meryem
Sat 19 February 2011, 09:25 pm GMT +0200
HÜSÜN VE KUBH MESELESİ
Şer probleminde mühim mevzulardan biri de “husün-kubh meselesi”dir. Bu mesele islâm mezheplerini çok uğraştıran hususlardan biridir. Ahlak probleminin temelleri de bu mesele üstündedir. Fiilleri, şer problemi açısından bir kritiğe tâbi tutmak için, evvela bu kritiğin mihenk taşı olabilecek bir hükmün ortaya konulması gerekir. Bu hüküm, hüsün-kubh meselesinde ulaşacağımız netice olacaktır.
Hüsün-kubh meselesi; eşyaya ve fiillere, iyi veya kötü, güzel veya çirkin, fâideli veya zararlı, maruf veya münker, helal veya haram gibi iki zıt vasıftan birisini verme meselesidir. Bu hususta ölçümüz ne olmalıdır? Bir şeyi överken ve zemmederken, bir fikrin veya davranışın karşısına çıkarken veya yanında yeralırken, bir harekete mükâfaat verirken veya onu cezalandırırken, bir şeyi severken veya ondan nefret ederken ve benzeri durumlardan sırtımızı hep, bu meseledeki kanaatımıza dayamaktayız.
İnsanların müşterek bir ölçüleri olmadığı için, kanaatları da farklı farklıdır. Kiminin “hayır” dediğine başkası “şer” diyor. Bazan aynı şahıs, bir zaman “hayır” dediğine başka bir zaman “şer” diyebiliyor.[1596] Öyle ise insanların müşterek olabilecekleri bir ölçü bulunabilir mi? Bu ölçü lezzet mi, menfaat mi,, vicdan mı, cemiyet mi, heves mi, akıl mı yoksa din mi olmalıdır?
Bazılarına göre bu ölçü, lezzet ve zevktir. Bize lezzet veren her şey hayır, elem ve zahmet veren herşeyde şerdir. Bu fikrin batıllığı ortadadır.[1597] Fakat şunu beyan etmeli ki, kötü alışkanlıklarla fıtratı ve ahlakı bozulmamış kimselerin zevk ve takdirlerine dinimiz kıymet verir, nitekim
“tayyibât size helal kılındı” [1598] ayetindeki tayyibât ile, hoşa giden ve iştihâ hissedilen her temiz şey[1599] in kastedilmesi buna delildir.
Bazılarına göre ölçü, menfaattir. Bunun da butlanını isbatla uğraşmak lüzumsuz olur.[1600] Bazılarına göre ise ölçü cemiyetin kendisidir. Cemiyetin âdetlerinde ne iyi ise hayır odur, ne kötüyse şer de odur.[1601] Bu fikrin mesnetsizliği hususunda sadece şunu söyleyebiliriz; bir cemiyette yapılması gereken şeyler, başka bir cemiyette yapılmaması gereken şeylerdir.[1602]
Bazı filozoflara göre ölçü, insanların içlerinde gizli olan hislerdir. Bunlara göre insanların; biri, şahsî ve gayr-i hasbi, diğeri gayr-i şahsî, hasbî ve içtimaî olmak üzere, iki türlü his ve temayülü vardır. Ahlak, insandaki ikinci neviden hisler üzerine bina edilmiştir. Bu hislere göre iyi olanlar “hayır”dır.[1603] Hem sonra bu bâtını hisler asırlara ve çevrelere göre öyle fazla farklılıklar göstermezler, însan bu his ile bir şeye baktığında, içinde onun kıymetini bildiren bir ilham doğar ve hükmünü ona göre verir. Doğruluğun, keremin, cesaretin birer fazilet, yalancılığın, cimriliğin, korkaklığın birer kötülük olduğunu bütün insanlar bu hisle bilirler.[1604] Bir kısım filozoflar, bu hissi “akıl” kabul ettiler, bazıları da “vicdan” dediler.[1605] Vicdanla aklı aynı kabul edenler de vardır.[1606] Evvelâ, vicdanı ele alalım. Dinimize göre de, insanda Allah'ın vergisi olan bir, hayır ve hakka muhabbet, şer ve batıldan nefret hisleri ile bunların biribirinden ayıran istidad vardır.[1607] Resulullah (a.s.)'