- Hukukî Ehliyet Açısından Kadın

Adsense kodları


Hukukî Ehliyet Açısından Kadın

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
neslinur
Wed 14 July 2010, 12:42 pm GMT +0200
d. Hukukî Ehliyet Açısından Kadın
 

Kadın hukukî olarak erkek gibi hak ve vazifelere sa­hiptir. Herkesin kendisine ait sorumlulukları vardır. Kadın miras alabilir, [372]mülk sahibi olabilir, [373]mülkünü dilediği gibi kullanabilir. [374]

Kadının sahip olduğu haklarla, erkeğin haklan muka­yese edildiğinde herkesin ödevine göre hakka sahip olduğu

gorulur.[375]

Burada üzerinde durulan ve istisna teşkil eden durum, ticarî belge düzenlemelerinde kadının imzasının tek başına yetmemesidir. Çünkü bir âyette şöyle buyuruîmaktadır:

"Borç yazımı (senet veya çek tanzimi) esnasında şahit olarak bir erkek ve iki kadın bulunsun."[376]

Öncelikle, bu âyetle İslâmiyet, kadını şahitlik yapabi­lecek ehliyete sahip bir varlık olarak gördüğünü ilân etmiştir. Sadece bu ehliyeti doğrudan kendi ilgi alanı içinde olmayan ticaret hayatında tek başına kullanmasının doğru olmadığını îmâ ederek, doğruyu tespit etme açısından iki kadının şehade-tinin daha uygun olacağını tek kadının sağlıklı sonuç almak için yetmeyeceğini haber vermiştir. Kadına hukukî ehliyet getirmesi yönü ile değerlendirilmesi gereken bu âyetin, kadınların haklarını kısıtlamadığını, aksine, onlara o güne kadar toplumun sağlamadığı yeni bir hakkı getirdiğini söylemek da­ha doğru olacaktır.

Hukukî olarak kadının mirastan erkeğe göre daha az pay alması âyette şöyle geçmektedir:

"Allah size, çocuklarınız hakkında erkeğe kadının pa­yının iki misli miras vermenizi vasiyet (emr)eder." [377]

Miras konusunda getirilen bu hükmün arka planında bize göre haklı ve kendi İçinde tutarlı gerekçeleri vardır. Konuya girmeden önce, bu durumu kadının aleyhine bir hüküm olarak değerlendirenlerin yaptıkları büyük bir hatayı gündeme getir­mek istiyoruz.

Konu İncelenirken, değerlendirme, günümüzün hukuk ku­ralları ve toplumsal yapısı ile ilişkilendirilmektedir. Halbu­ki her hukuksal yapının kendine özgü bir sistem ve mantıktan kaynaklandığı unutulmamalıdır. Sistemin mantığı başka olun­ca, başka bir mantıkla hazırlanmış bir kural, bu sistem içinde yerine oturmamakta, çarkta uyumsuz bir dişli gibi olmaktadır. Burada da benzeri bir durum vardır. İslâm'ın öngördüğü bu miras paylaşımı, geniş aile yapısı ve sistemi için getirilmiştir. Geniş aile için verilmiş bu hüküm, çekirdek aile söz konusu olduğunda "k bakışta, kadınlar aleyhine bir haksızlık varmış gibi gö­zükmektedir. Halbuki geniş aile yapısı içinde sistemin diğer kuralları da göz önünde bulundurularak ve bir bütünlük içinde değerlendirilerek bir sonuca gidildiğinde bu durumun haksızlık olmadığı görülecektir. Şöyle ki;

a. islâm hukuku ailenin yapılanmasında erkeğe ailenin geçim yükünü yüklemiştir. Kadının böyle bir sorumluluğu yok­tur.

b. İslâm hukukunda, evlenirken erkek eşine mehir ver­mekle yükümlüdür. Bu da artı bir masraf demektir. Kadının böyle bir masrafı yoktur.

c. Erkeğin anne babaya bakma yükümlülüğü vardır. Ka­dının böyle bir yükümlülüğü yoktur.

d. Erkeğin evlenmemiş veya bîr sebeple dul kalmış kız kardeşine de bakma sorumluluğu vardır. Kadının böyle bir so­rumluluğu yoktur.

