saniyenur
Fri 10 August 2012, 12:01 pm GMT +0200
HULEFÂ-İ RÂŞİDÎN'DEN SONRA DÎN
İnsanların hak ve hürriyetlerinin Hukuka uygun olarak kesinlikle korunduğu; onların renklerine, soylarına, milliyetlerine veya görüşüne bakılmaksızın eşit muamele gördükleri; iyiliğin ve adaletin yegane sistemi, sonraki devirlerde, temeldeki karakterini kaybederek monarşi şekline dönüştü. Bu değişim sırasında, bazgn bozulmanın önüne geçilmesi imkânları da belirmesine rağmen, ne yazık ki özel olarak islâm Ümmeti ve genelde bütün insanlık için bu değişmenin, tesirlerini izaleye ve ıslaha yer vermeyecek kadar güçlü olduğu vâkidir. Mevcut İmkânlardan gereği gibi faydalanılamadı. Netice itibariyle idare tarzının mahiyeti, Hilafet sisteminden monarşiye dönüşerek yapısı ve karakteri itibariyle bütünüyle değişti.
Bu süreçte ilk köklü değişiklik Ümmet'in liderinin seçiminde oldu. Hilafet için genel geçerli kural, kimsenin bu göreve kendisini teklif etmediği ve elde etmek için her hangi bir çaba sarfetmediğidir. İnsanlar karşılıklı görüş alış verişi ile uygun birini seçer, iş başına getirir, ümmetin hayatını tanzim vazifesini ona tevdi ederlerdi. Aslında bîat fiili, iktidarın neticesi değil, fakat sebebidir. Bunun manası, iktidarda olan kişiye biat edilmez, belki kendisine biat edilmek suretiyle bir kimse iktidara getirilir. Halktan bîat almak maksadıyla herhangi bir şekilde çalışılmaz, el altından iş görülmez, nüfuz kullanılmaz. Ne şekilde olursa olsun, bu hususta hiçbir teşebbüste bulunulmaz. İnsanlar, bîat edip etmemekte tamamen serbesttir. Bir insan, kendisine isteyerek ve hür iradeyle bîat edilmediği sürece bu makamı kabul etmemelidir. Hulefa-i Raşidîn'in hepsi de bu yolla göreve gelmiştir. Hiçbiri, hilafet makamım elde etmek için özel gayret göstermemiştir. Hatta tam tersine, onlar kendilerine teklif edildiğinde kabul etmekle karşı karşıya kalmışlardır. Bu hususta, Hz. Ali için 'bu makamın kendi hakkı olduğu' şeklinde ortaya sürülen iddia da mesnetsiz kalmaktadır. Zira, onun bu konuda en küçük, dolaylı bir yolla dahi bir çaba gösterdiği, Halifeliği kendisi veya bir akrabası için elde etmeye çalıştığı yolunda her hangi bir sahih tarihî delil gösterilemez. Hatta, onun kendisini halifelik makamında hak sahibi görmesi de bu kaideyi ihlal etmez. Gerçekte dört halife de Hilafet'in kendilerine teklifi ve herhangi bir şart altında zorla bîat alınmadığı hususunda eşittirler.
Melikliğin (mulukiye) ortaya çıkması bu kaidedeki değişiklik sonucu olmuştur. Muaviye'nin hilafeti, yukarıda açıklanan şekilde, yani müslümanların toplanarak, müşavere ederek, karar vermek suretiyle halifeliği onun eline tevdi etmesi şeklinde olmamıştır. Tam tersine, o halife olmak istemiş, savaşarak ve dövüşerek bu makamı elde etmiştir. Bu sebeple onun hilafeti, müslümanların rızasına bağlı bir hilafet şekli değildir. O bu makama seçilmemiş, kendi kendini halife ilân etmiştir. Kuvveti ele geçirdikten sonra insanların ona bîat etmekten başka tercihleri yoktu. Eğer biat edilmeseydi, elde ettiği makamdan geri çekilmeyecekti. Çünkü iktidarı zorla, gücü ve kuvvetiyle elde etmişti. Aksi takdirde, kan dökülecek, düzensizlikler, karışıklıklar ve anarşi halleri birbirini kovalayacaktı. Bu yüzden insanlar, kan dökülmesine ve karışıklığa karşı sükûnu ve düzeni seçerek ona bîat ettiler. Hicrî 41 yılının Rebiulevvel'inde, Hz. Hasan'ın Halife adaylığından geri çekilmesinden sonra, bütün sahabiler, tabiîn ve ümmetin ileri gelenleri Muaviye'ye bîatta hemen hemen ittifak ettiler. Bu durum dahilî savaşın önünü almış, akan kanlan durdurmuştur.