ın “Bir (iyilik) gönlüne inşirah veren şeydir, insanlar aksini söylese de..[1608] ve “Yâ Vabısa, nefsine danış, nefsine danış. Hayır, nefsiyin kendisine ısındığı şeydir. Günah ise, vicdanını rahatsız edip, kalbinde ıztırab husule getiren şeydir...” [1609] Hadisleri bu manadadır. “Seni şüphelendireni bırak, şüphelendirmeyene bak”[1610] da bu husustadır. Bütün bunlara rağmen vicdanın hükümlerinin esas ölçü olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Vicdanın doğru hüküm verebilmesi için fıtratını muhafazası şarttır. Yoksa onun takdir ve tevbihleri isabetli olmaz. Batıl, itikadlar, fena adetler, cehalet, kötü alışkanlıklar, fena arkadaş ve muhitlerin zararlı tesirleriyle zayıflayan ve körleşen vicdanların verdiği hükümlere kim doğru diyebilir.[1611]
Öyle ise, vicdanın, yolunu aydınlatacak ve kendisini irşad edip fıtratını muhafaza edecek bir ışığa ihtiyacı vardır. Bu ışık bazılarınca, hüsün -kubh meselesinin ölçüsü sayılan “akıl” dır. Bu fikrin en mühim savunucusu Kant'tır.[1612] İslâm mezheplerinden bilhassa Mutezile bu görüştedir. Onlara göre “akıl” mutlak ölçüdür. Birşeyin kabîh olması hususunda “Bu şey akılın ermediği bir sebepten kabîhtir.” demekle “Bu şey sebebsiz olarak kabîhtir.” demek arasında fark yoktur.[1613] “Şeriat (sem') birşeyin huşun ve kubhunun sebebi değildir. O, ancak aklen hasen olanın güzelliğini, kabîh olanın çirkinliğini ortaya kor.” [1614] Zamanşerî, sâlihâtı, “Akıl, kitab ve sünnetin doğru gördüğü her ameldir” [1615] diye tefsir ederken ve Kur'an'daki “münker”i “Aklın hoş görmediğidir.” [1616] diye açıklarken Mutezilî tarafını göstermektedir.
Dinimiz akla çok büyük ehemmiyet vermiştir.[1617] Hiç şüphe yok ki nakli anlayacak olan akıldır. Akıl ve dirayeti bir tarafa atarsak ne akıl kalır ne nakil. Fakat şu unutulmamalıdır ki akıl, hakikî malumatın mucidi değil alıcısıdır. Nakilden aldığı şeyler benzeri geçmemiş bilgilerdir. Bunlardan bir kısmı tekerrür etmez, münferit vak'alar olarak kalırlar. Bir kısmı da tekerrür eder. Her tekerrür edişlerinde, akıl onları ilk misalleriyle birleştirerek kıyas ve ölçü tesis eyler. Bunlar kendi hududları dahilinde bir tefekkür ve fehm miyarı olarak kalırlar. Ekseriyetle aklın kıyas faaliyeti nazarı itibara alındığı için “makul olan şeyler” bu kıyastan ibaret zannedilir ve aklın ilk temelleri olan nakil haberleri görülmezse İblis'in düştüğü hataya düşülür.[1618] İnsan aklının, insandaki hidayet ve marifet vasıtaları arasında bulunmasından dolayı kendine has bir değer ve ölçüsü vardır. Ancak çeşitli tesirlerden fazlaca müteessir olan aklın mutlak mana ifade eden bir medlul olduğu söylenemez. Herkesin kendisine göre bir aklı vardır. Binaenaleyh o, âlemşümul bir ölçü olamaz.[1619]
İnsanlar, kâinattaki ilahî kanunların sırlarını keşfetmeye çalışırlarken iki önemli esasa istinad ederler; tefekkür ve tecrübe. Bu iki esas, mahiyetleri yönünden cüzî oldukları gibi, hem ebedî olmaktan uzaktırlar, hem de neticeleri itibariyîa mutlak olmaktan uzaktırlar,[1620] nakle muhtaçtırlar. Allah Teala İsrail Oğulları'nı:
“İnsanlara iyiliği emredip, kendinizi unutuyor musunuz? Halbuki siz kitabı okuyorsunuz, akletmiyor musunuz?” [1621] diye tevbih ederken, akletmeyi, kitab okumadan sonra getirmiştir ki bu Mutezile'nin aleyhine bir delildir.[1622] Keza “Mîras taksimi hususunda “siz hangi taksimin sizler için daha hayırlı olduğunu bilmezsiniz.” [1623] buyururken insanın hatırına gelebilecek olan “Taksim başka türlü olsaydı daha faydalı, daha uygun olurdu.” gibi şüpheler karşısında, insan aklının, kendi maslahatlarını dahî ihatadan âciz olduğunu bildirmektedir.[1624]
Allah, insanlara, kendi üzerinde insanlar için bir hüccet ve itiraz sebebi olmasın diye peygamberleri gönderdiğini bildirmektedir. [1625] Sadece akıl kâfi gelse idi, tarih boyunca beşeriyete peygamberler göndermek zarureti olmazdı. Allah, insana bahşettiği aklın kusurlu ve mahdud olduğunu, risâlet müessesesinin yardımı olmadan hidayete erişemeyeceklerini elbette herkesten iyi bilir. Yine bilir ki tebliğ ve risâlet olmadan insanları mu'âheze etmemek en tabiî bir adalet kâidesidir. Akıl için ancak, risâlet sağlam bir düşünce sistemi ikâme eder.[1626] Tabiî ki Mutezile bu görüşe katılmıyor ve “peygamberler gönderilmeden evvel de insanlar için Allah üzerine bir hüccetleri ve mazeretleri yoktur, çünkü Allah onlara akıl vermiştir. Onunla Allah'ı bilebilirlerdi, tefekkür etmedikleri için azabı hakettiler. 'Biz gafildik.' demesinler diye Allah, onları gaflet, uykusundan uyandırsınlar ve ibret alması için uyarsınlar diye, peygamberler göndermiş ve bunu hikmetinin gereği olduğunu 'Biz hiçbir kavmi, peygamber göndermeden azab etmeyiz.’ [1627]diyerek beyan etmiştir.”[1628] diyor. Yine onlardan bir kısmı: “Peygamberlerin bi'setinden önce insanlar şeriat-ı akliyyeye bağlı olmada tek bir ümmetdiler. Bu şeriat-ı akliyye; yaratıcı Allah Teala'nın varlığını ve sıfatını itiraf, nimetlerine şükr, hizmetiyle meşgul olmak ve zulüm, tecavüz, yalan, cehalet gibi aklı kabullerden ictinâb esasına dayanır. Çünkü bunlar aklen idrâk olunabilirler. Akıl, peygamberlerden evvel ilahî bir resuldü demişlerdir.[1629]
Bu görüşle onlar geçen ayetin [1630] zahirini çiğnemiş oluyorlar.[1631]
İbn Haldun, aklın değerini itiraf ettikten sonra şu izahla onun sahasını daraltıyor: “Fakat sen, aklınla, Tanrı'nın birliği, ahiret, peygamberlik ve ilâhî sıfatların mahiyetlerini ölçmek tamahına kapılma. Bu mevzuların herbiri idrâkinin öte tarafındadır. Altın ölçmeğe mahsus ölçekle dağları ölçmeye kalkışan kimsenin hali bunun bir misalidir. O ölçeğin dağları ölçmemesinden, doğru olmaması çıkarılamaz. Akıl ölçüsünün de bir sınırı vardır. Akıl bu sınırın ötesine geçemez, o varlıklar arasında bir toz hükmündedir. Bunu anladıktan sonra bu gibi meselelerde, aklı nakle takdim etmek isteyenlerin aldandıklarını ve fehimlerinin eksik, fikirlerinin düzensiz olduğunu görürsün.[1632]
Akıl sınırlı olduğuna göre ve sınırlarını aştığında yolunu şaşırdığına ve çeşitli sebebler yüzünden aslî saflığını herkeste muhafaza edemeyeceğine göre, yalnız akıl ve felsefeye dayanan ahlâki hükümler kesin olmayıp, şahıslara, zamanlara ve muhitlere göre değişecektir. Halbuki gerçek ahlakın hükümlerinin kesin olması gerekir.[1633] Öyle ise akıl bu meselede her zaman doğruyu gösteren bir ölçü olamaz. Fakat bazı hususlarda mihenk sayılabilir. Mesela Kur'an kelimelerinden “fahşâ” ve “münker” kelimeleri İbn Kayyım “Her akl-ı selim sahibinin kötü gördüğü şeydir[1634] diye açıklarken bunu göstermektedir.