Görülüyor ki İslâm hukukunda, harcama ile ilgili yü­kümlülükler hep erkeğe yüklenmiştir. Böyle bir durumda har­cama yükümlülüğü olmayan kadınla, harcama yükümlülüğü o-lan erkeği bir tutmak hukuktaki eşitlik mantığına uygun olmaz.

Ayrıca, kadın eğer evlenmiş ise kendi kocası da kız kar­deşine göre mirastan iki misli pay alacağına ve bu parayı koca, geçiminden sorumlu olduğu ailesine harcayacağına göre, ara­daki kayıp bir başka şekilde telâfi olmaktadır. Eğer evlenme-mişse zaten onun geçimi erkek kardeş tarafından sağlanacaktır. Bu durumda da kadına haksızlık yapılmış değildir.

Ayrıca bu hükmü içeren âyette Yüce Allah emir kelime­sini kullanmamış, "vesâ" kelimesini kullanmıştır. Bu kelime­nin "emr"den başka mânâları da vardır.

İslâm'ın geldiği dönemde kadınlara reva görülen haksız uygulamalarla İslâm'ın getirdiği değerler karşılaştırıldığın­da, İslâm'ın yaratılış özellikleri, sosyal konum ve hukukî a-çıdan eşitliği getirdiği görülecektir. Ailenin kuruluşunda er­keğin yöneticiliği ise bir zaruretten kaynaklanmıştır. Temel ilkelerini eşitlik olarak belirleyen ve kadınların durumunun iyileştirilmesi sürecini başlatan Hz. Peygamber olmuştur. Onun sağlığında devam eden bu süreç, maalesef onun vefatı ile yük­selme trendini kaybetmiştir. Bu konu da tıpkı kölelik gibi çok yerleşik bir kanaat olduğu için, Hz. Peygamber zamanında baş­latıl. :s değişim süreci, hedefine ulaşamamıştır. Arap toplumu­nun yerleşik kanaatleri ve konjöktür, sürecin yarım kalmasına sebep olmuştur. Peygamberimizden sonra olacakları da Abdul­lah b. Ömer ; öyle diyerek sanki haber veriyordu:

"Rasûlullah döneminde hakkımızda âyet iner korkusun­dan kadınlar hakkında ileri geri konuşamazdık. Onlara per­vasız davranmakta; kinirdik. Rasûlullah vefat edince ko­nuştuk ve rahat davrandık [378]

Bu söz Hz. Peygambcr(s.a.v.)'in getirdiği ilkelerin daha sonra terk edildiğinin ve eski örfüne dönüldüğünün en be­lirgin örneğidir. Abdullah b. Ömer'in oğlunun zamanında ise durum daha da vahim boyutlara ulaşmıştı. Çünkü Abdullah'ın oğlu Vâkid babasının "Rasûluîiah "Kadınlara geceleyin mes­cide gitmelerine izin verin" buyurdu" sözüne "Vallahi onlara izin vermeyiz" diye karşı koymuş, buna sinirlenen babası onu tokatlamış ve "Rasûlullah izin verin buyurdu diyorum sen hâlâ zin vermeyiz diyorsun!" diye bağırmıştır. [379]

Bu durum kadınlar konusunda eski Arap Örfünün, toplu­mun bilinç altında hâlâ canlı olarak yaşadığının en açık deli­lidir.

Toplumun üzerinden vahyin murakabe endişesi de kal­kınca, sosyal hayatın derinliklerinde canlılığını koruyan bu tutumun su yüzüne çıktığını, yaygınlık kazandığını ve fıkha da yansıdığını söyleyen Mehmet Erdoğan konu ile ilgili olarak şöyle der:

"Giderek yerleşen bu görüş, çok kaypak ve ne olduğu belli olmayan "fitne" gibi bir kavramın arkasına sığınarak, kadını eve âdeta hapsetmek istemiş ve islâm'ın, toplumun her kesi­mini kucaklayıcı ve kapsayıcı olması gereken ruhu, tek taraflı, daraltıcı yorumlarla sıkıştırılmış, bunun tabiî sonucu olarak da, kadınlar bu durumdan zarar görmüşler, gerektiği gibi eğitim alamamışlar, toplumsal etkinliklere katılamamışlardır. On­ları "evlerinin en karanlık yerinde" tutmaya arzulu olan zih­niyet, bu düşünce ve eylemlerini çoğu kez bu daraltıcı, dışlayıcı ve bölücü yorumlarıyla meşruiyet çerçevesinde imiş gibi de su-nagelmişlerdir. Fıkıh kitaplarımızda mesela bu konu şöyle düzenlenmiştir:

