rabia
Wed 7 April 2010, 12:48 pm GMT +0200
Hükmün Kısımları
Önbilgi
Vâcib
Mahzur (Haram)
Mübâh
Nedb (Mendûb)
Mekruh
Seçmeli Vacib
Dar Zamanlı Vacib- Geniş Zamanlı Vacib
Kişinin, Namaz Vakti İçerisinde, Namaz Kılmaya Azmettikten Sonra Namazı Kılamadan Ölmesi
Vacibin Ancak Kendisiyle Tamamlanabildiği (Gerçekleşebildiği) Şey Vâcib Midir?
Vacibin Alt Sının Üzerine Yapılan Ziyade Vaciplik Vasfını Alır Mı?
Vücubun Neshedilmesi Durumunda Geriye Kalan Hüküm Nedir?
Mubah Emredilmiş Kapsamında Mıdır?
Mubah Şer´in Kapsamına Dahil Midir?
Emir Kapsamında Mıdır?
Tür Ve Sayı İtibariyle Bir´in Mahiyeti
Tayin İtibariyle Bir
Mekruh Emir Kapsamında Mıdır?
Nehyin kısımları
Bir Şeyin Emredilmesi, O Şeyin Zıddının Yasaklanması Anlamına Gelir Mi?
II. HÜKMÜN KISIMLARI
Bu başlık altında bir önbilgi ve onbeş mesele yer almaktadır.
Önbilgi:
Mükelleflerin fiilleri için sabit olan hükümler, "vâcib´, ´haram (mahzur)´, ´ınübâh´, ´mendûb´ ve ´mekruh´ olmak üzere beş tanedir. Bu ayırımın hareket noktası şudur; Şer´in hitabı, ya ´yapmayı gerektirici´ bir şekilde, ya ´terketmeyi gerektirici´ bir şekilde, ya da ´yapma ve terketme arasında serbest bırakma´ şeklinde varid olur. Eğer Şer´in hitabı, yapmayı gerektirici bir şekilde varid olmuşsa, bu hitab ´emir´dir. Bu hitaba, söz konusu yapmanın (fiilin) terkedilmesi karşılığında ceza (ıkab) olduğunu hissettiren bir şey bitişmiş ise, bu emir, vâcib; ceza verileceğini hissettiren bir şey bitişmemişse ´nedb (mendûb)´ olur. Yapmamayı gerektirme şeklinde varid olan hitab, yapma durumunda ceza olacağını hissettiri-yorsa, ´hazr´ (haram); ceza olacağını hissettirmiyorsa ´kerâhiyet´tir. Hitab, serbest bırakma (tahyîr) biçiminde varid olmuşsa, bu ´mübâh´tir.
Şimdi bu hükümleri sırasıyla, birer başlık altında, tanımlayalım:
Vâcib:
Mukaddime bölümünde vacibin bir yönüne değinmiştik. Şimdi de vacibin tanımına ilişkin olarak söylenenleri zikredelim.
a) Vâcib, terkedilmesine karşılık ceza verilen şeydir. Bu tanıma, ´Vacibin terkedİlmeşine karşılık verilecek ceza affedilebilir, fakat vâcib, vâcib olmaktan çıkmaz. Çünkü vâcib hali hazırda mevcud; ceza ise, hali hazırda mevcut olmayıp beklenen bir şeydir´ denilerek itiraz edilmiştir.
[I, 66]
b) ´Vâcib, terkedilmesine karşı ceza verileceği, tehditü bir ifade ile, bildirilen şeydir´. Bu tanıma, ´Şayet ceza tehdidi (vaîd) olsaydı, bu tehdidi gerçekleştirmek vâcib olurdu. Çünkü Allah´ın sözü doğrudur. Halbuki, bu cezanın affedilerek, şahsın cezalandırılmaması tasavvur edilebilmektedir´ denilerek itiraz edilmiştir.
c) Vâcib, terkedilmesine karşılık ceza verilmesinden endişe edilen şeydir. Bu tanım, haramlığında ve vâcibliğinde şüphe edilen şeyler sebebiyle batıl olur. Çünkü bu durumda olan bir fiil vâcib olmadığı halde, terkedilmesi halinde ceza verilmesinden korkulmaktadır.
d) Kadı Ebu Bekr [1] vâcib´in, ´terkedenin, şer´an, herhangi bir şekilde kınanıp verildiği şey? şeklinde tanımlanmasının daha uygun olduğunu söylemiş, (yani, bir Önceki tanımdaki ´ceza´ sözcüğü yerine ´yergi´ yi koymuş) ve buna ´Çünkü kınama hâlen mevcut olup, ceza ise şüphelidir´ şeklinde bir açıklama getirmiştir. Kadı, tanımda geçen ´herhangi bir şekilde (bi vechin-mâ)´ sözü İle, tanımın ´muhayyer (seçmeli) vâcib´e ve ´geniş zamanlı (müvessa1) vâcib´e şamil olmasını amaçlamıştır. Çünkü seçmeli vâcib, alternatifi ile birlikle terkedildiği zaman; geniş zamanlı vâcib ise. ifasına azmedil m ediği zaman ´kınama´ söz konusu olur.
Vâcib ile farz arasında fark var mıdır?
Bize göre, bu ikisi arasında fark olmayıp, kesinlik ve lüzum gibi, eş anlamlı lafızlardandır.
Ebû Hanîfe ashabı ise, ´farz´ ismini, vacipliği kesin olarak bilinen şeylere, ´vâcib´ ismini de, vacipliği zannî olarak idrak edilen şeylere tahsis etmek suretiyle, farklı bir terminoloji geliştirmişlerdir. Zaten biz de, vacibin ´kesin´ ve ´zannî´ olarak ikiye ayrıldığını inkar etmiyoruz. Anlamlar anlaşıldıktan sonra, terimler hususunda hiç bir kısıtlama söz konusu değildir.
Kadı, ´Allah, terkedi I meşine ceza vermekle tehdit etmeksizin, bize bir şeyi vâcib kılsa, bu şey vâcib olur. Burada vaciplik, ceza sebebiyle değil, Allah´ın vâcib kılması sebebiyledir´ demektedir.
Bu, irdelenmesi gerekli bir görüştür. Çünkü bizim açımızdan yapılması ve terkedilmesi eşit olan şeyi, ´vücûb´ olarak vasıflamanın hiç bir anlamı yoktur. Şöyleki; Bİz, vücubu ancak, kendi maksatlarımıza nisbetle, yapılmasının terke-dilmesine ağır basması yoluyla kavrayabiliriz. Eğer böyle bir tercih (ağır basma) yoksa, yücub, asıl itibariyle, manasızdır.
Mahzur (Haram):
Vacibin tanımı anlaşıldıktan sonra onun karşıtı olan haramın tanımı artık kapalı değildir.
Mübâh:
Mübah´ın tanımlarından biri ´Mubah terkedilmesi ve yapılması eşit olan şeydir´ şeklindedir. Bu tanım, hem çocuk, deli ve hayvanın fiili ile, hem de Allah´ın fiili ile boşa çıkar. Nitekim, Allah Teâlânın fiillerindenbirçoğu bizim açımızdan terke müsavi olduğu halde, yapma ve terk Allah hakkında kesinlikle eşittir. Ayrıca Şer´in gelmesinden önce yapıp-etmeler, terketmeye eşit olduğu halde, bunların hiçbirine mubah denilmez.
