tevazuyla şöyle dedi: "Bu, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınayan Rabbimin lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, fakat nankörlük eden bilsin ki Rabbim müstağnidir, kerem sahibidir." (27: 40).
Eğer insanoğlu kibirli davranır ve nankörlük ederse, kaybeden yalnızca kendisi olur. Zira Allah'ın kimsenin şükrüne ihtiyacı yoktur. O'nun Rablİği ne insanların şükrüyle artar ve ne de nankörlüğü ile azalır. Rasûlullah bu hakikati şu sözlerle ifade etmiştir: "Allah buyuruyor ki: 'Ey kullarım, eğer bütün insanlar ve cinler, ezelden ebede, hep birlikte aranızdaki en iyi kişinin kalbi gibi temiz olsaydınız, bu yine de benim hükümdarlığımı artırmaz; ve ey kullarım, eğer bütün insanlar ve cinler, ezelden ebede, hep birlikte aranızdaki en günahkâr kişinin kalbi gibi olsaydınız, bu da benim hükümdarlığımda en ufak bir azalmaya neden olmazdı. Ey kullarım, sizin iyi amellerinizi sizin hayır hesabınıza yazarım ve sonra size onlar için tam bir mükâfaat veririm. Öyleyse, her kim iyi bir şey elde ederse Allah'a şükretsin ve her kim başka bir şey elde ederse, yalnızca kendini kötülesin." (Müslim).
Bu açıkça ortaya koymaktadır ki, insanoğlunun ilerlemesi ya da bozulmaya uğraması tamamen kendisinin Rabbi ile olan ilişkisine bağlıdır. İsterse Rabbİne yakınlaşabilir ve O'nun Yüce Varlığı katında en yüksek mevkiye ulaşabilir. Şayet O'ndan uzaklaşırsa bütün hayatım mahvedebilir ve bunun kötü sonuçlarına katlanmak zorunda kalabilir. Tâhâ sûresinde yer alan âyette bu hususta bir uyan vardır: "Ama kim beni anmaktan yüz çevirirse, onun için de dar bir geçim vardır. Kıyamet günü onu kör olarak hasreder (toplantı yerine getirir)iz." (20: 124).
İnsanın Allah'a yaklaşmak için gösterdiği her çabanın tamamen takdir edildiğine ve bolca mükafatlandınldığına şüphe yoktur: "Rabbiniz buyurdu ki: 'Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeğe tenezzül etmeyenler, aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir." (40: 60) ve Bakara sûresinde şunu görmekteyiz: "Öyle ise beni anın ki, ben de sızı anayım; bana şükredin, nankörlük etmeyin." (2: 152). Ve yine aynı sûrede şu ayeti görmekteyiz: "Kullarım, sana benden sorar(lar)-sa (söyle): Ben onlara yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. O halde onlar da bana karşılık versin (benim çağrıma uysun)lar, bana inansınlar ki, doğru yolu bulalar." (2: 186).
Kur'ân'm bu ayetleri Allah'ın, kullarına çok yakın olduğunu ve onların niyaz ve münacaatlarını daima dinlemeye hazır olduğunu açıkça göstermektedir, öylesine ki, O, kelimelerle ifade edilmeyen, ancak kişinin içinden geçirdiği dua ve dileklerini de duyar ve icabet eder. Öyleyse, kendisine daima çok yakın olan ve çağrılarını dinleyen ve cevap veren bir Rabb'e duada bulunmak insanın vazifesidir. Rasûlullah insanla Rabbi arasındaki bu ilişkiyi şöyle açıklamıştır: "Allah, bana bir karış yaklaşana bir arşın ve bir arşın yaklaşana da bir kulaç yaklaşırım. Bir kimse bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak gelirim' der." (Müslim). Diğer hadiste Hz. Muhammed Allah'ın şöyle dediğini ifade buyurmuştur: "Kulum nafile ibadetlerle bana yaklaşmaya çalışırsa, Ben onu severim ve Ben onu sevdiğim zaman Onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden bağışlanmak isterse, şüphesiz O'nu bağışlarım." (Buhari). Rasûlullah bir başka hadisinde ise: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, huzurumda bulunduğunuz hal üzere ve zikirde devam edebİlsey-diniz, yataklarınızda ve yollarınızda melekler sizinle musafaha ederlerdi." buyurmuştur. (Müslim).
Ayetler ve Hz. Peygamber'in hadisleri kişinin Rabbiyle ünsiyet kurmasının ve diyalogunun mümkün olduğu gerçeğini belirtmektedir. Bu diyalogun ve ünsiyetin gerçekleşmesinin şartı insanın Rabbine canı gönülden ve ıhlâs ile duada bulunması, nefsini -arzularını, hayallerini, ihtiyaçlarını, özlemlerini, sevgilerini ve korkularını tamamen O'na tâbi kuması ve Rabbinin Emrinde yolun sonuna kadar gitmeye tamamen hazır olmasıdır. Daha sonra insan kendi nefsinin arzu ve Özlemlerini dikkate almadığı, yalnızca Rabbinin Emir ve arzularını yapıp söylediği bir safhaya erişir. Bu noktada, onun kelâmı Allah'ın Kelâmı haline gelir ve onun fiilleri Allah'ın Fiilleri haline gelir; zaman, mekân ve ağırlık önemini kaybeder. Hz. Peygamber'in Bedir Savaşında düşmanlarına ufak taşlar fırlatması buna bir örnektir ve Kur'ân'da şöyle tanımlanmaktadır: "...attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı..." (8: 17).
