reyyan
Mon 1 November 2010, 02:42 pm GMT +0200
Hüvelbâkî
Ahmet Taşgetiren
Bakî olan Allah'tır.
Mezar taşlarında böyle yazar.
İnsan ölümü idrak eder, öldüğünde...
Keşke ölmeden önce idrak etsek ölümü... Mezar taşlarını ölmeden önce okusak ve ölüm sonrasına hazırlansak...
İlâhî kitaplar, Peygamberler, insanın ölümlü olduğunu hatırlatırlar sürekli. "Her nefs ölümü tadacaktır." buyurulur Kur'an'da...
Ölüm idraki, hayatın bir başka varlığa bağlı olduğunun idrakidir aynı zamanda. Hayatı ve ölümü yaratan, doğmayan doğurulmayan, hay ve lâyemût olan, varlığını bir başka varlığa muhtaç olmayan bir varlık vardır... Onu idrak etmektir ölüm idraki...
Yaratan'ı anlamak, yaratılış sebebini anlamak, hayat sonrasının ne için varolduğunu anlamaktır.
Allah olmasaydı, ölüm olmasaydı, ahiret olmasaydı.... (acaba insan olur muydu diye sorulabilir muhakkak ve elbet insan olmazdı diye cevaplanır bu soru ama...) farklı bir hayat mantığı olduğu muhakkak. Ama Allah var, ölüm var ve ahiret var... İnsan hayatı, tüm bu var'ların ara kesitinde bir anlam kazanacak ister istemez.
Allah'tan gelen ve Allah'a giden bir hayat, Allah karşısında sorumluluk duygusu taşımak zorunda olan bir hayattır.
Bu sistemi unutmak, sadece kendini aldatmaktır.
Varoluşumuzun bütün merhaleleri, Allah'la mümkün. O'na mecbur, O'na borçlu. Tasarruf ettiğimiz bütün kudretler, O'nun izniyle var ve devrede... İnananın, inanmayanın... Kimse kendinde bir şey vehmetmemeli. Her şey ilâhî planda bir yere oturuyor ve o hikmetle varlık sahibi olabiliyor. Allah'a rağmen varolan hiçbir şey yok. Dolayısıyla, Allah'ın planı dışında görev üstlenen bir şey de yok.
Öyleyse karşımıza çıkan her şeye, yaratılış gayemiz içinde bir anlam taşıyor diye bakmak gerekiyor. O anlam, imtihan-sınanma kelimesinde odaklaşıyor.
Hayat ve ölüm, bir sınanma-imtihan alanı. Yaratılan, kendisine bu sınanma fırsatı verilen varlık. Kendisine tanınan seçme imkânı, insanın imtihanını büyütüyor.
İnsanın sınavı, Allah'ı idrak noktasında toplanıyor.
Allah idraki sürekli diri olan, hayatı doğru mânâlandırmanın en temel noktasını yakalamış oluyor. Kalbin Allah'la beraberlik şuuru içinde doyuma ulaşması bu yüzden... İnsanın yüreği tamamlanıyor Allah'ı zikretmekle...
Allah'la beraberlik idrakini kaybedenin kalbi ise parçalanıyor. Onun sırdaşı Şeytan oluyor. O kalbde değer ölçüleri hastalanıyor, yaralanıyor ve yaratılış hikmetini kaybediyor. Tüm değer ölçüleri çelişkiler üzerine kuruluyor.
İnsan hayatı, hep mutluluklar içinde geçmiyor.
Hep acılar içinde de yüzmüyoruz...
Günün gecesi var, gündüzü var... Duygunun acısı var, tatlısı var. Hepsi insan için, ve hepsinin bizim Allah'la ilişkimiz noktasında bir anlamı var. Bağlılıklarımız sınanıyor acı ve mutlulukta, varlık ve yoklukta...