Bizce, mubahın tanımı ´Mubah; yapan veya terkeden için her hangi bir övgü ya da yergi söz konusu edilmeksizin, yapılması ve lerkedilmesi hususunda Allah´ın İzin verdiği şeydir´ şeklinde olmalıdır. Yine, mübah´ın ´Mubah; Şer´in, terketmesi veya yapması durumunda, sırf yapması ya da sırf yapmaması yüzünden kişiye zarar ve yarar olmadığını belirttiği şeydir´ şeklinde tanımlanması da mümkündür. Bu tanım ile mubahın, bir masıyet işlemek suretiyle terkedilmesi durumu tamım dışı bırakılmaya çalışılmıştır (ihtiraz). Çünkü mubahı, bir masıyet işleyerek terketmesi durumunda, kişi, mubahı tcrkeltiği için değil, masıyet işlediği için zarar görür.
Nedb (Mendûb):
Mendûb için getirilen tariflerden birisi ´Mendub; terkedilmesi durumunda bir kınama olmaksızın, yapılması terkedilmesinden daha hayırlı olan şeydir´ şeklindedir. Bu tanım, Şer´in vürudundan önce yeme-içme´nin hükmü gündeme getirilerek reddedilebilir. Çünkü, Şer´in vürudundan önce, yeme-içme, hem lezzet yönünden hem de hayatı devam ettirme yönünden, daha hayırlı olduğu halde, henüz Şer´ vârid olmadığı için, bu durum mendûb olarak nitelendirilemez.
Kaderİyye ise mendûb´u, ´yaptığı zaman failinin övülmeye hak kazandığı; ancak terketmesi sebebiyle kınanmayı hak etmediği şey´ olarak tanımlamıştır. Bu tanım, Allah´ın fiili ile reddedilir. Çünkü Allah her fiile karşı övüldüğü ve hiç kınanmadığı halde, O´nun fiili ´nedb´ olarak adlandırılmaz.
Bizce, mendûb´un en doğru tanımı şöyledir: ´Mendub; bir bedele (alternatif) gerek duyulmaksızın, terkedilmesine, sırf terketme olması bakımından her hangi bir kınama gerekmeyen emredilmiş şeydir´. Bu tanımda, seçmeli vâcib ile geniş zamanlı vacibin tanıma dahil olmasından kaçınılmıştır.
Mekruh:
[I, 67] Mekruh lafzı fakihler arasında bir kaç anlamda müştereken kullanılmakta olup, bu anlamlardan bazıları şunlardır:
a) Haram (Mahzur):
Şafiî çoğu yerlerde ´Bunu kerih (mekruh) görüyorum´ demiş ve bununla ´haranı´ ı kastetmiştir.
b) Tenzihen yasaklanmış şey:
Bu, yapılmasına ceza verilmediği halde, terkedilmesi yapılmasından daha hayırlı olduğu hissedilen şeydir. Bu anlamda mekruh, mendûbun mukabili olmaktadır. Nitekim, mendub, yapılması terkedilmesmden daha hayırlı olduğu anlaşılan şeydir.
c) Yasaklanmamış bile olsa, ´evlâ olanı terketme (terku´1-evlâ):
Kuşluk namazının terkedılmesi böyledir. Bu namazın terkinin daha evlâ olanı terk sayılması, hakkında bir yasak varid olduğu için değil, fakat fazilet ve sebebinin çokluğu yüzündendir. Hatta bu namazı terketmenin mekruh olduğunu söyleyenlerde olmuştur.
d) Haramlığrnda şüphe ve tereddüt olan şey:
Yırtıcı hayvanların eti, az miktarda içilen nebiz böyledir. Bu yorumun detayının açıklanması gereklidir. Şöyle ki, içtihadı, kendisini bunun haram olduğuna ulaştırdığı kişiye bunlar haram olduğu gibi, içtihadı helal olduğuna ulaşan kişi için de helaldir. Ve artık nebizin kerahîyetinin bir anlamı kalmaz. Ancak eğer hasmın şüphesinden dolayı nefsinde bir tereddüt hasıl olursa, o şey için kerahiyet devam eder. Nitekim Hz. Peygamber "Günah kalbin rahatsızlık duymasıdır´ [2]demiştir. Bu itibarla, zann-ı galib helalliği yönünde bile olsa, haramlık endişesi bulunan şeylere de kerahet isminin kullanılması çirkin değildir. Ne var ki bu söz, ietihad hususunda isabet edenin tek olduğu görüşünde olanların mezhebi açısından doğrudur. Her müttehidin isabet ettiğini savunanlara göre ise, eğer şeyin helalliğine zannı galib hasıl etmişse, artık kendisi açısından o şey helaldir.
Hükmün kısımları hakkındaki bu önbilgiden sonra, şimdi de bu kısımlardan şubelere ayrılan meseleleri zikredelim.
Mesele: (Seçmeli Vacib)
Vâcib, hasredilmiş kısımlar arasında, ´belirli (muayyen) vâcib´ ve ´belirsiz (mübhem) vâcib´ kısımlarına ayrılır ve ´seçmeli (muhayyer) vâcib´ olarak adlandırılır. Keffaret seçeneklerinden (hısâl) biri böyledir. Yani vâcib olan bu seçenekler içerisinden belirli (muayyen) olmayan biridir. Mutezile, ´îcâb´ ile ´tahyîr´in, birbirlerine zıt olması sebebiyle birlikte bulunamayacakları, daha doğrusu, tahyîr olunca, Tcab´ın hiç bir anlamı kalmayacağı gerekçesiyle seçmeli vacibi inkar etmiştir. Biz ise bunun aklen caiz ve şer´an vaki olduğunu iddia ediyoruz.
Seçmeli vacib´in aklen cevazının delili şudur:
Efendi kölesine ´Bugün sana ya şu gömleği dikmeyi ya da şu duvarı örmeyi vâcib kıldım. Hangisini yaparsan o benim için yeterlidir ve buna karşılık seni ödüllendiririm. Gerçi ben sana bunların ikisini birden vâcib kılmayıp, senin seçimine bağlı olarak muayyen olmayan birini vâcib kıldım ise de, eğer sen ikisini de terkedersen seni cezalandırırım´ dese, bu makul bir sözdür. Bu durumda efendinin köleye hiç bir şeyi vâcib kılmadığı söylenemez. Çünkü, efendi, hepsini ter-ketmesİ halinde ona ceza vereceğini ifade etmiştir. Bu ceza da vücubtan ayrı düşünülemez. Diğer yandan, efendinin ona her iki işi birden vâcib kıldığı da söylenemez. Çünkü böyle olmadığını efendi bizzat kendisi açıkça belirtmiştir. Yine,efendinin, ´dikme? veya ´örme? işlerinden muayyen birini vâcib kıldığı da söylenemez. Çünkü efendi tercih konusunda serbest bıraktığını ifade etmiştir. Geriye sadece ´vâcib, bu İki şeyden, muayyen olmayan birisidir? demek kalıyor.
Seçmeli vâcib´in şer´an vuku bulduğunun delili:
Keffaretİn seçenekleri, hatta köle azadı bile buna delil teşkil edebilir. Çünkü azad etme işi, kölelerin şahıslarına nisbetle muhayyerdir. Aynı şekilde, evlenmek isteyen kızı (bakire) denk taliplerden biriyle evlendirmek vâcibtir. Hepsiyle evlendirmenin vâcib kılınması mümkün değildir. Yine imamete uygun iki kişiden birini imamlığa tayin etmek vâcibtir. ikisinin birden tayini imkansızdır.