Kur'ân'ın bu âyeti, gerçekte, bedenin ve aklın Mutlak Otorite ve onun gerektirdikleri karşısında tam teslim oluş durumunu ifade etmektedir. Hz. Peygamber'in düşmanlarına taş atması tamamen Allah'ın Emri'ne uymaktan ibaretti ve bunu yaparken hiç bir şahsî saiki veya kendi fizikî varlığını bile idrak etmiyordu. Bu yüzden Allah bu fiili kendi üzerine almıştır. Gerçekte, Allah'ın sâdık her kulunun fiili O'nun Emrine itaat veya O'nun Rızasını kazanmak gayesiyle yapılmışsa bu fiil bizzat Allah'a İzafe edilebilir. Bu durumda, fiilin ilk işleyicisi (faili) önemsiz ve ikinci bir konuma geçer. Çünkü fiil bizzat Allah için yapılmıştır ve bu fiilin işlenmesini ve sonuçlarını Allah bizatihi kendisine izafe etmektedir. Bu, aynen, bir devlet memurunun görevi sırasında bütün fiillerinin devlet tarafından, devletin kendi işlediği fiillermiş gibi desteklenmesine ve savunulmasına benzemektedir.
Bu memurun işine karışılması ya da ona muhalefet edilmesi durumunda devletin bütün güç ve otoritesi memuruna destek vermek için harekete geçer. Buna benzer olarak, yalnızca Allah rızası için, Allah adına çalışan bir kul, bir vazife olarak yapmakta olduğu bu işler için Allah'tan yardım ve destek alır. Böylece, müminlerin bu fiilleri zaman, mekân ve ağırlık gibi engelleri aşarak ölçüsüz yüceliklere ulaşır.
Hz. Muhammed'in miracı da bu tür fiillere bir misaldir. Kur'ân bu hadiseyi şöyle anlatmaktadır: "Eksiklikten uzaktır O (Allah) ki geceleyin kulunu Mescid-i Haram'dan çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüttü..." (17: 1). Hz. Muhammed'in gecenin çok az bir kısmında Kudüs'e yolculuk yapması ve oradan göğe yükselmesi klasik zaman ve mekân kavramlarına darbe vurmaktadır. Bu örnekteki önemli nokta Hz. Peygamber tarafından gerçekleştirilen bu yolculuk, kulunu bir gece yolculuğuyla önce Kudüs'e sonra da göğe alan Yaratıcının kendi dileği ile gerçekleşmiştir. Bu yüzden, bu olayın gerçekleşebileceğini idrak konusunda herhangi bir güçlük ya da şüphe sözkonusu olamaz. Âlemlerin Rabbi ve Hakimi ve bütün fizikî kanunların koyucu Gücü olan Yüce Allah kullarına bir belge olması için bu kanunları geçici olarak askıya alabilir. Ayrıca O'nun yalnızca "Ol" demesiyle herşey olur. Allah, Hz. Peygamber 'in bir gece yolculuğuyla göğe çıkmasını dilemiştir ve bu gerçekleşmiştir.
Zaman ve mekân sınırlamaları insanın yeryüzünde hareket imkânını daraltır. Çünkü fizikî çevre ve tabiat kanunları zaman ve mekândan; bağımsız herhangi bir harekete izin verme Bu kısıtlı özel çevre insanoğlunun zaman ve mekân engellerini aşarak serbestçe dolaşmasına mânidir. Ancak, bu engelleri Yaratan Allah bir kimsenin bu sınırların ötesine yolculuk etmesini dilerse mesele yoktur. Hz. Peygamber'in Mekke'den Kudüs'e ve oradan göğe alındığı gece yolculuğu bu tarz bir tecrübedir. Bu yolculukta bütün maddî perdeli kaldırılmış; Hz. Muhammed Yaratıcı'n Âleminin Görünmez Hakikatlerini çıplak gözleriyle görmüştür. Bütün bu olay Allah' emri ve dilemesi dahilinde gerçekleşmiştir.
