hafiza aise
Wed 6 July 2011, 03:36 pm GMT +0200
2— Hubeydiye Anlaşmasından Çıkarılacak Bazı Fıkhı Hükümler:
1— Hz. Peygamber (s.a.) hac aylarında umre yapmıştır. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.) Zilkade ayında yola çıkmıştı.
2— Hacda olduğu gibi, umre için de mîkatta ihrama girmek daha efdal-dir. Allah Rasûlü (s.a.) gerek hac ve gerekse umre için Zülhuleyfe'de ihrama girmiştir. Zülhuleyfe ile Medine arası bir mil kadar veya buna yakın bir mesafedir.
Bu konuda: "Umre için Beyt-i Makdis'te ihrama giren bir kimsenin geçmiş ve gelecek günahları bağışlanır.", diğer bir rivayetinde ise."Önceki günahlara keffaret olur" şeklinde gelen hadis sabit değildir.[709] Senedinde ve metninde güçlü muztariblik vardır.
3— Kıran haccında olduğu gibi başlı başına yapılan umrede de kurban sevketmek sünnettir.
4— Kurban edilecek hayvanı önceden işaretlemek sünnettir; bu iş yasak bir işkence değildir.
5— Allah düşmanlarını kızdırmak rnüstehaptır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) müşrikleri kızdırmak için, kurbanlıkları arasında, Ebu Cehil'in, burnunda gümüş halka bulunan devesini kurban etmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabının özellikleri hakkında şöyle buyurmuştur; "...Onlar İncil'de de şöyle vasıflandırılmışlardı: Filizini çıkarmış, kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş ve ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler. Allah, böylece bunları çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkarcıları öfkelendirir..."[710] '...Çünkü Allah yolunda açlığa, susuzluğa, yorgunluğa maruz kalmak, kâfirleri kızdıracak bir yeri işgal etmek ve düşmana başari kazanmak karşılığında onların yaptıkları yararlı bir iş mutlaka yazılır. Doğ-rusu Allah, iyilik yapanların ecrini zayi etmez."[711]
6— Ordu komutanının önceden düşman tarafına casuslar göndermes gerekir.
7— Savaşta iken ihtiyaç halinde, güvenilir bir müşrikten yardım istemek caizdir. Çünkü Allah Rasûlü'nün (s.a.) Huzâaîı casusu o sırada kâfirdi; ve bu da, casusun düşman içlerine kolayca sızıp haber toplayabilmesi açısından daha faydalıydı.
8— Devlet başkanının, tebaası ve ordusuyla istişare etmesi müstehaptır. Bu istişare, onların fikirlerini almak, gönüllerini hoş tutmak, nifak çıkarmalarından emin olmak, uzmanlık isteyen ve insanlar arasında bazılarının bilebileceği bir faydalı bilgiyi öğrenmek ve Allah Teâlâ'nın: "...İş hakkında onlara danış..."[712] emrine sarılmak içindir. Yine Allah Teâlâ şöyle buyurarak kullarını övmüştür: "...Onların işleri, aralarında danışma iledir..."[713]
9— Müşriklerin erkekleriyle savaşmadan önce, erkeklerinden ayrı kalan müşrik kadınları ve çocukları esir r'mak caizdir.
10— Mükellef olmayan hakkında söylenmiş olsa bile, doğru olmayan bir sözü reddetmek gereklidir. Çünkü müslümanlar, Kasvâ yürümediği zaman: "Kasvâ huysuzlaşti!" yani diretti, ileri adım atmadı, yürümedi diyerek tabiatı ve huyundan olmayan bir şeyi ona nisbet ettiler. Hz. Peygamber (s.a.) ise: "Kasvâ huysuzlaşmadı. Onun böyle bir huyu yoktur." diye cevap vererek devenin çöküş sebebini şöyle açıkladı: "FilIeri^Mekke'ye girmekten alıkoyan Allah, alıkonulmaları ve bu alıkonulmanın arkasından gelen şeyler sebebiyle ortaya çıkan yüce bir hikmetten ötürü Kasvâ'yı burada da alıkoymuştur."
11— Kişinin, bineği veya ilişkili bulunduğu benzen bir şeyle isimlendirilmesi sünnettir. (Meselâ, fili alıkoyan., gibi).
12— Te'kid edilmesi gereken dinî bir haber hususunda yemin etmek caiz, hatta müstehaptır. Zira Hz. Peygamber'in (s.a.) seksenden fazla yerde yemin ettiği rivayet edilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, O'na haber verdiği şeyin doğruluğuna, Yûnus, Sebe' ve Tegâbün sûrelerinde olmak üzere üç yerde [714] yemin etmesini emretmiştir.
13— Müşrikler, ehl-i bid'at ve günahkârlar ile zalim ve âsiler şayet Allah Teâlâ'nın yasaklarından birine saygı göstererek bir şey isteyecek olurlarsa; başkalarını engellemiş olsalar bile istekleri kabul edilip yerine getirilir ve bu hususta kendilerine yardımcı da olunur. Onlar, küfür ve taşkınlıklarında değil, Allah'ın yasaklarına hürmet gösterdikleri hususlarda yardım görürler. Bunun dışındaki hususlarda ise engellenirler. Allah Teâlâ'nın sevdiği ve razı olduğu hususlarda, yardım isteyen bir kimse, her kim olursa olsun kendisine yardım edilir. Şu kadar var ki, bu sevilen şey hususundaki yardım, Allah'ın sevmediği daha büyük bir şeye sebebiyet vermemelidir. Bu durum, nefislere ağır gelen, en ince ve en zor meselelerdendir. Bu sebeple ashabtan buna canı sıkılanlar olmuş, Hz. Ömer (r.a.) söyleyeceğini söylemiş, bundan sonra da (söylediklerine keffâret olmak üzere) birçok hayırlı işler yapmıştır. Hz. Ebu Bekir (r.a.) ise, bunu rıza ve teslimiyetle karşılamıştır. Öyle ki, Hz. Ebu Be-kiı'in gönlü bu hususta Allah Rasûlü'nün (s.a.) gönlüyle beraber olmuş, Hz. Ömer'in sorusuna, Allah Rasûlü'nün (s.a.)verdiği cevabın aynısıyla cevap vermistir. Bu durum, Hz. Ebu Bekir'in -Allah ondan razı olsun- ashabın en faziletlisi, en kâmili, Allah'ı ve Rasûlü'nü en iyi tanıyıp dinini en iyi bileni, en kuvvetli sevgi göstereni ve Hz. Peygamber'e (s.a.) en iyi uyum sağlayan kimse olduğunu ortaya koyar. Bundan dolayı Hz. Ömer, karşısına çıkan herhangi bir hususta başka sahabîlere değil, sadece Allah Rasûlü'ne (s.a.) ve O'nun Sıddîk'ına soru sormuştur.