Denirse ki:
Vâcib olan, keffaret seçeneklerinin hepsidir. Bu itibarla hepsini terkederse, hepsinden dolayı cezalandırılır. Hepsini yapsa, hepsi yerini bulmuş olur. İçlerinden birini yapsa, diğerlerini yapma borcu ondan düşer. Vâcib bazan, edanın dı-fl 68] Ş>nda bazı sebeblerle de düşebilir ve bu imkansız değildir. Deriz ki:
Bu sözler, iki imam hakkında ve bir kızla evlenmeye talip iki denk kişi hakkında uygulanamaz (muttarid değildir). Çünkü bu hususta, hepsini bir araya toplamak haramdır. Bu konumda hepsi nasıl vâcib olacak! Üstelik bu şekildeki bir uygulama, keffaret seçenekleri konusundaki icma´a aykırıdır. Zira ümmet, bu seçeneklerin hepsinin vâcib olmadığında icma etmiştir.
Onlar bu görüşlerini şu şekilde gerekçelendirmektedirler: Üç seçenek, Allah katında, kulun salahına izafetle vasıf bakımından eşit ise, bu takdirde eşit şeylerin arasında eşitlik olması için bunların hepsinin vâcib olması gerekir. Yok eğer, bu seçeneklerden biri, icabı gerektirecek bir vasıfla temeyyüz etmişse, Özellikle onun vâcib olması gerekir ve başkalarıyla kanşmaması için, başka seçenekler sebebiyle mübhem hale getirilmemesi gerekir.
Bu gerekçelendirmeye karşı biz de şöyle deriz:
Siz, fiillerin, kendi zatlarında vasıfları bulunduğu ve bu vasıflar sebebiyle Allah´ın onları vâcib kıldığı sonucuna nereden ulaştınız! Aksine vâcib kılma, Allah´a aittir. Birbirine eşit üç şeyden birini tayin etmek ve vücubu ona tahsis etmek O´nun yetkisinde olduğu gibi, bunlar içerisinde muayyen (belirli) olmayan birini vâcib kılıp, imtisalin (uyup-yapmanın) çok zor olmaması için tayin İşini, onu yapmakla mükellef olan kişinin tercihine bırakması da O´nun yetkisindedir.
Onların bu konudaki diğer bir gerekçesi de şudur;
Vâcib, vacib kılmanın (icab) ilişkin olduğu şeydir. Eğer vâcib bu üç seçenekten biri olsaydı, Allah icabın hangisine ilişkin olduğunu bilirdi, bu seçenek Allah´ın ilminde temeyyüz ederdi (ayrıcalık kazanırdı) ve vâcib olan da bu olurdu.
Bu gerekçeye karşı da şunları söyleriz:
Allah muayyen olmayan birini vâcib kılınca, biz onu muayyen olmayarak biliriz. Efendi kölesine, ´Ben sana dikiş dikmeyi veya duvar örmeyi vâcib kıldım´ dese, Allah bunu nasıl bilecek! Bunu ancak üzerinde bulunan bir sıfatına göre bilecektir. Bunun sıfatı da ´muayyen olmaması´dır. O halde Allah onu, tıpkı olduğu gibi, muayyen olmayarak bilir.
Bu konunun Özü şudur:
Vacibin, icabın taalluk edeceği zatî bir vasfı yoktur. O (vâcib) ancak, hitaba bir izafettir. Hitab ise, konuşmaya ve zikretmeye göredir. Siyahlığın iki cisimden muayyen olmayan birinde yaratılması; ilmin, iki kişiden muayyen olmayan birinde yaratılması mümkün değildir. Ama, tayin (belirleme) olmaksızın ikisinden birini zikretmek mümkündür. Mesela iki karısından birine ´ikinizden biri boştur´ diyen kişinin sözü böyledir. Buna göre, icab, konuşmaya tabi olan bir sözdür.
Denirse ki:
Mûcib (vâcib kılan), isteyendir. İstediği de, kendi katında belirli olmalıdır.
Deriz ki:
Mûcib´in talebinin, iki şeyden birine ilişkin olması mümkündür. Mesela bir kadının, ´hangisi olursa olsun iki talib.ten biriyle beni evlendir´ demesi; yine ´hangisi olursa olsun kölelerden birini azat et demesi´; ´şu iki imamdan herhangi birine bey´at et´ demesi böyledir. Şu halde, istenen şey, bunlardan muayyen olmayan birisidir. İstenmesi tasavvur edilebilen her şeyin vâcib kılınması da mümkündür.
Denirse ki:
Allah, mükellefin neyi yapacağını ve vacibin ne ile yerine getirileceğini bilmektedir. Bu itibarla, vâcib, Allah´ın ilminde muayyendir.
Deriz ki:
Allah onu gayri muayyen olarak bilmektedir. Sonra, (vâcib) onu yapmasından önce belirli olmadığı müddetçe, onun yapmasıyla belirli olmuş olur. Öte yandan, şayet mükellef hepsini yapsa veya hiç birini yapmasa, bunlardan biri Allah´ın ilminde nasıl belirli olacaktır!
Denirse ki:
Niçin, iki şahıstan muayyen olmayan birine vâcib kılması caiz olmuyor? Ve niçin diyorsunuz ki; farz-ı kifaye herkes Üzerinedir. Halbuki vücub, onlardan birinin yapmasıyla düşmektedir.
Deriz ki:
Çünkü vücub, ceza ile gerçekleşir. İki şahıstan muayyen olmayan birini cezalandırmak mümkün değildir. Halbuki şahsın iki fiilden muayyen olmayan biri karşalığında cezalandırılacağı söylenebilir.
[I, 69]
Mesele: (Dar Zamanlı Vacib- Geniş Zamanlı Vacib)
Vâcib, vakite izafetle, ´dar zamanlı (mudayyak) vâcib´ ve ´geniş zamanlı (müvessa) vâcib* olarak ikiye ayrılır.
Bir topluluk, geniş zamanlılığın vücuba aykırı olduğunu söylemiştir. Bu görüş aklen ve şer´an batıldır.
Akien batıl olması:
Efendi kölesine, ´gündüzün beyazında; ister öncesinde, ister ortasında, isler sonunda olsun, hangisini istersen, şu elbiseye dik. Bu işi yaptığın zaman sana vâcib kıldığım şeyi yerine getirmiş olursun´ dese, bu söz makul bir sözdür. Bu durumda, ´Efendi köleye hiç bir şey yapmayı vâcib kılmamıştır´ demek de, ´Efendi ona bir şey yapmasını dar zamanlı olarak vâcib kılmıştır´ demek de mümkün değildir; dolayısıyla bu iki ihtimal batıldır. Geriye tek bir ihtimal kalıyor ki o da; efendinin, köleye bir şeyi yapmasını geniş zamanlı olarak vâcib kılmış olmasıdır.
Şer´an batıl olması:
Namazın, zevalin akabinde vâcib olacağı ve o ondan itibaren bir zaman daraltması olmaksızın ne zaman kılarsa kılsın farzı eda etmiş ve icab emrine imtisal etmiş olacağında icma vardır.
Denirse ki:
Vacibin hakikati şudur: Vacib, terkedilmesi caiz olmayan, aksine terkedil-mesi halinde ceza verilen şeydir. Namaz ve dikiş dikme, vaktin sonuna izafe edildiğinde, bu kişi bu yüzden cezalandırılır. Öyleyse, bunun vücubu vaktin sonunda gerçekleşir. Daha öncesinde (vaktin sonuna gelmezden önce) ise, kişi her ne kadar yapması daha hayırlı ise de, o işi yapıp yapmama hususunda muhayyerdir. Bu da mendub´un tanımıdır.
