hafiza aise
Sat 23 April 2011, 02:02 pm GMT +0200
Huneyn'de Karşılıklı Hazırlık
Şevval ayının onuncu gününün akşamı Huneyn'e gelinmişti; günlerden salı idi! Hevazinlilerin lideri Malik İbn Avf da, üç atlısını görevlendirmiş ve farklı yönlere göndererek keşif yapmalarını istemişti. Resülullah ve ashabına muttali olan Hevazirı casuslarının, kumandanIarı Malik'in yanına geri döndüğünde renkleri atmıştı. Korkudan tir tir titriyorlardı! Durumlarından endişelenen Malik onlara:
- Yazıklar olsun size! Bu haliniz de ne, diye sordu.
- Vallahi de bizler, alaca at1ar üzerinde beyaz giysili adamlar
gördük, diye başladılar sözlerine. Allah'a yemin olsun ki, şu anda gördüğün hale düşmekten kendimizi alamadık; zira bizler, yeryüzünde yaşayan insanlarla değil, sanki yedi kat sema ehliyle savaşa
hazırlanıyoruz! Şayet bizi dinlersen; kavminle birlikte hemen geri dönersin! Çünkü, yarın insanlar da bizim gördüklerimize muttali olunca aynı hale düçar olacak ve onların da elleriyle ayakları tutuşacak!
Adını koyamadıkları bir manzaraydı; Bedir, Uhud ve Hendek'te olduğu gibi yine melekler gelmiş ve Allah Resülü'ne destek olması için düşmanın gözüne hafifçe gözüküvermişlerdi! Ancak Malik'in canını sıkan sözlerdi bunlar ve önce onlara:
- Canınız cehenneme korkak herifler, dedi. "Meğer sizler, ne de korkak askerlermişsiniz!" diye de ilave ediyordu. Kendince bir tedbir alarak bu üç askeri hapsettirip diğerlerinin de moralini bozmamaları için onları kimseyle görüştürmedi. Bu sefer de:
- Aranızdan kahraman birisini bana gönderin, diye seslendi.
Çok geçmeden aradığı adamı huzuruna getirmişlerdi. Malik, onu da aynı maksatla gönderecekti! Ancak sonuç, öncekilerden farksızdı; o da gidip gelmişti. Aynı şeyleri tekrar edip tir tir titriyor, gördüğü manzarayı tasvir edip geri dönmelerini tavsiye ediyordu!
Ancak bunların hiçbiri Malik'i yolundan çevirmeye yetmeyecekti ve gecenin geç saatlerinde askerlerine emir vererek vadinin iki tarafına dağılıp gizlenmelerini, savaş başlayıp da Müslümanlar kendilerine doğru gelinceye kadar da buradan çıkmamalarını tembih ediyordu. Maksadı, Allah Resülii (sallallalıu aleyhi ve sellem) ve ashabı çember içine alarak ani baskınla yok etmektil
Sabahın erken saatleriyle birlikte Fahr-i Kainat Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellem) de ashabını savaş düzenine sokmuş, sancak ve bayrakları sahiplerine vermişti. Üzerinde iki zırhla bir miğfer ve kalkan olduğu halde onlara hitap ederek beyaz katırının üzerinde ashabını cihada teşvik ediyor, dişlerini sıkıp da sabah ettikleri taktirde Allah'ın kendilerine zafer vereceğinin müjdesini veriyordu.