14— Hz. Peygamber (s.a.) Hudeybiye'ye giderken sağ tarafa doğru yönelmiştir. Şafiî (r.h.) der ki: Hudeybiye'nin bir kısmı Harem bölgesine dahil, bir kısmı da Harem'in dışındadır.
Ahmed b. Hanbel bu olay hakkında, Hz. Peygamber'in (s.a.), Harem bölgesi dışında hareket ettiği halde Harem'in içinde namaz kıldığını rivayet etmiştir.[715] Mekke'de kılınan namazın üstünlüğünün kat kat fazla olmasının sadece tavaf yeri olan Mescid'e mahsus olmayıp Harem bölgesine dahil bütün yerler için de aynı olduğuna bir delildir. Hz. Peygamber'in (s.a.): *'Mescid-i Haram'da kılman bir rekât namaz, benim mescidimde kılınan yüz rekât namazdan daha faziletlidir."[716] hadisi şu âyet-i kerimeler gibidir: "...Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. .."[717], "Kulu Muhammed'i bir gece Mescid-i Ha-ram'dan, kendisine bir kısım âyetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah'ın sânı ne yücedir..."[718] Halbuki isrâ hâdisesi Ümmü Hâni'nin evinden başlamıştır.
15— Mekke'nin yakınına konaklayacak bir kimsenin, Harem bölgesinin dışında (= Hill) konaklayıp Harem bölgesinin içinde namaz kılması gerekir. Nitekim İbn Ömer böyle yapardı.
16— Devlet başkanının, barış yapmayı müslümanların yararına gördüğü zaman, düşmana barış teklifinde bulunması caizdir. Barış, anlaşma teklifinin karşı taraftan gelmesine bağlı değildir.
Kendisi otururken başında beklenilmesi âdeti olmadığı halde Mugîre b. Şu'be'nin, kılıcıyla Allah Rasûlü'nün (s.a.) baş ucunda beklemesinde, düşman elçilerinin geldiği sırada onlara karşı bir üstünlük ve övünme olması, devlet başkanına tazim ve itaat ile çevresindekiler tarafından korunduğunu gösterme bakımından uyulması gereken bir sünnet vardır. Bu, müslümanların elçilerinin kâfirlere gönderilmesinde ve kâfirlerin elçilerinin de müslümanlara gelmebinde uygulanan bir âdettir. Yoksa bu, Hz. Peygamber'in (s.a.) şu sözüyle kınadığı cinsten değildir: "Kim, kişilerin ayakta durarak kendisine saygı göstermesinden hoşlanırsa, cehennemdeki yerini hazırlasın."[719] Yine harpte övünmek ve böbürlenmek -savaşdişındaki hallerde olduğu gibi- kınanan cinsten değildir. Kurbanlık hayvanların diğer elçiye doğru sürülmesi, kâfirlerin elçilerine İslâm'ın nişanelerini göstermenin müstehap olduğuna delildir.
Hz. Peygamber'in (s.a.) Mugîre'ye söylediği: "Müslümanlığını kabul ederim. Malına gelince, ondan bir şey kabul edecek değilim." sözünde, kendisiyle anlaşma yapılmış müşrik malının korunmuş olup o malın mülk edinilemeyeceği, aksine geri verileceğini gösteren bir delil vardır. Çünkü Mu-gîre, onlarla güven üzerine arkadaşlık yapmış, sonra sözünü tutmayıp onlara hainlik ederek mallarım almıştı. Ama Hz. Peygamber (s.a.) onların mallarının peşine düşüp müdafaasını yapmamış ve mallarım kendilerine tazmin etmemiştir. Çünkü bu olay, Mugîre'nin müslüman olmasından önce meydana gelmiştir.
Yine, Hz. Ebu Bekir'in Urve'ye: "Lât putunun bızrını emesice!" diye söylediği sözde, eğer durumun gerektirdiği bir fayda varsa, avret mahallinin adının açığa vurulabileceğinin caiz olduğunu gösteren bir delil vardır. Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.) cahiliye davasında bulunan bir kimseye babası.-nın ayıp yerinin açıkça söylenilmesine izin vermiştir. O kimseye şöyle denir: "Babanın şeyini ısır!" Bu hususta kinaye kullanılmaz. Çünkü her durumun gereğine göre söylenecek bir söz vardır.
17— Kâfirlerin gönderdiği elçinin edebinin az olması, cahil ve kaba olması muhtemeldir. Burada umumi bir fayda bulunduğundan ona karşılık verilmez. Her ne kadar Arapların âdetinden ise de Hz. Peygamber (s.a.) konuşma esnasında Urve'nin sakalını tutmasına aynıyla karşılık vermemiştir. Çünkü vakar ve tazim, bunun aksini gerektirir.
Aynı şekilde Allah Rasûlü (s.a.) Müseyleme hakkında, "Şahitlik ederiz ki o Allah'ın elçisidir." diyen Müseyleme'nin elçilerine de karşılık vermeme-miş ve: "Eğer elçiler Öldürülmez hükmü olmasaydı, şüphesiz ikinizi de öldürürdüm" buyurmuştur[720]
18— İster baştan, ister göğüsten gelmiş olsun, balgam temizdir.
19— Kullanılmış su temizdir.
20— İyimser olmak, olayları iyiye yorumlamak müstehaptır, ki bu hoş karşılanmayan uğurlu veya uğursuz sayma cinsinden değildir. Zira Hz. Peygamber (s.a.), Süheyl geldiği zaman: "İşiniz kolaylaştı." demiştir.
21— Hazırda bulunan kişinin kendi adıyla babasının adı bilindiğinde dede adının zikredilmesine gerek duyulmaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), Muham-med b. Abdullah adı üzerine bir şey ilâve etmemiş ve Süheyl'in sadece kendi adıyla baba adının zikredilmesiyle yetinmiştir. Dede adının zikredilmesinin şart koşulmasının bir aslı, bir dayanağı yoktur. Adda b. Halid, Hz. Peygam-ber'den (s.a.) bir köle satın aldığı zaman, kendisine: "Bu, Adda b. Halid b. Hevze'nin satın aldığı köledir."[721] şeklinde dede adım da zikrederek yazdırmasına gelince bu rivayet, böyle yapmanın caiz olduğunu ve bir sakıncası bulunmadığını gösteren ilave bir açıklamadır. Yoksa bunun şart olduğuna delil teşkil etmez. Sırf kendisinin ve babasının ismini zikretmekle yetinilemeyecek kadar meşhur olmadığından dedesinin adını da zikretmiştir. Kendi ismi ile baba ismi aynı olduğunda dede isminin zikredilmesi şart olur. Böyle bir benzerlik olmadığı durumlarda ise, kendi ismi ile baba ismi yeterli sayılır. Allah en iyi bilendir.