Deriz ki:
Bu husustaki perde şöyle kaldırılabilir; yapılması istenen fiiller aklen şu üç kısımdan ibarettir:
a) Terkedilmesi ne, mutlak olarak ceza verilmeyen fiil: mendub.
b) Terkine, mutlak olarak, ceza verilen fiil: vâcib.
c) Vaktin tamamına izafetle terkedilmesi ne ceza verilen, fakat vaktin bir kısmına izafetle terkine ceza verilmeyen fiü. İşte bu tür fiil, üçüncü bir fiil olup, ilk iki tabirden farklı üçüncü bir tabire ihtiyacı vardır. Bu fiilîn hakikati, mendub olma ve vâcib olmayı aşmaz. Bu bakımdan buna en uygun tabir, ´geniş zamanlı vâcib (el-vâcibu´1-müvessa´)´ veya ´terkedilmesi caiz olmayan mendûb´dur. Biz, namazın ilk vaktinde, farz niyetiyle namaz kılınabileceği ve bundan nedb sevabı değil, farz sevabı alınacağında icma bulunmasından hareketle, Şer´in bu kısma giren fiilleri vâcib olarak adlandırdığını bilmekteyiz. Akıl da bu üç kısmı İnkar etmediğine göre, tartışma lâfızda kalmış olmaktadır ve bizim zikrettiğimiz daha evladır.
Denirse ki:
Bu, üçüncü bir kısım değildir; Aksine, vaktin evveline nisbetle mendûb, -zira terki caiz olabiliyor-; vaktin sonuna nisbetle ise kesindir ve artık ertelenmesi caiz değildir. Sizin ´o, farza niyet eder´ sözünüz kabul edilebilir, fakat o fiil, ´farza dönüşme´ manasında farzdır; tıpkı, zekatın önceden verilmesi durumunda, farz zekata niyet edilmesi gibi. Kişi bu durumlarda, vakti gelmemiş (ğayr-i muaccel) farz sevabı veya nedb sevabı değil, ´muaccel farz´ sevabı alır.
Deriz ki:
Sizin ´vaktin evveline izafetle sonraya bırakılmasının caiz olması yüzünden bu fiil mendûbdur´ sözünüz yanlıştır. Çünkü bu ifade mendûbun tanımı değildir. Mendûbun tanımı, alelıtlak terki caiz olan şeydir. Halbuki geniş zamanlı vacibin terki, bir şartla caiz olmaktadır ki bu şart onu daha sonra yapmak veya yapmaya azmetmektir. Terkedilmesi bir bedel veya bir şart ile caiz olan şey mendûb değildir. Şöyleki, bir kimse, azad etmekle emrolunsa, bu durumda her bir kölenin azadını terk etmesi caizdir; fakat başka bir köle azad etmesi şartıyla. Keffaret seçenekleri de böyledir. Bu seçeneklerin her birinin terki caizdir, fakat bir bedel (alternatif) getirmek şartıyla. Bu,´nedb´ anlamına gelmez. İşte tıpkı bu tür vacibin, ´muhayyer (seçmeli) vâcib´ olarak adlandırılması gibi, diğeri de ´dar zamanlı olmayan vâcib´ olarak adlandırılabilir. Eğer bundan anlaşılan mana, -ki bu fiilin üç kısma ayrılmasıdır-, İttifaklt İse, münakaşa anlamsızdır. Terkedilmesi bir şart ile caiz olan şey, terki mutlak oiarak caiz olmayan şeyden aynim Terki mutlak ola- rj 791 rak caiz olan şey ise üçüncü bir kısımdır.
Öte yandan, sizin *bu fiil farzın önceye alınması (ta´cilun li´1-farz) olup, zaten bu yüzden farz olarak adlandırılmıştır´ sözünüz icma´a aykırıdır. Zira, zekatta niyetin ta´cili (vaktinden önceye alınması) vâcibtir. Selef, namazda vaktin evvelinde ne niyet ediyorsa vaktin sonunda da aynı niyeti etmiş ve aralarında asla fark gözetmemişlerdir. Bu kesindir.
Denirse ki:
Bazıları, ´Vaktin evvelinde kılınan namaz nafile olarak vaki olur ve bunun gerçekleşmesiyle farz düşer´ demiş; bazıları da, ´Bu namaz mevkuf olarak, (yani farz mı yoksa nafile olarak mı ifa edildiği bilinmiyor olarak) vaki olur. Eğer bu kişi, vaktin sonuna kadar mükelleflerin vasfı üzere kalırsa, bunun farz olarak vaki olduğu açığa çıkar. Fakat bu arada ölür veya aklî dengesini kaybederse, nafile olarak vaki olmuş olur´ demişlerdir.
Deriz ki:
Eğer bu nafile olarak vaki olacak olsaydı, nafile niyetiyle yapılması caiz olurdu. Hatta bunun nafile olduğunu bilen kişinin farza niyet etmesi imkansız olurdu. Zira niyet, bilmeye tabi bir kasıttır.
Namazın mevkuf olduğu görüşü (vakf) de batıldır. Zira ümmet namazı kıldıktan sonra vaktin ortasında ölen kişinin, tıpkı niyet ve eda ettiği gibi, Allah´ın farzını eda etmiş olarak ölmüş olacağında ittifak etmiştir. Zira o kişi, ´Allah´ın farzını eda etmeye niyet ettim´ demiştir.
Denirse ki:
Siz sözünüzü, geniş zamanlı vacibin terk edilmesinin bir şart ile caiz olması üzerine bina ettiniz. Bu şart da, emre uymaya (imtisal) azmetmek veya emri yerine getirmektir. Halbuki iş böyle değildir. Çünkü;
a) Muhayyer vâcib, keffaretin seçeneklerinde olduğu gibi, iki şey arasında muhayyer bırakılan fiildir. Halbuki Şer´, namaz ile azmetme arasında muhayyer bırakmamıştır.
b) Aynca mücerred ´şu vakitte namaz kıl!´ sözünde, azmetmeye değinme yoktur. Bu bakımdan azmetmenin vâcib kılınması, sıyganın (lafzın) gçreğine bir ziyadedir.
c) Yine kişi, azmetmeyi unutarak vaktin ortasında ölse, asi olmaz. Deriz ki:
´Şayet azmetmeyi ihmal etse, asi olmaz´ sözünüz müsellemdir. Asi olmayışının sebebi, gafilin mükellef olmamasıdır. Ama eğer emirden gafil değilse, azmetmekten hali kalmaz. Ancak zıddı ile yani mutlak olarak yapmamaya azmetmek suretiyle, azimden hali kalabilir. Bu da haramdır. Haramdan ancak kendisiyle kurtulunabilen şey ise vâcibtir. Bu delil, onun (azmin) vücubuna delalet eder, her ne kadar mücerred sıyga dilin yapısı itibariyle buna delalet etmese bile. Akıl delili (delilu´l-akl), sıyganın delaletinden daha kuvvetlidir.
Sözün özü, ´geniş zamanlı (müvessa´) vacibin, hem vaktin evveline ve hem de vaktin sonuna izafetle muhayyer vâcib gibi olduğu hususuna racidir. Bu İtibarla vaktin sonunda, o vacibi yapmazsa, eğer vaktin evvelinde yapmış ise asi olmaz.