Artık ordu harekete hazırdı ve Huneyn vadisine doğru akmaya başlamıştı! Bu sırada Efendimiz (sallallalıu aleylıi ve sellern), yine ashabının arasına giriyor ve safları teker teker dolaşarak yol gösteriyordu. Bir aralık kulağına:
- Bugün asla biz, sayı azlığından dolayı mağlup olmayız, diye bir söz gelmişti. Mekke ve Medine ehli yan yana gelip omuz omuza vermiş, artık mağlubiyet yüzü görmeyeceklerini düşünmeye başlamışlardı. Halbuki nice sayıca az ordular, kendilerinden sayıca çok
daha fazla ve daha güçlü orduların üstesinden gelmişti ve buna, Bedir'den itibaren bugüne gelinceye kadar Hicaz da şahit olmuştu! Nusret, her zaman Allah'ın inayetiyle doğru orantılıydı; O'nun aziz kıldığını zelil edecek kimse olmadığı gibi zelil kıldığını aziz hale getirecek bir güç de olamazdı! Önemli olan, inayet-i ilahiyeye güvenip, bir kulolarak yapılması gerekli olanları yerine getirdikten sonra da Allah'a tevekkül etmekti ve işte Allah Resülü, böyle bir yanlış telakki karşısında çok rahatsız olmuştu. Anında sesin geldiği yöne döndü . .Adeta bakışlarıyla söylenilenlerin yanlışlığını ortaya koyuyor ve ashabı arasındaki bir hatayı tashih ediyordu!
Gerçekten de bu, tashih edilmesi gereken bir düşünceydi; zira muvaffakıyet, kesret-i etba ile değil ihlas ile mümkündü. Nihayet Huneyn vadisine doğru bu inişte hiç beklemedikleri bir tuzakla karşı karşıya kalacaklardı. Önceki savaşlarda olduğu gibi safların yan yana gelip de artık savaşın başlayacağını düşündükleri bir sırada vadinin iki tarafından çekirge sürüsü gibi askerler akın etmiş ve İslam askerlerini ateş çemberi içine alıvermişlerdi! Ortada ne mübareze ne de karşılıklı sözlü atışma vardı! Bugün Hevazin, genel savaş kriterlerini bir kenara bırakmış, yiğitçe vuruşma yerine tuzak kurarak kestirmeden sonuca gitmeyi düşünmüştü. İslam ordusu henüz kılıcını çekmemişti ve zaten önde gidenlerin çoğunu da, galibiyeti garanti gören Mekkeli toy delikanlılar oluşturuyordu; çoğunun elinde silah bile yoktu veya olsa da savaşmak için yeterli değildi. Etrafına dönüp de sağına soluna bakan herkes, dört bir yanının düşman askerleriyle dolup taştığını görüyordu. Zira Hevazinliler, cepheye gelirken yanlarına aldıkları kadınlarını da develere bindirmişlerdi ve onları da arka saflarda savaş düzeninde tutuyor, yine yanlarına aldıkları koyunlada develeri de Müslümanların üzerine doğru salıyorlardı.
Huneyn'de ürperten bir manzara vardı ve bu hengamede önden giden süvari birlikleri sarsılmış ve çareyi geri çekilmekte bulmuşlardı. Onları, ganimet beklentisiyle orduya katılan Mekkeliler takip ediyordu! Bu manzara, diğer insanların da moralini bozmuş ve Müslümanlar adına Huneyn'de, hiç beklenmedik bir çözülme başlamıştı! Belli ki bu, sayılarına güvenmenin bir neticesiydile'"
328 Bkz. Tevbe, 9/25, 26,27
Hatta bu arada fırsat kollayıp da kargaşa içinde Efendimiz'i öldürmek isteyenler vardı; Nadir İbn Hôris onlardan biriydi. Mekke ileri gelenleriyle birlikte Hevazin'e doğru yola çıkmış ve İslam ordusunda görülebilecek en küçük bir zaaf anında saf değiştirerek karşı tarafa geçmeyi planlamışlardı. İşte şimdi, onlann bekledikleri bu fırsat ellerine geçmişti ve Nadir de Efendimiz'i öldürmek için fırsat kolluyordu! Bu sırada Allah Resülii (sallallalıu aleylıi ve sellern), bineğini mahmuzlamış müşriklerin üzerine doğru yürüyordu. Arkadan yanına yaklaşıp da kılıcını kaldıracağı sırada:
- Hey, sen! Olduğun yerde kal, diye bir ses duydu. Bu ses o kadar derinden geliyordu ki, yüreğine işlemiş ve korkudan titremeye başlamıştı. Zira sesin geldiği yöne doğru dönüp baktığında karşısında, Bedir'deki gibi beyaz tenli adamlar görüyordu! Nadir'in eli kolu tutulmuştu; kendisinde adım atacak takat bile bulamıyordu! Anlamıştı; öldürmeye yeltendiği şahıs, Allah tarafından korunan ve meleklerle müeyyed kılınan Resülullah'tı ve kılıcını kınına koyduğu gibi oradan aynlıp kayıplara kanşacaktı.