22— Müslümanların aleyhine bir takım olumsuz neticeler doğuracak hükümler içerse de fayda tarafı ağır basması ve daha şerli bir şeyi savuşturması sebebiyle müşriklerle anlaşma yapmak caizdir. Bunda iki zararın en zararlısını, daha az zararlı olanı beraberinde getirmesi ihtimaline karşın, savuşturma yaran vardır.
23— Bir kimse sözle veya niyetle, vakit tayin etmeksizin bir şeyi yapmaya yemin eder veya adakta bulunur, yahut-o şeyi yapma hususunda bir başkasına vaadde bulunursa onu hemen yapması gerekmez, erteleyebilir.
24— Başı (tamamen) tıraş etmek, haccın olduğu gibi umrenin de menâ-sikindendir ve saçı kısaltmaktan daha faziletlidir. Aynı şekilde bu, diğerlerinin umrelerinde olduğu gibi, alıkonulanın (mahsur) umresinde de menâsiktendir. .
25— Alıkonulan kimse, ister Harem hududu içerisinde bulunsun ister bulunmasın, alıkonulduğu yerde kurbanını keser. Kendisi Harem bölgesine ulaşamadığı takdirde, kurbanını Harem içerisinde kesebilecek kimseyle anlaşma yapması vacib değildir ve şu âyet-i kerimenin delaletiyle kurban, yerine ulaşmaksızm ihramından çıkamaz: "...Bağlı kurbanlıkların yerlerine ulaşmasına engel olanlardır. "[722]
26— Kurbanların kesildiği yer Harem hududunun dışında bir yer idi. Çünkü Harem bölgesinin her yeri kurban kesim yeridir.
27— Alıkonulan kimselere umreyi kaza etmek vacip değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) ashabına, başlarını tıraş etmelerini ve kurbanlarını kesmelerini emretmiş, hiçbirine bu umreyi kaza etmelerini emretmemiştir. Ertesi yıl yapılan umre ise ne vacip bir umreydi, ne de alıkonulan umre yerine yapılan bir kaza umresiydi. Çünkü müslümanlar engellendikleri umrede 1400 kişi iken, ertesi yıl yapılan umrede bundan daha az idiler. "Umretü'l-Kadıyye" veya "Kaza Umresi" diye isimlendirilmesi ise, Hz. Peygamber'in (s.a.) üzerinde anlaşma yaptığı umre olmasındandır. Burada umre kelimesi yapılma sebebinin kaynağı ile tamlama ohışturmuşur.
28— Mutlak bir emir, hemen yapmayı gerektirir (-fevridir). Eğer böyle olmasaydı Hz. Peygamber (s.a.) verdiği emri ashabın yerine getirmeyi geciktirmelerine kızmazdı. Ashabın emri yerine getirmeyi geciktirmelerine şöyle gerekçe gösterildi: Onlar emrin yürürlükten kaldırılacağını umuyorlar, böyle yorumlayarak emri yerine getirmeyi geciktiriyorlardı. Bu gerekçenin kendisine gerekçe gösterilmesi daha münasip! Böyle bir gerekçe bâtıldır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) ashabtan böyle bir şey hissetseydi, emrinin geciktirilmesinden dolayı öfkesi şiddetlenerek: "Neden öfkelenmeyeyim ki? Ben bir şey emrediyorum uyulmuyor!" demezdi. Ashabın emri geciktirmeleri, hoş karşılanan değil, affedilen bir gayrettir. Allah onlardan razı olmuş, günahlarını bağışlamış ve cenneti onlara gerekli kılmıştır.
29— Bir delilin kayıtladığı durumlar haricinde prensip, ümmetinin, Hz. Peygamber ile (s.a.) hükümler konusunda ortak olmasıdır. Bu sebeple Üm-mü Seleme şöyle demiştir: "Dışarı-çık ve başını tıraş ettirip kurbanını kesene kadar hiç kimseyle konuşma." O, ashabın Hz. Peygamber'e (s.a.) uyacağım bilmiştir.
Soru: Bu işi ashaba emrettiğinde kendisine uymadıkları halde, bunu yapmaya koyulduğu zaman nasıl oldu da O'na uydular?
Cevap: Ashabın, emrin yürürlükten kalkacağını umarak yerine getirmeyi geciktirdiklerini ileri sürenlerin böyle düşünmelerine sebep olan durum işte budur. Onlara göre Hz. Peygamber (s.a.) böyle yapınca, ashab emrin men-suh olmayıp kesin bir hüküm olduğunu anladılar. Bu zannın yanlışlığı yukanda anlatılmıştı. Hz. Peygamber (s.a.) ashaba öfkelenip hiç kimseyle konuşmak-sızın dışarı çıkarak, onlara kendisinin emredilen şeyi hemen yerine getirmeye koyulan bir kimse olduğunu gösterip, onlar gibi emre itaati geciktirmeyince; ashab da Allah'a uyma ve itaatin, Rasülü'ne uymayı gerektirdiğini anladılar, O'na uymaya ve emrini yerine getirmeye koşuştular.
30— Kâfirler ile, onlardan müslümanlara gelenlerin geri verilip, müslümanlar tarafından kâfirlere geçecek olanların geri verilmemesi üzerine anlaşma yapmak caizdir. Ancak kadınlar bunun dışındadır. Kadınların kâfirlere geri verilmesinin şart koşulması caiz değildir. İşte bu anlaşmada, Kur'an nas-sıyla yürürlükten kaldırılan yer burasıdır ve burası dışında geçerli bir sebep olmaksızın nesh iddiasında bulunmaya yol yoktur.