Bütün bunlardan sonra geriye tek ölçü kalıyor, o da “din”, ilâhî beyandır. Ulûhiyyetin en bariz vasıflarından biri de, değerler ve ölçüler koyma vasfıdır.[1635] Bunlar, cemiyetlerin değişmesiyle değişmeyen gerçek ölçülerdir.[1636] Peygamberimiz bir hadiste:
“Allah Teala eşyanın güzellerini ve kötülerini takdir etti, yazdı. Sonra güzellerin güzelliğini, fenaların da çirkinliğini açıkladı.”[1637] buyurur. Bu hadis Ehl-i Sünnet'in “Eşyadaki güzellik ve çirkinlik zâti değildir. Allah'ın takdiriyle hâsıl olan arızî bir vasıftır.” tezini teyîd etmektedir, Mutezile'nin itikadını yıkıyor.[1638] Hz. Âdem (a.s.) zamanında, kardeşlerin birbirileriyle nikahları helâl olduğu halde, bunun sonradan haram edilmesi de aynı teyidi yapmaktadır.[1639]
Kur'an'da, Davud (a.s.) hakkında:
“O'na hikmet ve faslu'l - hitâb verdik.” [1640] buyurulur. Bu, Allahın ona, hak ile batılı tefrik edecek, sahîh olanı fâsid olandan ayıracak, doğru ile hatalıyı karıştırmayacak bir kaabiliyet verdiğini,[1641] insanların bu gibi hususlarda yanılmamaları için ilâhî bir istinada muhtaç olduklarını beyan etmektedir. Keza Allah: “Hani Musa'ya kitabı ve furkanı vermiştik” buyururken, O'na da böyle bir kaabiliyet verdiğini beyan etmektedir. Râzî bu ayyetteki “fur-kân” hususunda birçok ihtimaller saymıştır[1642] ama bunun Davud (a.s.)'a verilen “faslu'l-hitâb” gibi birşey olabileceğini söylememiştir. Bu da uzak bir ihtimal değil. Kur'an'da geçen bu mahiyetteki “furkan” kelimesi, hüsün-kuhb meselesinde câlib-i dikkattir. İbn Abbas'dan gelen bir habere göre, furkan, Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'an'ın müşterek ismidir, tefrik etmek manasına “ferreka” fiilinden, hak ile batılın arasını ayıran manasında, furkân ilâhî kitabların cins ismi olmuştur.[1643] Demek ki eşyayı vasıf yönünden ayırmak için ilâhî bir ölçü şartır. Bu ölçü olmazsa şaşırırız. Allah:
“Namazda yüzlerinizi doğu ve batı yönüne döndürmeniz bir (taat) değildir.” [1644] ve
“Evlere arkasından gelmeniz, iyilik ve taat değildir.”[1645] buyururken, görünüşe bakarak iyiliğin anlaşılmayacağını, bunun için Allah'ın haberine gerek olduğunu bildirmektedir.[1646]
İnsanlar ne kadar bildiklerini iddia etseler de bilmedikleri daha çoktur. Uzun bir istikbâl ile alakadar olan bütün hayır ve şerleri bilemezler. Bunu ancak Allah bilir. İnsan evvel emirde hislerine bağlıdır. Hoşluk veya nâhoşlukla hislerine çarpan şeylere kapılıverirler. Halbuki bunların hayır veya şer olması, ilerde bunlar üzerine teerttüb eden faydalara ve zararlara göredir, his anında bu bilinemez:[1647] Onun için Allah Teala buyuruyor ki:
“Olur ki birşey hoşunuza gitmezken o, sizin için hayırlı olur. Birşeyi de sevdiğiniz halde o da hakkınızda şer olur. Allah bilir siz bilemezsiniz.” [1648] Şüphe yok ki hakkı Hak bilir, başkaları bilemezler. İnsanoğlu örtülmüş perdenin gerisindeki, nevaya, cehalete ve kusura boyun eğmeyen hakikatleri nereden bilsin.[1649] Onlar ancak zahir olan şeyleri bilirler.[1650]
“Günahın açığa çıkanın da gizli kalanını da bırakın.” [1651] denilirken, umûmî olarak haram hükümler hakkında küllî bir asıl beyan edilmektedir; Allah'ın haram kıldığı şeyler açıkça herkesin anlayabileceği zahiri fiillerden ibaret değildir. Öyle gizli ve batıni fenalıklar vardır ki herkes için anlaşılması zor veya imkansızdır. Bunlar ancak Allah'ın beyanıyla bilinebilir.[1652] Mal, mülk insanlara hayır olarak görüldüğü halde, Allah Teala şu ayette onların bu zanlarını zemmetmektedir:[1653]
“Gerçek o insan hayır (mal) sevgisinden dolayı pek katı (cimri) dir.” [1654] Halbuki gerçek mümin Allah'a “Ey rabbimiz. bize dünyada da ahirette de hasene ver.” [1655] diye dua ederken, hasenenin şeklini tayin etmeyip, mutlak olarak ister, tayinini Allah'a bırakır. Bilirki Allah'ın onlar için seçeceği şey gerçek hasenedir.[1656]
[1596] A. Emin, Ahlak, 86.