Aslında bizzat Muaviye de bu durumu iyi biliyordu. Bu, hilafetinin ilk yıllarında Medine'de yaptığı konuşmadan da bellidir: "Allah'a yemin ederim ki, emareti elime aldığım zaman, iktidara geçmiş olmamdan hiç hoşlanmadınız. Bunu bilmiyor değilim. Hatta bu hususta kalplerinizdeki kuruntuları da biliyorum. Fakat ben bu makamı kılıcımın kuvveti ile elde ettim. Devlet işlerini belki istediğiniz gibi yürütemem. Fakat siz de yapabildiğim kadarıyla iktifa ediniz." (İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, c. VIII, sh. 132).
Bu şekilde başlayan değişiklik Yezid'in bu makama veliaht olmasından sonra o kadar kabul gördü ki bundan sonra hiçbir zaman sarsılmadı, hatta tehdit bile görmedi. Daha sonra makamın kuvvet ve soya dayalı mülkiyet esası ile kazanılması âdeti tesis edildi ve müslümanlar seçimli hükümet sistemine dönecek fırsatı hiçbir zaman elde edemediler. Onların otoriteleri gönüllü biat ile değil, iktidarlarının gücü İle zoraki olarak sağlanıyordu. Daha doğrusu müslümanlar biat etmediler, ettirildiler. Böylece biat müessesesi iktidarda olmak ve kuvvet sahibi bulunmakla birlikte yürütüldü. İnsanların, gücü eline geçirmiş kişiye biat etmemesi, bu suretle onu makamından uzaklaştırmasına da imkân yoktu. Zaten onlar biat etmeseler dahi hilafet makamını zorla ele geçiren kimseyi oradan uzaklaştırmaları mümkün değildi. Hatta bu hâl, zorbalığı daha da artıracaktı.
Müslümanların serbest muvafakatim almadan, kuvvete dayalı olarak meydana çıkmış bir hilafet veya otoritenin şer'î açıdan statüsünü tartışmak yerine burada esas dikkat edilmesi gereken husus şudur: Onlar İslâm'ın gerçek usulleriyle mi halife olmuşlardır? Yoksa tam ve eksiksiz usûl Hilafetin Hulefa-i Raşidîn'in yolu ile mi tesis edilmesi gerektiğidir? Veya Muavİye ve takipçilerinin usûlü mü takip edilmelidir? Hulefa-i Raşidîn'in usûlü bize, tutacağımız yolu açıkça göstermiştir. Diğer usûle gelince, ancak şu kadarı-kabul edilebilir: Bu şekil reddedildiği takdirde daha kötü bir durumun meydana gelmesi ihtimali, buna ruhsatın verildiği hâlidir. Fakat bunun sebebi, sadece kan dökülmesinin ve kargaşanın önlenmesi içindir. Her kim bu iki usûlün doğruluk bakımından birbirinin aynı olduğunu iddia ederse, hakka ve hakikate karşı büyük bir zulüm etmiş olur. Çünkü, as-lolan ve arzu edilen (maîîub) İlkidir. Diğerine izin verilmişse de bunun sebebi kan dökülmesini ve karışıklıkları uzak tutabilmek ölçüsündedir. Yoksa arzu edilen veya hoşa giden bir şey olduğundan değil {Khüafat-o-Muiukiyai).
İkinci önemli değişiklik halifelerin yaşayış tarzında vuku bulmuştur. Monarşi döneminin en başlarında halifeler Kayser ve Kisralara has bir hayat sürdüler. Rasûlullah'in ve Hulefa-i Raşidîn'in sâde yaşayışları terkedildi. Saraylarda yaşamaya ve her gittikleri yerde kendilerine refakat eden muhafızlar taşımaya başladılar. Halk ile doğrudan temasları kesildi. Kendi tebalannm hâl ve vaziyetlerin-hi öğrenmek, haber almak için bazı kimselerin varlığına ihtiyaç duyuldu. Hükümdarın halk ile doğrudan doğruya teması ordan kalktı. Dolayısıyla halkın da idarenin gidişatını kontrol imkânı kalmadı. Halk vasıtasız, doğrudan doğruya şikâyet ve dertlerini bildire-mez oldu. Bu tarz yönetim, Hulefa-i Raşidîn'inkinden tamamiyle farklıdır. Onlar sokakta, pazarda halkın arasında dolaşır, her isteyen halifeyi durdurup şikâyetini, derdini bildirebilirdi. Her gün beş defa halkın karşısına çıkıp namaz saflarının başında bulunurlardı. Haftada bir defa, Cuma günlerinde, hutbede Allah'ın birliği ve dinin esasları halka hatırlatıldıktan sonra idarenin takip ettiği siyaseti izah eder ve icra faaliyetlerine dair haberler verirlerdi. Halk tarafından, şahıslarına ve yönetimlerine yöneltilen her türlü soru ve itirazlara, yine halkın karşısında cevap vermeyi prensip edinmişlerdi. Hatta bu usûle, Kufe'de Hz. Ali'nin hayatının tehlikede olduğu bir zamanda bile devam edilmiştir. Fakat saltanat devri başlayınca bunların hepsi ortadan kalktı. Yerlerine Bizans ve Pers saraylarının usûl ve âdetleri kondu. Bu değişiklik ilk önce Muaviye devrinin başlangıcında vuku buldu. Daha sonra da devam edip gitti.