Kur'ân'da yaratıcının kullarına âyetleri] (belgelerini) ve Merhametini göstermek için fizikî kanunların işleyişini askıya aldığına dair pekçok örnek vardır. Meselâ, Hz. İbrahim Babil Kralı'nın emriyle ateşe atılmıştı ama ateşe yaratıcısı tarafından İbrahim'e serin olması söylenmiştir ve o, ateşten sağsalim kurtulmuştur. Daha sonra Bakara sûresinde ölümden sonraki hayat hakkında şüphesi bıulunan kişiden şöyle sözedilmektedir: "Yahut şu kimse gibisini görmedin mi ki, duvarla çatıları üst üste yığılmış ıssız bir kasabaya uğramıştı. 'Allah bunu böyle öldükten sonra nasıl diriltecek?' demişti. Allah da kendisini yüz sene öldürüp sonra diriltti. 'Ne kadar kaldım?' dedi. 'Bir gün kadar ya da bir günün birazı kadar kaldım' dedi. 'Hayır' dedi yüzyıl kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, bozulmamış. Eşeğine bak, seni insanlar için bir İbret kılalım diye (bunları böyle yaptık). Kemiklere bak, nasıl onları birbiri üstüne koyuyor, sonra onlara et giydiriyoruz!' Bu işli ona açıkça belli olunca: 'Allah'ın herşeye kadir olduğunu biliyorum' dedi." (2: 259).
Diğer bir ifadeyle, bir insan bütün kâinatın içindeki herşeyin Allah'a ait olduğunu O'nun tarafından yaratıldığını idrak ederse O'nun kâinatta geçerli kanunları değiştirme ayarlama, altüst etme, askıya alma ve hat tamamen yeni dünyalar ve âlemler yaratır kudretine sahip olduğuna ikna olur. Bu şu anlama gelir: Her ne kadar insanoğlu için çok büyük ve ulaşılamaz gözükse de hayat ve Ölüm, zaman ve mekân kanunlarının işleyişinde ufak ve önemsiz değişiklikler yapmak Yaratan'ın katında çok basit şeylerdir. Bundan dolayı Allah'ın emri ve dilemesiyle böyle değişiklikler gerçekleşirse bunların doğruluğuna dair en ufak bir şüpheye kapılmamalıdır.
Ve yine Ashab-ı Kehf'in olayından da Kur'ân-ı Kerim'de bahsedilmektedir. Onlar üçyüzyıl uyutulduktan sonra Allah'ın dilemesi ile uyanmışlardır: "Yine böyle onları dirilttik kİ, kendi aralarında sorsunlar: İçlerinden biri 'ne kadar kaldınız?' dedi. 'Bir gün ya da bir günün parçası kadar kaldık?' dediler..." (18: 19) Burada yine, Allah gelecek nesillere koyduğu kanunları dilediği gibi ve arzu ettiği tarzda değiştirebileceğini göstermeyi muvafık bulmuştur.
Peygamberler tarihinde, Allah'ın kullarından bazılarına, halkı mucizeler yoluyla O'nun âyetlerini (belgelerini) gösterme ve kendi vazifelerinin hakikatine halkı ikna etmek için, yetki verdiğine dair pek çok örnek görmekteyiz. Samimi ve hakikat aşığı insanlar bu mucizelerden etkilenmekte ve onların Rableri tarafından olduğuna inanmakta idiler, ancak insanların çoğunluğu Hakikati göremeyerek inkâr yoluna sapmışlardır. Hz. Musa aley-hisselâm (17: 101) ve Hz. İsa aleyhisselâm (5: 113) Allah'ın emriyle pek çok mucizeler gerçekleştirmişlerdir. Bu iki yüce Peygamber tarafından Peygamberliklerinin belgesi olarak Allah'ın emri ve dilemesiyle pek çok olağanüstü hadiseler gerçekleştirilmiştir. Pek çok şeyin işleyişinde geçerli fizik kanunlarını, Rableri, bu peygamberlerin halklarını mucizelerle etkileyebilmeleri için askıya almıştır.
Bütün bu tartışma, geçmişteki insanların Peygamberleri tarafından meydana getirilen pek Çok olağanüstü olaylara şahitlik ettikleri gerçeğini izah için yapılmıştır.
Bu olayların en bariz örnekleri ise, Musa aleyhisselâm, Firavundun sarayına gönderildiği zaman; Hz. Süleyman döneminde Sebe melikesinin tahtı Kitab'ın bilgisine sahip bir kişi tarafından "göz açıp kapama" süresi içinde Süleyman'ın sarayına getirildiği zaman; ve Hz. İsa, Allah'ın Emriyle ölüleri dirilttiği, körleri görür hale getirdiği ve cüz-zamlıları tamamen şifaya kavuşturduğu zaman gözlenmiştir. Daha Önce de bahsedildiği üzere, bu olayların gerçek ve yalın açıklaması, bütün hayat sistemimizin dünyamızın ve kanunların Allah tarafından yaratıldığı ve kontrol edildiğidir. Ve O'nun bu kanunlan ve işleyişlerini dilediği gibi ve dilediği zaman müddeti için askıya alma ya da ayarlama yapmaya Kudreti vardır. Kullarından herhangi birinin diğer İnsanlara belgeler (âyetler) göstermesini dilediği anda da bu kudretini kullanabilir. Mucize olarak adlandırılan bu olaylar, peygamberler ve Allah'ın diğer kullan vasıtasıyla ortaya konulurlar ve Yaratıcının fizik kanunları geçici olarak askıya aldığının örnekleridirler ve bundan başka bir şey de değildirler.