Soru hep şöyle:
-Allah'la aranıza neyi koyuyorsunuz? Ne öncelik kazanıyor? Unuttuğunuz oluyor mu Allah'la beraberliğinizi? Güç sıralaması yapıyor musunuz Allah'ı hatırlayıncaya kadar? "Allah'la buluşma zamanı" gündeminizden çıkıyor mu zaman zaman? Zaman zaman başka tanrılar edindiğiniz oluyor mu küçüklü büyüklü?
Bunların tümü Allah idrakinin kalbi yeterince yoğurmamış olmasından kaynaklanıyor. Kalb, zikir teknesinde doymadıkça, yani Allah'ı bir kalb atışı gibi özüne sindirmedikçe, selim bir nitelik kazanmıyor bir türlü...
Hazreti İbrahim ne güzel eğitiyor kavmini:
Yıldızda bir güç mü gördünüz? "İşte benim Rabbim" mi dediniz?
İşte o sönüyor, bakın... Hiç sönenlerden Rab olur mu?
Ay mı doğdu yıldız yerine? Onun parlaklığına mı aldandınız? Onu Rab mı sandınız?
İşte onu da güneş söndürdü...
Güneşi gece söndürdü...
Kim bu yıldızı, ayı, güneşi halden hale sokan?
Puthane'deki putlar mı?
Onlar kendilerini koruyabiliyorlar mı bakalım...
Yeryüzünde birbirini bastıran, yokeden kudretler olur her zaman, insanın karşısına çıkar ve insanın gönül dünyasına etkide bulunur. İnsan için gereken odur ki, mutlak kudreti unutmaya...
İşin özü, Allah'tan başka hiçbir şeye mutlak kudret izafe etmemek...
İşte bunu hayatın mihveri haline getirmek... Her adımda, her nefes alışta Rabbin insan için koyduğu düzenin üzerinde seyretmek...
Sınav bu...İmanın ayrım noktası da bu...
Kolay olmayan sınav da bu...
Burada netleşecek insan... İmanına zulüm karıştırmayacak. Zulüm, yani şirk, yani ilâhî kudreti paylaştıran herhangi bir eğilim karıştırmayacak...
Bu sınav kolay değildir. İbrahim olsanız kolay değildir. Musâ olsanız, Muhammed ( sa.) olsanız kolay değildir.
Aileniz çıkar karşınıza, kavminiz çıkar, Nemrud'lar, Firavn'lar, Ebu Cehiller, yani tanrılığa onayan siyasî otoriteler çıkar.
Babacığınıza-anacığınıza yalvarırsınız, kendisini yaratan gerçek varlığı idrak etmesi için... Hayatını ona göre düzenlemesi için...
Toplumunuz anlamaz sizi... Hatta yürütülen aleyhte kampanyadan etkilenip, Nemrud'un buyruğuna uyar ve sizi yakmak için odunlar yığar dağ gibi...
Mahmud Sami Ramazanoğlu rahmetullahi aleyh, Hazreti İbrahim isimli kitabında halkın nasıl bir zihnî teşevvüş içinde olduğunu anlatırken, Fahri Razi, Kadi Beydavi ve Hazin'den şu bilgileri aktarır:
"Kemal-i arzuları ile ahali odun çekerlerdi ve hatta hasta olanlar şifa bulursa bir mikdar odun alacağını nezreder, vefat edenler odun alınmasını vasıyet eder ve ihtiyar kadınlar eğirdikleri iplik ücretini nafakasından artırır, odun alırdı. Bu hal bir müddeti muvakkat devam etti. Yapdıkları mahal odun ile doldu. Yedi gün ateş yakdılar. Sekizinci gün İbrahim Aleyhisselâm'ı mancınık vasıtasıyla ateşin üzerine attılar." (s. 107-108)
Bütün bunlar karşısında sınavı vermek, "Hasbünallahü ve ni'mel vekîl-Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyebilmektir.
Bu Allah'tan başka güç taslayan her şeyi yokluğa mahkûm etmektir. Görmemek, kaale almamaktır.