Üçüncü değişiklik, Beytü'l-mal'in yapısında ve kullanımında olmuştur. İslâm'daki ideal hali ile Beytü'l-mal halifeye ve İdaresine, halkın ve Allah'ın bir emanetidir. Hiç kimsenin onu kendi arzuları doğrultusunda kullanma hakkı yoktur. Hulefa-i Raşidîn, Beytü'l-mal den usulsüz olarak ne kendileri bir kuruş harcar ne de başkasına verirlerdi. Bu bir tek kuruşun bile hesabını vermek hususunda kendilerini sorumlu kabul ederlerdi. Şahsî masrafları için Beytü' l-mal"den aldıkları para ise ancak vasat bir kişiye yetecek kadardı.
Saltanat döneminde Beytü'1-maV konusundaki düşünce tarzı tamamen değişerek hükümdar ve hanedanın şahsî tasarrufuna geçti. İnsanlara sadece vergi mükellefi gözü ile bakılıyordu ve hiç kimsenin hesap sorma hakkı yoktu. Bu dönemde meliklerin, şehzadelerin, valilerin ve ordu komutanlarının lüks ve tantanalı hayatları Beytü'l-mal'ın gayri meşru kullanımıyla sürdürülüyordu. Hilafeti sırasında Ömer b. Abdülaziz, şehzade ve emirlerin gayri meşru servetleri ile beraber, kendisine babasından intikal eden ve yıllık 40.000 dinar gelir getiren emlâkim Beytü'l-mal'e devretti. Beytülmal gelirlerine göz atıldığında meşruiyet sınırına önem verilmez olmuştu. Benî Ümeyye'nin saltanatı devrinde halka yüklenen bir seri gayri meşru vergiler Ömer b. Abdülaziz tarafından kaldırıldı. Beytülmal gelirlerine şöyle bir göz atınca bu insanların şeriat kanunlarını nasıl ihlâl ettikleri açığa çıkar.
Benzer bir haksızlık da gayri müslimlerden (zımmî) usulsüz olarak alınan cizyeler konusundadır. Onlardan müslüman olduktan sonra dahi cizye alınmaya devam edilmiştir. Sebep olarak da, cizyeden kaçmak için müslüman oldukları bahanesi ileri sürülmüştür. Aslında esas sebep, İslâm'ın yayılması ile gelirdeki bir düşüşten korkulmasıdır. İbni'l-Esîr'in bildirdiğine göre, Irak valisi Haccac İbni Yusuf, pek çok zımmî'nin müslüman olup Basra ve Kûfe'ye yerleştiği, bu yüzden de cizye ve haraç gelirlerinde bir düşme olduğu konusunda tahsildarları tarafından bilgilendirmesi üzerine, bu kimselerin şehirlerden geri çevrilmesini ve eskisi gibi cizyenin üzerlerinde bırakılmasını emretti. Bu emirden sonra da yeni müslümanlar Basra ve Kûfe'den çıkarılınca "Vâ Muhammeda, Vâ Muhammeda" diye ağlayıp bağırmışlar ve haksızlığa karşı şikâyetlerini kimseye anlatamamışlardır. Bununla beraber bu hareketler Basra ve Kûfe'deki âlimlerin infialine sebep oldu. İlim adamlarıyla fâkihler yeni müslümanlann davalarına ortak olarak şehirleri terk etmişlerse de mesele halledilmedi, aksine bu kimselere de yapılmadık zulüm kalmadı.
Ömer b. Abdülaziz halife olunca, Horasan'dan, İslâm'a girdiği halde binlerce kişinin üzerinden cizyenin kaldırılmadığı hakkında bir şikayet geldi. Ömer b. Abdülaziz: "Allah, Hz. Muhammed aleyhissalâtu vesselamı Peygamberlik vazifesiyle ve dine davet eden bir memuriyetle göndermiştir, tahsildar olarak değil" diyerek valiyi azletti. (Taberî, c. V, sh. 314; İbni'l-Esir, c. IV, sh. 158; el-Bidâye, c.IX,sh. 188).