Hâlen mevcut olan bilgilerimiz ve dahilî tecrübeİerimiz çerçevesinde bu olayları akılcı ve bilimsel şekilde açıklayabilmemiz çok güçtür. Ancak konuyu biraz genişletmek samimi insanların kafasında bulunan bazı soru ve şüpheleri temizlemede yardımcı olabilir. İnsanın yalnızca madde olmadığına ve madde ile ruhun bir bileşimi olduğuna şüphe yoktur. Bu yüzden, insanın fıtratını, yetenek derecesini ve kâinataki değişik şeyleri ve olayları kavrama ve yönlendirme gücünü gerçek ve tam olarak anlayabilmek için insanın bu her iki yönünü de araştırmamız gereklidir.
Uzay mühendisliği ve bilgisayar programcılığındaki son teknolojik gelişmeler 'fizik kanunlarla sınırlı' insanın kontrol sahasını uzayın milyonlarca mil ötesindeki nesnelere kadar uzatma kapasitesine sahip olduğunu göstermiştir. Bu yöndeki ilerleme korkunç bir hızla devam etmekte, bu eğilimin insanı nihai olarak nereye ulaştıracağı tahmin edilememektedir. Ulaştığı dünya nasıl bir dünya olacaktır? Uzayın nerelerine kadar gidebilecektir? Ruhî potansiyeline göre şüphesiz çok sınırlı olan "cismanî" güç ve kapasitesi yine de pek çok şeyi gerçekleştirme imkânını sağlamaktadır.
Her ne kadar halen modern bilimciler tarafından idrak edilemese de "ruh dünyası" bedenî gücüne nazaran sınırsız yeteneklere sahiptir. Ruh kendisini insanoğlunun "fizikî ikametinden kurtarabilir; zaman, mesafe ve ağırlığın sınırlamaları ile kısıtlanmadan dilediği zaman uzayda yolculuk yapabilir; ancak, bunun için "ikamet eden" insanın bedenen de yaratana itaat eden sâdık bir kul olması ve O'nunla yakın ilişkiyi geliştirmesi şarttır. Bu mutlaka olması gereken bir şarttır, aksi takdirde, ruh hakiki kemale ve yüceliğe eremez. Bu sadakat olmaksızın da ruh bazı geçici tabiatüstü güçleri kullanıp duyu-ötesi olaylar gerçekleştirebilir ve bazı câhil kimseleri etkileyebilir. Ne var ki bunların hiç kimseye gerçek bir faydası yoktur. Bu olaylar padişaha başkaldırmış ve hayatını kurtarmak için kaçmakta olan hanedan mensubunun durumuna benzemektedir. Bu kişi, eski mevki ve serv tine dayanarak, İsyanından haberi olinayi kimselere bazen faydalı olabilir. Ancak yardımlar müşahhas, kalıcı ve faydalı bir şekilde olamaz. Diğer yandan hizmet ve itaa sayesinde hükmeden otorite ile ilişkilerini d; ha da geliştiren hanedanın sâdık bir mensut ise dostlarına elle tutulur ve kalıcı yardımlı temin edebilecektir.
Bu, Allah'ın muti ve sâdık bir kulunun ruhi nun Yaratan'ın Yardım ve Rahmeti ile ne ki dar çok güç ve kontrol elde edebileceğini göstermek için yapılan kaba bir kıyaslamadır. Ruhun gücünün mahiyeti ve kapsamı güni müzdeki analitik bilimin tarif kabiliyetini açıkça çok ötesinde, tamamen yeni boyutla ihtiva etmektedir. Ancak, bir şey kesindi bildiğimiz gibi, onun fiil, gözlemleme, seyj hat ve diğer nesneler ve olaylar üzerind kontrol veya nüfuz sahibi olma güç ve kapz sitesi zaman, mekân ve ağırlık sınırlan ile bi ğımlı değildir. Onun bizim idrakimizi aşa kendi kanun ve kuralları ile işleyen kendin has dünyası vardır. Muhammed Esed'e göre Modern psişik (ruha ilişkin bilim) araştırma lar, daha emekleme döneminde olmaların rağmen, her ruhî tecrübenin (yani vücudu: bilinen organlarından herhangi birinin rolü nün olmadığı tecrübeler) muhakkak, sadec 'zihn'in sübjektif bir tezahürü olması- bu te rim her neye karşılık geliyorsa- gerekmediğini bariz şekilde ispatlamıştır; hatta bu tecrü belerin bazı Özel şartlar altında insanın fİzyolojik organizması vasıtasıyla edinebileceği tecrübelerden, kelimenin objektif anlamında daha az gerçek veya 'somut' olmayabileceğini de ispatlamışlardır. Bizler henüz böyle isstisnai ruhî faaliyetlerin mahiyetiyle ilgili pek az bilgi sahibi olduğumuzdan onların tabiat hakkında kesin sonuçlara ulaşmamız hemen hemen imkânsızdır. Buna rağmen, modern psikologların bazı gözlemleri bütün inançlar: mensup mistik kişiler tarafından çok eski zamanlardan beri iddia edilen- canlı bedenden ruhun geçici bir süre "bağımsız" kalma olayının ihtimal dahilinde olduğunu tasdik etmişlerdir. Böyle bir geçici bağımsızlık durumunda, ruh zaman ve mekânda serbestçe dolaşma kabiliyetine sahip olmakta ve diğer zamanlarda kesin ayrıma tâbi tutulmuş hakikat envaına ait tesadüf ve hadiselerin içyüzünü kavramakta ve bunlara sembolik algılama boyutunda büyük bir yoğunluk, berraklık ve idrakle yaklaşmaktadır." (Muhammed Esed, The Message ofthe Qur'an, Ek IV).