"Kadınların cemaate katılmaları mekruhtur." Çünkü Hz; Peygamber, "Evleri kendileri için daha hayırlıdır."buvurmuştur.[380] Hem bunda fitne vardır. Bu hüküm, icmâ ile genç anımlara tahsis edilmiştir. Kocakarılar ise, sabah, akşam ve yatsıda cemaate katılabilirler. Çünkü kocakarılar hak­kında fitne korkusu yoktur, demiştir. Fâsıklar öğle ve ikindi vakti dolaşırlar, akşam vaktinde yemekle meşgul olurlar, sa­bah ve yatsı vakitlerinde ise uyurlar. Düşen her bîr şeyin bir bulanı olur. Zamanımızda muhtar olan görüş ise, bunlardan hiç birinin caiz olmamasıdır; çünkü zamanımız kötüdür ve fuh-şiyat çok yaygındır. [381]

Bu gibi telâkki ve yaklaşımlarla erkek ve kadın arasın­da ayrım yapılmış, kadınların korunması için dışarının güvenli hale getirilmesi ve böylece sosyal hayatın her alanında ka­dınların da huzur içinde yer almalarının sağlanması, en azın­dan bunun için çalışılması yerine, korunmaları amacıyla evlerine hapsedilmeleri yoluna gidilmiştir.

Erkeklere olduğu kadar kadınlara da aynı şekilde ve eşit biçimde Peygamber olarak gelen [382]Rasûlullah (s.a.v.), böy­le bir ayrım yapmamış, onların ibadetlerinde de, diğer alan­larda olduğu gibi aynı mekânı paylaşmalarını sakıncalı bul­mamış, bilakis kadınlara fitne gözüyle bakıldığı bir ortamda, onların İbadetlere katılmalarını, bunun için mescitlere gitme­lerini istemiş, bu konuda kendilerine bir zorluk çıkarılmaması­nı istemiştir. O günkü mescidin, sadece ibadetlerin yapıldığı yer olmayıp, her etkinliğin yapıldığı bir mekân -ilçelerdeki hükümet konağı gibi- olduğunu dikkate aldığımızda, mescide gitmeleri konusunda zorluk çıkarmama yasağının aynı zamanda onların okula, hükümet konağına, adliyeye, nikâh salonuna, gösteri evlerine, hastanelere, meclîse, ... gitmelerinin önlenme­mesi anlamına da geldiğini söyleyebiliriz.

"Mü'min erkeklere söyle, gözlerini bakılması yasak o-landan çevirsinler, mahrem yerlerini, korusunlar. Bu, onların arınmasını daha iyi sağlar. Allah, yaptıklarından şüphesiz haberdardır. Mü'min kadınlara da söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan  çevirsinler, iffetlerini korusunlar." [383]

Yukarıdaki âyetin ifadelerinde, genel ve aynı içerikli bir hitap varken ve erkek kadın eşit şekilde bu emre muhatap iken, erkeğin fitneden korunması İçin gözünü indirmesi yerine, dışarıda gözüne rastlayacak bir kadın olmaması için, onların sosyal hayattan uzaklaştırılıp evlere tıkılması şeklinde bir tavır gösterilmesi ile, ilk planda fitnenin bu şekilde üstesinden gelinebileceği düşüncesini yerleştirmiştir. Ancak kadının sos­yal hayattan çıkarılıp eve kapatılmasının arkasından ne gibi zararların ortaya çıkacağı, cahil, görgüsüz, tecrübesiz kalan, nüfusun çoğu kez yarısından fazlasını teşkil eden kadınların, topluma yapması gereken katkılardan mahrumiyetinin insan­lık için ne kadar zarar ya da yarar sağlayacağının muhasebesi yapılmış değildir.