Bu arada musibeti ikileştiren sözler de dolaşıyordu; Müslüman olmadığı halde ganimeti garanti gördüğü için orduya katılan veya henüz İslam'ı olduğu gibi sindirme fırsatı bulamamış olanlar:
- Bugün büyü bozulmuştur; bu iş burada biter, türünden sözler saıf ediyor ve diğer insanların da moralini bozuyorlardı. Bu sözler, henüz müşrik olduğu halde Efendimiz (sallallalıu aleyhi ve sellem) ile birlikte Huneyn'e kadar gelen ve gelişmeleri uzaktan seyretmeyi tercih eden Safvan İbn Ümeyye'yi bile kızdırmıştı; yanına koşup da:
- Müjdeler olsun; Muhammed ve arkadaşlan hezirnet yaşıyor!
Vallahi de artık ebediyen ayağa kalkamazlar, diye seslenince yerinden kalkmış ve haberi getiren üvey kardeşi Kelde İbn Hanbel'e tepki olarak:
- Kes sesini ve çeneni kapa, diye bağırmıştı. Sen bana, çöl bedevilerinin zafer haberini mi getiriyorsun! Vallahi de ben, Hevazinli birisinin ökçesi altında yaşamaktansa Kureyşlinin bana efendi olmasını tercih ederim!
Bunlan söylerken burnundan soluyordu ve Resülullah'ın rnağlup olmasını istemiyor ve içine sindiremiyordu. Durumu tetkik için de, yanına kölelerinden birisini çağıracak ve:
- Git bakalım; şu anda meydanda ne türlü parola hakim, diyerek onu savaş meydamna gönderecekti.
Bu sırada sağ taraftan bir ses yükseliyordu:
- Ey insanlar! Bana doğru gelin! Ben Allah'ın kulu ve Resülii'< yüm; bunda yalan yok! Ben, Abdulmuttalib'in oğlu Muhammed'im!
Etrafında yüz civarında ashabının kaldığı Huneyn'de, yeniden maya tutacak bir çıkıştı bu ve Sultanlar Sultam, sadece ashabına seslenmekle kalmıyor, beyaz katırının üzerinde düşmanın üzerine doğru hamle yaparak ashabına yol gösteriyordu! O kadar ki, Efendimiz'in bineğinin dizginlerini tutan Hz. Abbas ile diğer yanında O'ndan ayrılmamaya and içmiş Ebu Süfyan kan ter içinde kalmıştı! Diğer yandan Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Rabbiyle mü nasebetini de ihmal etmiyor ve savaşın yeni kızıştığı bu demIerde ellerini kaldırıp:
- Allah'ım! Nusretinle imdadımıza yetişip Senin Bana vaadettiklerin hatırına muzafferiyet ihsan et! Allah'ım! Onlar karşısında bize mağlubiyet yaşatma! Allah'ım! Şayet aksi olursa bundan sonra yeryüzünde Sana ibadet eden kimse kalmaz. Allah'ım! Hamd sadece Sana takdim edilir, sıkıntı veren haller Sana arz edilir ve yardım da sadece Senden dilenilir, diye dua ediyordu. Bu sırada Cibril-i Emın'in inşirah veren sesi duyuldu:
- Önünde deniz ve arkasında da Firavun olduğu gün, deniz yarılıp da dalgalarından kurtulduğunda Allah'ın Hz. Musa'ya öğrettiği kelimelerle O'na dua ettin, diyordu. Resül-ü Kibriyft'ya inşirah veren cümlelerdi bunlar ve aynı zamanda sahil-i selamete ulaşılacağının müjdesini ihtiva ediyordu.