Bu yüzden, insanoğlunun bilgi seviyesi henüz ruhun gerçek mahiyetini ve kapsamını anlayamamış olmakla birlikte, ruhun zaman ve mekândan bağımsız hareketi ve insanın zaman ve mekânda belli bir ağırlığı gibi konulardaki güçlükleri aşması ihtimal dahilindedir. Ayrıca ruh, olayları ve eşyayı ve onların oluş ve hareketlerini bizim zaman ve mekân kavramlarımıza bağlı kalmaksızın etkileyebilir. İnsanlığın uzayda başardığı teşebbüslerin ve kabiliyetinin gözönünde bulundurulması halinde ruhumuzun bizim fizikî sınırlamalarımızdan serbest bir halde çok daha büyük güçlere ve faaliyet sahasına sahip olabileceğine inanmamak için hiçbir mantıkî temel yoktur. Bu, tarihdeki büyük şahsiyete sahip, dürüst yüzlerce, binlerce insanın tecrübeleriyle de desteklenmektedir. Yalnızca dar görüşlü materyalist bilim adanılan bunu kavrayamadıkları için, bu gerçekler reddedilemez. Onların anlayamadığı pek çok şey olmasına rağmen bunların faydasını kabul edip onlardan faydalanmaktadırlar. Manyetizmanın ne olduğunu açıklayabiliyorlar mı? Diğer nesneleri kendine doğru nasıl çekmektedir? Elektrik nedir? Nereden gelmektedir? Işık nedir? Eter nedir? Nereden ve nasıl gelmiştir? Bu ve benzeri pek çok soru cevapsız durmaktadır. Ancak hiç kimse bunların varlığını inkâr etmemektedir. Yalnızca ruhun ne olduğunu, onun tabiatım ve faaliyet sahasını anlayamadıkları için varlığını inkâr etmeleri mantıklı bir tavır değildir.
Ancak, madde dünyasının yanında bir ruh dünyasının da varolduğu günümüzde pekçok bilim adamı tarafından artan şekilde idrak edilmektedir. Telepati, parapsikoloji, pisişizm ve duyuötesi algılama bilimlerinde gerçekleştirilen son deneyler insanoğlunun eşya ve olayları etkileme, zaman ve mekân sınırlamalarının Ötesine yolculuk yapma yönündeki ruhî yetenekleri hakkında pek çok hakikati ortaya çıkarmıştır.
Bu konu hakkında giderek daha da fazla delil toplanmakta ve üretilmektedir. Bu deliller insan şahsiyetinin bir bütün olarak oluşma ve gelişmesine ve ruh ile bedeni uzlaştırma işine büyük katkı sağlamaktadır.
Kur'ân, insan şahsiyetinde beden ve ruhu uzlaştırma şeklindeki büyük gerçeğe işaret etmekte ve insanlığın kendisini bu bütünlük İçinde eğitmesini, oluşturmasını ve geliştirmesini tavsiye buyurmaktadır. Bu suretle insanoğluna, kültür ve medeniyetini manen ve madden zenginleştirebileceğinİ söylemektedir. Bu ona yalnızca bütün sosyal, siyasî ve iktisadî müesseselerini sağlıklı çizgilerde geliştirmek için gerçek fırsatlar temin etmekle kalmayacak, ayrıca hayatında istikrar ve güveni de sağlamış olacaktır. Ruhu, bütün organlarıyla tam ve verimli olarak, aralarında herhangi bir sürtüşme ve çelişki olmaksızın fonksiyon görecektir. Sağlıklı ve salim hatlar üzerinde gelişmesine devam edecektir. Bütün bunlar ferdî ve kollektif seviyede insan şahsiyetinin bir bütün olarak gelişmesinin sonuçlan olacaktır.
İnsan şahsiyetinin bütünlüğünün (birliğinin) ruhî yönlerden olduğu kadar maddî yönlerden de müteşekkil olduğunu vurgulaması Hz. Muhammed'in İnsanoğlunun bilgi dağarcığına yaptığı en büyük katkılardan biridir. Rasûlullah, insan fiilleri veya faaliyetlerinin maddî ve manevî diye bir ayrımı olmadığını vurgulamıştır. İnsanoğlu tek bir şahsiyettir ve onun bütün faaliyetleri niyet ve inançları tarafından belirlenir. Eğer insanoğlu Allah'a iman eder ve herşeyi yalnızca O'nun rızasını kazanmak için O'nun emirlerine uygun olarak yaparsa, bütün hareketleri birer fazilet, takva ve iyilik fiili haline gelecektir. İster ticarî sahayla meşgul olsun, isterse hayatın diğer sahalarında faaliyet göstersin veya hanımıyla muhabbette bulunuyor olsun, bütün hareketleri Allah katında iyi ameller olarak kabul görecektir (Müslim).