[1597] a. g. e., 89; A. H. Akseki, İslâm, 95; F. Kam, İlm-i Ahlak, 51-58.
[1598] Mâide: 5/4.
[1599] RM., 2/38; 9/81.
[1600] A. Emin, a. g. e., 95 -102; A. H. Akseki, Ahlak Dersleri, 29 - 32; F. Kam. a. g. e., 50 - 61.
[1601] A. Emin, a. g. e., 86; Cemil Meriç, Saint - Simon, 130.
[1602] C. Tanyol, 47. Enteresan misaller için bkn. a. g. e., 42 - 47, 163 - 167.
[1603] A. Emin, a . g. e., 102-104; A. H. Akseki, İslâm, 104; Ahlak Dersleri, 33; F. Kâm, a. g. e., 61.
[1604] A. Emin, Ahlak, 102.
[1605] a. g. e., 103.
[1606] A. H. Akseki, İslâm, 109. Vicdan hakkında bkn, a. g. , e., 104-123
[1607] a. g. e., 115.
[1608] Müsned-i Ahmed, 4/227; Heysemî, 1/175.
[1609] Müsned-i Ahmed, 4/228; Heysemî, 1/175. Benzer hadis için bkn. Tirmizî, 4/597.
[1610] Buhari, Buyu', 3 (3/3); Tirmizî, Kıyame, 60 (4/688); Müsned, 3/153.
[1611] A. H. Akseki, İslâm, 105.
[1612] N. Cisr. Kıssatul-İman, 169 - 173. A. H. Akseki, Ahlak Dersleri, 90; F. Kâm, a. g. e., 71 - 73.
[1613] K. Abdulcebbâr, Muğnî, 6 -1/57.
[1614] a. g. e., 6- l/64; İbn Teymiyye, Mecmu'atu'r-Resâil 1/333.
[1615] Zamahşerî, 1/255.
[1616] a. g. e., 2/423.
[1617] Bu hususta bkn, A. H. Akseki, İslâm, 325, 330.
[1618] Elmalılı, 4/2238 - 2/239.
[1619] S. Kutub, 5/109.
[1620] a. g. e., 3/9
[1621] Bakara: 2/44.
[1622] RM., 1/2 48.
[1623] Nisa: 4/11.
[1624] Râzî, 9/218.
[1625] Nisa: 4/165.
[1626] S. Kutub, 6/24 -"26. krş. RM.. 6/18.
[1627] İsrâ: 17/15.
[1628] Zamahşeri, 2/441
[1629] Elmalılı, 2/748 - 749.
[1630] Nisa: 4/165.
[1631] Bu mesele için bkn. K. Abdulcebbâr, Muğnî, 6-1. cüz'ün tamamı.
[1632] İbn Haldun, Mukaddime
[1633] A. H. Akseki, İslâm, 100
[1634] İbn Kayyim, 1/371.
[1635] S. Kutub, 3/189.
[1636] a. g. e., 3/199.
[1637] Buharı, Rikâk, 31 (4/87); Müslim, İman, 59 (1/118).
[1638] K. Miras-A. Naim, 12/197.
[1639] Râzî, 10/26.
[1640] Sâd: 37/20.
[1641] RM., 23/177.
[1642] Râzî, 3/77-78.
[1643] Taberî, 2/70-71; RM., 3/77. Bu hususta bkn. İbn Teymiyye, 2/5-23.
[1644] Bakara: 2/177.
[1645] Bakara: 2/89.
[1646] Kuşeyrî, Letâlf, 1/161.
[1647] Elmalılı, 2/756.
[1648] Bakara: 2/216.
[1649] S. Kutub. 2/152.
[1650] Tabatabaî, 2/165.
[1651] En'am: 6/120.
[1652] Elmalılı.3/2039-2040.
[1653] Şevkâni, 5/483.
[1654] Adiyât: 100/8.
[1655] Bakara: 2/201.
[1656] S. Kutub, 2/118.