Ancak yine de esbaba tevessülde kusur gösterilmemeliydi ve bu manada iş, samIdığından da ciddiydi. Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), yanında bulunan Hz. Abbôs'a dönüp:
- Ey Abbas, diye seslenecekti. 'Ensar topluluğuna seslen; "Ey Hudeybiye'de ölümüne söz verenler! Ey Bakara suresinde cömertlik ve misafirperverliği anlatılanlar!" diye onlara nida et!
Resfılullah (sallallahu aleyhi ve sellern), emreder de Hz. Abbas bu emri yerine getirmez miydi hiç! Artık Huneyn vadisinde onun gür sesi yankılamyordu:
- Ey Ensar! Ey Sernüre halkı! Ey Bakara ashabı!
Benzeri bir uyarıyı Abdullah İbn Mes'üd için de yapmış:
- Ensar ve Muhacirler nerede, diyerek onları çağırmasını istemişti. İbn Mes'üd gibi bu sesi dalga dalga yayanlar da, o gün Hz. Abbas'a eşlik ediyordu:
- Ey Ensar topluluğu! Ey Hazreçliler! Anam babam size feda olsun; Resülullah'ın bulunduğu yerden hiç kaçılır mı, diyor ve arkasını dönüp de geri çekilenleri davet ediyordu.
Gerçekten de bu maya tutmuştu; bu çağrıyı duyan herkes:
- Lebbeyk ya Resülullahl Hepimiz Seninle birlikteyiz, deyip, kovanına dönen arılar gibi er nıeydanına koşuyor ve Resülullah'ın sesini duyan her sahabi geri dönüp düşmanın üzerine yürüyordu. Bunu gören Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellem):
- İşte esas savaş şimdi başladı, buyuracaktı. Hala bineğinin üzerinde düşman üzerine doğru ilerliyordu. Bu minval üzere devam ederken eğilerek yerden bil' avuç çakıl taşı alarak düşmanın üzerine savuracak ve:
- Yüzler kara olsun! Ha-Mim! Onlar, asla nusret yüzü görmesinler! Muhammed'in Rabbi adına hepiniz yerle bir olun, diye dua edecekti. Sanki her bir taş, kükremiş bir küheylan gibi düşmanın üzerine yürüyor ve onlar da bunu, karşı konulamayacak bir ordu gibi görüyorlardı.
Yeniden düşmanın üzerine yürüyen ashab o gün, Resülullah kadar cesaretli ve O'nun gibi korkusuzca düşman üzerine yürüyen bir başkasına daha şahit olmayacaktı! Resülullah çizgisine gelinmişti ya, artık üzerlerinde tarifi imkansız bir huzur, başka yerde bulamayacakları kadar engin bir itminan vardı. Daha önceki kritik noktalarda olduğu gibi yine üzerlerine sekine inmiş ve savaş meydanının sıkıntılarını bütünüyle unutup gitmişlerdi!
Bu arada semada büyük bir gök gürültüsü kopmuş ve bu gürültünün hasıl ettiği korku, düşmanı can evinden vurmuştu. Semadan vadiye doğru yayılan bir sevkiyat vardı; Allah (celle celaluhü), beş bin melekle mü'minlerin kuvve-i maneviyesini takviye etmek için görünmeyen ordular göndermişti. Bölük bölük geliyor, başlarına sardıkları sarıklarının ucunu omuzlarından sarkıtarak düşmanın kalbine korku salıyorlardı! Hatta o gün Hevazinlilerden, bu korkunun
tesiriyle arkasına bile bakma cesareti bulamadan kaçıp Taif kalelerine sığınanlar vardı!
Aynı zamanda Efendimiz'in avucuna alıp da attığı çakıl taşlarının her biri, sanki müşriklerden birinin gözüne isabet etmiş ve bu sebeple onlar, önlerini bile göremez hale gelmişlerdi.