31— Kadından istifadenin kocanın mülkünden çıkmasının malî bir değeri vardır. Bu yüzden Allah Telâlâ, karısı (Mekke'den Medine'ye) hicret eden ve aralarına engel konan müşrik kocaya, vermiş olduğu mehrin iade edilmesini vacip kılmıştır. Aynı şekilde Allah Teâlâ, müslümanlar tarafına hicret eden karılarına verdikleri mehirleri, kâfirler müslümanlardan talep hakkı elde ettiklerinde, karısı irtidat eden müslüman kocaya verdiği mehrin iade edilmesini de vacip kılmıştır. Bunu, aralarında karara bağladığı bir hüküm olarak bildirmiş ve sonra da bu hükmü hiçbir şey neshetmemiştir. Kocaların verdikleri mehrin onlara iade edilmesini şart koşması, bu mehrin mehr-i misil (objektif değer) değil de mehr-i müsemma (akdi yapanların aralarında kararlaştırdıkları değer) olduğuna delâlet eder.
32— Kâfirler tarafından islâm devlet başkanı tarafına gelen bir kimseyi geri verme hükmü, içlerinden müslüman olarak ayrılıp devlet başkanının bulunduğu beldeden başka bir yere giden kimseyi kapsamaz. Şu da var ki, devlet başkanının bulunduğu beldeye gelen kimseyi talep olmaksızın geri göndermesi de gerekmez. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), Ebu Basir kendisine geldiği zaman geri göndermemiş ve gitmesi için de onu zorlamamıştır. Ama Ebu Bâsir'i istemeye geldiklerinde almalarına izin vermiş, fakat onu geri dönmeye zorlamamıştı.
33— Anlaşmalılar, kendileri tarafından devlet başkanına gelen kimseyi teslim alıp gözetimleri altına aldıkları zaman, bu kişi içlerinden herhangi birini öldürdüğünde, ne diyet vermek ve ne de kısas olmak suretiyle o kimsenin kan bedelini öder ve ne de devlet başkanı bu kan bedelini tazmin eder. Aksine bu kimse onları kendi yurtlarında öldürmüş hükmünde olur ki devlet başkanının onlar üzerinde herhangi bir hükmü olmaz. Çünkü Ebu Basîr, anlaşmalı iki kişiden birini Medine'den sayılan Zülhuleyfe'de öldürmüştü. Fakat Ebu Basîr'i onlar teslim almış olup devlet başkanının elinden ve hükmünden uzaklaştırmalardı.
34— Anlaşmalılar, imam (devlet başkanı) ile anlaştıktan sonra müslü-manlar içinden bir grup çıkıp karşı tarafa savaş açar, mallarını ele geçirir fakat imama katılmazlarsa, imamın harp açan kimseleri karşı taraftan uzaklaştırıp onlara mani olması gerekmez. İmamın anlaşmasına, sözleşmesine ve dinine ister girsinler isterse girmesinler eşittir. Hz. Peygamber (s.a.) ile müşrikler arasındaki anlaşma, Ebu Basîr ve arkadaşları ile müşrikler arasında yapılmış bir anlaşma değildi. Buna göre, şayet bazı müslüman hükümdarlar ile hıristiyanlar ve diğer zimmiler arasında bir anlaşma yapılsa, onlarla arasında bir anlaşma bulunmayan bir başka müslüman hükümdarın onlara karşı savaş açıp mallarını ele geçirmesi caizdir. Nitekim Şeyhülislâm (İbn Tey-miye) de, Ebu Basîr'le müşrikler arasında cereyan eden olaya dayanarak Malatya hıristiyanları ve esirleri hakkında bu şekilde fetva vermiştir. [723]
[709] EbuDavud, 1741; İbn Mâce, 3001, 3002; İbn Hibbân, 1021. Senedinde iki meçhul râvi vardır. Hasan el-Basrî, Atâ b. Ebî Rebah ve İmam Mâlik, mikattan Önce ihrama girme-vi mekruh görenlerdendir. Rivayete göre Hz. Ömer, tmrân b. Husayn'ın Basra'da İhrama girmesini ayıplayıp yasaklamıştır. Aynı şekilde Hz. Osman!, Horasan ve Kirman'da ihrama girilmesini hoş karşılamamıştır. Bk: Fethu'l-Bâri, 3/332.
[710] Fetih, 48/29.
[711] Tevbe, 9/120.
[712] Âl-i İmrân, 3/159.
[713] Şûra, 42/38.
[714] Bu üç âyet şunlardır:
"O gerçek midir?" diye sana sorarlar. De ki: "Evet. Rabbİme yemin ederim ki o gerçektir. Siz Allah'ı âciz kılamazsınız." (Yûnus, 10/53)
"İnkâr edenler: Kıyamet bize gelmeyecektir, dediler. (Ey Muhammed) De kî: "Hayır, Öyle değil; görülmeyeni bilen Rabbime andolsun ki o saat sîze muhakkak gelecektir..." (Sebe', 34/3)
"înkâr edenler, tekrar diriltilmeyeceklerini İddia ederler. (Ey Muhammed) De ki: "Evet, Rabbime andolsun ki şüphesiz diriltileceksiniz ve sonra yaptıklarınız size bildirilecektir. Bu, Allah'a göre kolaydır." (Tegâbün, 64/7)
[715] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/326. Misver b. Mahreme ve Mervan b. Hakem'İn hadisinden, râvileri sikadır.
[716] Buharî, Mescid-i Mekke, 1; Müslim, 1394-1396. Ebu Hureyre'den.
[717] Tevbe, 9/28.
[718] İsrâ, 17/1.
[719] Ebu Davud, 5229; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/91; Tirmizî, 2756. Muaviye hadisinden. Senedi sahihtir.
[720] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/487, 488; Ebu Davud, 2761. Nuaym b. Mes'ûd el-Eşcaî hadisinden. Senedi sahihtir. Hâkim (2/143) hadise sahih demiş, Zehebî de ona muvafakat etmiştir. Bu hadisin Ebu Davud'da (2762) İbn Mes'ûd'dan rivayet edilen bir şahid hadisi de vardır.
[721] Tirmizî, 1216; İbn Mâce, 2251. Abdülmecid b. Vehb'den şöyle rivayet ediyorlar: Adda b. Halid b. Hevze bana dedi ki: "Allah Rasûlü'nün {s.a.) benim için yazdırdığı bir yazıyı sana okuyayım mı?" "Evet, oku", dedim. Bir yazı çıkararak bana okudu: "Bu, Adda b. Halid b. Hevze'nin Allah Rasûlü (s.a.) Muhammed'den satın alma belgesidir. Ondan sıhhatli, çalıntı ve haram olmayan bir köle veya cariyyeyi, bir müslümanın bir müslü-mana satış yapması kabilinden satın almıştır." Senedi kuvvetlidir.