Dr. Muhammed İkbal, Rasûlullah'in tebliğinin bu yönünü şöyle izah etmektedir: "İslâm'da, ideal ve gerçek uzlaştınlamaz iki zıt güç değildir. İdeal hayat, hayatın organik bütünlüğünü acı verici zıtlıklara parçalama eğiliminde olan gerçekle arasında tam bir gedik açmaksızın, idealin gerçeği nihai planda özümlemek ve dönüştürüp onun bütün varlığını aydınlatmak gibi bir görüş ışığında elde etmek gayesine matuf ezelî gayretini içerir...İslâm da, Hıristiyanlık gibi, insanın ruhî benliğinin tasdiklenmesini talep etmektedir; şu farkla ki, idealin gerçekle temasını tanıyan İslâm madde dünyasına 'evet' der ve madde dünyasına hükmetme yolunu, hayatın gerçekçi bir şekilde düzenlenmesinin temelini keşfetmeye yönelik olması kaydıyla, işaret eder. (44: 38-39; 3: 190-191; 29: 20)." Dr. İkbal'e göre: "Gerçeğe hayat veren ve besleyen idealin esrarengiz hakikatidir. Biz ideali ancak gerçek sayesinde keşfedebilir ve gerçekleştirebiliriz." (The Reconstruction of Reiigions Thought in islam, Bölüm I).
İslâm Peygamber'inin bu yüce tebliğinin bir diğer yönü ise madde ve ruh dünyasının her ikisinin de Önemli olduğunu vurgulamasıdır. Kişi bunların birini görmezlikten gelirse gerçek ve hakiki ilerlemeye ulaşamaz. Bir kimse madde dünyasını gözardı edemez. Çünkü bu dünya kişinin âhiretteki akibetini belirleyecek olan tarlasıdır. Kişi âhireti de gözardı edemez, çünkü nihai başarı kişinin âhirette ulaşacağı başarıdır; maddî menfaatler nihayette geçicidir ve hiçbir akıllı insan geçici bir fayda için ebedî saadetini kaybetmek istemez.
Böylece İslâm, hayat felsefesi içinde ruha gerçek yerini vermiştir, ki bu sayede insanlar kişiliklerini bütünlüğü içinde geliştirmeye gayret etsinler ve fertlerin ve kurumların gelişme ve faaliyetleri arasında tam bir denge durumu muhafaza edilsin. İnsanın bedeni ile birlikte ruhunun da varlığını ve gücünü tanıyarak İslâm bir boşluğu doldurmuştur ve insan şahsiyetinin bu dünyadaki ve âhiretteki fonksiyonları için tam olarak geliştirilmesinde ruhun önemini belirtmiştir.
'Ruh' konusu hayli nâzik ve anlaşılması güç olduğundan Kur'ân-ı Kerîm sorulara cevap olarak sadece şunu ifade etmiştir: "...De ki: Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir." (17: 85). Ruh meselesi insan idrakinin üstünde olduğu için, Kur'ân bu nokta üzerinde önemle durmamaktadır ve yalnızca ruhun Allah'ın Emriyle varolduğunu beyanla her ferdi, ruhu, kendi anlayış ve zekâ seviyesine göre idrak etmekle başbaşa bırakmaktadır. Lâkin, insanın bedeninden başka bir şeyin daha varlığını tanır ve bunun etki ve hareket gücünün, daha fazla değilse bile, en az diğeri kadar Önemli olduğunu kabul eder. Bu nedenle, tıpkı beden söz konusuymuş gibi ruhun da eğitimine, beslenmesine ve gelişmesine uygun özen gösterilmesi gereklidir; ki, böylece, insan şahsiyeti ve beşerî müesseseler gelişebilsin ve ahenk içinde çalışabilsin ve insan kültür ve medeniyetine en sağlıklı ve kapsayıcı tarzda zenginlik, iyilik ve mükemmellik eklesin.