Nemrud ve Firavn, putperestlikle ya da kendi kendini putlaştırmakla özdeşleşmiş, iktidarlarını sürdürebilmek için çocuk doğumunu engellemeyi bile göze almış siyasî semboller olarak girmiştir insanlığın tevhid yolculuğuna... Ama İbrahim de doğmuştur, Mûsâ da... İbrahim de büyümüştür, Mûsâ da... Belirleyici olan ilhahî kudrettir çünkü...
Eğer insan bunu idrak eder ve "Hasbiyallah"-Allah bana yeter" derse, yolu açılır insanın... Ateşin içinden yol bulur Selâm yurduna... Ateşin yüreği soğur, gül bahçesine döner... Irmağın içinden yol açılır ve kurtuluşa yürür insanlar...
Allah'tır gerçek kudret sahibi ve dönüş Allah'adır.
İş, Nemrud ve Fir'avn'ın bile insanın karşısına bir sınama için çıktığını idrak edebilmektir.
İnsan, yıldız gibi doğan umutlarla sınanır zaman zaman, ay ve güneş gibi daha parlaklarıyla sınanır... İnsan ailesine anlatamaz bazan derdini... Bazan insan, egemen yapının boğucu mengenesine tutsak olur...
Orada "hasbiyallah" demek var bir, vaadlere veya tehditlere rağmen Allah'a razı olmak var, Rabbin "Eslim-Telsim ol" şeklindeki çağrısına "Eslemtü li rabbil âlemîn-Alemlerin Rabbine teslim oldum" diye cevap vermek var.. Bir de gözleri kamaşmak, aklının, dilinin ve gönlünün ahengi bozulmak, dizleri titremek var... "Başka ölçü yok mu?" diye Allah'ın ölçüsünden başka ölçü aramak veya didiklemek var ilâhî ölçüleri...
Şu sorular üzerinde düşünelim biraz:
-Egemen iradenin baskıları sonucu, İslâm'ı yeniden yorumlama düşünceleri içimize daha cazip hale gelmeye başladı mı?
-Suçladığımız Müslüman sayısı çoğalıyor mu? "Şunlar olmasaydı başımıza bunlar gelmezdi" gibi sözleri daha sık söylemeye başladık mı?
-"Artık bu iş bitti" gibi yıkım duygularının üzerimize karabasan gibi çöktüğünü hissediyor muyuz?
-İnanç kardeşlerimizle bir arada görünme kaygısına düştüğümüz oluyor mu?
-Okuduğumuz gazeteyi, dergiyi değiştirmeyi düşünüyor muyuz?
-Eşimizin-kızımızın başını açtırma eğilimleri içimizi yokluyor mu?
-İnançlarımızdan dolayı kınanma endişesine daha sık düştüğümüz oluyor mu?
-İslâm ne bizim için? Dini nasıl algılıyoruz? İslâm'ın hayatımızda azaldığını hissediyor muyuz?
-Kalbimizi avucumuza alıp baktığımızda daha çok hissettiğimiz utanç mı itmi'nan mı?
Daha böyle pek çok soru.
İbrahim olursak, gül bahçeleri var önümüzde...
Mûsâ olursak, Nil'i yarıp geçmek ar.
Muhammed'in izine girip Hicretleri göze alırsak, sürekli içimizde Medine yolculuğu yaşarsak, Medine var ödül olarak...
Bütün bunlar, "Hasbünallahü ve ni'mel vekil" demeye bağlı... Ya da "İnnallahe maanâ..." hükmünü gönül kıvamı haline getirmeye...
Allah vekil ise, gözleri görmez eder, bir örümcek ağı ile korur kulunu, kılıçları kesmez eder, suları akmaz, denizleri boğmaz, ateşi yakmaz eder...
Neylerse güzel eyler O...
Yeter ki gönüllerimiz O'na merbut olsun... O'nunla olsun...