Nikâh, bir akit olarak iki şahit huzurunda tarafların icab ve kabulü ile akdolunan bir akittir. Bu izahtan anlaşılacağı üzere taraflar erkek ve kadın olarak birbirinin "eşi" konu­munda bulunmaktadırlar ve her ikisi de aynı düzeyde, eşit urumda bulunmaktadır. Bunun tabiî sonucu olarak, bu evlilik kurumunun sürdürülmesinde ve sona erdirilmesinde de birbirinin "eş"i olarak eşit olmaları gerekir. Ama fıkha göre böyle değil­dir." Fıkıh kitaplarında kadınlarla ilgili olarak kullanılan ifadelerin ağırlığından şikâyetçi olan yazar, şöyle devam et­mektedir:   Fıkha "Nikâh, kasten milk-i müt'a üzerine akde­dilmiş bir akit olmaktadır." Mİlk-i müt'a tabiri, elbette bir mâlikiyeti gerektirecektir. Kimdir milk-i müt'anın mâliki? Müştereken eşler mi, yoksa münhasıran koca mı? Bunun cevabı, münhasıran kocadır. Mehir "bedelü'l-bud"dur; [384]yani kocanın karısından cinsel yönden yararlanmasının bedelidir. Bu İşin eşler olarak karşılıklı olacağı düşünülerek ona göre bir izah geliştirilmemiştir. Kullanılan ifadelere bakılırsa bir hayva­nın boğazına geçirilen bir ipi sahibinin eliyle tutup ona sahip­lenmesi ve istediği şekilde hükmetmesi ve istediği zaman da ipi bırakıp onu serbest bırakması gibi, kadın da kocasına aynı şekilde bağlıdır. Milk-i müt'anın mâliki sıfatıyla koca, "mül­künde istediği gibi tasarruf eder, kullanır ve isterse de elindeki İpi bırakarak, yahut karısının boynundaki ilmeği çıkararak onu bırakır."

Hz. Peygamberin kendi özel hayatında kadınlara karşı tutumunu, onların yaratılıştan gelen özelliklerini daima göz önünde bulundurmak ve buna göre onları incitmemek, kırmamak ve onlara anlayışlı davranmak ilkesine oturttuğu söylenebilir.

Hz. Peygamber, kadınların hem bedenen hem ruhen er­kekten farklı bîr yaratılışa sahip olduğunu düşünerek onun konumunu farklı bir zemine oturtmuştur. Onların Allah'ın bir e-maneti olduğunu söyleyerek [385]insanların bu emanete saygı gös­termelerini istemiş, hukukî ve toplumsal haklarını güvence altına almıştır.

Ayrıca Özel hayatta kadınlara karşı tutumun dengeli olması gerektiğini belirtmiş ve İnsanlara samimî olarak onla­rın iyiliğini istemelerini tavsiye etmiştir.

"Kadınlara karşı onların hayrına olacak şekilde davra­nın. Kadın eğe kemiğinden yaratılmıştır. Eğe kemiğinin üst kısmı eğri olur. Onu düzeltmeye kalkarsanız kırarsınız. Böyle­ce  bırakırsanız hep eğri olarak kalacaktır."

Bu sözleriyle Hz. Peygamber, bu dengenin hassasiyetine ve zorluğuna dikkat çekmiştir.

İbrahim Canan, Hz. Peygamberin kadınlara karşı dav­ranışlarını hepsi de hadislere dayalı olarak şöyle özetler:

"Hz. Peygamber kadınları varlıkların en sevimlisi ola­rak görür, onlara öncelik tanır, onları ziyarete gider, onların tavassutlarını kabul ederek, suçluları affederdi. Onların bay­rama, eğlencelere gitmelerine, müzik dinlemelerine izin verir, bazen kendisi de gider ve katıldığı bazı davetlere eşiyle işti­rak ederdi.

Kadınlara dayak atılmasına karşı idî. Hz. Âişe, onun hanımlarına ve hizmetçilere bir kere bile vurmadığını belirtmiştir. Dövmek bir yana, sert muamele bile yapmamış, zaman zaman kendisine kafa tutmalarını anlayış ve sabırla karşılamıştır. [386]İnsanların da kadınları dövmesini alaycı bir dille "hem dövüp hem de akşam beraber yatacaksınız" diyerek kınamıştır.[387]

Onları kırmamak İçin, hoşlanmadıkları kokuyu sürme­yecek kadar ilişkilerine özen göstermiştir.