Önbilgi
Vâcib
Mahzur (Haram)
Mübâh
Nedb (Mendûb)
Mekruh
Seçmeli Vacib
Dar Zamanlı Vacib- Geniş Zamanlı Vacib
Kişinin, Namaz Vakti İçerisinde, Namaz Kılmaya Azmettikten Sonra Namazı Kılamadan Ölmesi
Vacibin Ancak Kendisiyle Tamamlanabildiği (Gerçekleşebildiği) Şey Vâcib Midir?
Vacibin Alt Sının Üzerine Yapılan Ziyade Vaciplik Vasfını Alır Mı?
Vücubun Neshedilmesi Durumunda Geriye Kalan Hüküm Nedir?
Mubah Emredilmiş Kapsamında Mıdır?
Mubah Şer´in Kapsamına Dahil Midir?
Emir Kapsamında Mıdır?
Tür Ve Sayı İtibariyle Bir´in Mahiyeti
Tayin İtibariyle Bir
Mekruh Emir Kapsamında Mıdır?
Nehyin kısımları
Bir Şeyin Emredilmesi, O Şeyin Zıddının Yasaklanması Anlamına Gelir Mi?
II. HÜKMÜN KISIMLARI
Bu başlık altında bir önbilgi ve onbeş mesele yer almaktadır.
Önbilgi:
Mükelleflerin fiilleri için sabit olan hükümler, "vâcib´, ´haram (mahzur)´, ´ınübâh´, ´mendûb´ ve ´mekruh´ olmak üzere beş tanedir. Bu ayırımın hareket noktası şudur; Şer´in hitabı, ya ´yapmayı gerektirici´ bir şekilde, ya ´terketmeyi gerektirici´ bir şekilde, ya da ´yapma ve terketme arasında serbest bırakma´ şeklinde varid olur. Eğer Şer´in hitabı, yapmayı gerektirici bir şekilde varid olmuşsa, bu hitab ´emir´dir. Bu hitaba, söz konusu yapmanın (fiilin) terkedilmesi karşılığında ceza (ıkab) olduğunu hissettiren bir şey bitişmiş ise, bu emir, vâcib; ceza verileceğini hissettiren bir şey bitişmemişse ´nedb (mendûb)´ olur. Yapmamayı gerektirme şeklinde varid olan hitab, yapma durumunda ceza olacağını hissettiri-yorsa, ´hazr´ (haram); ceza olacağını hissettirmiyorsa ´kerâhiyet´tir. Hitab, serbest bırakma (tahyîr) biçiminde varid olmuşsa, bu ´mübâh´tir.
Şimdi bu hükümleri sırasıyla, birer başlık altında, tanımlayalım:
Vâcib:
Mukaddime bölümünde vacibin bir yönüne değinmiştik. Şimdi de vacibin tanımına ilişkin olarak söylenenleri zikredelim.
a) Vâcib, terkedilmesine karşılık ceza verilen şeydir. Bu tanıma, ´Vacibin terkedİlmeşine karşılık verilecek ceza affedilebilir, fakat vâcib, vâcib olmaktan çıkmaz. Çünkü vâcib hali hazırda mevcud; ceza ise, hali hazırda mevcut olmayıp beklenen bir şeydir´ denilerek itiraz edilmiştir.
[I, 66]
b) ´Vâcib, terkedilmesine karşı ceza verileceği, tehditü bir ifade ile, bildirilen şeydir´. Bu tanıma, ´Şayet ceza tehdidi (vaîd) olsaydı, bu tehdidi gerçekleştirmek vâcib olurdu. Çünkü Allah´ın sözü doğrudur. Halbuki, bu cezanın affedilerek, şahsın cezalandırılmaması tasavvur edilebilmektedir´ denilerek itiraz edilmiştir.
c) Vâcib, terkedilmesine karşılık ceza verilmesinden endişe edilen şeydir. Bu tanım, haramlığında ve vâcibliğinde şüphe edilen şeyler sebebiyle batıl olur. Çünkü bu durumda olan bir fiil vâcib olmadığı halde, terkedilmesi halinde ceza verilmesinden korkulmaktadır.
d) Kadı Ebu Bekr [1] vâcib´in, ´terkedenin, şer´an, herhangi bir şekilde kınanıp verildiği şey? şeklinde tanımlanmasının daha uygun olduğunu söylemiş, (yani, bir Önceki tanımdaki ´ceza´ sözcüğü yerine ´yergi´ yi koymuş) ve buna ´Çünkü kınama hâlen mevcut olup, ceza ise şüphelidir´ şeklinde bir açıklama getirmiştir. Kadı, tanımda geçen ´herhangi bir şekilde (bi vechin-mâ)´ sözü İle, tanımın ´muhayyer (seçmeli) vâcib´e ve ´geniş zamanlı (müvessa1) vâcib´e şamil olmasını amaçlamıştır. Çünkü seçmeli vâcib, alternatifi ile birlikle terkedildiği zaman; geniş zamanlı vâcib ise. ifasına azmedil m ediği zaman ´kınama´ söz konusu olur.
Vâcib ile farz arasında fark var mıdır?
Bize göre, bu ikisi arasında fark olmayıp, kesinlik ve lüzum gibi, eş anlamlı lafızlardandır.
Ebû Hanîfe ashabı ise, ´farz´ ismini, vacipliği kesin olarak bilinen şeylere, ´vâcib´ ismini de, vacipliği zannî olarak idrak edilen şeylere tahsis etmek suretiyle, farklı bir terminoloji geliştirmişlerdir. Zaten biz de, vacibin ´kesin´ ve ´zannî´ olarak ikiye ayrıldığını inkar etmiyoruz. Anlamlar anlaşıldıktan sonra, terimler hususunda hiç bir kısıtlama söz konusu değildir.
Kadı, ´Allah, terkedi I meşine ceza vermekle tehdit etmeksizin, bize bir şeyi vâcib kılsa, bu şey vâcib olur. Burada vaciplik, ceza sebebiyle değil, Allah´ın vâcib kılması sebebiyledir´ demektedir.
Bu, irdelenmesi gerekli bir görüştür. Çünkü bizim açımızdan yapılması ve terkedilmesi eşit olan şeyi, ´vücûb´ olarak vasıflamanın hiç bir anlamı yoktur. Şöyleki; Bİz, vücubu ancak, kendi maksatlarımıza nisbetle, yapılmasının terke-dilmesine ağır basması yoluyla kavrayabiliriz. Eğer böyle bir tercih (ağır basma) yoksa, yücub, asıl itibariyle, manasızdır.
Mahzur (Haram):
Vacibin tanımı anlaşıldıktan sonra onun karşıtı olan haramın tanımı artık kapalı değildir.
Mübâh:
Mübah´ın tanımlarından biri ´Mubah terkedilmesi ve yapılması eşit olan şeydir´ şeklindedir. Bu tanım, hem çocuk, deli ve hayvanın fiili ile, hem de Allah´ın fiili ile boşa çıkar. Nitekim, Allah Teâlânın fiillerindenbirçoğu bizim açımızdan terke müsavi olduğu halde, yapma ve terk Allah hakkında kesinlikle eşittir. Ayrıca Şer´in gelmesinden önce yapıp-etmeler, terketmeye eşit olduğu halde, bunların hiçbirine mubah denilmez.