Hüvelbâkî...
Ahmet Taşgetiren
Bakî olan Allah'tır.
Mezar taşlarında böyle yazar.
İnsan ölümü idrak eder, öldüğünde...
Keşke ölmeden önce idrak etsek ölümü... Mezar taşlarını ölmeden önce okusak ve ölüm sonrasına hazırlansak...
İlâhî kitaplar, Peygamberler, insanın ölümlü olduğunu hatırlatırlar sürekli. "Her nefs ölümü tadacaktır." buyurulur Kur'an'da...
Ölüm idraki, hayatın bir başka varlığa bağlı olduğunun idrakidir aynı zamanda. Hayatı ve ölümü yaratan, doğmayan doğurulmayan, hay ve lâyemût olan, varlığını bir başka varlığa muhtaç olmayan bir varlık vardır... Onu idrak etmektir ölüm idraki...
Yaratan'ı anlamak, yaratılış sebebini anlamak, hayat sonrasının ne için varolduğunu anlamaktır.
Allah olmasaydı, ölüm olmasaydı, ahiret olmasaydı.... (acaba insan olur muydu diye sorulabilir muhakkak ve elbet insan olmazdı diye cevaplanır bu soru ama...) farklı bir hayat mantığı olduğu muhakkak. Ama Allah var, ölüm var ve ahiret var... İnsan hayatı, tüm bu var'ların ara kesitinde bir anlam kazanacak ister istemez.
Allah'tan gelen ve Allah'a giden bir hayat, Allah karşısında sorumluluk duygusu taşımak zorunda olan bir hayattır.
Bu sistemi unutmak, sadece kendini aldatmaktır.
Varoluşumuzun bütün merhaleleri, Allah'la mümkün. O'na mecbur, O'na borçlu. Tasarruf ettiğimiz bütün kudretler, O'nun izniyle var ve devrede... İnananın, inanmayanın... Kimse kendinde bir şey vehmetmemeli. Her şey ilâhî planda bir yere oturuyor ve o hikmetle varlık sahibi olabiliyor. Allah'a rağmen varolan hiçbir şey yok. Dolayısıyla, Allah'ın planı dışında görev üstlenen bir şey de yok.
Öyleyse karşımıza çıkan her şeye, yaratılış gayemiz içinde bir anlam taşıyor diye bakmak gerekiyor. O anlam, imtihan-sınanma kelimesinde odaklaşıyor.
Hayat ve ölüm, bir sınanma-imtihan alanı. Yaratılan, kendisine bu sınanma fırsatı verilen varlık. Kendisine tanınan seçme imkânı, insanın imtihanını büyütüyor.
İnsanın sınavı, Allah'ı idrak noktasında toplanıyor.
Allah idraki sürekli diri olan, hayatı doğru mânâlandırmanın en temel noktasını yakalamış oluyor. Kalbin Allah'la beraberlik şuuru içinde doyuma ulaşması bu yüzden... İnsanın yüreği tamamlanıyor Allah'ı zikretmekle...
Allah'la beraberlik idrakini kaybedenin kalbi ise parçalanıyor. Onun sırdaşı Şeytan oluyor. O kalbde değer ölçüleri hastalanıyor, yaralanıyor ve yaratılış hikmetini kaybediyor. Tüm değer ölçüleri çelişkiler üzerine kuruluyor.
İnsan hayatı, hep mutluluklar içinde geçmiyor.
Hep acılar içinde de yüzmüyoruz...
Günün gecesi var, gündüzü var... Duygunun acısı var, tatlısı var. Hepsi insan için, ve hepsinin bizim Allah'la ilişkimiz noktasında bir anlamı var. Bağlılıklarımız sınanıyor acı ve mutlulukta, varlık ve yoklukta...