Hz. Peygamberin kadınların toplum içinde saygınlığını artırmak için, onların anneliğini hep vurgulamış, anneyi daima babadan önde tutmuş, insanlara kadına hep annesine baktığı gibi bakmasını temin etmeye çalışmıştır. Cenneti annelerin a-yakları altında tutarak [388] kadını yüceltmiş, saygı konusunda babadan öne çıkararak, üç kere anneyi zikrettikten sonar, ba­bayı zikretmiştir.[389] Nispetlerin babaya yapılmasının güçlü bir gelenek olduğu bir toplumda, insanların içinde bir Bedevi'ye kendisini tanıtırken annesine nispet etmiş, böylece o kültürde kadına ve erkeğe verilen konumu, kadın lehine değiştirmeye çalışmıştır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) kadınların sorunlarıyla ilgilen­miş, kadının özel halleri ile ilgili konuları bile Arap toplumu­nun hiç alışık olmadığı şekilde onlarla konuşmuş, onların konu ile ilgili sorularını cevaplandırmış, hatta Cuma ve Bayram hutbelerini keserek, onların soru sormasına izin vermiş ve bu soruları da anında cevaplandırmıştır.[390]

Onun Müslüman olurken Hind'le aralarında geçen şu di­yalogu, kadınlara karşı İslâm'ın getirdiği hakları çok güzel anlatır:

Mekke'nin fetih günü peygamberimiz Kureyşlilerden biat alırken Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmamak üzere biat etmelerini söyledi. Bunun üzerine, topluluk içinde olan Hind "Vallahi sen erkeklerden İstemediğin şeyleri bizden istiyor­sun." dedi.

Hz. Peygamber hırsızlık da yapmayacaklarını söyle­yince Hind "Vallahi Ebû Süfyân çok cimri bir adamdır. Ben onun malından bazı şeyler almıştım. Bunun helâl mi yoksa ha­ram mı olduğunu bilmiyordum." dedi. Karısının dediklerine şahit olan Ebû Süfyân "Senin önceden çaldıklarına gelince, on­lar sanan helâl olsun." dedi. Bunları duyan Rasûlullah (s.a.v.) "Yoksa sen Utbe'nin kızı Hind misin?" diye sordu. Hind "Evet" cevabını verdi ve "Sen benim geçmişte yaptıklarımı bağışla ki, Allah da seni bağışlasın." dedi.

Rasûlullah "Zina da etmeyeceksiniz." deyince Hind "Yâ Rasûlallah! Hür bir kadın zina eder mi?" diyerek böyle bir şeyin yapılamayacağını söyledi.

Rasûlullah "Çocuklarınızı da öldürmeyeceksiniz, "buyu-runca Hind "Küçüklüklerinde onları biz büyütüp yetiştirdik. Büyüdüklerinde ise onları sen öldürdün. Bu senin ve onların bileceği bir iştir." [391]dedi. Hind'in bu sözlerine Hz. Ömer çok güldü.

Hz. Peygamber "İftira da etmeyeceksiniz." buyurdu.Bu­nun üzerine Hind "Vallahi iftira etmek çok çirkin bir şeydir." dedi.

Rasûl-i Ekrem "Bana  isyan  etmeyeceksiniz" buyurunca

Hind   "İyilikte" [392]diye müdahale etti. İslama yeni giren mazisinde Hz. Hamza'yı öldürtmek gibi bir suç bulunan bir kadının, Peygamber'in sözlerine böylesine müdahalesine Rasûluliah(s.a.v.)'m hoşgörüsü, doğrusu imrenilmeye değer bir Örnektir.

Bu kadar İlgi ve saygıya alışık olmayan kadınlar bile Peygamberimizin kendilerine sağladığı bu konumu, zaman za­man yadırgamışlar, hayrete düşmüşler ve bu durumu şükran hisleri ile dolu şu sözleri İle açığa vurmuşlardır:

"Allah ve Rasûlü bize bizden daha merhametlidir." [393]

Rasûlullah (s.a.v.), hayırlıhğın ölçütünün kadınlarla ilişkiler olduğunu belirtmiş "Sizin en hayırlınız kadınlarına karşı hayırlı olanınızdır. Ailesine karşı en hayırlı olanınız da benim" diyerek Arap toplumunun alışık olmadığı bu ölçüte uyma konusunda kendisini öne çıkarmıştır. Zikrettiğimiz bu son hadiste de görüldüğü gibi, kadınlara karşı takınılacak ta­vır konusundaki söylediklerini ilk defa kendisi yapmıştır. Böylece, insanların uygulamasını istediği hususları öncelikle kendi hayatında uygulama ve İnsanları yaşayarak eğitme yön­temini burada da kullandığını görmekteyiz. [394