Bizce, mubahın tanımı ´Mubah; yapan veya terkeden için her hangi bir övgü ya da yergi söz konusu edilmeksizin, yapılması ve lerkedilmesi hususunda Allah´ın İzin verdiği şeydir´ şeklinde olmalıdır. Yine, mübah´ın ´Mubah; Şer´in, terketmesi veya yapması durumunda, sırf yapması ya da sırf yapmaması yüzünden kişiye zarar ve yarar olmadığını belirttiği şeydir´ şeklinde tanımlanması da mümkündür. Bu tanım ile mubahın, bir masıyet işlemek suretiyle terkedilmesi durumu tamım dışı bırakılmaya çalışılmıştır (ihtiraz). Çünkü mubahı, bir masıyet işleyerek terketmesi durumunda, kişi, mubahı tcrkeltiği için değil, masıyet işlediği için zarar görür.
Nedb (Mendûb):
Mendûb için getirilen tariflerden birisi ´Mendub; terkedilmesi durumunda bir kınama olmaksızın, yapılması terkedilmesinden daha hayırlı olan şeydir´ şeklindedir. Bu tanım, Şer´in vürudundan önce yeme-içme´nin hükmü gündeme getirilerek reddedilebilir. Çünkü, Şer´in vürudundan önce, yeme-içme, hem lezzet yönünden hem de hayatı devam ettirme yönünden, daha hayırlı olduğu halde, henüz Şer´ vârid olmadığı için, bu durum mendûb olarak nitelendirilemez.
Kaderİyye ise mendûb´u, ´yaptığı zaman failinin övülmeye hak kazandığı; ancak terketmesi sebebiyle kınanmayı hak etmediği şey´ olarak tanımlamıştır. Bu tanım, Allah´ın fiili ile reddedilir. Çünkü Allah her fiile karşı övüldüğü ve hiç kınanmadığı halde, O´nun fiili ´nedb´ olarak adlandırılmaz.
Bizce, mendûb´un en doğru tanımı şöyledir: ´Mendub; bir bedele (alternatif) gerek duyulmaksızın, terkedilmesine, sırf terketme olması bakımından her hangi bir kınama gerekmeyen emredilmiş şeydir´. Bu tanımda, seçmeli vâcib ile geniş zamanlı vacibin tanıma dahil olmasından kaçınılmıştır.
Mekruh:
[I, 67] Mekruh lafzı fakihler arasında bir kaç anlamda müştereken kullanılmakta olup, bu anlamlardan bazıları şunlardır:
a) Haram (Mahzur):
Şafiî çoğu yerlerde ´Bunu kerih (mekruh) görüyorum´ demiş ve bununla ´haranı´ ı kastetmiştir.
b) Tenzihen yasaklanmış şey:
Bu, yapılmasına ceza verilmediği halde, terkedilmesi yapılmasından daha hayırlı olduğu hissedilen şeydir. Bu anlamda mekruh, mendûbun mukabili olmaktadır. Nitekim, mendub, yapılması terkedilmesmden daha hayırlı olduğu anlaşılan şeydir.
c) Yasaklanmamış bile olsa, ´evlâ olanı terketme (terku´1-evlâ):
Kuşluk namazının terkedılmesi böyledir. Bu namazın terkinin daha evlâ olanı terk sayılması, hakkında bir yasak varid olduğu için değil, fakat fazilet ve sebebinin çokluğu yüzündendir. Hatta bu namazı terketmenin mekruh olduğunu söyleyenlerde olmuştur.
d) Haramlığrnda şüphe ve tereddüt olan şey:
Yırtıcı hayvanların eti, az miktarda içilen nebiz böyledir. Bu yorumun detayının açıklanması gereklidir. Şöyle ki, içtihadı, kendisini bunun haram olduğuna ulaştırdığı kişiye bunlar haram olduğu gibi, içtihadı helal olduğuna ulaşan kişi için de helaldir. Ve artık nebizin kerahîyetinin bir anlamı kalmaz. Ancak eğer hasmın şüphesinden dolayı nefsinde bir tereddüt hasıl olursa, o şey için kerahiyet devam eder. Nitekim Hz. Peygamber "Günah kalbin rahatsızlık duymasıdır´ [2]demiştir. Bu itibarla, zann-ı galib helalliği yönünde bile olsa, haramlık endişesi bulunan şeylere de kerahet isminin kullanılması çirkin değildir. Ne var ki bu söz, ietihad hususunda isabet edenin tek olduğu görüşünde olanların mezhebi açısından doğrudur. Her müttehidin isabet ettiğini savunanlara göre ise, eğer şeyin helalliğine zannı galib hasıl etmişse, artık kendisi açısından o şey helaldir.
Hükmün kısımları hakkındaki bu önbilgiden sonra, şimdi de bu kısımlardan şubelere ayrılan meseleleri zikredelim.
Mesele: (Seçmeli Vacib)
Vâcib, hasredilmiş kısımlar arasında, ´belirli (muayyen) vâcib´ ve ´belirsiz (mübhem) vâcib´ kısımlarına ayrılır ve ´seçmeli (muhayyer) vâcib´ olarak adlandırılır. Keffaret seçeneklerinden (hısâl) biri böyledir. Yani vâcib olan bu seçenekler içerisinden belirli (muayyen) olmayan biridir. Mutezile, ´îcâb´ ile ´tahyîr´in, birbirlerine zıt olması sebebiyle birlikte bulunamayacakları, daha doğrusu, tahyîr olunca, Tcab´ın hiç bir anlamı kalmayacağı gerekçesiyle seçmeli vacibi inkar etmiştir. Biz ise bunun aklen caiz ve şer´an vaki olduğunu iddia ediyoruz.
Seçmeli vacib´in aklen cevazının delili şudur:
Efendi kölesine ´Bugün sana ya şu gömleği dikmeyi ya da şu duvarı örmeyi vâcib kıldım. Hangisini yaparsan o benim için yeterlidir ve buna karşılık seni ödüllendiririm. Gerçi ben sana bunların ikisini birden vâcib kılmayıp, senin seçimine bağlı olarak muayyen olmayan birini vâcib kıldım ise de, eğer sen ikisini de terkedersen seni cezalandırırım´ dese, bu makul bir sözdür. Bu durumda efendinin köleye hiç bir şeyi vâcib kılmadığı söylenemez. Çünkü, efendi, hepsini ter-ketmesİ halinde ona ceza vereceğini ifade etmiştir. Bu ceza da vücubtan ayrı düşünülemez. Diğer yandan, efendinin ona her iki işi birden vâcib kıldığı da söylenemez. Çünkü böyle olmadığını efendi bizzat kendisi açıkça belirtmiştir. Yine,efendinin, ´dikme? veya ´örme? işlerinden muayyen birini vâcib kıldığı da söylenemez. Çünkü efendi tercih konusunda serbest bıraktığını ifade etmiştir. Geriye sadece ´vâcib, bu İki şeyden, muayyen olmayan birisidir? demek kalıyor.
Seçmeli vâcib´in şer´an vuku bulduğunun delili:
Keffaretİn seçenekleri, hatta köle azadı bile buna delil teşkil edebilir. Çünkü azad etme işi, kölelerin şahıslarına nisbetle muhayyerdir. Aynı şekilde, evlenmek isteyen kızı (bakire) denk taliplerden biriyle evlendirmek vâcibtir. Hepsiyle evlendirmenin vâcib kılınması mümkün değildir. Yine imamete uygun iki kişiden birini imamlığa tayin etmek vâcibtir. ikisinin birden tayini imkansızdır.