Soru hep şöyle:
-Allah'la aranıza neyi koyuyorsunuz? Ne öncelik kazanıyor? Unuttuğunuz oluyor mu Allah'la beraberliğinizi? Güç sıralaması yapıyor musunuz Allah'ı hatırlayıncaya kadar? "Allah'la buluşma zamanı" gündeminizden çıkıyor mu zaman zaman? Zaman zaman başka tanrılar edindiğiniz oluyor mu küçüklü büyüklü?
Bunların tümü Allah idrakinin kalbi yeterince yoğurmamış olmasından kaynaklanıyor. Kalb, zikir teknesinde doymadıkça, yani Allah'ı bir kalb atışı gibi özüne sindirmedikçe, selim bir nitelik kazanmıyor bir türlü...
Hazreti İbrahim ne güzel eğitiyor kavmini:
Yıldızda bir güç mü gördünüz? "İşte benim Rabbim" mi dediniz?
İşte o sönüyor, bakın... Hiç sönenlerden Rab olur mu?
Ay mı doğdu yıldız yerine? Onun parlaklığına mı aldandınız? Onu Rab mı sandınız?
İşte onu da güneş söndürdü...
Güneşi gece söndürdü...
Kim bu yıldızı, ayı, güneşi halden hale sokan?
Puthane'deki putlar mı?
Onlar kendilerini koruyabiliyorlar mı bakalım...
Yeryüzünde birbirini bastıran, yokeden kudretler olur her zaman, insanın karşısına çıkar ve insanın gönül dünyasına etkide bulunur. İnsan için gereken odur ki, mutlak kudreti unutmaya...
İşin özü, Allah'tan başka hiçbir şeye mutlak kudret izafe etmemek...
İşte bunu hayatın mihveri haline getirmek... Her adımda, her nefes alışta Rabbin insan için koyduğu düzenin üzerinde seyretmek...
Sınav bu...İmanın ayrım noktası da bu...
Kolay olmayan sınav da bu...
Burada netleşecek insan... İmanına zulüm karıştırmayacak. Zulüm, yani şirk, yani ilâhî kudreti paylaştıran herhangi bir eğilim karıştırmayacak...
Bu sınav kolay değildir. İbrahim olsanız kolay değildir. Musâ olsanız, Muhammed ( sa.) olsanız kolay değildir.
Aileniz çıkar karşınıza, kavminiz çıkar, Nemrud'lar, Firavn'lar, Ebu Cehiller, yani tanrılığa onayan siyasî otoriteler çıkar.
Babacığınıza-anacığınıza yalvarırsınız, kendisini yaratan gerçek varlığı idrak etmesi için... Hayatını ona göre düzenlemesi için...
Toplumunuz anlamaz sizi... Hatta yürütülen aleyhte kampanyadan etkilenip, Nemrud'un buyruğuna uyar ve sizi yakmak için odunlar yığar dağ gibi...
Mahmud Sami Ramazanoğlu rahmetullahi aleyh, Hazreti İbrahim isimli kitabında halkın nasıl bir zihnî teşevvüş içinde olduğunu anlatırken, Fahri Razi, Kadi Beydavi ve Hazin'den şu bilgileri aktarır:
"Kemal-i arzuları ile ahali odun çekerlerdi ve hatta hasta olanlar şifa bulursa bir mikdar odun alacağını nezreder, vefat edenler odun alınmasını vasıyet eder ve ihtiyar kadınlar eğirdikleri iplik ücretini nafakasından artırır, odun alırdı. Bu hal bir müddeti muvakkat devam etti. Yapdıkları mahal odun ile doldu. Yedi gün ateş yakdılar. Sekizinci gün İbrahim Aleyhisselâm'ı mancınık vasıtasıyla ateşin üzerine attılar." (s. 107-108)
Bütün bunlar karşısında sınavı vermek, "Hasbünallahü ve ni'mel vekîl-Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyebilmektir.
Bu Allah'tan başka güç taslayan her şeyi yokluğa mahkûm etmektir. Görmemek, kaale almamaktır.