Gözü kara Malik ve Hevazin ordusu için artık zaman, hezimet zamanıydı; geçici bir dağılmanın ardından şimdi karşılannda balyoz gibi başlanna inen bir ordu vardı ve çareyi kaçmakta buluyorlardı.
Bu sırada Safvan İbn Ümeyye'nin gönderdiği köle de yanına gelmiş ve meydandaki parolanın:
- Ya Beni Abdirrahman! Ya Beni UbeydiHah! Ya Beni AbdiHah, olduğunun haberini getirmişti. Zira o gün bunlar, İslam mücahidlerinin parolası idi. Bunun üzerine Safvan:
- Muhammed galip geldi; çünkü bunlar, onların savaş meydanındaki parolası idi, diyerek rahat bir nefes alacak ve teselli olacaktı.
Bir aralık Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), arkasına dönecek
ve:
- Ey Şeyb! Bana yaklaş, diye seslenecekti. Bu sözden Şeybe İbn Osman'dan başka kimse bir şey anlamayacaktı; zira o sırada arkasında, O'nu öldürmek için yanına sokulmaya çalışan Şeybe İbn Osman vardı. Sağından yaklaşmış, Hz. Abbas'ı aşmaya cesaret edememiş ve sol tarafından saldırmayı düşününce de burada bulunan Ebu Süfyan'dan fırsat bulamamıştı! Tek çare olarak arkasından yaklaşarak ansızın saldırıp babasıyla amcalarının intikamını almak istemişti ama bu sırada önünde, şimşek gibi çakan alevler yükselivermiş ve kılıcı elinde kalakalmıştı. Eliyle gözünü kapatıyor ve korkudan geri geri gidiyordu! Zira alaca adar üzerinde hiç tanımadığı süvarileri görmüş ve korkusundan yüreğinin yağı erimişti.P? Resülullah'a yaklaşıp da artık O'na herhangi bir kötülükyapamayacağını ve buna bir başkasının da muktedir olamayacağını anlamıştı; çünkü
329 Bu atlılan gördüğünü söylediğinde Efendiler Efendisi'nin ona, "Ey Şeybe! Onlan sadece kafir olanlar görür!" dediği ve Şeybe İbn Osman'ın. bundan sonra Müslüman olduğu da anlatılmaktadır. Bkz. İbn Kesir, Sire, 3/632, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 4/381; Zehebi, Tarihu'l-İslam, 1/325
Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), ilahi in ayet altında korunuyordu! Buraya kadar, yeryüzünde herkes Müslüman olsa bile kendisinin böyle bir tercih te bulunmayacağını düşünen Şeybe İbn Osman için vakit gelmiş gözüküyordu ve kendisini çağıran Efendiler Efendisi'nin yanına doğru ilerlemeye başladı. Resülullah, önce mübarek ellerini Şeybe'nin göğsüne koydu, sonra:
- Allah'ım! Ondan şeytanı uzaklaştır, diye dua etti. Şeybe İbn Osman, çoktan erimeye başlamıştı. İçinde fırtınalar kopuyordu ve başını kaldırdığında artık Resülullah'ı, kendisi için en değerli şeylerden daha fazla seviyordu! O da öldürmek için gelmişti ama şimdi kendisi yeniden diriliyordu, Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) tekrar seslendi:
- Ey Şeybe! Haydi şimdi küffarla savaş!
Bu ne büyüklük, bu ne müsamaha ve bu ne güvendi! Bir anda, insan sarrafı Gönüller Sultanı'nın elinde en katı kalpler bile muma dönmüştü. Üstelik bu kişilerO'nu müdafaa adına karşı tarafa hücüm edip kılıç sallıyordu!