Kur'ân, insanoğlundaki duyu ötesi algılama kavramına yeni boyutlar da eklemiş ve bu konuyu dikkatle ele almıştır. Yukarıda açıklandığı gibi, Bedir Savaşı'nda taş atılması olayı (8: 17) ve Hz. Peygamber'in Kudüs'e gece yolculuğu yapıp oradan göğe yükselişi (17: 1) insanın dahilî tecrübelerine yeni boyutlar katar. Kur'ân'da bahsi geçen bu ve benzeri diğer olaylar insan ruhunun zaman ve mekân düzleminde hareket etme konusundaki geniş ve sınırsız yetenek ve potansiyeline işaret etmektedir. Rasûlullah 'in bu duyuötesi faaliyet ve etkileri tıpkı diğer fizyolojik olaylarda olduğu gibi bedeniyle ve tam şuurlu bir şekilde tecrübe etmiş olması, böyle tecrübelerin kendi ruhlarının ulaşabileceği bir saha içinde olduğunun göstergesidir. Eğer bir kimse ruhunu, bütün ruhların Mutlak Kaynağı (Yaratan) ile olan ilişkilerini inşa etme yoluyla yüksek mükemmellik derecesine ulaştıracak şekilde besleyip, geliştirebilirse, dahilî tecrübelerinin vecde getirici hallerini yaşaması kuvvetle muhtemeldir. Ruhunun bedeninden ayrılarak muhtelif ruhî mükemmellik durumlarına doğru yolculuk ettiğini görme fırsatına sahip olabilir; zaman ve mekân içerisinde seyahat etme ve bu sınırlamaların ötesinde birşeyler yapma veya olayları görme durumunu yaşayabilir. Bütün bunlar gayet mümkün ve insan ruhunun erişebileceği mesafededir.
Nasıl ki, insan vücudu sürekli ve düzenli egzersizlerle geliştirildiğinde mükemmel ve kaslı bir şekle dönüşebiliyor ve hatta dünyanın en güzel vücudu olabiliyor ve insanlarca Mümkün olan en üst seviyede bedenî cesarete ulaşabiliyorsa, yine bunun gibi, insan ruhunun zaman ve mekândan bağımsız yolculuk edebilecek ve dilediği herşeyi yapabilecek güç ve kapasiteyi elde edebilmesi ihtimali de ruhî beslenme ve gelişmeye verilen önemle orantılı olarak artar. Ruh âleminin işleyişi ve fonksiyonlarının tabiatı bizim hissî algılarımızın üstünde de olsa, bu ruhun varolmadığına ya da mümkün olmadığına delil teşkil etmez. Yukarıda açıklandığı gibi, insanlık tarihi peygamberlerin, âlimlerin ve muttaki insanların bizzat yaşadıkları bu dahilî tecrübelerle ilgili bir bilgi deposu sunar, ve geçmişteki bu insanların geçirdiği bütün bu tecrübeleri inkâr etmek için mantıklı ve akılcı hiçbir temel yoktur.
Bu tartışma göstermektedir ki, insanın İki dünyası vardır: Bedenin temsil ettiği fizikî âlem, ve zihin tarafından temsil edilen ruhî âlem. İkincisi duyu algılamasından gizli görünmeyen âlemdir. İlki boyutlu iken, ikincisi boyutlar-üstüdür. Batınî olarak insan görünmeyen dünyaya yani ruha aittir; zahirî olarak ise görünen dünyaya, yani bedenen bu dünyaya aittir; ancak bilinci vasıtasıyla bu dünyaların her ikisine de aittir. Eğer bir insan kendi iç dünyasına bakarsa, daha yüksek bilinç seviyelerine ve ruhî değerler hakkında daha derin bir anlayışa ulaşır. Diğer yandan, eğer kendisini maddenin dış dünyasına adarsa, yüksek ruhî değerlerden görünen dünyanın daha süflî değerlerine doğru gitme eğilimi gösterir.
İslâm Peygamberi bize her iki dünyayı da üst seviyede idame ettirecek ve maddî ve manevî âlemlerin zevklerinden faydalanabilecek bir reçete vermiştir: "Rabbimiz! Bize dünyada iyiyi, ahirette de iyiyi ver..." (2: 201). Gerçek mümin madde dünyasının içinde yaşar, maişetini temin için onun içinde çalışır ve bütün maddî ihtiyaçlarını tatmin eder. Fakat, aynı zamanda, ruhî dünya ile ilişkisini de muhafaza eder ve daima bu ilişkiyi güçlendirmeye çalışır.
Mümin'in ibadetle meşgul olması onun boyutlar üstü ruhî dünyayı algılama kabiliyetini geliştirir ve keskinleştirir ve böylece mümin daha önce tahayyül edemediği şeyleri daha yüksek bir bilinç seviyesinde algılar ve idrak eder. Ruhî ve maddî dünyalar arasındaki bu dengeli ilişkinin Hz. Peygamber'in şeriat kanunları göz önünde bulundurulmaksızın tam olarak sağlanamayacağına burada işaret edilmelidir.
Bu araç olduğu kadar amaçtır da. İnsan ile Allah arasındaki bağın kurulmasını ve sürdürülmesini sağlar. Eğer Peygamber 'in şeriatına itaat konusunda herhangi bir gevşeklik olursa, ruhî ve maddî dünya arasındaki bu dengeli işbirliği kaybolacaktır. Bu, ona jeneratöre bağlı bir elektrik kablosu gibidir. Kablonun ana güç kaynağından ilişkisi kesildiği anda ışık kaybolur ve karanlık geri döner. Bu kablo Hz. Peygamber'in şeriatı dır.