[722] Fetih, 48/25.
[723] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/344-352.
1— Hz. Peygamber (s.a.) hac aylarında umre yapmıştır. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.) Zilkade ayında yola çıkmıştı.
2— Hacda olduğu gibi, umre için de mîkatta ihrama girmek daha efdal-dir. Allah Rasûlü (s.a.) gerek hac ve gerekse umre için Zülhuleyfe'de ihrama girmiştir. Zülhuleyfe ile Medine arası bir mil kadar veya buna yakın bir mesafedir.
Bu konuda: "Umre için Beyt-i Makdis'te ihrama giren bir kimsenin geçmiş ve gelecek günahları bağışlanır.", diğer bir rivayetinde ise."Önceki günahlara keffaret olur" şeklinde gelen hadis sabit değildir.[709] Senedinde ve metninde güçlü muztariblik vardır.
3— Kıran haccında olduğu gibi başlı başına yapılan umrede de kurban sevketmek sünnettir.
4— Kurban edilecek hayvanı önceden işaretlemek sünnettir; bu iş yasak bir işkence değildir.
5— Allah düşmanlarını kızdırmak rnüstehaptır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) müşrikleri kızdırmak için, kurbanlıkları arasında, Ebu Cehil'in, burnunda gümüş halka bulunan devesini kurban etmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabının özellikleri hakkında şöyle buyurmuştur; "...Onlar İncil'de de şöyle vasıflandırılmışlardı: Filizini çıkarmış, kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş ve ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler. Allah, böylece bunları çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkarcıları öfkelendirir..."[710] '...Çünkü Allah yolunda açlığa, susuzluğa, yorgunluğa maruz kalmak, kâfirleri kızdıracak bir yeri işgal etmek ve düşmana başari kazanmak karşılığında onların yaptıkları yararlı bir iş mutlaka yazılır. Doğ-rusu Allah, iyilik yapanların ecrini zayi etmez."[711]
6— Ordu komutanının önceden düşman tarafına casuslar göndermes gerekir.
7— Savaşta iken ihtiyaç halinde, güvenilir bir müşrikten yardım istemek caizdir. Çünkü Allah Rasûlü'nün (s.a.) Huzâaîı casusu o sırada kâfirdi; ve bu da, casusun düşman içlerine kolayca sızıp haber toplayabilmesi açısından daha faydalıydı.
8— Devlet başkanının, tebaası ve ordusuyla istişare etmesi müstehaptır. Bu istişare, onların fikirlerini almak, gönüllerini hoş tutmak, nifak çıkarmalarından emin olmak, uzmanlık isteyen ve insanlar arasında bazılarının bilebileceği bir faydalı bilgiyi öğrenmek ve Allah Teâlâ'nın: "...İş hakkında onlara danış..."[712] emrine sarılmak içindir. Yine Allah Teâlâ şöyle buyurarak kullarını övmüştür: "...Onların işleri, aralarında danışma iledir..."[713]
9— Müşriklerin erkekleriyle savaşmadan önce, erkeklerinden ayrı kalan müşrik kadınları ve çocukları esir r'mak caizdir.
10— Mükellef olmayan hakkında söylenmiş olsa bile, doğru olmayan bir sözü reddetmek gereklidir. Çünkü müslümanlar, Kasvâ yürümediği zaman: "Kasvâ huysuzlaşti!" yani diretti, ileri adım atmadı, yürümedi diyerek tabiatı ve huyundan olmayan bir şeyi ona nisbet ettiler. Hz. Peygamber (s.a.) ise: "Kasvâ huysuzlaşmadı. Onun böyle bir huyu yoktur." diye cevap vererek devenin çöküş sebebini şöyle açıkladı: "FilIeri^Mekke'ye girmekten alıkoyan Allah, alıkonulmaları ve bu alıkonulmanın arkasından gelen şeyler sebebiyle ortaya çıkan yüce bir hikmetten ötürü Kasvâ'yı burada da alıkoymuştur."
11— Kişinin, bineği veya ilişkili bulunduğu benzen bir şeyle isimlendirilmesi sünnettir. (Meselâ, fili alıkoyan., gibi).
12— Te'kid edilmesi gereken dinî bir haber hususunda yemin etmek caiz, hatta müstehaptır. Zira Hz. Peygamber'in (s.a.) seksenden fazla yerde yemin ettiği rivayet edilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, O'na haber verdiği şeyin doğruluğuna, Yûnus, Sebe' ve Tegâbün sûrelerinde olmak üzere üç yerde [714] yemin etmesini emretmiştir.
13— Müşrikler, ehl-i bid'at ve günahkârlar ile zalim ve âsiler şayet Allah Teâlâ'nın yasaklarından birine saygı göstererek bir şey isteyecek olurlarsa; başkalarını engellemiş olsalar bile istekleri kabul edilip yerine getirilir ve bu hususta kendilerine yardımcı da olunur. Onlar, küfür ve taşkınlıklarında değil, Allah'ın yasaklarına hürmet gösterdikleri hususlarda yardım görürler. Bunun dışındaki hususlarda ise engellenirler. Allah Teâlâ'nın sevdiği ve razı olduğu hususlarda, yardım isteyen bir kimse, her kim olursa olsun kendisine yardım edilir. Şu kadar var ki, bu sevilen şey hususundaki yardım, Allah'ın sevmediği daha büyük bir şeye sebebiyet vermemelidir. Bu durum, nefislere ağır gelen, en ince ve en zor meselelerdendir. Bu sebeple ashabtan buna canı sıkılanlar olmuş, Hz. Ömer (r.a.) söyleyeceğini söylemiş, bundan sonra da (söylediklerine keffâret olmak üzere) birçok hayırlı işler yapmıştır. Hz. Ebu Bekir (r.a.) ise, bunu rıza ve teslimiyetle karşılamıştır. Öyle ki, Hz. Ebu Be-kiı'in gönlü bu hususta Allah Rasûlü'nün (s.a.) gönlüyle beraber olmuş, Hz. Ömer'in sorusuna, Allah Rasûlü'nün (s.a.)verdiği cevabın aynısıyla cevap vermistir. Bu durum, Hz. Ebu Bekir'in -Allah ondan razı olsun- ashabın en faziletlisi, en kâmili, Allah'ı ve Rasûlü'nü en iyi tanıyıp dinini en iyi bileni, en kuvvetli sevgi göstereni ve Hz. Peygamber'e (s.a.) en iyi uyum sağlayan kimse olduğunu ortaya koyar. Bundan dolayı Hz. Ömer, karşısına çıkan herhangi bir hususta başka sahabîlere değil, sadece Allah Rasûlü'ne (s.a.) ve O'nun Sıddîk'ına soru sormuştur.