O gün savaş meydanında işin ölçüsünü kaçıranlar da vardı; bazıları, eli kılıç tutan ve karşılarına gelen kadınlarla çoluk çocuğa da kılıç sallıyor, onları da hedef alıyorlardı. Halbuki daha önce de bir kadının öldürüldüğünü görmüş, ashabından birisini Halid İbn Velid' e göndererek, savaş bile olsa kesinlikle kadınlarla çocuklara dokunulmamasını tembih etmişti. Şimdi aynı muamelelerle karşı karşıyaydı ve bunu gören Allah Resülii (sallallahu aleyhi ve sellem)'> den hemen uyarı geldi; düşman ordusuna yardım etmek için savaş meydanına gelmiş olsalar da masum insanlara dokunulmasını istemiyordu ve:
- Şu insanlara ne oluyor ki, çoluk çocuklarına varıncaya kadar onları öldürmeye kalkışıyorlar! Dikkat edin ve sakın ola ki onların çoluk çocuklarını hedef alıp da kimse onlara ilişmesin, diyordu. Bunu duyan Üseyd İbn Hudayr:
- Ya Resülullah, diye seslenecekti. Onlar müşriklerin çocukları değil mi?
Bununla o, müşriklerin çoluk çocuğunun yarın karşılarına yine müşrik olarak çıkacağını ima ediyor ve öldürülmelerini normal karşıladığını ifade etmek istiyordu. Belki de daha sonra gelecekler için
He v a z i n t d e n Gelen Haberler ve Huneyn
Efendiler Efendisi'nin bu mevzudaki düşüncesini kendi ağzından istikbale aktarmak istiyordu. Huneyn vadisi yine nebevi eelale şahit oluyordu; hiddetinden boyun damarları kabaran Allah Resülü ona:
- Sizin en hayırlılarınız da, müşriklerin çocukları değil mi, diye seslendi. Demir leblebi gibi sözlerdi bunlar ve bunu duyanlar, can evlerinden vurulduklarını hissediyorlardı; zira orada, babası miişrik olarak vefat ettiği halde en önde koşturan birçok sahabi vardı ve Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellern), yine kitabın ortasından konuşmuştu! Arkasından şunları ilave etti:
- Dünyaya gelen her canlı, tertemiz bir fıtrat üzere doğar ve dili dönünceye kadar da o hal üzere kalır; onu Hristiyan veya Yahudi yapan ise onun anne ve babasıdır!
Sultan-ı Rusül Efendimiz'e kahramanlığını anlata anlata bitiremedikleri bir adamın yaralandığı haberi getirilmişti:
- O, cehennem ehlindendir, buyurdu. içlerine bir kurt düşmüştü; savaş meydanlarında bu kadar kahramanlık gösteren bir adam nasıl cehennemlik olabilirdi! Ancak haberi veren Resi'ılullah (sallallahu aleyhi ve sellem) olduğuna göre bunun mutlaka bir anlamı vardı ve adamı yakın takibe aldılar. Akıllarına, Uhud günü intihar eden Kuzman geliyordu. Nihayet Kuzmarı gibi bu adam da, ağrıları dayanılmaz hale gelince sadağından çıkardığı bir oku karnına saplayarak intihar edecekti. Bir çırpıda Resülullah'ırı huzuruna gelip durumu haber verdiklerinde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), yanına çağırdığı Hz. Bila1'e:
- Cennete sadece mü'mirı olanlar girecektir; unutmayın ki Allah (celle celaluhü), bu dini facir bir adamla da teyid eder, diye ilan ettirecekti.
Artık Hevazin ordusunun işi bitmişti; liderleri olan Malik İbn Avf, adamlarından bazılarıyla birlikte kaçıp Taif'e sığırırnak zorunda kalmış, arkada kalanlar da Müslümanlara esir olmuştu. Aynı zamanda Huneyn vadisi, kızıl deve, sürüler halinde koyun ve diğer hayvanlarla doluydu; sair kıymetli eşyalar da cabasıydı! Bu manzaraya şahit olan ve o ana kadar tereddüt yaşayan Mekkelilerden pek çoğu, savaş sırasında gördükleri iriayet karşısında ve Allah Resülü'nün muzafteriyetine şahit olunca gelecek ve Müslüman olacaktı! Zira Allah adına hareket eden süvariler, Lat ve Uzza peşinde ömür tüketenlere galip
gelmiş ve onlara, akıllarına bile getirmedikleri bir hezimet yaşatmışlardı!