Bir kez ilişki bu yolla güçlü ve somut bir temel üzerine inşa edilince, ruhun zaman ve mekân içinde yolculuk etme güç ve kapasitesi sınırsız şekilde artar. Fizik, insan radyo teleskop kullanımı, uzay mühendisliği ve kom-püterizasyon sayesinde milyonlarca mil uzaklıktaki uzay derinliklerine ulaşabiliyor ve cisimleri sabit yörüngelere oturtabiliyorsa, kişi, daha büyük kabiliyetlere, çabukluğa ve çevikliğe sahip olan ruhun benzer hareketleri insan hayalinin idrak ve algılamasının ötesindeki uzayın derinliklerinde yapabileceğini, rahatlıkla tahmin edebilir.
Yukarıda mealleri verilen Kur'ân ayetleri, insanın duyu-ötesi algılamasının fonksiyonla-rmdaki enginlik yönünü açıkça belirtmektedir. Bu sayede insan zaman ve mekân dünyasını geleneksel sınırlı kavramlarını alt üst eder. Kur'ân, gerçekte, insanın iç ve dış tecrübeleri için yeni ufuklar açar. Rahman sûresinin daha önce açıklanan (55: 33) âyetinde insanın kâinattaki sınırsız ilerleme ve teşebbüslerine işaret edilmektedir. Bakara sûresinin aşağıdaki ayeti diğer şeyler yanında insanın dahilî tecrübesine kâinatın boyutluluğunun ötesinde ve Allah'ın Katında yeni dünyalar açar. "... Biz Allah içiniz ve elbette O'na döneceğiz..." (2: 156).
Ruhun bu dahilî tecrübeleri içinde maddî ve kâinata ait sınırlama ve engeller tıpkı doğan güneşin ısısıyla kaybolun sis gibi kaybolur gider. Bu tecrübelerle, insan ruhu taş, çelik, ateş veya ne olursa olsun bütün engelleri aşar. Muhammed İkbal'in sözleriyle: "İnsan ruhu tarafından mekâna ait düzlemde ulaşılan hürriyetin en yüksek noktası özgün esası itibariyle ne atalettedir ve ne de harekettedir. Bunun için, uzayın sonlu değişkenliklerinden geçerek bütün boyutlardan bağımsız ve bütün sonlulukların karşılaşma noktası olan Kutsal Mekâna ulaşırız." (The Reconstruction of Religious Thought in islam, Bölüm. VI).
Hz. Peygamber'in Kutsal Mekâna Miraçla ulaştığı anlaşılmaktadır. Bu olay Necm sûresinde, şöyle anlatılmaktadır: "Onu müthiş kuvvetleri olan biri öğretti; üstün akla sahip {olan melek). Doğruldu (gerçek meleklik şeklinde göründü): Kendisi yüksek ufukta iken. Sonra yere yaklaştı, (yere doğru) sarktı. Onunla arasındaki mesafe, iki yay kadar, yahut daha az kaldı. (Allah'ın) kuluna vahyettiğini vahyetti. Onun (gözüyle) gördüğünü gönül yalanlamadı (çünkü onu, hem baş gözüyle, hem de gönül gözüyle görmüştü)." (53: 5-11).
Bu âyetler Hz. Peygamber'in insan idrakinin Ötesinde kalan pek çok manevî hakikati duyu ötesi olarak tecrübe edip, gözlemleyişini anlatmaktadır. Bu tecrübe ve gözlemlerin mahiyetini ve boyutlarını sıradan insanlarca anlaşılabilir kılacak ve sıradan kelimelerle kesin olarak tanımayıp anlatabilecek hiçbir lisan yoktur.
Hz. Peygamber aynı şeyi bir diğer olayda daha tecrübe etmiştir. Bu olay da Necm fcâresmdeşöyle anlatılmıştır: "Andolsun, onu bir kez daha inerken görmüştü. Orada meva cenneti vardır. Sidretü'l-Müntehâ'da. Ki barınılacak cennet, onun yanındadır. Sidre'yi kaplayan kaplamıştı (onu kaplayan şeyin içyüzünü akıllar anlayamaz). (Muhammed'in) göz(ü) şaşmadı ve sınırı aşmadı. Andolsun, Rabb'inin âyetlerinden en büyüğünü gördü." (53: 13-18). Bu Rasûlullah'in Allah'ın Emriyle yalnızca mahlûkatın Rabbi tarafından bilinen mesafe ve zamanlara yaptığı yolculukla ilgili bir diğer tecrübesidir; Hz. Muhammed daha önce hiçbir İnsanın yaşamadığı hâdise, vaziyet ve hâlleri tecrübe etmiştir.
İnsanoğlunun maddî âlemin çerçevesi içinde mümkün olan kadarıyla zaman ve mekân sınırlarında mesafeler katedebilmesi ve pek uzak hayal gibi görülen şeyleri gerçekleştirebilmesi istisna olsa da, bir nevi dahilî tecrübedir. Ancak, böyle hâl ve hâdiseler duyuötesi idrak yeteneğine sahip pek çok insan tarafından yaşanmıştır ve tekrar yaşanması da mümkündür.
Bu bölüm Kenan Dönmez tarafından çevrilmiştir.