14— Hz. Peygamber (s.a.) Hudeybiye'ye giderken sağ tarafa doğru yönelmiştir. Şafiî (r.h.) der ki: Hudeybiye'nin bir kısmı Harem bölgesine dahil, bir kısmı da Harem'in dışındadır.
Ahmed b. Hanbel bu olay hakkında, Hz. Peygamber'in (s.a.), Harem bölgesi dışında hareket ettiği halde Harem'in içinde namaz kıldığını rivayet etmiştir.[715] Mekke'de kılınan namazın üstünlüğünün kat kat fazla olmasının sadece tavaf yeri olan Mescid'e mahsus olmayıp Harem bölgesine dahil bütün yerler için de aynı olduğuna bir delildir. Hz. Peygamber'in (s.a.): *'Mescid-i Haram'da kılman bir rekât namaz, benim mescidimde kılınan yüz rekât namazdan daha faziletlidir."[716] hadisi şu âyet-i kerimeler gibidir: "...Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. .."[717], "Kulu Muhammed'i bir gece Mescid-i Ha-ram'dan, kendisine bir kısım âyetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah'ın sânı ne yücedir..."[718] Halbuki isrâ hâdisesi Ümmü Hâni'nin evinden başlamıştır.
15— Mekke'nin yakınına konaklayacak bir kimsenin, Harem bölgesinin dışında (= Hill) konaklayıp Harem bölgesinin içinde namaz kılması gerekir. Nitekim İbn Ömer böyle yapardı.
16— Devlet başkanının, barış yapmayı müslümanların yararına gördüğü zaman, düşmana barış teklifinde bulunması caizdir. Barış, anlaşma teklifinin karşı taraftan gelmesine bağlı değildir.
Kendisi otururken başında beklenilmesi âdeti olmadığı halde Mugîre b. Şu'be'nin, kılıcıyla Allah Rasûlü'nün (s.a.) baş ucunda beklemesinde, düşman elçilerinin geldiği sırada onlara karşı bir üstünlük ve övünme olması, devlet başkanına tazim ve itaat ile çevresindekiler tarafından korunduğunu gösterme bakımından uyulması gereken bir sünnet vardır. Bu, müslümanların elçilerinin kâfirlere gönderilmesinde ve kâfirlerin elçilerinin de müslümanlara gelmebinde uygulanan bir âdettir. Yoksa bu, Hz. Peygamber'in (s.a.) şu sözüyle kınadığı cinsten değildir: "Kim, kişilerin ayakta durarak kendisine saygı göstermesinden hoşlanırsa, cehennemdeki yerini hazırlasın."[719] Yine harpte övünmek ve böbürlenmek -savaşdişındaki hallerde olduğu gibi- kınanan cinsten değildir. Kurbanlık hayvanların diğer elçiye doğru sürülmesi, kâfirlerin elçilerine İslâm'ın nişanelerini göstermenin müstehap olduğuna delildir.
Hz. Peygamber'in (s.a.) Mugîre'ye söylediği: "Müslümanlığını kabul ederim. Malına gelince, ondan bir şey kabul edecek değilim." sözünde, kendisiyle anlaşma yapılmış müşrik malının korunmuş olup o malın mülk edinilemeyeceği, aksine geri verileceğini gösteren bir delil vardır. Çünkü Mu-gîre, onlarla güven üzerine arkadaşlık yapmış, sonra sözünü tutmayıp onlara hainlik ederek mallarım almıştı. Ama Hz. Peygamber (s.a.) onların mallarının peşine düşüp müdafaasını yapmamış ve mallarım kendilerine tazmin etmemiştir. Çünkü bu olay, Mugîre'nin müslüman olmasından önce meydana gelmiştir.
Yine, Hz. Ebu Bekir'in Urve'ye: "Lât putunun bızrını emesice!" diye söylediği sözde, eğer durumun gerektirdiği bir fayda varsa, avret mahallinin adının açığa vurulabileceğinin caiz olduğunu gösteren bir delil vardır. Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.) cahiliye davasında bulunan bir kimseye babası.-nın ayıp yerinin açıkça söylenilmesine izin vermiştir. O kimseye şöyle denir: "Babanın şeyini ısır!" Bu hususta kinaye kullanılmaz. Çünkü her durumun gereğine göre söylenecek bir söz vardır.
17— Kâfirlerin gönderdiği elçinin edebinin az olması, cahil ve kaba olması muhtemeldir. Burada umumi bir fayda bulunduğundan ona karşılık verilmez. Her ne kadar Arapların âdetinden ise de Hz. Peygamber (s.a.) konuşma esnasında Urve'nin sakalını tutmasına aynıyla karşılık vermemiştir. Çünkü vakar ve tazim, bunun aksini gerektirir.
Aynı şekilde Allah Rasûlü (s.a.) Müseyleme hakkında, "Şahitlik ederiz ki o Allah'ın elçisidir." diyen Müseyleme'nin elçilerine de karşılık vermeme-miş ve: "Eğer elçiler Öldürülmez hükmü olmasaydı, şüphesiz ikinizi de öldürürdüm" buyurmuştur[720]
18— İster baştan, ister göğüsten gelmiş olsun, balgam temizdir.
19— Kullanılmış su temizdir.
20— İyimser olmak, olayları iyiye yorumlamak müstehaptır, ki bu hoş karşılanmayan uğurlu veya uğursuz sayma cinsinden değildir. Zira Hz. Peygamber (s.a.), Süheyl geldiği zaman: "İşiniz kolaylaştı." demiştir.
21— Hazırda bulunan kişinin kendi adıyla babasının adı bilindiğinde dede adının zikredilmesine gerek duyulmaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), Muham-med b. Abdullah adı üzerine bir şey ilâve etmemiş ve Süheyl'in sadece kendi adıyla baba adının zikredilmesiyle yetinmiştir. Dede adının zikredilmesinin şart koşulmasının bir aslı, bir dayanağı yoktur. Adda b. Halid, Hz. Peygam-ber'den (s.a.) bir köle satın aldığı zaman, kendisine: "Bu, Adda b. Halid b. Hevze'nin satın aldığı köledir."[721] şeklinde dede adım da zikrederek yazdırmasına gelince bu rivayet, böyle yapmanın caiz olduğunu ve bir sakıncası bulunmadığını gösteren ilave bir açıklamadır. Yoksa bunun şart olduğuna delil teşkil etmez. Sırf kendisinin ve babasının ismini zikretmekle yetinilemeyecek kadar meşhur olmadığından dedesinin adını da zikretmiştir. Kendi ismi ile baba ismi aynı olduğunda dede isminin zikredilmesi şart olur. Böyle bir benzerlik olmadığı durumlarda ise, kendi ismi ile baba ismi yeterli sayılır. Allah en iyi bilendir.