Denirse ki:
Vâcib olan, keffaret seçeneklerinin hepsidir. Bu itibarla hepsini terkederse, hepsinden dolayı cezalandırılır. Hepsini yapsa, hepsi yerini bulmuş olur. İçlerinden birini yapsa, diğerlerini yapma borcu ondan düşer. Vâcib bazan, edanın dı-fl 68] Ş>nda bazı sebeblerle de düşebilir ve bu imkansız değildir. Deriz ki:
Bu sözler, iki imam hakkında ve bir kızla evlenmeye talip iki denk kişi hakkında uygulanamaz (muttarid değildir). Çünkü bu hususta, hepsini bir araya toplamak haramdır. Bu konumda hepsi nasıl vâcib olacak! Üstelik bu şekildeki bir uygulama, keffaret seçenekleri konusundaki icma´a aykırıdır. Zira ümmet, bu seçeneklerin hepsinin vâcib olmadığında icma etmiştir.
Onlar bu görüşlerini şu şekilde gerekçelendirmektedirler: Üç seçenek, Allah katında, kulun salahına izafetle vasıf bakımından eşit ise, bu takdirde eşit şeylerin arasında eşitlik olması için bunların hepsinin vâcib olması gerekir. Yok eğer, bu seçeneklerden biri, icabı gerektirecek bir vasıfla temeyyüz etmişse, Özellikle onun vâcib olması gerekir ve başkalarıyla kanşmaması için, başka seçenekler sebebiyle mübhem hale getirilmemesi gerekir.
Bu gerekçelendirmeye karşı biz de şöyle deriz:
Siz, fiillerin, kendi zatlarında vasıfları bulunduğu ve bu vasıflar sebebiyle Allah´ın onları vâcib kıldığı sonucuna nereden ulaştınız! Aksine vâcib kılma, Allah´a aittir. Birbirine eşit üç şeyden birini tayin etmek ve vücubu ona tahsis etmek O´nun yetkisinde olduğu gibi, bunlar içerisinde muayyen (belirli) olmayan birini vâcib kılıp, imtisalin (uyup-yapmanın) çok zor olmaması için tayin İşini, onu yapmakla mükellef olan kişinin tercihine bırakması da O´nun yetkisindedir.
Onların bu konudaki diğer bir gerekçesi de şudur;
Vâcib, vacib kılmanın (icab) ilişkin olduğu şeydir. Eğer vâcib bu üç seçenekten biri olsaydı, Allah icabın hangisine ilişkin olduğunu bilirdi, bu seçenek Allah´ın ilminde temeyyüz ederdi (ayrıcalık kazanırdı) ve vâcib olan da bu olurdu.
Bu gerekçeye karşı da şunları söyleriz:
Allah muayyen olmayan birini vâcib kılınca, biz onu muayyen olmayarak biliriz. Efendi kölesine, ´Ben sana dikiş dikmeyi veya duvar örmeyi vâcib kıldım´ dese, Allah bunu nasıl bilecek! Bunu ancak üzerinde bulunan bir sıfatına göre bilecektir. Bunun sıfatı da ´muayyen olmaması´dır. O halde Allah onu, tıpkı olduğu gibi, muayyen olmayarak bilir.
Bu konunun Özü şudur:
Vacibin, icabın taalluk edeceği zatî bir vasfı yoktur. O (vâcib) ancak, hitaba bir izafettir. Hitab ise, konuşmaya ve zikretmeye göredir. Siyahlığın iki cisimden muayyen olmayan birinde yaratılması; ilmin, iki kişiden muayyen olmayan birinde yaratılması mümkün değildir. Ama, tayin (belirleme) olmaksızın ikisinden birini zikretmek mümkündür. Mesela iki karısından birine ´ikinizden biri boştur´ diyen kişinin sözü böyledir. Buna göre, icab, konuşmaya tabi olan bir sözdür.
Denirse ki:
Mûcib (vâcib kılan), isteyendir. İstediği de, kendi katında belirli olmalıdır.
Deriz ki:
Mûcib´in talebinin, iki şeyden birine ilişkin olması mümkündür. Mesela bir kadının, ´hangisi olursa olsun iki talib.ten biriyle beni evlendir´ demesi; yine ´hangisi olursa olsun kölelerden birini azat et demesi´; ´şu iki imamdan herhangi birine bey´at et´ demesi böyledir. Şu halde, istenen şey, bunlardan muayyen olmayan birisidir. İstenmesi tasavvur edilebilen her şeyin vâcib kılınması da mümkündür.
Denirse ki:
Allah, mükellefin neyi yapacağını ve vacibin ne ile yerine getirileceğini bilmektedir. Bu itibarla, vâcib, Allah´ın ilminde muayyendir.
Deriz ki:
Allah onu gayri muayyen olarak bilmektedir. Sonra, (vâcib) onu yapmasından önce belirli olmadığı müddetçe, onun yapmasıyla belirli olmuş olur. Öte yandan, şayet mükellef hepsini yapsa veya hiç birini yapmasa, bunlardan biri Allah´ın ilminde nasıl belirli olacaktır!
Denirse ki:
Niçin, iki şahıstan muayyen olmayan birine vâcib kılması caiz olmuyor? Ve niçin diyorsunuz ki; farz-ı kifaye herkes Üzerinedir. Halbuki vücub, onlardan birinin yapmasıyla düşmektedir.
Deriz ki:
Çünkü vücub, ceza ile gerçekleşir. İki şahıstan muayyen olmayan birini cezalandırmak mümkün değildir. Halbuki şahsın iki fiilden muayyen olmayan biri karşalığında cezalandırılacağı söylenebilir.
[I, 69]
Mesele: (Dar Zamanlı Vacib- Geniş Zamanlı Vacib)
Vâcib, vakite izafetle, ´dar zamanlı (mudayyak) vâcib´ ve ´geniş zamanlı (müvessa) vâcib* olarak ikiye ayrılır.
Bir topluluk, geniş zamanlılığın vücuba aykırı olduğunu söylemiştir. Bu görüş aklen ve şer´an batıldır.
Akien batıl olması:
Efendi kölesine, ´gündüzün beyazında; ister öncesinde, ister ortasında, isler sonunda olsun, hangisini istersen, şu elbiseye dik. Bu işi yaptığın zaman sana vâcib kıldığım şeyi yerine getirmiş olursun´ dese, bu söz makul bir sözdür. Bu durumda, ´Efendi köleye hiç bir şey yapmayı vâcib kılmamıştır´ demek de, ´Efendi ona bir şey yapmasını dar zamanlı olarak vâcib kılmıştır´ demek de mümkün değildir; dolayısıyla bu iki ihtimal batıldır. Geriye tek bir ihtimal kalıyor ki o da; efendinin, köleye bir şeyi yapmasını geniş zamanlı olarak vâcib kılmış olmasıdır.
Şer´an batıl olması:
Namazın, zevalin akabinde vâcib olacağı ve o ondan itibaren bir zaman daraltması olmaksızın ne zaman kılarsa kılsın farzı eda etmiş ve icab emrine imtisal etmiş olacağında icma vardır.
Denirse ki:
Vacibin hakikati şudur: Vacib, terkedilmesi caiz olmayan, aksine terkedil-mesi halinde ceza verilen şeydir. Namaz ve dikiş dikme, vaktin sonuna izafe edildiğinde, bu kişi bu yüzden cezalandırılır. Öyleyse, bunun vücubu vaktin sonunda gerçekleşir. Daha öncesinde (vaktin sonuna gelmezden önce) ise, kişi her ne kadar yapması daha hayırlı ise de, o işi yapıp yapmama hususunda muhayyerdir. Bu da mendub´un tanımıdır.