Nemrud ve Firavn, putperestlikle ya da kendi kendini putlaştırmakla özdeşleşmiş, iktidarlarını sürdürebilmek için çocuk doğumunu engellemeyi bile göze almış siyasî semboller olarak girmiştir insanlığın tevhid yolculuğuna... Ama İbrahim de doğmuştur, Mûsâ da... İbrahim de büyümüştür, Mûsâ da... Belirleyici olan ilhahî kudrettir çünkü...
Eğer insan bunu idrak eder ve "Hasbiyallah"-Allah bana yeter" derse, yolu açılır insanın... Ateşin içinden yol bulur Selâm yurduna... Ateşin yüreği soğur, gül bahçesine döner... Irmağın içinden yol açılır ve kurtuluşa yürür insanlar...
Allah'tır gerçek kudret sahibi ve dönüş Allah'adır.
İş, Nemrud ve Fir'avn'ın bile insanın karşısına bir sınama için çıktığını idrak edebilmektir.
İnsan, yıldız gibi doğan umutlarla sınanır zaman zaman, ay ve güneş gibi daha parlaklarıyla sınanır... İnsan ailesine anlatamaz bazan derdini... Bazan insan, egemen yapının boğucu mengenesine tutsak olur...
Orada "hasbiyallah" demek var bir, vaadlere veya tehditlere rağmen Allah'a razı olmak var, Rabbin "Eslim-Telsim ol" şeklindeki çağrısına "Eslemtü li rabbil âlemîn-Alemlerin Rabbine teslim oldum" diye cevap vermek var.. Bir de gözleri kamaşmak, aklının, dilinin ve gönlünün ahengi bozulmak, dizleri titremek var... "Başka ölçü yok mu?" diye Allah'ın ölçüsünden başka ölçü aramak veya didiklemek var ilâhî ölçüleri...
Şu sorular üzerinde düşünelim biraz:
-Egemen iradenin baskıları sonucu, İslâm'ı yeniden yorumlama düşünceleri içimize daha cazip hale gelmeye başladı mı?
-Suçladığımız Müslüman sayısı çoğalıyor mu? "Şunlar olmasaydı başımıza bunlar gelmezdi" gibi sözleri daha sık söylemeye başladık mı?
-"Artık bu iş bitti" gibi yıkım duygularının üzerimize karabasan gibi çöktüğünü hissediyor muyuz?
-İnanç kardeşlerimizle bir arada görünme kaygısına düştüğümüz oluyor mu?
-Okuduğumuz gazeteyi, dergiyi değiştirmeyi düşünüyor muyuz?
-Eşimizin-kızımızın başını açtırma eğilimleri içimizi yokluyor mu?
-İnançlarımızdan dolayı kınanma endişesine daha sık düştüğümüz oluyor mu?
-İslâm ne bizim için? Dini nasıl algılıyoruz? İslâm'ın hayatımızda azaldığını hissediyor muyuz?
-Kalbimizi avucumuza alıp baktığımızda daha çok hissettiğimiz utanç mı itmi'nan mı?
Daha böyle pek çok soru.
İbrahim olursak, gül bahçeleri var önümüzde...
Mûsâ olursak, Nil'i yarıp geçmek ar.
Muhammed'in izine girip Hicretleri göze alırsak, sürekli içimizde Medine yolculuğu yaşarsak, Medine var ödül olarak...
Bütün bunlar, "Hasbünallahü ve ni'mel vekil" demeye bağlı... Ya da "İnnallahe maanâ..." hükmünü gönül kıvamı haline getirmeye...
Allah vekil ise, gözleri görmez eder, bir örümcek ağı ile korur kulunu, kılıçları kesmez eder, suları akmaz, denizleri boğmaz, ateşi yakmaz eder...
Neylerse güzel eyler O...
Yeter ki gönüllerimiz O'na merbut olsun... O'nunla olsun...
Hüvelbâkî...