22— Müslümanların aleyhine bir takım olumsuz neticeler doğuracak hükümler içerse de fayda tarafı ağır basması ve daha şerli bir şeyi savuşturması sebebiyle müşriklerle anlaşma yapmak caizdir. Bunda iki zararın en zararlısını, daha az zararlı olanı beraberinde getirmesi ihtimaline karşın, savuşturma yaran vardır.
23— Bir kimse sözle veya niyetle, vakit tayin etmeksizin bir şeyi yapmaya yemin eder veya adakta bulunur, yahut-o şeyi yapma hususunda bir başkasına vaadde bulunursa onu hemen yapması gerekmez, erteleyebilir.
24— Başı (tamamen) tıraş etmek, haccın olduğu gibi umrenin de menâ-sikindendir ve saçı kısaltmaktan daha faziletlidir. Aynı şekilde bu, diğerlerinin umrelerinde olduğu gibi, alıkonulanın (mahsur) umresinde de menâsiktendir. .
25— Alıkonulan kimse, ister Harem hududu içerisinde bulunsun ister bulunmasın, alıkonulduğu yerde kurbanını keser. Kendisi Harem bölgesine ulaşamadığı takdirde, kurbanını Harem içerisinde kesebilecek kimseyle anlaşma yapması vacib değildir ve şu âyet-i kerimenin delaletiyle kurban, yerine ulaşmaksızm ihramından çıkamaz: "...Bağlı kurbanlıkların yerlerine ulaşmasına engel olanlardır. "[722]
26— Kurbanların kesildiği yer Harem hududunun dışında bir yer idi. Çünkü Harem bölgesinin her yeri kurban kesim yeridir.
27— Alıkonulan kimselere umreyi kaza etmek vacip değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) ashabına, başlarını tıraş etmelerini ve kurbanlarını kesmelerini emretmiş, hiçbirine bu umreyi kaza etmelerini emretmemiştir. Ertesi yıl yapılan umre ise ne vacip bir umreydi, ne de alıkonulan umre yerine yapılan bir kaza umresiydi. Çünkü müslümanlar engellendikleri umrede 1400 kişi iken, ertesi yıl yapılan umrede bundan daha az idiler. "Umretü'l-Kadıyye" veya "Kaza Umresi" diye isimlendirilmesi ise, Hz. Peygamber'in (s.a.) üzerinde anlaşma yaptığı umre olmasındandır. Burada umre kelimesi yapılma sebebinin kaynağı ile tamlama ohışturmuşur.
28— Mutlak bir emir, hemen yapmayı gerektirir (-fevridir). Eğer böyle olmasaydı Hz. Peygamber (s.a.) verdiği emri ashabın yerine getirmeyi geciktirmelerine kızmazdı. Ashabın emri yerine getirmeyi geciktirmelerine şöyle gerekçe gösterildi: Onlar emrin yürürlükten kaldırılacağını umuyorlar, böyle yorumlayarak emri yerine getirmeyi geciktiriyorlardı. Bu gerekçenin kendisine gerekçe gösterilmesi daha münasip! Böyle bir gerekçe bâtıldır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) ashabtan böyle bir şey hissetseydi, emrinin geciktirilmesinden dolayı öfkesi şiddetlenerek: "Neden öfkelenmeyeyim ki? Ben bir şey emrediyorum uyulmuyor!" demezdi. Ashabın emri geciktirmeleri, hoş karşılanan değil, affedilen bir gayrettir. Allah onlardan razı olmuş, günahlarını bağışlamış ve cenneti onlara gerekli kılmıştır.
29— Bir delilin kayıtladığı durumlar haricinde prensip, ümmetinin, Hz. Peygamber ile (s.a.) hükümler konusunda ortak olmasıdır. Bu sebeple Üm-mü Seleme şöyle demiştir: "Dışarı-çık ve başını tıraş ettirip kurbanını kesene kadar hiç kimseyle konuşma." O, ashabın Hz. Peygamber'e (s.a.) uyacağım bilmiştir.
Soru: Bu işi ashaba emrettiğinde kendisine uymadıkları halde, bunu yapmaya koyulduğu zaman nasıl oldu da O'na uydular?
Cevap: Ashabın, emrin yürürlükten kalkacağını umarak yerine getirmeyi geciktirdiklerini ileri sürenlerin böyle düşünmelerine sebep olan durum işte budur. Onlara göre Hz. Peygamber (s.a.) böyle yapınca, ashab emrin men-suh olmayıp kesin bir hüküm olduğunu anladılar. Bu zannın yanlışlığı yukanda anlatılmıştı. Hz. Peygamber (s.a.) ashaba öfkelenip hiç kimseyle konuşmak-sızın dışarı çıkarak, onlara kendisinin emredilen şeyi hemen yerine getirmeye koyulan bir kimse olduğunu gösterip, onlar gibi emre itaati geciktirmeyince; ashab da Allah'a uyma ve itaatin, Rasülü'ne uymayı gerektirdiğini anladılar, O'na uymaya ve emrini yerine getirmeye koşuştular.
30— Kâfirler ile, onlardan müslümanlara gelenlerin geri verilip, müslümanlar tarafından kâfirlere geçecek olanların geri verilmemesi üzerine anlaşma yapmak caizdir. Ancak kadınlar bunun dışındadır. Kadınların kâfirlere geri verilmesinin şart koşulması caiz değildir. İşte bu anlaşmada, Kur'an nas-sıyla yürürlükten kaldırılan yer burasıdır ve burası dışında geçerli bir sebep olmaksızın nesh iddiasında bulunmaya yol yoktur.