Deriz ki:
Bu husustaki perde şöyle kaldırılabilir; yapılması istenen fiiller aklen şu üç kısımdan ibarettir:
a) Terkedilmesi ne, mutlak olarak ceza verilmeyen fiil: mendub.
b) Terkine, mutlak olarak, ceza verilen fiil: vâcib.
c) Vaktin tamamına izafetle terkedilmesi ne ceza verilen, fakat vaktin bir kısmına izafetle terkine ceza verilmeyen fiü. İşte bu tür fiil, üçüncü bir fiil olup, ilk iki tabirden farklı üçüncü bir tabire ihtiyacı vardır. Bu fiilîn hakikati, mendub olma ve vâcib olmayı aşmaz. Bu bakımdan buna en uygun tabir, ´geniş zamanlı vâcib (el-vâcibu´1-müvessa´)´ veya ´terkedilmesi caiz olmayan mendûb´dur. Biz, namazın ilk vaktinde, farz niyetiyle namaz kılınabileceği ve bundan nedb sevabı değil, farz sevabı alınacağında icma bulunmasından hareketle, Şer´in bu kısma giren fiilleri vâcib olarak adlandırdığını bilmekteyiz. Akıl da bu üç kısmı İnkar etmediğine göre, tartışma lâfızda kalmış olmaktadır ve bizim zikrettiğimiz daha evladır.
Denirse ki:
Bu, üçüncü bir kısım değildir; Aksine, vaktin evveline nisbetle mendûb, -zira terki caiz olabiliyor-; vaktin sonuna nisbetle ise kesindir ve artık ertelenmesi caiz değildir. Sizin ´o, farza niyet eder´ sözünüz kabul edilebilir, fakat o fiil, ´farza dönüşme´ manasında farzdır; tıpkı, zekatın önceden verilmesi durumunda, farz zekata niyet edilmesi gibi. Kişi bu durumlarda, vakti gelmemiş (ğayr-i muaccel) farz sevabı veya nedb sevabı değil, ´muaccel farz´ sevabı alır.
Deriz ki:
Sizin ´vaktin evveline izafetle sonraya bırakılmasının caiz olması yüzünden bu fiil mendûbdur´ sözünüz yanlıştır. Çünkü bu ifade mendûbun tanımı değildir. Mendûbun tanımı, alelıtlak terki caiz olan şeydir. Halbuki geniş zamanlı vacibin terki, bir şartla caiz olmaktadır ki bu şart onu daha sonra yapmak veya yapmaya azmetmektir. Terkedilmesi bir bedel veya bir şart ile caiz olan şey mendûb değildir. Şöyleki, bir kimse, azad etmekle emrolunsa, bu durumda her bir kölenin azadını terk etmesi caizdir; fakat başka bir köle azad etmesi şartıyla. Keffaret seçenekleri de böyledir. Bu seçeneklerin her birinin terki caizdir, fakat bir bedel (alternatif) getirmek şartıyla. Bu,´nedb´ anlamına gelmez. İşte tıpkı bu tür vacibin, ´muhayyer (seçmeli) vâcib´ olarak adlandırılması gibi, diğeri de ´dar zamanlı olmayan vâcib´ olarak adlandırılabilir. Eğer bundan anlaşılan mana, -ki bu fiilin üç kısma ayrılmasıdır-, İttifaklt İse, münakaşa anlamsızdır. Terkedilmesi bir şart ile caiz olan şey, terki mutlak oiarak caiz olmayan şeyden aynim Terki mutlak ola- rj 791 rak caiz olan şey ise üçüncü bir kısımdır.
Öte yandan, sizin *bu fiil farzın önceye alınması (ta´cilun li´1-farz) olup, zaten bu yüzden farz olarak adlandırılmıştır´ sözünüz icma´a aykırıdır. Zira, zekatta niyetin ta´cili (vaktinden önceye alınması) vâcibtir. Selef, namazda vaktin evvelinde ne niyet ediyorsa vaktin sonunda da aynı niyeti etmiş ve aralarında asla fark gözetmemişlerdir. Bu kesindir.
Denirse ki:
Bazıları, ´Vaktin evvelinde kılınan namaz nafile olarak vaki olur ve bunun gerçekleşmesiyle farz düşer´ demiş; bazıları da, ´Bu namaz mevkuf olarak, (yani farz mı yoksa nafile olarak mı ifa edildiği bilinmiyor olarak) vaki olur. Eğer bu kişi, vaktin sonuna kadar mükelleflerin vasfı üzere kalırsa, bunun farz olarak vaki olduğu açığa çıkar. Fakat bu arada ölür veya aklî dengesini kaybederse, nafile olarak vaki olmuş olur´ demişlerdir.
Deriz ki:
Eğer bu nafile olarak vaki olacak olsaydı, nafile niyetiyle yapılması caiz olurdu. Hatta bunun nafile olduğunu bilen kişinin farza niyet etmesi imkansız olurdu. Zira niyet, bilmeye tabi bir kasıttır.
Namazın mevkuf olduğu görüşü (vakf) de batıldır. Zira ümmet namazı kıldıktan sonra vaktin ortasında ölen kişinin, tıpkı niyet ve eda ettiği gibi, Allah´ın farzını eda etmiş olarak ölmüş olacağında ittifak etmiştir. Zira o kişi, ´Allah´ın farzını eda etmeye niyet ettim´ demiştir.
Denirse ki:
Siz sözünüzü, geniş zamanlı vacibin terk edilmesinin bir şart ile caiz olması üzerine bina ettiniz. Bu şart da, emre uymaya (imtisal) azmetmek veya emri yerine getirmektir. Halbuki iş böyle değildir. Çünkü;
a) Muhayyer vâcib, keffaretin seçeneklerinde olduğu gibi, iki şey arasında muhayyer bırakılan fiildir. Halbuki Şer´, namaz ile azmetme arasında muhayyer bırakmamıştır.
b) Aynca mücerred ´şu vakitte namaz kıl!´ sözünde, azmetmeye değinme yoktur. Bu bakımdan azmetmenin vâcib kılınması, sıyganın (lafzın) gçreğine bir ziyadedir.
c) Yine kişi, azmetmeyi unutarak vaktin ortasında ölse, asi olmaz. Deriz ki:
´Şayet azmetmeyi ihmal etse, asi olmaz´ sözünüz müsellemdir. Asi olmayışının sebebi, gafilin mükellef olmamasıdır. Ama eğer emirden gafil değilse, azmetmekten hali kalmaz. Ancak zıddı ile yani mutlak olarak yapmamaya azmetmek suretiyle, azimden hali kalabilir. Bu da haramdır. Haramdan ancak kendisiyle kurtulunabilen şey ise vâcibtir. Bu delil, onun (azmin) vücubuna delalet eder, her ne kadar mücerred sıyga dilin yapısı itibariyle buna delalet etmese bile. Akıl delili (delilu´l-akl), sıyganın delaletinden daha kuvvetlidir.
Sözün özü, ´geniş zamanlı (müvessa´) vacibin, hem vaktin evveline ve hem de vaktin sonuna izafetle muhayyer vâcib gibi olduğu hususuna racidir. Bu İtibarla vaktin sonunda, o vacibi yapmazsa, eğer vaktin evvelinde yapmış ise asi olmaz.