31— Kadından istifadenin kocanın mülkünden çıkmasının malî bir değeri vardır. Bu yüzden Allah Telâlâ, karısı (Mekke'den Medine'ye) hicret eden ve aralarına engel konan müşrik kocaya, vermiş olduğu mehrin iade edilmesini vacip kılmıştır. Aynı şekilde Allah Teâlâ, müslümanlar tarafına hicret eden karılarına verdikleri mehirleri, kâfirler müslümanlardan talep hakkı elde ettiklerinde, karısı irtidat eden müslüman kocaya verdiği mehrin iade edilmesini de vacip kılmıştır. Bunu, aralarında karara bağladığı bir hüküm olarak bildirmiş ve sonra da bu hükmü hiçbir şey neshetmemiştir. Kocaların verdikleri mehrin onlara iade edilmesini şart koşması, bu mehrin mehr-i misil (objektif değer) değil de mehr-i müsemma (akdi yapanların aralarında kararlaştırdıkları değer) olduğuna delâlet eder.
32— Kâfirler tarafından islâm devlet başkanı tarafına gelen bir kimseyi geri verme hükmü, içlerinden müslüman olarak ayrılıp devlet başkanının bulunduğu beldeden başka bir yere giden kimseyi kapsamaz. Şu da var ki, devlet başkanının bulunduğu beldeye gelen kimseyi talep olmaksızın geri göndermesi de gerekmez. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), Ebu Basir kendisine geldiği zaman geri göndermemiş ve gitmesi için de onu zorlamamıştır. Ama Ebu Bâsir'i istemeye geldiklerinde almalarına izin vermiş, fakat onu geri dönmeye zorlamamıştı.
33— Anlaşmalılar, kendileri tarafından devlet başkanına gelen kimseyi teslim alıp gözetimleri altına aldıkları zaman, bu kişi içlerinden herhangi birini öldürdüğünde, ne diyet vermek ve ne de kısas olmak suretiyle o kimsenin kan bedelini öder ve ne de devlet başkanı bu kan bedelini tazmin eder. Aksine bu kimse onları kendi yurtlarında öldürmüş hükmünde olur ki devlet başkanının onlar üzerinde herhangi bir hükmü olmaz. Çünkü Ebu Basîr, anlaşmalı iki kişiden birini Medine'den sayılan Zülhuleyfe'de öldürmüştü. Fakat Ebu Basîr'i onlar teslim almış olup devlet başkanının elinden ve hükmünden uzaklaştırmalardı.
34— Anlaşmalılar, imam (devlet başkanı) ile anlaştıktan sonra müslü-manlar içinden bir grup çıkıp karşı tarafa savaş açar, mallarını ele geçirir fakat imama katılmazlarsa, imamın harp açan kimseleri karşı taraftan uzaklaştırıp onlara mani olması gerekmez. İmamın anlaşmasına, sözleşmesine ve dinine ister girsinler isterse girmesinler eşittir. Hz. Peygamber (s.a.) ile müşrikler arasındaki anlaşma, Ebu Basîr ve arkadaşları ile müşrikler arasında yapılmış bir anlaşma değildi. Buna göre, şayet bazı müslüman hükümdarlar ile hıristiyanlar ve diğer zimmiler arasında bir anlaşma yapılsa, onlarla arasında bir anlaşma bulunmayan bir başka müslüman hükümdarın onlara karşı savaş açıp mallarını ele geçirmesi caizdir. Nitekim Şeyhülislâm (İbn Tey-miye) de, Ebu Basîr'le müşrikler arasında cereyan eden olaya dayanarak Malatya hıristiyanları ve esirleri hakkında bu şekilde fetva vermiştir. [723]
[709] EbuDavud, 1741; İbn Mâce, 3001, 3002; İbn Hibbân, 1021. Senedinde iki meçhul râvi vardır. Hasan el-Basrî, Atâ b. Ebî Rebah ve İmam Mâlik, mikattan Önce ihrama girme-vi mekruh görenlerdendir. Rivayete göre Hz. Ömer, tmrân b. Husayn'ın Basra'da İhrama girmesini ayıplayıp yasaklamıştır. Aynı şekilde Hz. Osman!, Horasan ve Kirman'da ihrama girilmesini hoş karşılamamıştır. Bk: Fethu'l-Bâri, 3/332.
[710] Fetih, 48/29.
[711] Tevbe, 9/120.
[712] Âl-i İmrân, 3/159.
[713] Şûra, 42/38.
[714] Bu üç âyet şunlardır:
"O gerçek midir?" diye sana sorarlar. De ki: "Evet. Rabbİme yemin ederim ki o gerçektir. Siz Allah'ı âciz kılamazsınız." (Yûnus, 10/53)
"İnkâr edenler: Kıyamet bize gelmeyecektir, dediler. (Ey Muhammed) De kî: "Hayır, Öyle değil; görülmeyeni bilen Rabbime andolsun ki o saat sîze muhakkak gelecektir..." (Sebe', 34/3)
"înkâr edenler, tekrar diriltilmeyeceklerini İddia ederler. (Ey Muhammed) De ki: "Evet, Rabbime andolsun ki şüphesiz diriltileceksiniz ve sonra yaptıklarınız size bildirilecektir. Bu, Allah'a göre kolaydır." (Tegâbün, 64/7)
[715] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/326. Misver b. Mahreme ve Mervan b. Hakem'İn hadisinden, râvileri sikadır.
[716] Buharî, Mescid-i Mekke, 1; Müslim, 1394-1396. Ebu Hureyre'den.
[717] Tevbe, 9/28.
[718] İsrâ, 17/1.
[719] Ebu Davud, 5229; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/91; Tirmizî, 2756. Muaviye hadisinden. Senedi sahihtir.
[720] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/487, 488; Ebu Davud, 2761. Nuaym b. Mes'ûd el-Eşcaî hadisinden. Senedi sahihtir. Hâkim (2/143) hadise sahih demiş, Zehebî de ona muvafakat etmiştir. Bu hadisin Ebu Davud'da (2762) İbn Mes'ûd'dan rivayet edilen bir şahid hadisi de vardır.
[721] Tirmizî, 1216; İbn Mâce, 2251. Abdülmecid b. Vehb'den şöyle rivayet ediyorlar: Adda b. Halid b. Hevze bana dedi ki: "Allah Rasûlü'nün {s.a.) benim için yazdırdığı bir yazıyı sana okuyayım mı?" "Evet, oku", dedim. Bir yazı çıkararak bana okudu: "Bu, Adda b. Halid b. Hevze'nin Allah Rasûlü (s.a.) Muhammed'den satın alma belgesidir. Ondan sıhhatli, çalıntı ve haram olmayan bir köle veya cariyyeyi, bir müslümanın bir müslü-mana satış yapması kabilinden satın almıştır." Senedi kuvvetlidir.
[722] Fetih, 48/25.
[723] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/344-352.